Yeni Üyelik
31.
Bölüm

Safi Yalan

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz

 

Nasılsınız iyi misiniz?

 

Bölüm çok uzun. Neredeyse üç bölüm uzunluğunda bilmiş olun. O yüzden herkes en az beş (5) yorum yapıyooor okkeeey❤️ yoksa küseriiiim

 

 

Satır aralarına gelmeyi unutmayın

 

Lütfen yıldızı da parlatalım🥰

 

 

🔥

 

 

 

Karşımdaki meraklı ve bir o kadar soru dolu bakışlardan bakışlarımı kaçırırken tırnaklarımın kenarlarındaki etleri koparmak için hamle yaptım ama sonra vazgeçip parmaklarımı kütlettim. Derin bir nefes aldım ve içimde tutup ona kadar saymaya başladım. 1...2...3...4...5...6-

 

"Elif yeter! Kaç saattir anlatmanı bekliyorum ama ağzından tek bir kelime çıkmıyor! Hadisene kızım!"

 

Ve karşımda tam tamına kırk dakikadır bir şey demem için hali hazırda bekleyen Şilan bir bomba misali patlamıştı. Daha doğrusu sabrı patlamış, taşmış ve bilimum olabilecek her şeyi olmuştu. Patlarken ellerini sertçe masaya vurması da beni olduğum yerde sıçratıp gitmeye yetmişti.

 

"Ben..." diyebildim kupkuru ağzımla. Sanki ağzımın içi Sahra Çölüydü. Önümdeki bardağı kafama dikip susuzluğumu gidermeye çalıştım ama değil bir bardak su bir damacana su içsem bile geçmeyecek cinstendi benim susuzluğum.

 

Son iki gündür nedense böyleydim. Ekstra su alımı ve ekstra terleme. Daha sabah Dilan dalga geçmişti 'yengem tüm su kaynaklarını kurutacak' diye. Ardından anırarak gülmesini ise baygın bakışlarımla izlemiştim öylece.

 

"Evet sen?" dedi Şilan iyice sabırsızlanarak. "Yemin ederim kırk dakikadır dediğin tek şey 'ben'. kızım öldüm diyorum. Meraktan çatladım diyorum. Şiştim diyorum. Neyini anlamıyorsun! Hastaneden çıktığından beri ağzını bıçak açmıyor. Saçını başını yolmama şu kadarcık kaldı!" Masanın üzerinden bana doğru uzanıp gevşek bir şekilde örüp önüme bıraktığım saçlarımı eline alıp çok da hafif olmayacak şekilde çekiştirdi. "KONUŞSANA!"

 

"Nasıl söze gireceğim bilmiyorum ki."

 

"Dümdüz gir! Vallahi yıldım! Yeminle yıldım!"

 

"O geceki atlı oymuş..." deyiverdim bir çırpıda. Hatta derken gözlerimi sımsıkı yumup ellerimi yumruk yapmıştım. Sanki ben bunu dedim diye dünyaya haykırmış gibi hissediyordum kendimi.

 

"Ne! Ne ne ne!" dedi.

 

"Dedim ya. O geceki atlı oymuş. Maran değil."

 

"Onu anladım. Şaşkınlığımdan eko yapıyorum kendi kendime. Nasıl yani? 'O' dediğin o mu?" Gözlerini iyice açmıştı. Verdiği tepkiyi ve soruyu kafamı hafifçe sallayarak onayladım.

 

"Bildiğimiz o?" Kafamı tekrar salladım deminkinden daha hızlı. "O dediğin o?" Bir daha salladım kafamı. "BARAN YANİ!"

 

Ani tepkisiyle bir daha yerimden sıçrarken masada ona doğru uzanıp alelacele ellerimle ağzını kapatmaya çalıştım.

 

"Sus bir duyan olacak!"

 

"Ay dur!" Elime vura vura ona engel olmaya çalışmamı engelledi. "İnanamıyorum! Sen ciddi misin?"

 

"Evet..." dedim geri yerime otururken. Sesim ağlamaklı çıkıvermişti.

 

"Nasıl anladın peki? Yani nasıl emin oldun? Gelip kendi mi dedi? Ne dedi? Nasıl dedi? Nasıl tepki verdin? Sen tepki verince ne yaptı? Sen ne-"

 

"Motorun soğusun bir dur. Leyla kılıklı şey..."

 

"Kızım çatlatmasana insanı. Ne oldu? Nasıl anladın? Konuştunuz mu?"

 

"Yok..." dedim çekingence. "Konuşmadık."

 

"Eee? Konuşmadıysanız nasıl anladın? Hadi tamam Maran malı yalan söylüyor onda tamamız ama sen o geceki atlının Baran olduğunu nasıl anladın?"

 

"Şimdi şöyle oldu. Ben onun o geceki atlı olduğunu yine nişan gecesi öğrendim." Merakla parlayan gözlerine hafif anlamsızlıklar serpiştirilmeye başladı. Haklıydı tabi kız. Ama susup benim konuşmamı bekledi. Her şeyi duymak istiyordu her şeyi.

 

Ben de her şeyi anlatmak istiyordum ama niye bu denli cesaretsizdim peki?

 

"...Hani senin yanına geldim Maran'ın yalan söylediğini anlattım ya. Sonra geri odaya çıktım kolumdaki boynumdaki altınları çıkarmak için. Zaten o anki yaşadığım şokla iyi değildim. Sonra Berfin geldi işte. Onun da saçlarını da yolamadım ya neyse." Derin bir nefes almam gerekti. "İşte dedem çağırıyor falan dedi. Tabi ben sinirli olduğumdan ve İzol ailesinin topluluğuna girmek istemediğimden kendimi çiftliğin arkasına attım. Ahırlara kadar gitmişim. Sinirle fark etmedim. Kendi kendime kızıp söylenirken onun konuşmalarını duydum."

 

"Kimle?"

 

"Esmer'le?" dizlerimin üzerinde olan ellerimden çekip ona kaldırdım bakışlarımı.

 

"Esmer kim be?" Yüzünün tam ortasına kocaman bir soru işareti yerleşmişti.

 

"Atı. Onunla dertleşiyordu işte. Bileklikten bahsediyordu. Sonra o geceyi anlattı."

 

"Bir dakika bir dakika. O geceki atlı Baran. Eminiz değil mi?"

 

"Adını sesli söyleme ama. Bir duyan olacak." Korku dolu bakışlarımı etrafımda gezdirdim. Sabahtan beri dershanenin kantininde derse girmeden öylece oturuyordum. Zaten kafam ders alacak halde falan değildi. Buraya geliş amacımsa kaçmaktı.

 

"O mu değil mi? Eğer o geceki atlı Baran'sa ve sen bilekliğini o gece orada düşürdüysen ki buradan bakınca öyle görünüyor. Ve bilekliği Baran bulduysa şimdi nasıl oluyor da bileklik Maran'da?"

 

Allah'tan isim kullanma demiştim değil mi ben? Allah'tan...

 

"Bilmiyorum..."

 

"Ben biliyorum." Dedi müfettiş Gadget gibi. Sanki etraftaki spot ışıklarının hepsi onun suratını hedef almış gibiydi. "Çalmış şerefsiz bilekliği!"

 

"Ne?" dedim şaşkınca. Ama ağzım kupkuru olduğundan 'niae' der gibi çıkmıştı ağzımdan.

 

"Basbayağı çalmış. Bunda anlamayacak ne var? O geceki atlı Baran'mış. Sen bilekliğini orada o hengamede düşürmüşsün. Bulan kişi Baran olmuş. Nasıl bir geceyse o da seni görmemiş ya neyse. Bilekliğin asıl sahibini de o ararken Maran çalmış. Ee o zaman Maran baştan beri bilekliğin sahibinin sen olduğunu biliyor."

 

"Oha..." diye mırıldanabildim sadece. Üç ayda olan biten her şeyi bir paragrafta özetleyip geçmişti. "İyi de Maran niye bana yalan söylüyor o zaman?" Tüm taşlar maşallah yerine oturmuştu. Oturmuştu da elimde işte Maran'ın yalanı fazlalık olarak kalmıştı.

 

"Çok basit." Dedi Şilan kollarını göğsünde birleştirip geri yaslanırken. Yüzündeki o iğrenme ve çok bilme karışımı ifadeyi anlatamazdım size. "İki nedenden biri. Ya Baran'a garezi var ki bence kesin var. Ya da sana aşık."

 

"Ne ne ne!"

 

"Ya işte dediğim gibi. Derdi ya Baran ya da sana sırılsıklam. Her ikisi de mide bulandırıcı ya."

 

"Yok artık Şilan. Pes yani. Olur mu öyle şey ya?" Ben de sinirle soluyup arkama yaslandım. Fazla kuruyordu. Bence kendisinden iyi bir senaryo yazarı olurdu. Allah aşkına ne yani Şilan senin bu başına gelecekleri senaryo mu yazacak? Yok artık. İstersen bir de kurgu yapıp milyonlara yayınlasın.

 

Hem Şilan'a hem de iç sesime büyük hem de büsbüyük göz devirdim. Ama ne göz devirmek. Görseniz gözlerim götümden çıkacak.

 

"Benden demesi." Hafifçe omuz silkti. "Bak kızım Maran görüp görebileceğin en hırslı adamlardan biri. Sana daha önce de demiştim. O ailenin en gözde torunu, bu şehrin en karizmatik ve en yakışıklı erkeğiydi. Ta ki Baran kesin dönüş yapana kadar. Eve yeni kardeş gelmiş en büyük çocuk gibi tahtı sallandı onun. Hatta sallanmayı bırak o tahtı direkt Baran devraldı."

 

"Adını deme şunların..." diye mırıldandım kendi kendime.

 

"Bak bu iki nedenden biri değilse benim de adım Şilan değil. Ayrıca üç koca aydır gelip bileklik imalarında bulunan Maran'ın ta kendisi değil mi? Eğer gerçekten o bilekliği o gece o bulsaydı durup durup niye sana imada bulunurdu? Mantıklı geliyor mu? Boş caz yapıyor işte. Kafan karışsın istiyor farkında değil misin?"

 

"Ama kafam karışmadı." Öfkeyle homurdandım.

 

"Ama o karışsın istedi öyle değil mi? Bak yine diyorum. Şilan demişti dersin. İyi niyetli biri değil. Ya derdi Baran'a olan hırsı ya da kesin sen. Ama sana yaklaşmaya da pek götünün yiyeceğini sanmıyorum."

 

"Nasıl yani?" dedim şaşkınca.

 

"Şöyle yani. Sen İzol soyadını taşıyorsun. O evin gelinisin."

 

"Olmaz olaydım." Yine ve yine sinirle homurdandım.

 

"Homurdanma da dinle. Sen ne olursa olsun resmi olarak Baran'ın karısı mısın? Evet. Sence sana yan gözle bile bakabilir mi? Hayır. Bakmayı bırak düşünemez bile. Temennim öyle bir salaklığın içinde değildir çünkü sonunun ne olacağını az çok sen de tahmin ediyorsun. Kan davası çıkar."

 

"Bugün gerçekten harika senaryolar yazdığını tekrar söylemem gerekecek." Tekrar homurdanırken şişeden bir bardak daha su doldurup diktim kafama. Sanki içimde har har yanan bir fırın vardı.

 

"Hadi Maran'ın karın ağrısını az çok anladık. Ya senin karın ağrın?" Ben kulaklarımdan, burun deliklerimden buharlar fışkırtırken sorduğu soruyla bakışlarım ona kalktı. Tip tip baktığımı görünce de sinir bozucu bir şekilde gülümsedi. "Bakma öyle Elif. Artık gerçekleri biliyoruz. Peki senin bu halin ne?"

 

"Ne var halimde?"

 

"Ne var diyor bir de? Çok tuhafsın iki gündür. Derslere girmiyorsun. İki gündür konağa uğruyorum apar topar dışarı çıkarıyorsun. Böyle şey bir halin var. Şey."

 

"Ney?" dedim huysuz huysuz.

 

"Kaçar gibi. Sahi sen bu bileklik mevzusunu demedin mi daha Baran'a?"

 

"Diyemedim..." Bu sefer dayanamayıp tırnağımın kenarındaki bir parça deriyi kopardım. Kanamasın diye de bastırdım var gücümle.

 

"Peki sorması ayıp daha ne kadar diyemeyeceksin?"

 

"Ne bileyim ben Şilan?" diye yükseldim bir anda. "Bilmiyorum yani. Kolay değil. Denedim demek için ama."

 

"Aması ne?" Masanın üzerinde bana doğru iyice eğildi.

 

"Ne diyeceğim adama gidip? Pardon nişan gecesi kendi nişanımdan kaçarken gölete gitmiştim, o sırada sen geldin, ben karanlıkta görmedim, düştük falan. Sonra işte yıllarca çıkarmadığım bilekliğim orada düşmüş sen almışsın. Ben günlerce onu aradım sen de beni arıyormuşsun. O geceki kız ben miyim mi diyeceğim?" sesim her kelimede biraz daha yükselirken masanın üzerinde ben de ona doğru eğildim.

 

"Evet." dedi gayet düz bir şekilde. "Aynen böyle diyeceksin Elif. Siz ikiniz de birbirinizi aramıyor muydunuz? Eeee? O zaman niye hâlâ diyemiyorsun?"

 

"Nasıl diyeyim Şilan? Kolay mı öyle?" Kollarımı göğsümde birleştirirken arkama yaslandım somurta somurta. Hoşuma gitmemişti bu konuşma. Zaten huzurum yoktu. Temelli keyfimi kaçırmıştı sağolsun. Ne keyif ama değil mi Elif?

 

"Neden diyemeyesin? Sen bilekliğini istemiyor musun? Eeee? Gidip diyeceksin ki Maran'dan adam akıllı bilekliğini alabilesin." Tip tip baktı suratıma ben hiçbir tepki vermeyince. Bir şey dememi bekledi ama ben demedim. Diyemedim. Hem desem ne diyecektim. "Sen neyden kaçıyorsun?" dedi bir süre sonra benim tepkisizliğimin karşısında.

 

"Neyden kaçacağım canım." Omuz silktim oralı değilim der gibi.

 

"Basbayağı kaçıyorsun işte. Baran'ın vereceği tepkiden mi kaçıyorsun yoksa söyledikten sonra olacaklardan mı?"

 

"Ne olacak ki ya! Neyden kaçacağım ben Allah aşkına! Kaçmıyorum!"

 

"Eee Baran senin o geceki kız olduğunu öğrenecek. Olaya bak ki ikiniz de kendi nişanınızdan kaçıp yine birbirinizi bulmuşsunuz. Artık buna kader mi demeli yoksa-"

 

"Hiçbir şey dememeli! Ya deme bir şey ya!"

 

"Sen niye böyle tepki veriyorsun ayrıca? Hayırdır?"

 

"Hayırın yolları bayır!" dedim sinirle homurdanıp. Yanı başımda atılmış gibi duran ve içinden oturduğum banka saçılan kalemlerimi sinirle geri tıktım. "Seni dinleyende kabahat!" Tabi sinirlenince benim çenemin yayı da atıveriyordu birden. Başladım söylenmeye. "Dinliyorum bir şey varmış gibi. Zaten kafamın içi karlı dağlar! İnsana bir yol gösterip rahatlatacağına daha da sinirimi bozuyor! Kuzen dedik, kardeş dedik be!"

 

"Sen bu Baran'dan hoşlanıyor olmayasın?" Sinirden yüz bilmem kaç dereceyi bulan kafamın içinde düdükler çalmaya başlamışken kalakaldım öylece. Nefes almayı bile unuttum.

 

Donakaldım...

 

"Ne ne ne!" dedim içimde kalan son nefes kırıntısıyla. Yüzüme dümdüz bakması zıvanadan çıkmama neden oluyordu. Bak zıvanadan çıkıyordum ha! Dizlerimin bağı da eş zamanlı olarak çözülünce oturuvermiştim hışımla kalktığım yere. Ama öfkeyle kalkan zararla oturur misali dan dun oturmamdan ötürü masanın üzerindeki su şişesi de devrilivermişti. Ama kim umursayacaktı şimdi onu. Ne demişti o!

 

"Hiiiiç." Dedi omuz silkip. "Seni yokladım sadece." Uzun dalgalı saçlarını aheste aheste omuzlarından geri itelerken kırmızı görmüş boğa gibi onu izleyen beni buldu gailesiz bakışları. "Ne? Niye öyle bakıyorsun ki? Bir şey mi oldu?"

 

"Ne dedin demin sen?" Ses tonum tizleşebildiği kadar tizleşmişti de.

 

"Ne diyeceğim ondan hoşlanıyor olmayasın dedim."

 

"Nereden çıktı bu!" ağzımdan kulaklarımdan alevler fışkırıyordu ona karşı.

 

"Acaba sırf bu yüzden kaçıyor olmayasın ondan."

 

"Ben kimseden kaçmıyorum!" dedim bastıra bastıra. "Kaçmıyorum..."

 

"Ya ya. Hastanede gözünü açar açmaz kolundaki serumu hunharca söküp Azad'ın koluna yapışarak beni eve götürün diyen de bendim zaten. Sabahın yedisinde konaktan çıkıp derslerim çok fazla diye dershaneye gelip hiç derse girmeden akşamın koyu vaktinde geri dönen de benim. Bircan ablanın dediğine göre iki gündür yemeklere inmeyip kahvaltı etmeden gidiyormuşsun. Eksiğim var mı?"

 

Aslında dediklerinde haklıydı. Yani tam olarak iki gündür, hastaneden çıktığımdan beri böyle yapıyordum. Gözümü o hastane odasında açtığımda ağzımda oksijen maskesi, kolumda bir serum vardı. Bulanık bakışlarım önce annemi sonra da hemen arkasında serumumu kontrol eden Ahmet'i bulmuştu. Tabi Ahmet 'dur ben Baran'a kendine geldiğini haber vereyim' deyince bende tüm kayış kopmuş ağzımdaki maskeyi bir kenara kolumdaki serumu da başka bir kenara atıp fırlamıştım yatağımdan. Kapıda dikilen Azad'ın koluna yapışıp 'beni eve sen götür' diye anırmam da cabasıydı. Herkes hem de hastanede olan herkes bakakalmıştı o delirmiş halime. Zaten konakta da köşe kapmaca oynuyordum onunla. Yemeğe inmiyor eğer arabasının konaktan ayrıldığını görürsem herkesten gizli mutfağa inip atıştırıp geri kaçıyordum.

 

Sesini duyunca girecek delik arıyor, odaya gelirse kendimi giyinme odasına ya da banyoya kapatıyordum. Ama şimdi tüm bunlarla Şilan'ın dediğinin ne bağlantısı olabilirdi! Mantıksızdı bir kere! Şilan hepsinden daha mantıksızdı!

 

"Ne alaka ya!" dedim yine yerimden fırlayıp. "Salak salak konuşup canımı sıkma! Nereden çıktı o hem!"

 

"Elif fevri hareket etme. Canını sıkmak için öylesine demiyorum. Tabi sen daha iyi bilirsin ama Berfin'i kıskanmalar, köşe kapmaca oynamalar... Bilemiyorum yani. Neyse."

 

"Nöysööö!" taklidini yaptım suratımı ekşite ekşite. Mübarek Çocuklar Duymasın'daki Dominant teyze Gönül'dü. "Hem ben Berfin'i falan kıskanmıyorum! Nereden çıktı o!"

 

"Ya ya. Ondan mı adı her geçtiğinde suratını ekşitip 'saçını başını yolacağım' diyorsun."

 

"Sinirime dokunuyor! Ayrıca saçını yolma isteğimi ona nasıl bağladın! Bazen gerçekten çok mantıksız oluyorsun!" Sinirle demin benim yüzümden saçılan çantamı tekrar toplamaya başladım.

 

"Belki o da senden hoşlanıyordur. Yani iki gün önce hastaneye seni bir götürüşü vardı sorma gitsin. Hele hastanede seni beklerken-"

 

"ŞİLAN YETER! Saçmalama! Yok öyle bir şey. O gece saçma bir tesadüfle o gölette karşılaştık bitti."

 

"Sen ne dersen de Baran seni etrafındaki diğer kişilerden ayrı bir yerde tutuyor. Peşinde yedi yirmi dört korumalarla geziyorsun." Sinirli bakışlarım bahçenin dışında siyah arabaya yaslı Gürsel'i buldu öyle deyince. "Adam seni ailesinin tüm şeylerine karşı eğitimine devam etmen için sana bile sormadan dershaneye yazdırdı." Bakışlarım bu sefer koca binayı buldu. "Yapmayabilirdi ama yaptı. Sen elindeki resme daracık bir yerden bakıyorsun ama dışarıdan öyle görünmüyor."

 

"O bilekliğin sahibini arıyor. Anladın mı? O geceki 'peri kızını' arıyor." Ses tonuma ne olmuştu böyle benim? Neredeydi hiddet, celal ve sinir?

 

"Biliyorum çok ama çok zamansız, çok manasız bir şekilde evlendiniz. Hem de buna benim babam neden oldu. Ben bu yüzden kendi babamı asla affetmeyeceğim. Ama bir baksana. Adam seni defalarca ölümün elinden çekip aldı. Ve sen de itiraf edemiyorsun belki ama ondan başka kimseye güvenemiyorsun."

 

"Yok öyle bir şey." Dedim kestirir atar gibi. Hırsla çantamı omzuma asıp iki adım uzaklaştım.

 

"Belki bana çok kızıyorsun şimdi ama serin kafayla düşünmeni öneririm sana. Korkuyorsun Elif. kendine itiraf edemesen de korkuyorsun. Korkmasan kaçmazsın. Kaçıyorsun çünkü bilekliğin sahibinin sen olduğunu öğrendiğinde vereceği tepkiden korkuyorsun. Kaçıyorsun çünkü onun 'peri kızı' diye aradığı kızın aslında sen olduğunu öğrendiğinde ne yapacağından korkuyorsun."

 

"YETER! SUS YETER TAMAM MI! Yok öyle bir şey. Korkmuyorum, kaçmıyorum..." Sinirli adımlarımı iki gündür asla derse girmediğim ama boş boş geldiğim binaya doğru atmaya başladım. Yumruklarımı sıkarken önüme düşen saçlarımı iteledim sinirle.

 

"Elif?" dedi ben binanın kapısına geldiğimde Asmin. Şaşkınlıkla açılan bakışları tepeden tırnağa süzmüştü beni. "İyi misin?"

 

"Hııı." Diye geçiştirmek ve içeri girmek istedim ama sakince kolumdan tutup durdurmuştu beni. Bakışları omzumun üzerinden Şilan'ı bıraktığım yere çevrilmişti. Saçlarını yolmak istediğim Şilan'a. Ağzını burnunu kırmak istediğim Şilan'a.

 

"İki gündür gelmiyorsun ya çok merak etmiştim seni. Pencereden gördüm de seni hemen geldim yanına. Ama sen pek iyi değil gibisin. Şu kız. Buraya bakan. Bir şey mi oldu?"

 

"Yok! Ne olacak!" sesimdeki ayarsızlık afallatmıştı Asmin'i ama vermedi bozuntuya. "Amcamın kızı da kendisi. Dayak istiyormuş canı."

 

"Hadi ya." Dedi tatlı tatlı gülüp. "Yiğit hoca da seni soruyor iki gündür. İşlediği konular önemliydi. Kaçırmana üzüldü. Şimdi seni gördüğümü söyleyince mutlaka gelsin derse dedi."

 

"Geliyorum geliyorum." Dedim sinir soluduğum nefeslerimi düzene sokup. Ben de ona gülümsemeye çalıştım. Zira dışarıdan bakılınca hırsını alamamış boğalara benziyordum da. "Hadi gidelim." Dedim kolundan çekiştirip. Ama parmağımdaki alyansımı görmemle şartellerim bir kez daha atmıştı ama 'dur' dedim kendime. 'Sırası değil.' Apar topar alyansımı cebime tıkıştırıp Asmin'i de kolundan çekmeye başladım yukarı.

 

İki gündür derslerin çok yoğun geçtiğini hatta gıcık matematik hocasının akşamları dersleri uzattığından dert yanıyordu merdivenleri çıkarken. Bir de Furkan geçen günden beri zerre bulaşmıyordu kendine. Hatta dün centilmenlik yapıp kendisine kapı bile açmıştı. Kafasına bir şeyler olduğundan şüpheliydi.

 

Bence de kafasına bir şey olmuştu. Burnuna aldığı darbe beynine bir şeyler yapmış olabilirdi yani.

 

"Nerdesin sen Elif?" demişti ben sınıfa girdiğimde Yiğit hoca. "İki gündür merak ettik. Fizik aksatılmaya gelen bir ders değildir." Ezik büzük yerime geçerken içimden zerre gelmiyordu ders dinlemek. Ama Yiğit hoca iki gündür işlediği konuları baştan anlatmaya başlamıştı. Benim için...

 

Peki kim ders dinliyordu? Tabiki de ben değil! Kafamı ne tahtada yazan formüllere ne de şiir gibi ders anlatan Yiğit hocaya verebiliyordum. Kafam davuldu. Kafam balondu. İçim şişmişti beeee!

 

"Yine yanlış çözüyorsun. Bu formülü böyle sorularda kullanıyor muyduk?" dedi ben garip gübera kağıda bir şeyler çizerken yanıma ne zaman oturduğunu fark etmediğim Yiğit hoca. Her zaman en önde oturan ben bugün en önde ders dinlemeyi reddedip en arkadaki boş sıraya yerleşmiştim. Peki o ne zaman gelip yanıma yerleşmişti!! "Şöyle yapacaksın. Anlatmıştım ya." Dedi elimden kalemimi alıp deftere doğru çözümü yaparken. "Bu konu dikkat ister. Sana demiştim bana sormaktan asla çekinme diye." Kıyın kıyın ondan uzaklaşırken çantamı da araya koymayı ihmal etmemiştim.

 

"Sanırım bu konu biraz zorlayacak seni. İstiyorsan bunu ayrıca anlatabilirim sana." Ne dediklerini ne de kağıda yazdığı formülleri anlamazken 'hııı' diye salak saçma bir tepki çıkıp gitti ağzımdan. "Güzeeel." Dedi bunu duyan Yiğit hoca. "Çıkışta kal. Üzerinden geçelim bu konuların."

 

Neyin üzerinden geçiyorduk hocaaaa! Ne anlatıyon be abla gözünü seveyim be abiiii!

 

"Tüh bak yine başladılar biz dersteyken çalışmaya." Dedi elindeki kalemimi defterin üzerine bırakırken Yiğit hoca. Bıkkın da bir nefes vermişti. Kafasını kaldırıp dışarıdan duyulan seslere kulak kabarttı. "Kırk kere dedim müdür beye biz dersteyken gelmesin şu adamlar diye." Ben de mal mal bakıyordum 'ne oluyor' diye. Yanımdan kalkan Yiğit hoca önce pencereye adımladı sonra da daha da büyük oflayıp kapıya yürüdü.

 

"Valla hiç ders dinleyecek halim yoktu zaten. İyi oldu bu inşaat işi." Dedi kapıdan çıkan Yiğit hocanın ardından Furkan. Ellerini ensesine atarken sandalyesine yayılabildiği kadar yayıldı.

 

"Ay dışarıdaki manzarayı görmeniz lazım!" diye şakıdı Betül. Camın önüne tünemişti.

 

"Bakayım!" diye en önden fırladı Esma. Sonra ayılıp bayılma nidaları birbirine karıştı bir anda.

 

"Ne oluyor?" dedim yanıma gelen Asmin'e ben de.

 

"Dershanenin binasında güçlendirme için tespit çalışmaları mı ne yapılacakmış. Bir de kışın öğrenciler bahçede rahat rahat ders çalışsın diye bir kış bahçesi. Bir inşaat şirketinden geldiler sanırım. Onun tantanası."

 

"Hadi ya. Ama Yiğit hoca haklı. Ders zamanı çok zamansız bir çalışma." Kimin umurundaydı. Aman benimki de laf olsun torba dolsundu.

 

"Öyle tabi. Ama müdür bey en hızlı şekilde bitsin diye tembihlemiş sanırım şirketi. Malum burada herkes sınava hazırlanıyor."

 

"İzol Holding bu. Tabi hemen bitirir." Dedi Esma bize doğru dönüp.

 

"Keşke bitirmeseler." Diye dudak büktü Betül.

 

Bir dakika bir dakika ne demişti onlar! İzol Holding mi demişti o!

 

Yerimden hızla fırlarken Esma ve Betül'ü savurmak pahasına iteleyip cama yapıştım. Yapışmaz olaydım! Gördüklerimi kim silecekti benim! Bu manzara neydi! Onun bizim dershanenin bahçesinde ne işi vardı! Başka dershane mi kalmamıştı! İnşaatın yeri ve zamanı mıydı!

 

Sabırlar atın üstüme! Görünmezlik tozları atın! Beni silin bu diyardan! Yok edin!

 

"Ben gidiyorum!" dedim apar topar çantamı kapıp. Gidiyordum da nereye gidiyordum!

 

Arkamdan 'dur nereye' diyen Asmin'e oralı olmadan paldır küldür merdivenleri indim. Ama nasıl inmek! Nefesim tıkana tıkana, ayaklarım birbirine dolana dolana binadan kaçtım. Evet evet kaçtım...

 

"Yürü Gürsel yürü!" dedim saklana saklana arabanın yanına gelince. Delirmiş gibi olan halime şaşkınca bakakalmıştı ama kolundan tutup arabaya sürüklememe de bir şey diyememişti yazık. 'Yenge ne oluyor' diyecek oldu ağzını açtırmadım. 'Yenge ne yapıyorsun' diyecek oldu ölümcül bakışlar fırlattım. Tek yaptığım o ağzını açıp bir şey soracak oldukça 'Eve sür' diye böğürmek oldu.

 

Şu an ne onunla karşılaşmak ne de onun olduğu ortamda bulunmak istiyordum.

 

Konağa gelince de kendimi yatak odasına öyle bir atışım vardı ki sormayın. Sanki kediden kaçan fare gibiydim de girecek güvenli bir delik arıyordum.

 

'Kaçıyorsun Elif' diyen Şilan'ın sesleri yankılandı ben nefes nefese odada bir o yana bir bu yana adımlarken.

 

"Kaçmıyorum!" dedim bir ayağımı kuvvetlice yere vurup. "Ne kaçacağım be! Ben kimseden kaçmam!"

 

Ya şimdi ne yapıyorsun diye araya girdi içimdeki ses.

 

"Kaçmıyorum!" diye çemkirdim ona da. "Bak nasıl kaçmıyorum gör gör!" dedim bağıra bağıra odanın kapısını açıp. Acaba kime neyi kanıtlıyordum? Öyle bir özgüvenle açtım ama açmamla kapatmam bir oldu. Çünkü merdivenlerin başında gelen onu görmem tüm kocaman konuşmalarımı yutturdu bana. Tabanları vura vura da banyoya kilitledim kendimi.

 

Ne yapıyormuşsun peki?

 

"Ananın şeyi..." diye mırıldandım içimdeki Şilan kılıklı sese. Ne biçim gündü bugün be! Ne oluyordu! "Ne oluyor yani! Ne bu! Niye! Kaçmıyorum tamam! Ama bu kadar da olmaz ki! Ah Şilan kafanı gözünü kırıp yer değiştireceğim organlarında! Bak gö-" Kendi kendime söylenirken sırtımı yasladığım kapı zorlanmaya başladı. "Ne oluyor be!"

 

"Ya ne yapıyorsun içeride?" diye vurmaya başladı kapıya. Buradaydı. Gelmişti. Hem de bir kapı uzaklıktaydı. "İşin çok sürer mi? Benim hemen çıkmam lazım. Bir şey alıp gideceğim."

 

"Sürer." Dedim cesaretimi toplamaya çalışıp. Sesim neremden çıkmıştı belli bile değildi.

 

"Sen iyi misin?" dedi bir kere daha kapıya vurup.

 

"Hııı!" dedim. Dedim ne dedim Allah bilir. Kaçıyorsun itiraf et...

 

Edemedim. neyden kaçtığımı da bilemedim.

 

 

 

🔥

 

 

 

Göz kapaklarım yine o gece mesaisini pek güzel yapmışlardı birbirlerine asla değmeyerek. Son dört günüm böyle geçmişti çünkü. Uyumadan nöbet tutuyordum. Peki neyin nöbetini tutuyordum ben?

 

Evvelsi gün o nöbeti yine gece boyu tutarken kendimi banyoya kapattıktan sonra banyoda uyuyakalmıştım. Bedenim o derece yorgundu. Gözümü açtığımda saat akşam ona geliyordu. İşte o günden sonra da uyku nöbetlerimi ya giyinme odasında ya da banyoda geçiştiriyordum. Dört gündür ise onunla yüz yüze asla gelmiyordum. Gelmemek için her yolu deniyordum hem de. Hastaneden çıkalı dört gün olmuş ve ben dört gündür ne yemeklere iniyor ne de ortalıklarda dolaşıyordum. İki gündür ise dershaneye bile gitmiyordum. Bahanem ise hastalıktı. Kaçma hastalığı...

 

Peki ben neyden kaçıyordum?

 

Tabi ki Şilan'ın söylediği şeyden kaçmıyordum. Aslaaaa! Belki canım kaçmak istiyordu. Olamaz mıydı? Belki bu hafta 'Dünya bir Şeylerden Kaçma Haftasıydı'. Olamaz mıydı!!

 

Olabilirdi. Bu hayatta her şey mümkündü.

 

Odada bir o yana bir bu yana yine volta atarken telefonuma ardı arkasınca bildirimler düştü. Biri dershaneden biri ise Asmin'dendi. Dershanenin deneme sınavı vardı. Mutlaka katılmam lazımdı. Peki kim buna hazırdı!

 

Oflarken giyinme odasına gidip elime geçen ilk şeyi çekiştirdim askılardan. Krem triko bir elbise. Zaten pantolon giymekle kavga edecek halim yoktu ya neyse. Elbiseyi üzerime geçirip aynanın karşısında saçlarımı yolma pahasına taradıktan sonra çökmüş bitmiş göz altlarıma baktım. Tabi dört gündür çektiğim uykusuzluk ve banyo köşelerinde uyuma göz altlarıma morluk olarak geri dönüş yapmıştı. Elime geçen BB kremle az biraz cilt tonumu halledip zombilikten ilk insanlığa terfi ettim. Ama surat bu sefer de hortlağa dönmüştü. Kirpiklere de bir kat rimel atınca biraz daha insana benzemiş ve 'Yeteaar haae' diye kalkmıştım aynanın karşısından.

 

Aşağı inmeden önce ilk işim konağın önündeki arabaları kontrol etmekti. Ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı geçirirken etrafa bakıp onun siyah emniyet kemeri bozuk arabasını da görmeyince derin bir oh çekebilmiştim. Oleydi, yaşasındı...

 

Rahat rahat kahvaltı sofrasına inerken mutfaktaki Fatma ablaya gülümseyip masanın üzerindeki böğürtlen reçelini de kapmıştım. Mideme dünden beri bir şey girmiyordu ve ben artık açlıktan ölmek üzereydim.

 

"Günaydın." Dedim rahatlama karışık coşkulu sesimle. Ama yüzüme yerleşen gülümseme ışık hızında sönmüş bulunmaktaydı. Çünkü masadaydı! Masada! Kahvaltı masasında! Emniyet kemeri bozuk arabası yoktu ama kendi buradaydı! Niye buradaydı yaaaa!

 

"Günaydın Elifcim." Dedi elindeki çaydanlığı geri bırakan Bircan abla. Yüzünde açan güllerle yanağıma küçük bir öpücük bırakmayı da ihmal etmemişti. "Hadi gel daha başlamadık kahvaltıya. Tam zamanında geldin."

 

"Şey ben... Ben dershaneye gideceğim. Deneme var. Kahvaltı etmeyeyim hiç. Görüşürüz." Tam arkamı dönüp topukları vura vura kaçacaktım ki iki kolumdan tutunca kalakaldım.

 

"Aaa bırakmam valla. Dört gündür yüzünü gören cennetlik. Yakalamışken bizimle kahvaltı edeceksin. Hadi geç."

 

"Ama abla-"

 

"İtiraz yok! Geç dediysem geç. Geç kocanın yanına. Aç acına sınava nasıl gireceksin acaba!" Tüm amalarım kaçma girişimlerim olumsuz sonuçlanınca kendimi onun yanında, sandalyeye sinmiş olarak bulmam da fazla uzun sürmemişti. Ah Bircan abla ah! Alacağın olsun.

 

"Günaydın!" diye şakıdı ben sandalyemde ezilip büzülürken Rojbin hanım. Gülmesi beni görünce sahte bir hale bürünürken artık sürekli oturduğu sandalyesine kuruldu. Hemen ardından Gülsüm hanım ve Berfin'de girmişti. Hem de bilin bakalım elinde ne vardı???

 

Böreeek...

 

#saçyolmaisteğiloading

 

#elifsakinol

 

#börekyemezıkkımye

 

"Abi niye itiraz ediyorsun ki? Hem bu çok karlı bir iş. Ya bir verip on kazanacağız diyorum sana." Cihan ise onun diğer tarafına yapışmış bir şeyler sayıklıyordu. Anlayacağınız o sabah herkes bir alemdi. Kendi alemindeydi. Ama benim bakışlarım böreklerdeydi. Zıkkım olasıca böreklerde.

 

"Olmaz dedim Cihan. Güvenilir mi değil mi bilmiyoruz bile."

 

"Ben konuştum. Gayet güvenilir biri. Yani avukatıyla konuştum."

 

"Ay masada iş konuşmayı bırakın canım. Bak Baran sana börek açtım gelmeden. Dilimleyeyim de sıcak sıcak ye." Koca tepsinin örtüsünü açıp eline bıçağı aldı Berfin. Keşke onu da birileri dilimleseydi. Böyle lime lime, hücre hücre, her zerresini parça parça. "Hem bak bu kıymalı. Senin en sev-"

 

"Eline sağlık Berfin ama zahmet etmişsin."

 

"Aaa ne zahmeti Baran. Senin için." Güldü böyle. En cilvelisinden. Sabahın köründe yaptığı makyajı ve maşaladığı saçlarıyla kendisini yolma isteğim de katlanmıştı gülünce.

 

"Ben börek yemem Berfin. Bu güne kadar benim börek yediğimi gördünüz mü? Sevmem." Masadaki yüzler şaşkınlıkla donakalırken ben ise önümdeki tabağa konan domateslere bakakaldım. Ardından koyduğu üç dilim salatalığa. "Evdekiler yesin ama ben yemiyorum. Sağol."

 

'Ne yapıyorsun' diyecek oldum ama beni dinlemeden tabağıma yedi tane yeşil zeytin de bırakmıştı.

 

"Ayrıca sana gelirsem Cihan. Adamın kendisiyle muhatap bile olmamışsın." Elimi kaldırıp durdurmak istedim onu. Ama o tabağıma bir dilim daha beyaz peynir ekledi. Şaşkın bakışlarım masadaki benden farksız olmayan bakışlarda dolanırken o durmadı. Onun yerine haşlanmış yumurtayı alıp hafifçe böldü ve sarısını beyazından ayırdı. Beyazları kendi tabağına alırken sarı topu da benim tabağıma bıraktı. Ve evet ben yumurtanın beyazlarını yemezdim. Nereden biliyordu o! "Aklım ermiyor Cihan. Çat diye birine güvenmek nedir ha? Araştırdın mı hiç? Daha önce kimlerle çalışmış gördün mü?"

 

O hem Cihan'a kızıp söyleniyordu hem de bana kahvaltı tabağı hazırlıyordu. Herkesin bakışları da onun benim önüme hazırladığı tabaktaydı. Az önce hararetle iş anlatan Cihan'ın bile.

 

Şaşkındık...

 

Şapşaşkın...

 

Şapaşaşkın...

 

Masa derin böyle depderin bir sessizliğe bürünürken bakışlar onun benim önüme hazırladığı tabakta donakalmıştı. Sessizliği bölen ise Berfin'in elinden düşürdüğü bıçak oluverdi.

 

"Hem Karacan mıdır Karahan mıdır nedir? Bu piyasada hiç duymadığım bilmediğim bir adam." Eline aldığı bir dilim ekmeğe böğürtlen reçeli sürmeye başladı. "Nasıl kendin bile görmediğin bir adama güvenebilirsin ki?" Reçel sürdüğü ekmeği benim önüme bıraktı. Parmağına bulaşan reçeli önündeki peçeteye sildi.

 

"Ama iyi kazanacağız." Dedi şaşkın bir tonda Cihan. Bakışlarını abisinin hazırladığı tabaktan çekemiyordu.

 

"İyi kazanmak ve devamlı kazanmak arasında fark var Cihan. Bir kere kazanıp devamında kaybetmek diye bir şeyde var. Ayrıca." Eliyle ablasına işaret etti çay koyması için. "Ayrıca bu para hırsı yüzünden elindeki işten de olabilirsin. Bir kazanıp hep kaybetmek istemeyiz öyle değil mi?"

 

"Öyle..." diye mırıldandı Cihan. Gülsüm hanımın şaşkın, Rojbin hanımın delici bakışları üzerimdeyken sandalyemde pusabildiğim kadar pustum.

 

"Ben arabada seni bekliyorum. Sizin dershaneye uğrayacağım." Bakışlar yine birbirine şaşkınca çevrilirken o bir cevap vereyim diye bana baktı.

 

"Ben geç gideceğim." Diye mırıldandım asla ve asla, katiyen, hiçbir şekilde ona bakmadan.

 

"İyi beklerim ben." dedi. Ciddi ciddi böyle deyip daha da bir şey demeden çıkıp gitti. Etraf ve içindekiler ise deminkinden daha derin bir sessizliğe bürünürken Bircan abla böldü ilk olarak o sessizliği.

 

"Kahvaltını yap da öyle çık bari." O öyle deyince bakışlarım önüme hazırlanmış tabakta olandı da dolandı.

 

"Hiç aç değilim." Dedim yerimden kalkmaya çalışıp.

 

"Aa yenge." Dedi Dilan esefle. "Abim o kadar hazırladı."

 

"Aç acına sınava girilmez hem." Diye de ekledi Seyhan. Bu sabah niye herkes Şilan kılıklıydı bu evde!

 

Hazırlanan tabağa dokunmadan çantamı ve ceketimi kapıp mutfak kapısından bahçeye koştum. Amacım ne miydi? Amacım kimseye görünmeden yine evden tüymekti.

 

"Gürsel!" dedim kısık bir bağırışla. Evin arka tarafında çitlere yaslanmış çay içiyordu gailesiz gailesiz. "Gürsel!"

 

"Yenge?" dedi beni görür görmez. "Hayırdır bir isteğin vardır?"

 

"Vardır vardır. Hadi dershaneye gideceğim ben. Arabaya geç." Ama dediğimi yapmadı. Öküzün trene baktığı gibi suratıma öyle bön bön baktı. "Gürsel hadisene. Geç kalacağım."

 

"Ama yenge. Baran abim sen dinlen bugün. Ben bırakacağım dedi bana demin de."

 

"Gürsel arabaya geçiyor musun geçmiyor musun?" Tepemin tasının atmasına çok ama çok az kalmıştı.

 

"Ama yenge-" diye girdi yine cümleye. Bende tabi şarteller bugünlerde bir anda attığından ona bakmadan arabaya doğru yürüdüm hızlı hızlı. "Yenge ne yapıyorsun?"

 

"Sen kullanmazsan kendim kullanırım!" dedim sinirle.

 

"Ama yenge senin ehliyetin yoktur. Hem kullanmayı biliyor musun ki?"

 

"Senden daha iyi biliyorum hem de." Ona bakmadan arabanın kapısını açıp yerleştim sürücü koltuğuna. Onunki gibi bozuk olmayan emniyet kemerimi taktım.

 

"Ama yenge. Ben ne derim Baran ağama?"

 

"Orasına ben karışmam."

 

"Ama yenge..." dedi ağlamaklı bir halde. Geçenlerde başına gelen kovulma vakası yüzünden epey korkuyordu yine öyle bir şey yaşarım diye.

 

"Merak etme. Kovulmazsın."

 

"O zaman ben de geleyim." Dedi diğer tarafa paldır küldür dolanıp. "Yenge oldu mu böyle ya?"

 

"Ne oldu mu?" dedim arabayı çalıştırıp bahçeden ağır ağır çıkarken. Uzun zamandır kullanmamıştım ama ben de özümde iyi şoför sayılırdım şimdi. bir kere babam öğretmişti, Diyar abim pekiştirmişti. Bence at ve araba kullanmakta üzerime kimse yoktu.

 

"Ya ne bileyim sen sürüyorsun ben burada?"

 

"Ne olacak? Bugün de böyle olsun." Yola doğrulduktan sonra basabildiğim kadar bastım gaza. Amacım ışık hızından daha da hızlı bir şekilde konaktan kaçmaktı.

 

"Baran ağam beni öldürecek kesin." Diye ağlıyordu Gürsel yanı başımda. Öldürmezdi belki ama süründürebilirdi.

 

Aman bana neydi?

 

 

 

🔥

 

 

 

 

'Hayat bir gün o da bu gün' derdi Leyla. Hayat bir gün müydü bilmiyorum ama sınavlarla dolu olduğu kesindi. Ha demin çıktığım deneme sınavı buna dahil değildi belki. Çünkü o kadar berbat bir halde girmiştim ki sınava çıkışım da aynı olmuştu. Kafamı zerre verememiştim önümdeki sorulara. Odaklanamamış, dikkatimi bir dakika olsun toplayamamıştım. Çünkü kafamın içinde konuşan bir adet Şilan vardı. Keşke onu boğabilseydim de o seslerden kurtulsaydım.

 

Ama yapamadım. Ne sınavı ne de Şilan'ı boğmayı.

 

Yine dershaneden apar topar kendimi Gürsel'in ağlamaları eşliğinde konağa atmış, şimdi de mutfakta boş boş peynir ekmek kemiriyordum. Yemin ederim fareler bile benden daha iyi besleniyordu.

 

"Elif kızım?" dedi ben boş boş ekmek kemirirken Fatma abla. "Sen ne ara geldin?"

 

"Demin geldim." Dedim ağzımdaki ekmeği yutmaya çalışıp.

 

"Kuru kuru ekmek mi yiyorsun? E deseydin ben sana yemek hazırlardım. Olur mu hiç böyle?"

 

"Yok yok iyiyim ben. Öyle midem kazındı da geçti ama." Ağzımın kenarında kalan ekmek kırıntılarını silkelerken onun elindeki büyük kabı masanın üzerine koyuşuna baktım. "O ne?" dedim meraklı meraklı.

 

"Şirinlere gidilecekmiş de akşam. Berfin ondan kek yapmış."

 

"Yaaa..." diye huysuzca mırıldandım. Allah var yetenekli kızdı ama her Allah'ın günü de börek ve kek yapmaya ne gerek vardı? Ben börekten bıkmıştım Allah affetsin. Sıra keke mi gelmişti? "Neliymiş?" dedim üzerindeki örtünün kenarını kaldırıp.

 

Çikolatalıydı...

 

Koskoca çikolatalı bir kek...

 

Derin bir nefes alırken örtüyü sertçe geri kapattım.

 

"Yenge!" dedi ben örtüyle hâlâ huysuzca bakışırken içeri paldır küldür dalan Seyhan.

 

"Seyhan?" koşa koşa yanıma gelip kollarıma yapışmıştı. "Ne oldu?" derin derin soluyup kulağıma eğildi.

 

"Ben on dakikalığına şeyle buluşacağım. İdare eder misin?"

 

"Ama Seyhan." Dedim sesimin tonunu alçaltıp. "Nasıl idare edeyim?"

 

"Yalvarırım yenge. İdare et. Lütfen. Bak şeyin on dakikalık bir boşluğu var. Lütfen." Cümle içinde kullandığı 'şey' bizim sarı civciv Gürsel'di.

 

"Ev insan dolu. Ya bir gören olursa?"

 

"Yenge lütfen." Dedi önümde eğilip. İri gözlerini yavru köpeklerinki gibi açıp dudaklarını da büzdü. "Lütfen lütfen lütfen." Tabi benimki de kalpti, vicdandı. Hayır da diyemiyordum. Hem on dakikadan ne olurdu değil mi? 'Tamam' der gibi başımı salladım.

 

"Sadece on dakika. On dakikayı geçerse karışmam bilesiniz."

 

"Yengem benim be!" Beni kolumdan sertçe çekip sıkı sıkı sarıldı. Böyle içine sokmak ister gibi. Ama o anda hiç istemediğimiz bir şey oldu. O beni çekince ben masaya çarptım. Masa da sallanınca kenarında duran kek tabağı büyük bir gürültüyle yeri boyladı. Şangır şungur...

 

Keşke yer yarılsa, gök patlasa, evrene meteorlar yağsaydı.

 

"Hiiii!" dedim yere boylu boyunca serilen, saçılan keke bakıp.

 

"Eyvah!" dedi geriden Fatma abla. "Berfin ortalığı ayağa kaldıracak." Şaşkınlıktan mı yoksa Berfin'in vereceği tepkiden çekindiğimizden mi bilmiyorum kalakalmıştık.

 

"Seyhan sen ne yaptın?" dedim yerde cam parçaları ve kek parçaları birbirine girmiş manzaraya bakıp.

 

"Yenge valla istemeden oldu. Ben... Ben bilemedim."

 

"O şangırtı neydi ne oluyor?" dedi içeri önlü arkalı giren Gülsüm hanım ve Rojbin hanım.

 

"Şey hanımım..." diye toparlayacak oldu Fatma abla. Ama o da korkmuştu. "Ben temizlerim şimdi buraları."

 

"Ne oldu burada?" ve beklenen felaket de tam o anda giriş yaptı içeri. "NE YAPTINIZ SİZ! KİM YAPTI BUNU!"

 

"Valla Berfin..." dedi sesi titreyen Seyhan. Gözlerinden yaşlar ha aktı ha akacaktı.

 

"KİM MAHVETTİ BENİM KEKİMİ!" Berfin'in alev topu olan bakışları önce benim sonra Seyhan'ın üzerinde gitti geldi. "HANGİNİZ YAPTI!" Tam önümüze gelip işaret parmağını burnumuza sokarcasına salladı. Yetmedi Seyhan'ın kolunu kavradı sıkı sıkı. "SEN Mİ YAPTIN SEYHAN! SÖYLE!"

 

"Ben... Ben..."

 

"Sakin olur musun Berfin?" dedim Seyhan'ın kolundaki elini çekiştirip. "Yanlışlıkla oldu?"

 

"ÖYLE Mİ?"

 

"Kusura bakma. İsteyerek olan bir şey değil. Sakin ol lütfen." Ona karşı olmaya çalıştığım yapıcılık göz kamaştırıcıydı. Ama bu kadar da hararete gerek yoktu şimdi.

 

"SEN YAPTIN DEĞİL Mİ?" dedi ama o sesini daha da yükseltip. "BİLEREK YAPTIN!"

 

"Ne diyorsun sen Berf-"

 

"KISKANDIN BİLEREK YAPTIN! SABAH BÖREĞİ YEDİRMEDİN! ŞİMDİ DE KEK! BİLEREK YAPTIN!"

 

"Kendine gel istersen." Dedim kolumu kavramaya çalıştığı elini iteleyip. "Ne diyorsun sen?"

 

"Doğru söyle kızımın kekini bilerek mi attın yere!" diye sayın anası Rojbin hanım da dahil oldu. Dahil olmasa şaşardım.

 

Ve film koptu...

 

"BİLEREK YAPMIŞ İŞTE ANNE! ÇEKEMEDİĞİ İÇİN BENİ!"

 

"Sen ne diyorsun be! Kendine gel!" Bu sefer ben yürüdüm üzerine doğru. Araya Seyhan girmişti. "Bana ne senin kekinden böreğinden!"

 

"Yalansa yalan de! Çekemiyorsun beni sen! İstemiyorsun bu evde!" Kimin kimi istemediği belliydi ama ona uymamak için derin bir nefes alıp geri çekildim.

 

"Yenge bir şey yapma gözünü seveyim." Diye fısıldamıştı Seyhan. Galiba onun olduğu yerden bakınca bir şey yapacak gibi görünüyordum. İstiyordum ya neyseee...

 

"Korkma ya ben bir şey yapmam ona. Kendi kendini ısırsın." Dedim sinirle geri dönüp. Mutfaktan çıkıp üst katın merdivenlerine attım sinirli adımlarımı. Ona yumuşak konuşanda vardı kabahat!

 

"BANA BAKSANA SEN!" dedi beni basamaklarda yakaladığında. "Sen ne demeye çalışıyorsun bana!"

 

"Berfin çekil git başımdan. Uğraşamayacağım seninle." Kolumu kurtarmaya çalıştım ama çalı dikeni gibi yapışmıştı mübarek.

 

"Bile bile atmışsın işte keki! Derdin ne senin!"

 

"Berfin bırak." Dedim dişlerimin arasından.

 

"Bile bile yapıyorsun değil mi! Bu evde göze battığın, istenmediğin için bile bile yapıyorsun! Sevilmediğinden tüm bu hırsın!" Daha da sıkı kavradı kolumu. "Baran bile istemiyor ya seni ondan tüm bu hırsın!"

 

"Bırak dedim sana!"

 

"Ne oluyor burada?" diye aşağıdan onun sesi de karışmıştı bizim kavgamıza. Ama kolumu sıkıca kavrayan eller bir anda gevşeyiverdi ve yüksek bir çığlık sesi duyuldu hemen ardından. Berfin yuvarlanıverdi önümdeki basamaklardan aşağı.

 

"Berfin kızım!"

 

"Berfin!"

 

Bakakalmıştım. Paldır küldür yuvarlanışına öylece durduğum basamakta kalakalmıştım.

 

"Sen ne yaptın ha!" dedi kızının başına koşan Rojbin hanım. "Sen ne yaptın!"

 

"Ben... Ben bir şey yapmadım." Dizlerimin bağı çözülmüş, şaşkınlıktan dilim lal olmuş gibiydi. Önümdeki yedi basamağı nasıl indiğimi bilemeden vardım yerde çığlıklar içine kıvranan Berfin'in yanına. "Ben bir şey yapmadım..." diye mırıldandım yine.

 

"Anne ne oluyor burada?" dedi o şaşkınca. Tabi şaşırmakta haklıydı. Valla ben de şaşkındım herkes gibi.

 

"İtti beni!" dedi beni dehşete düşüren Berfin. Şaşkınlığım milyonlarca katlanmıştı bu sefer.

 

"Ne?" diyebildim. Çünkü hemen ardından yerden hışımla fırlayan Rojbin hanım koluma koparırcasına yapışmıştı.

 

"SEN NE YAPTIN HA! SEN BENİM KIZIMA NE YAPTIN!" Beni sarsabildiği kadar da sarsmaya başladı.

 

"Ben bir şey yapmadım." Bakışlarım ise yerde acıyla ağlayan ve bacağını tutan Berfin'deydi. Bir şey yapmamıştım ki.

 

"NASIL BİR ŞEY YAPMADIN! İTTİN İŞTE! SEN KİMSİN HA! SEN KİMSİN! BEN SENİ MAHVETMEZ MİYİM!"

 

"Oğlum bir şey yap." Diye aramıza girmeye çalıştı Gülsüm hanım. Görümcesini benden uzaklaştırmaya çalıştı ama çabaları boştu. Çünkü Rojbin hanım saçlarıma uzanmak istiyordu.

 

"SEN ZATEN DEMİN KIZIMLA KAVGA ETMEDİN Mİ HA! ŞİMDİ DE CANINA MI KASTETTİN! SEN KİMSİN!"

 

"Oğlum al götür şu kızı buradan! Yoksa halanı tutamayacağım!"

 

"BIRAK GÜLSÜM BIRAK! GEBERTECEĞİM BEN BUNU! BAK BİLE BİLE HÂLÂ DÜŞMANLIĞI SÜRDÜRÜYOR BU KIZ!"

 

"Al git şu kızı Baran!" Gülsüm hanım ve Seyhan Rojbin hanımı zapt etmeye çalışırken benim de bileğim çekilip dışarı doğru adımlamaya başlamıştım. Bakışlarım halen yerde ağlayan ve 'beni bırakma Baran' diyen Berfin'deydi. Şaşkınlığımdan mütevellit nefes de alamıyordum. Zaten kendimi apar topar da arabada buluverdim.

 

Araba hızla konağın önünden ayrılırken ben donmuş gibiydim ama zihnimde alev alev yanan bir öfke vardı.

 

"Ben bir şey yapmadım..." diye mırıldandım. Ellerimi sert denebilecek şekilde de dizlerime vurdum. "Ben bir şey yapmadım..."

 

"Yalan mı söylüyor yani Berfin?" dedi bana bakmadan. Boş karanlık yolda cama çarpan yağmur damlalarının sesini bastırdı sesi. Benim sesim ise onunkini bastırdı.

 

"EVET! YALAN SÖYLÜYOR EVET!" Elimle dizime vurdum daha sert bir biçimde. Sesim kontrolümden çıkıp gitmişti. Hıncımı alacak bir şeyler arıyordum. "BEN BİR ŞEY YAPMADIM!" dedim her kelimeyi tane tane vurgulayıp. Sesimi de sinirim gibi kontrol edemiyordum.

 

"Bir şey yapmadın yani?" dedi deminki sorusunu pek de değiştirmeden. Neresini anlamıyordu acaba!

 

"YAPMADIM YA YAPMADIM!"

 

"Kız bile bile mi attı yani kendini?"

 

"EVET! EVET! TAM DA ÖYLE! SENİN KAPIDAN GİRDİĞİNİ GÖRÜNCE ATTI KENDİNİ YERE!" Aklım almıyordu ama böyle kötü bir şeyi saniyeler içinde yapmıştı Berfin. Daha ben 'ne oluyor' diyemeden önümdeki yedi basamaktan aşağı yuvarlanıvermişti. Parmağımın ucuyla bile değmemiştim ona.

 

"İnsan kendini bile bile niye atsın ki?" dedi kafasını inanmadığını belirtir biçimde iki yana sallayıp.

 

"KİMSE NİYE ANLAMAK İSTEMİYOR YA!" dedim bacaklarıma sertçe vururken. Hızımı alamayıp bağından dağılıp giden saçlarımı çekiştirdim. "BEN BİR ŞEY YAPMADIM! NİYE YAPAYIM! NEDEN! DOKUNMADIM BİLE KIZA!"

 

"Halam öyle demiyor ama."

 

"BAŞLAYACAĞIM AMA HALANA DA KIZINA DA YA! NİYE KİMSE ANLAMIYOR! BEN BİR ŞEY YAPMADIM! YAPMADIM! ELİMİ BİLE SÜRMEDİM ONA! NİYE YAPAYIM HEM! CANİ MİYİM BEN!"

 

"Bilmem değil misin? Hem öncesinde kavga ediyormuşsunuz. Tüm konak duymuş sesinizi."

 

Sinirle küçük bir kahkaha atıp elimi sertçe arabanın camına vurdum. "BEN TÜRKÇE KONUŞMUYOR MUYUM? SİZ Mİ ANLAMIYORSUNUZ AİLECEK! DOKUNMADIM BİLE ONA! KENDİ BİLE BİLE DÜŞTÜ!"

 

"Bir insan bile bile niye düşsün?" dedi sinirli bakışlarını hızla bana çevirip. "Manyak mı bu kız?"

 

"HA ŞUNU BİLEYDİN! BİLE BİLE ATTI SENİN KAPIDAN GİRDİĞİNİ GÖRÜNCE! ACABA NEDEN!" Sinirli bir şekilde gülerek tekrar vurdum elimi cama. Sırf ona yaranmak için kendini yere atmadıysa ben de bir şey bilmiyordum. Tüm suçu da benim üzerime atmaktı niyeti.

 

"Ayağı kırılmış olabilir." dedi sesinin tonunu normale indirip.

 

"Beter olsun." dedim dişlerimin arasından. Tamamen kendi yaptığı bir şeyi benim üzerime atmış yetmemiş bir de annesini salmıştı.

 

"Hem kızı itiyorsun hem de beddua mı ediyorsun?" beynimde şimşekler çaktı o an.

 

"DURDUR ŞU ARABAYI?" dedim hışımla.

 

"Ne?" dedi şaşkınca bana kısa bir bakış atıp.

 

"DURDUR!"

 

"Durdurup ne yapacağım? Beni de mi arabadan iteceksin yoksa?" durmadan sürmeye devam etti.

 

"DURDUR! MADEM BEN YAPTIM DURDUR ŞU ARABAYI! BANA DURDURTMAK ZORUNDA BIRAKMA! DURDUR! DURDUR DEDİM SANA! DURDUR!"

 

"Saçmalama!" dedi o da sesini yükseltip. Elimi direksiyona attığımda afalladı ama sonra elimi itti sertçe. "Ne yapıyorsun sen ya! Kaza yaptıracaksın! Tüm aileye kastın var herhalde. Önce Berfin sonra ben!"

 

"YETER YA YETER! DURDUR ŞU ARABAYI! AİLEN DE SEN DE BETER OLUN TAMAM MI! NEFRET EDİYORUM HEPİNİZDEN! DURDUR ŞUNU!" Araba ani bir fren sıktığında boş yolda çıkardığı ses yankılandı. Emniyet kemerim takılı olmadığından da ön tarafa savrulmuştum.

 

"Al! Durdum! İn!"

 

Afallamıştım duyduğum karşısında. Tamam 'ineyim' diye bağıran bendim de deli gibi yağan yağmurun altında gerçekten beni bırakıp gidecek miydi yani? Bu havada! Bu karanlık yolda!

 

"Gerçekten in hemen!" Kapıların kilitlerini açtı.

 

"Ben bir şey yapmadım tamam mı?" dedim tane tane ve sertçe açtığım kapıdan indim. Daha sert bir şekilde kapıyı çarpıp bir tekmemi vurdum arabaya. "BEN BİR ŞEY YAPMADIM!" dedim avaz avaz boş yolda giden arabanın arkasından. Oralı bile olmadan gaza basıp gitmişti. "Allah'ın manyakları! Ailecek manyaksınız hepiniz!"

 

Ayağımı sertçe yere vurdum. Hızımı alamayıp yerde tepinmeye başladım. Gökten inen yağmur damlaları kızgın demire dökülen su gibi oluyordu tenime değdikçe.

 

Tepindim, bağırdım, isyan ettim bomboş yolda. Ben bağırdıkça yağmur hızlandı, yağmur hızlandıkça ben bağırdım.

 

"Gerizekalı... Manda herif..." dedim çamura bulanmış ayaklarımı boş toprak yolda sürürken. Kafamı kaldırıp delinmiş gibi yağmur yağdıran gökyüzüne bakmaya çalıştım. "Ya her şey üst üste gelmek zorunda mı?" dedim ağlamaklı sesimle. Gözyaşlarım ve yağmur damlaları birbirine karışmış ve ayırt edilemez olmuştu.

 

Salak ve kendini bilmez bir kız yüzünden başıma gelmeyen kalmamış ve şimdi de kimsenin olmadığı bu ıssız yerde deli gibi yağan yağmurun altında nereye gideceğimi bilmeden yürüyordum.

 

Arada bir durup tepiniyordum ve ayaklarım daha da gömülüyordu çamura. Ayaklarım çamura gömüldükçe daha da tepinmeye çalışıp çığırıyordum.

 

"Beter olursun inşallah!" dedim yüzümü silip. "İnşallah tüm bu tantana boşuna değildir de kırılmıştır o ayağın!" Ayağımı sertçe bir daha vurmaya çalıştım yere ama çamur olan ayakkabılarım en az elli kiloymuş gibi geliyordu bana. "İnşallah kafan da kırılmıştır..."

 

Üşüyordum. Her bir zerrem ıslanmıştı ve deli gibi yorulmuştum. Sesim bağırmaktan kısılmıştı. Hem de kimsenin olmadığı ıssız bir dağ başındaydım. Yağmur damlaları her hücreme işlemişti.

 

"Allah hepinizi beter etsin!" dedim kollarımı birbirine sarmaya çalışıp. Yüksek sesle çakan şimşekle olduğum yerde sıçrayıp gitmiştim. Bir anlığına aydınlanmıştı etraf ve gözüme ilerideki kuru çınar ağacı ilişti. İzol Çiftliği yolundaki kuru çınar...

 

Çiftlik yolundaydım. Bunu kuru çınardan anlamıştım. Eğer biraz daha yürürsem çiftlik evine varırdım da.

 

Yürüdüm. Hayli yürüdüm. Belki on on beş dakika geçmişti ama bana bir asır gibi geliyordu deli gibi yağan yağmurun altında. Nefesim de daralmaya başlamıştı. Hatta ciğerlerim sıkışıyor ve güçlü güçlü öksürmeye de başlamıştım.

 

"Sakin ol Kamer..." dedim kendi kendime. "Sakin ol. Krizin tutmayacak." Derin bir nefes almaya çalıştım ama ağzıma burnuma dolan yağmur sularından becerememiştim bile. Ayakkabılarım tümden çamura saplanmış, ayaklarım ıslak çamurun içinde yüzüyordu adeta. Mahvolan üstümü katmıyordum bile hesaba. Üzerimdeki krem elbise ikinci derim gibi yapışmıştı üzerime.

 

"Ya ne bitmez çileymiş?" dedim. Ağlayıp ağlamadığımı bile bilmiyordum artık. Kafamı tekrar gökyüzüne kaldırdım. "Allah'ım niye hepsi üst üste geliyor ya!"

 

Bitmesi gereken yol bitmiyordu bir türlü. Beş dakikada varılacak yere ben kim bilir kaç dakikada varamıyordum. İnadına oluyordu o gün her şey.

 

"Nefret ediyorum her şeyden!" Çamura bulanmış ayaklarımla tepinmeye çalıştım ama onu da beceremedim. "İnşallah kırılmıştır ayağı! Pis yalancı!"

 

Kapkaranlık yolda bir ışık görme umuduyla ilerlerken ilerideki ışık nihayet çiftliğe geldiğimin habercisiydi. Öyle çok yürümüştüm ki.

 

Üşümekten çenem birbirine çarpıyor ve ben üzerimdeki ıslak elbiseden kurtulup sadece ısınmak istiyordum.

 

Ama içimde yeşeren umut ışıkları eve uzanan yolun kenarına park edilmiş siyah Range Rover'ı görünce birden sönüvermişti. Buradaydı. Demin beni indirdiği arabasını buraya park etmişti. Arabanın tekerlerini kesme isteğiyle dolup taştım bir anda. Hatta kaputunu boydan boya da çizebilirdim. Gerçi hiçbiri içimi soğutmazdı ya.

 

"Geberesice..." diye mırıldanırken durmadım. Kapıyı en nihayetinde Havva abla açardı ve ben yağmurdan kurtulurdum.

 

Ama ben de neredeydi o şans? Tereddütle çaldığım kapı bir türlü açılmıyordu ve ben artık yumruklamaya başlamıştım.

 

"Ne var?" dedi kapıyı yarım bir şekilde açıp. Karşımda Havva ablayı bulmayı beklerken onu bulmak yağmurda kalmaktan daha kötüydü. Kaldırdığı tek kaşıyla bana bakıyordu. Sanki karşısında dilenci vardı.

 

Gerçekten bugün lanetlenmiştim ben. Bunun başka açıklaması yoktu.

 

"Havva abla yok mu?" dedim bakışlarımı ona doğru kaldırmadan. Onunla muhatap dahi olmak istemiyordum. Burnumdan soluyordum.

 

"Yok. Ne olacaktı?"

 

"Çok yağmur yağıyor." dedim sert çıkarmaya çalıştığım sesimle. Çenemin titreyişine engel olamıyordum ama.

 

"Ee? Ne olmuş yağıyorsa?" Sesindeki alaycı ton dikkatimden kaçmamıştı. Kafasını uzatıp dışarı baktı. Beni içeri almayacaktı. Zaten almasındı da. "Allah daha çok versin." dedi alaycı tavrını sürdürürken.

 

"Buraya gelen de kabahat!" dedim sinirle. "Gidip atların ahırında kalırım ben!" Sinirle deli gibi yağan yağmurun altına tekrar adım attım. Şu an atların yanında samanların üzerinde kalmak onun olduğu evin içinde kalmaktan bin kat daha mantıklıydı. En azından atlar sinirimi bozmazdı onun gibi.

 

"Geç." dedi ve kapıyı ardına kadar açtı. Çattığım kaşlarımla bakışlarımı ona çevirdim. Geçmeyeceğimden emindi. Gurur yapacağımdan şüphesi yoktu.

 

"Hiç gurur yapamayacağım. Mahvoldum!" dedim omzuna çarpıp içeri girerken. İçerideki sıcak hava buz kesmiş tenime çarptığında titreyip gitmiştim. İçerisi dışarıdan hayli sıcaktı. Bakışlarım şöminede çatır çatır yanan odunlara çevrildi.

 

"Umarım beni de merdivenlerden atma planın yoktur." dedi şöminenin karşısındaki deri kahverengi koltuğa ilerlerken. Oturmadan önündeki sehpada duran büyük siyah kupayı aldı ve ters bir şekilde kısa bir bakış attı.

 

"Canımı sıkarsan niye olmasın." Omuz silktim. Üzerimden yerlere sular damlıyordu. Böyle olmayacaktı. Yukarı çıkıp üzerimi değiştirebileceğim bir şeyler bulmalı ve bu üzerimdeki ıslak kıyafetlerden kurtulmalıydım bir an önce. Bu şekilde üşümem bir türlü geçmiyordu ve zaten nefesim de iyiden iyiye daralmaya başlamıştı. Çamurlu ayakkabılarımı çıkarıp kapının yanına bıraktım.

 

"Berfin'i attın yani?" dedi şöminenin tam yanında durup. Omzunu duvara yasladı.

 

"Alt yazı mı geçeyim sana! Bir şey yapmadım!" Sinirle basamakları tırmanmaya başladım. "Allah'ın aptalları..." diye söyleniyordum bir yandan. Üst kattaki ilk odaya girip küçük elbise dolabını açtım. Şu an kimin olduğu umurumda bile değildi. Giyilebilecek kuru bir kıyafete ihtiyacım vardı hepsi bu. Ama dolap bomboştu. Yandaki diğer odaya girdiğimde orada da bir şey bulamadım ve üst kata çıktım. Bir yandan da titreyen çenemi kontrol etmeye çabalıyordum.

 

Üst kattaki ilk odada üst üste yığılmış karton kutulardan başka bir şey yoktu. Her odayı tek tek gezerken hem üşümem hem de sinirim katlandıkça katlandı. Yahu nasıl oluyordu da tek bir şey bile bulamıyordum girdiğim her odada? Gerçi Fatma abla geçen gün konakta 'Çiftlik evinde büyük temizlik yaptık' demişti. Çoğu eşya yenileniyordu bildiğim kadarıyla. Boya yapıldığından neredeyse her eşya toplanmıştı. Yapmışlarsa bile insan iki parça bir şey bırakırdı buraya.

 

"Ay başlayacağım ama..." diye söylene söylene ilerledim.

 

Koridorun en sonundaki odaya girdiğimde buranın girdiğim odalar arasında en geniş oda olduğunu fark ettim. Bir duvarı baştan başa camdı ve oda dışarıdan gelen ışıklarla aydınlanıyordu. Diğerlerine göre daha sade ve modern mobilyalarla döşenmişti. Bakışlarımı cam duvardan çekip odada dolaştırdım. Diğer odalar gibi burada bir dolap yoktu. Bakışlarım yan yana duran iki kapıya çevrildi. Birini açtım ve girdim.

 

Giyinme odasıydı ama ne yazık ki burada da giyilebilecek bir şey yoktu. Açık askılarda göz gezdirirken en alttaki atılmış gibi duran beyaz kutuya takıldı bakışlarım. Epey hırpalanmış duran kutunun kapağını kaldırdığımda ise beni aylar önce üzerime geçirdikleri ve 'gelinlik' adını verdikleri kefenim karşıladı. Ateşe el sokmuş gibi elimi geri çekerken sinirim bir kat daha arttı.

 

"Ne giyeceğim ben?" odanın tam ortasında durup sinirle söylendim boş askılara baka baka. Askılardan birinde sadece beyaz bir gömlek ve hemen altındaki rafta beyaz katlanmış bir tişörtten başka bir şey yoktu.

 

"Koskoca evde tek bir parça bir şey olmaz mı ya?" bir yandan sinirle çekmeceleri açıyor ve boş bulduklarımı aynı sinirle kapatıyordum.

 

"E seni de giyemem ama!" dedim çekmecelerden birinde elime geçen siyah iç çamaşırı takımını elime alıp. Tabi bu tül parçasına iç çamaşırı nasıl denirdi onu bile bilmiyordum ya. Neyse....Bircan ablanın düğün günü ne nerde gösterirken buraya bıraktığını hatırladım sonra. O da paketiyle atılmış gibi duruyordu çekmecenin köşesinde.

 

Raftaki beyaz tişörtü elime alıp adımlarımı pat pat vura vura indim aşağı. Merdivenin son basamağına gelip hafifçe öksürdüm. Başını omuzlarının üzerinden hafifçe bana çevirdi.

 

"Şey..." dedim ciddi bir şekilde. "Burada giyebileceğim hiçbir şey yok. Üstüm de çok ıslak. Bir tişört buldum. Giysem olur mu?" Hiç gurur yapacak halde değildim ve ıslak kıyafetlerimle durmaya da niyetim yoktu. Hayır dese bile giyecektim ama kavga edecek halim de kalmamıştı. En azından 'sordum' diye geçiştirirdim onun bağırmalarını.

 

"Giy." dedi beni şaşırtarak. Ben bağırıp çağırmasını bekliyordum oysa.

 

Bir şey demeden adımlarımı yine pat pat vura vura çıktım yukarı.

 

"Hiç gurur yapamam." dedim üzerimdeki tüm ıslak kıyafetleri kuru olanlarla değiştirmeye başladım. 'Giyemem' dediğim dantelli siyah iç çamaşırı takımı da dahildi buna. Ne yapsaydım, iliğime kemiğime kadar her şeyim ıslanmıştı.

 

Üzerimde dizlerime kadar gelen beyaz tişörtü çekiştirdim ve aşağı indim. Bir elbiseden farksız olmuştu. Islak kıyafetlerimden kurtulmuştum ama içim hâlâ üşüyordu ve ısınamıyordum.

 

Aşağı indiğimde ona bakmadan mutfağa doğru ilerlemeye başladım. Sıcak bir şeyler içmek ve bir lokma bir şey yemek istiyordum sadece. Masanın üzerinde duran cam fanustaki kurabiyelerden ikisini ağzıma tıkıp içine su doldurduğum su ısıtıcısının düğmesine bastım. Sıcak bir çayın çözemeyeceği hiçbir şey yoktu.

 

"Sakin ol..." dedim bir yandan kendi kendime. Ciğerlerim sanki hiç hava alamıyormuş gibi tekrar sıkıştığında tezgaha tutunmak zorunda kalmıştım. Gözlerim kararmıştı bir yandan. Kuvvetlice öksürüp derin nefesler almaya çalıştım. "İyiyim..." dedim bedenimin aksine. Gözlerim tezgahın üzerinde bir bardak aradı ama bulamadım. Su içmem lazımdı. Ama bardak yoktu. Dolaba uzanamıyordum. Elimden ayağımdan can kesilmeye başlamıştı. Dizlerimde bir titreme peydah oldu.

 

Uzanıp büyük cam sürahiyi elime aldım ve bir yudum da olsa içebilmek için dudaklarımı sürahiye dayadım. Ama ben tek bir yudumu bile içemeden cam sürahi parmaklarımın arasından kaydı ve yeri boyladı epey gürültülü bir biçimde. İçindeki tüm su üzerime boşalmış ve ben de sürahinin arkasından yere düşmüştüm.

 

Nefes alamıyordum. Ciğerlerime hava gitmiyordu. Panik oluyordum. Boğuluyordum.

 

Çırpınmaya başladım.

 

"İyi misin?" dedi kafamdaki uğultunun arasından bir ses. Nefes almak için ağzımı açtım ama fayda etmiyordu. Ellerimle boğazıma sarıldım. Boğazımı sıkan her neyse onu uzaklaştırmak istiyordum.

 

İlacım yoktu. Nefes alamadığım için ölecektim. Daralıyordum.

 

"Sakin ol..." dedi beni kollarımdan tutarken. "Nefes almaya çalış." Ama alamıyordum. Alamıyordum! Neyini anlamıyordu!

 

"İ..laç.." diyebildim güçsüzce. Bütün bedenim sanki havasız bir kutunun içinde sıkışıyordu. İlacım olmazsa asla bitmezdi bu durum.

 

"İlacın..." dedi kollarımı bırakıp. "Sakin ol. Bekle burada." Beklemeyip ne yapacaktım Allah aşkına. Sanki beklemekten başka çarem vardı! İlacım yoktu ki!

 

Elimle çöktüğüm dolaba tutunmaya çalıştım. Bir yandan da nefes alabilmek için gayret veriyordum. Gözlerim iyice kararırken artık bayılacağımdan emindim. Daha fazla tutamadım kendimi. Kendimi bıraktım.

 

Yere sertçe düşmeyi beklerken başım onun göğsüne çarptı. Hemen sonra da dudaklarıma dayanan fısfısımdan içime beklediğim hava yayıldı. Bir kez daha. Derin bir nefes çekerken içime ona tutunmaya çalıştım. İlacım vardı. Nereden bulmuştu bilmiyorum ama vardı.

 

"İyi misin?" dedi endişeyle. Birazcık da olsa nefes alabiliyordum ama iyi değildim. Ha bayıldım ha bayılacaktım.

 

Bedenim havalanırken kuvvetlice öksürmeye başlamıştım. Halen yeteri kadar hava gitmiyordu ciğerlerime.

 

"İlaç..." dedim başım onun göğsüne düşerken. Hâlâ yeteri kadar hava ulaşmıyordu ciğerlerime. Hâlâ boğulacak gibi oluyordum.

 

"Tamam sakin ol." Bedenim yumuşak bir şeyin üzerine bırakıldığında yarı açık bakışlarımdan buranın az önce deli gibi giyecek bir şey aradığım cam duvarlı geniş oda olduğunu gördüm. Dudaklarıma tekrar fısfısım dayandığında deminkinden daha fazla havayı çektim içime. "Daha iyi misin?" Başımı yatağın başlığına öylece bırakırken hafifçe başımı salladım ama üşüyen çenem zangır zangır birbirine çarpıyordu.

 

"Evet..." diyebildim güçsüz bir şekilde. Üşüdüğümden ötürü kollarımı birbirine sarmaya çalıştım. Üzerimdeki ıslak tişört yüzünden tüm bedenim titriyordu. Değiştirmem lazımdı ama buna dermanım yoktu. Hem değiştirecek bir şey de yoktu bu evde!

 

"Üstün ıslak." dedi düşüncelerime tercüman olurken. "Bekle." Kapı açılma sesi ve hemen ardından tekrar kapanma sesi duydum. Yarı baygın bakışlarım onun elindeki beyaz gömleğe çevrildi.

 

"Değiştirmen lazım." diye ekledi. Ama ne yazık ki nefes almaktan başka hiçbir şey yapacak halde değildim. Beni kollarımdan tutup çekerken kontrol edemediğim bedenim onun bedenine yaslandı. Islak tişörtü çekerken tek yapabildiğim cılız bir biçimde 'Bırak' demek oldu.

 

Ama beni dinlemedi.

 

Islak tişört başımdan yukarı çekildi hatta ıslak ve dolaşık saçlarıma takıldı çıkarırken. Yavaşça çekti. Sonra kuru gömlek omuzlarıma örtüldü ve kollarım dikkatle gömleğin kollarından geçirildi. Başımı yastığa bıraktı ve gömleğin düğmelerini iliklemeye başladı. İtiraz edemiyordum. Konuşacak, karşı çıkacak halim kalmamıştı. Üzerime örtüyü örttü ve odayı loş biçimde aydınlatan duvardaki küçük lambayı kapattı.

 

 

🔥

 

 

 

 

 

 

Göz kapağımda dolaşan kızıllıklarla rahatsızca kıpırdandım yattığım yerde. Kolumu sarıldığım yastığa biraz daha sararken gözüme girmeye çalışan güneş ışıklarına memnuniyetsiz homurtularla cevap verdim. O sırada uzun uzun ötmeye başladı bir horoz. O sabah her şey uykumu mahvetmek için sözleşmiş gibiydi. Ve en sonunda dayanamayıp göz kapaklarımı araladım.

 

Sanki güneş bilerek ve isteyerek tüm ışıklarıyla yattığım odanın içine doğmuştu. Elimi gözüme doluşan güneş ışıklarına siper edip tekrar uyumaya çalıştım ama beceremedim. Oysa rahat rahat uyuyordum şurada.

 

Hani neredeydi dün gece bardaktan boşalır gibi yağan yağmur! Hani neredeydi benim iliğime kemiğime hatta her hücreme işleyen yağmur! Berrak gökyüzünde tüm ışıklarıyla parlıyordu güneş nispet eder gibi.

 

Oysa çok güzel uyuyordum şunun şurasında.

 

Nerede!

 

Kafam dank ederken hışımla doğruldum yattığım yerde. Konakta değildim. Konakta genelde yattığım o rahatsız koltukta değildim. Çiftlik evindeydim. En son deli gibi yağan yağmurun altında yürüyor ve sığınacak bir yer arıyordum. O yağmurun altına da Berfin yüzünden atılmıştım ya. Sonra da astım krizi geçirmiştim sayesinde.

 

Tüm sinirim tepeme hücum ederken hızla indim yataktan. Üzerimde elbiseden farksız duran gömleği çekiştirdim ve sertçe açtım kapıyı.

 

"Ulan var ya..." diye sinirle söylene söylene indim en alt kata. Sabah sabah Berfin'i ve yaptıklarını hatırlayınca kan beynime sıçramıştı. Ah bir elime geçseydi! Al o yolunası saçları elime bir geçseydi!

 

Etrafıma bakındım ama kimse yoktu. Sonra bakışlarım şöminenin karşısındaki sehpayı buldu. Üzeri kahvaltılıklarla kaplıydı. Ve sehpanın üzerinde duran iki çay bardağına takıldı bakışlarım. Sonra kafamı mutfaktan gelen sese doğru çevirdim.

 

"Ulan senin gibi çaydanlığın..." diye söyleniyordu içerideki ses. "Hay ben senin gibi ocağa..." dedi sonra. Tüm mutfağın sülalesine girip çıkıyordu.

 

"Sola doğru çevirirsen kapanır." dedim onun ocakla verdiği savaşa şaşkınca bakıp.

 

"İyileşmişsin." dedi ocağa oralı olmadan.

 

"Evet..." diye mırıldandım. "Teşekkür ederim. Her ne kadar beni yağmurun altına atsan bile." diye ekledim.

 

"Hatırlatırım kendin inmek istedin." Elindeki çaydanlıkla bana bakmadan geçti yanımdan.

 

Olabilirdi. Ben her ne kadar avazım çıka çıka 'inmek istiyorum' desem de hiçbir insan o sağanak yağmurun altına bırakılır mıydı? İnsafsızdı. Belki de kalpsiz demek daha yerindeydi.

 

Bakışlarım üzerine olanca çay taşmış olan ocaktaydı. Vallahi Havva abla burada olsa kalpten giderdi herhalde. Benimki bile teklemişti ne yalan söyleyeyim. Gidip dolaptan bir bardak aldım ve dünkü kırdığım sürahinin yerine konan sürahiden iki bardak doldurup yavaş yavaş içtim.

 

Ellerim daha kurumamış ve dolaşmaktan bir hal olmuş olan saçlarıma gitti. Tam takır kuru bakır olan evde inşallah bir saç kurutma makinesi ve tarak bulurum umuduyla çıktım mutfaktan ama şaşkın bakışlarım kapıdaki Maran'a çevrildi. Sinirle solurken elleri onun yakasında hesap soruyor gibiydi. Soruyordu da zaten. Dediklerinden öyle anlaşılıyordu. Beni görmemişti. Ne zaman gelmişti? Niye gelmişti?

 

Peki neyin hesabını soruyordu?

 

"Sen kimsin Baran!" dedi yüksekçe. "Ne hakla yaparsın bunu!"

 

"Kendine gel." diye ondan daha sakin bir ifadeyle itti elini Maran'ın.

 

"Bu yaptığın eşkıyalık!"

 

"Asabımı bozma Maran." dedi sakin ifadesini sürdürürken. "Saçma sapan konuşma."

 

"Kızı zorla götürmen eşkıyalık değil mi ha!" yakasındaki elleriyle onu silkeledi. Cümledeki 'kız' sanırım bendim. "Sen kendini ne sanıyorsun Baran! Sürükleye sürükleye nasıl götürürsün onu! Kim bilir ne yaptın ona!" O da artık daha fazla sakin kalamadı ve sertçe itti yakasındaki elleri. Sonra bakışları beni buldu onun omuzlarının üzerinden. Donakalmış gibi bir ifadeye büründü"Elif?"

 

"Maran?" dedim şaşkınca. "Senin ne işin var burada?" Bakışları öylece üzerimde dolaştı. Benden daha şaşkın bakıyordu bana.

 

"Be-ben..." diye kekeledi ve onun yakasındaki ellerini yavaşça indirdi. Sonra kafasını şömineden tarafa çevirdi. Bakışlarını tekrar bana çevirirken yüzünde az önceki sinirli ifadeden eser kalmamıştı. Gözlerindeki öfke kıvılcımlarının yerini şaşkınlık almıştı.

 

Zorlukla yutkundu bakışları tekrar bana dönerken. Bakışları Baran'a kaydığında bir şey demek için dudakları aralandı ama susmayı tercih etti ya da diyecek bir şey bulamadı.

 

"Yürü git işine Maran. Sabah sabah sinirimi bozma." Onun koluna yapışmasıyla sendeleyerek kapıdan dışarı çıktı. "Asıl sen kimsin!" kırarcasına çarptı kapıyı.

 

"Ne oluyor?" dedim aynı şaşkınlıkla sertçe çarptığı kapının ardından bakarken.

 

"Seni buraya kapattığımı ve işkence ettiğimi düşünüyor!" Sinirli bakışları benim şaşkın bakışlarıma kenetlendi. Bense neye uğradığımı bilemez bir halde öylece kalakalmıştım merdivenlerin dibinde.

 

"Ne!"

 

"Evet! Güya seni buraya kapatmışım ve işkence ediyormuşum! O da senin kahramanın ya kurtarmaya gelmiş."

 

"Ne?" dedim tekrardan. İşte bu daha hayret edilesiydi. Tamam beni deli gibi yağan yağmurun altında bırakmıştı ama kimse bana işkence de etmiyordu. Bu abartıydı. "Yok artık..." dedim.

 

"O da süper kahraman ya. Öyle düşünüyormuş beyefendi! Sabah sabah sinirimi tepeme çıkardı!" takmıştı şu 'kahraman' kelimesine herhalde.

 

"Tamam yağmurun altında bıraktın da işkence de etmedin şimdi..." diye mırıldanırken tekrar çevirdi sinirli bakışlarını üzerime. 'Ne' der gibi omzumu silktim. "Bırakmadın mı yağmurun altında?"

 

Sinirle dudaklarını dişledi. "Zaten şimdi öyle düşünemiyor da artık." Sertçe varıp deri koltuğa oturdu ve demli bir çay koydu kendine. Kesinlikle çay demlemeyi bilmiyordu. Bu kadar demli çay da sağlığa zarardı ayrıca.

 

"Nasıl yani?" dedim ondan tarafa yürüyüp oturmadan. Kollarımı göğsümde bağladım.

 

"Başka şeyler düşünüyor şu an." Sinirle hafifçe güldü ve demin Maran'ın koparmak pahasına yapıştığı gömleğinin yakasını düzeltti. Bakışları tepeden tırnağa üzerimde dolaştı ve önüne dönüp tabağına bir dilim peynir aldı. Kaşlarım hafifçe çatılmıştı çirkin imasının karşısında. Bakışlarım boynundaki kırmızı tırnak izine kaydı. Ya Maran'ın tırnakları çok uzundu ya da dün ben kriz geçirirken bilmeden yapmıştım.

 

"İğrençsin..." diye mırıldandım. "İğrençsiniz!"

 

"Çay içer misin?" dedi peynirden büyükçe bir parçayı ağzına atıp.

 

"Zıkkım sevmiyorum." Dedim kollarımı göğsümde birleştirip. Ama oralı bile olmamıştı. Omzunu silkti umursamazca. "Saç kurutma makinesi var mı bu evde?" dedim dik dik.

 

"Ne yapacaksın?" Ağzına büyükçe bir parça da ekmek attı. Boğazında kalırdı inşallah.

 

"Kendimi yakmayı düşünüyorum. Saç kurutma makinesiyle ne yapılır!"

 

"Yok. Evde hiçbir şey yok."

 

"Ee ben ne olacağım!" dedim sinirle ayağımı yere vurup. "Bu halde mi kalacağım! Giyecek tek bir şeyim bile yok! Saçım desen ayrı bir dünya! Ya sinirim zaten tepemde! Hem ayrıca beni yağmurun altına atan sensin ama ooohh geniş geniş kahvaltı da edebiliyorsun! Beni düşünen zaten hiç yok! Ben bu kılıkla nasıl geri döneceğim pardon!" Derin bir nefes alıp yerinden kalktı. Elindeki ekmek kırıntılarını silkeledi. "Ayrıca elbisem ve ayakkabılarım mahvoldu! Giyilecek tarafları kalmadı! Zaten o Berfin'e de ayrı gıcığım! Salak salak şeylerle uğraşıyorum! Ben zaten kime ne diyorum ki! Kime ne anlatıyorum!"

 

"Of yürü! Allah aşkına bir nefes al motorun soğusun!"

 

"Sensin motor!" dedim sertçe koluna vurup. Ama o yerde atılı halde olan ceketini sırtına geçirip bileğimi kavradı yumuşak bir şekilde. "Ne yapıyorsun ayrıca! Nereye!"

 

"Motorunu kaplatmaya!"

 

"Ne!" dedim kapıdan dışarı çıkarken. Bileğimi çekmek istedim ama bırakmadı. Çıplak ayaklarımla pıtı pıtı koşuyordum peşinden.

 

"Üstüne başına bir şey almaya." Tekerlerini bir gün keseceğime ant içtiğim arabasının kapısını açıp binmemi bekledi. "Hadi bin. Neye bakıyorsun?"

 

"Kibarlığın gözümü yaşartıyor." Dedim omzundan sertçe itip koltuğa otururken. Elbise niyetine giydiğim gömleğin eteklerini çekiştirip düzgünce oturmaya çalıştım.

 

"Kemerini tak." Dedi kendi tarafına geçip. Bu arabadan da, bu arabanın kemerinden de nefret ediyordum ayrıca! Takmadım. İnat değil miydi! Yanı başımda derin ve sinirli bir nefes aldığını duydum. Bana neydi! Bana ne!

 

Ama o uzanıp benim tarafımdaki kemeri sertçe çekti ve taktı. Başka bir şey demeden de çalıştırdı arabayı ve bastı gaza.

 

"Berfin..." dedim bir süre sonra. "Bir şey olmuş mu?"

 

"Merak mı ediyorsun?" dedi bana bakmadan. Sesindeki tınıdan alaycılık akıyordu.

 

"Soran da kabahat! Hayır ne diye soruyorsam! Bana ne! İnsanlığım tuttu sordum! Sormuyorum ya! Sormuyorum valla!"

 

"Bir şeyi yokmuş. Bileği incinmiş sadece."

 

"İyi bari 'Elif bacağımı kırdı' diyemez artık!"

 

"Ama kırılabilirdi." Dedi bana doğru hafif bir bakış atıp. Cinlerimin hepsi tepemdeydi. Zehir kusmak üzereydim haberi olaydı!

 

"Bana bak ben-"

 

"Biliyorum senin yapmadığını." Dedi. Bir dakika bir dakika ne demişti o?

 

"Nereden biliyorsun pardon?" dedim ona doğru iyice dönüp.

 

"İyi sen yaptın diyeyim o zaman. İçin rahat edecek mi? İlgi çekmek için yapmıştır. Daha önce de yapmıştı bunun gibi bir şey. Ha ama illa ben yaptım diyorsan sen bilirsin." Araç şehir içine girmişti. Hızı biraz daha azaldı.

 

"Madem ben yapmadım da ne diye beni dün yağmurun altın attın!"

 

"Kendin inmek istedin."

 

"Allah Allah!"

 

"Allah Allah ya." Başka bir şey demeden durdurdu arabayı kenarda. "Burası." Dedi kafasıyla ilerideki küçük dükkanı işaret edip. Küçük ama bu şehrin en gözde, en eski ve en pahalı dükkanı. Kendi tarafının kapısını açıp indi. Arabanın önüne dolaştı ama benim inmediğimi görünce geri gelmek zorunda kaldı. Benim tarafımdaki kapıyı açtı. "Neyi bekliyorsun?"

 

"Böyle mi ineyim?" dedim ters ters. Ne bekliyordu acaba! Ofladı pufladı bir şeyler geveledi ağzında. Sonra üzerindeki ceketi çıkarıp bana uzattı. Valla itiraz edemedim. sirkten kaçmış maymun gibiydim çünkü. Oturduğum yerde ceketi güç bela sırtıma geçirdim.

 

"E hadi?" dedi ben inmemeye devam edince. "Şimdi ne var?"

 

"Ayakkabım yok. Nasıl gideceğim?" dedim çıplak ayaklarıma bakıp. Benle birlikte o da bakışlarını ayaklarıma indirmişti.

 

"Sabır..." diye mırıldandı. Bir yandan da arabaya tutunup kendi ayakkabılarını çıkardı. "Giy şunları hadi."

 

"Çok büyükler..." dedim burun kıvırıp onun çıkardığı ayakkabılara bakarken.

 

"Ne istiyorsun? Geç, üstüne bir şeyler alalım bitsin ya!" Bıkmış mıydı o!

 

"Bana bak!" dedim yere inip. Bir yandan da onun çocuk mezarından hallice ayakkabılarını geçirdim ayağıma. "Senin yüzünden bu haldeyim ben! o şakır şakır yağan yağmurun altına beni atmasaydın bunların hiçbiri olmayacaktı!" Ayaklarımı sürüye sürüye önden yürümeye başladım. Daha doğrusu çabaladım. Ama her adımda düşecek gibi oluyordum. Eğer son anda kolumdan tutmasa düşebilirdim de. "Ayrıca ben yaptım demiyorsun da ne oflayıp pufluyorsun!" Dükkana girmiştik o sırada. "Hiç kabahati kendinde arama zaten!"

 

"Baran bey?" dedi ben ona çemkirirken benim çemkirmemi bölen kırklı yaşlardaki bir kadın. "Hoşgeldiniz."

 

"Hoş bulduk Zeren hanım. Acil hanımefendinin üzerine göre bir şeyler ayarlayabilir miyiz? Acil ama."

 

"Niye acil vurgusu yapıyorsun!" dedim dişlerimin arasından. "Sanki ben kendim bu hale geldim!"

 

"Yürü!" diye itekledi kolumdan. Öldürücü bakışlarımı ona atarken Zeren hanımın yardımıyla bir kabine girdim. Kadın bir dakika sonra elinde bir elbiseyle içeri girmiş ve askıya bırakmıştı. Ama benim elbiseyle bakışmamı bir görün. Kafamı kabinden uzatıp öldürücü bakışlarımı koltukta oturan ona çevirdim.

 

"Bu ne!"

 

"Giy de gidelim hadi." Dedi o da dişlerinin arasından.

 

"Babaannen giysin bunu be!" dedim elimdeki çiçekli basma elbiseyi ona doğru fırlatıp. "Elli yaş üstü şeyler!"

 

"Babaannemi karıştırma." Dedi havada kaptığı elbiseye bakıp.

 

"Daha insanın giyebileceği bir şey yok mu Allah aşkına!" diye söylendim.

 

Bu gün tahminen ne zaman biterdi acaba! Daha bugün neler gelebilirdi benim bu talihsiz başıma! Bundan kötü bir gün olabilir miydi Allah aşkına!

 

 

 

 

 

🔥

 

İnsan büyük konuşmamalıydı. Çünkü daha gün bitmemiş ve asıl yaşanacaklar daha yaşanmamıştı.

 

Sabahtan beri sinir küpü ortalıklarda dolanmam artık göze göze battığından saatin de geç olmasını fırsat bilip yukarı odaya çıkıyordum. Uyuyacak ve tüm sinirlerimden arınacaktım. Tabi arınabilirsem.

 

Dilan'ın akşam baş başa yemek yerken anlattığına göre Berfin durumu abarttıkça abartmıştı. Beni suçlamaktan ise asla vazgeçmiyordu. Halbuki parmağımın ucuyla değmemiştim bile kendisine. Konak halkı ise Rojbin hanım ve onun feryatlarına dayanamayıp bugün de oraya gitmişlerdi. Gitmeyi reddeden bir ben bir de Dilan vardık.

 

'Herkes biliyor yenge senin yapmadığını. Hem Fatma bala ve Seyhan da şahit' demişti. Onlar şahit olsa ne yazardı ki Berfin'in iftirası karşısında.

 

"Niye tek başıma yapabileceğime inanmıyorsun abi ya! Ben de kaç yıldır bu işin içindeyim!"

 

"Cihan bilmiyoruz diyorum." Çalışma odasının olduğu kata geldiğimde bağırış sesleri karşılamıştı beni. Daha doğrusu Cihan'ın bağırış sesi.

 

"Ya abi çok kârlı bir iş diyorum sana! Niye güvenmiyorsun bana!"

 

"Cihan abicim sonunu bilmiyoruz."

 

"Sen bana güvenmiyor musun!" diye daha da yükselmişti Cihan'ın sesi. "Allah aşkına sen bana niye güvenmiyorsun ya! Zaten Kemal beyle olan projeden de çektin beni! Abi senin benimle derdin ne ya!"

 

"Cihan-"

 

"Bırak abi ya!" Masaya vurma sesi gibi bir ses duyulmuştu. "Güvenmiyorsun, istemiyorsun! Ama kırılıyorum abi! Çok kırılıyorum! Yanımda bile durmuyorsun!" Tekrar masaya vurulma sesi.

 

"Ne diyorsun Cihan sen?"

 

"Allah aşkına tamam senin kadar bu işleri anlamıyorum olabilir ama fırsat bile vermiyorsun ki! Kendi başıma yapacağım ilk iş bu! Ama izin vermiyorsun!"

 

"Cihan-"

 

"Abi tamam işler çok önemli. Dikkat etmeliyiz ama ben! ben önemli değil miyim!" Etrafa saçılan kağıt sesleri.

 

"Ne alaka Cihan! Sen benim kardeşimsin. Senden daha önemli bir şey olabilir mi?"

 

"Neden o zaman dün Şirinlere giderken gelmedin! Nişanımda bile bir ara göründün sonra ortadan kayboldun! Yalan mı!"

 

"Yanındaydım ya koçum." Tekrar masaya vurma sesi ve Cihan'ın sinirli gülmesi duyulmuştu.

 

"Öyle mi? Bir tane fotoğrafımız bile yok yan yana! Sen bana bu kadar değer veriyorsun işte abi! Güvenmiyorsun! Değer vermiyorsun! Cihan kim ki zaten!"

 

"Cihan-"

 

"Bırak abi ya!" hemen ardından sinirli adımların sesi duyulmuş, peşinden de Cihan paldır küldür çıkmıştı sinirle odadan. Bana bakmamıştı bile. Belki görmemişti o sinirle.

 

"Cihan..." diye peşinden o da çıktı ama kaldı kapının eşiğinde öylece. Gidemedi peşinden. Yorgun ve bi o kadar da kırgın bakışları beni bulurken derin bir nefes alıp geri içeri girdi.

 

İpler kopma derecesine neden ve ne ara gelmişti böyle ya? Ne oluyordu?

 

Yukarı çıkma fikrimden vazgeçip yavaş adımlarla indim geri. Belki Cihan'ı bulur konuşur belki ne olduğunu sorarım diyordum içimden. Mutfağın bahçeye açılan kapısı açıktı. Hiç düşünmeden dışarı adımlayıp sağıma soluma bakındım. Yoktu. ön bahçeye baktım. Orada da yoktu. Geri arka bahçeye dolandım. Burası ön bahçe kadar aydınlık değildi.

 

Garajın oraya yürüdüm. Karanlık yüzünden de dikkatli adım atmak zorundaydım. Çünkü bastığım yeri zar zor seçiyordum. Tam garajın köşeden dönecektim ki ilerideki duvarın dibinde gördüğüm silüet ilişti gözüme.

 

"Cihan.." diye mırıldandım ama silüet bir değil iki taneydi. Ve benim karşımda gördüğüm Cihan değildi. Gözlerim karşımda gördüğüm manzarayla daha da iri açılırken dudaklarım şaşkınlıkla aralanıverdi.

 

Murat abi ve kim olduğunu bilmediğim bir kadın vardı duvarın en dibinde. Gözlerden uzak, kimsenin olmadığı bu gece vaktinde yabancı bir kadın ve Murat abi... Hem de hiç görmek istemeyeceğim bir vaziyette.

 

Nefes alamamış, kalakalmıştım. Dudaklarımdan hayret nidaları dökülecekken beni daha şaşırtan bir şey oldu.

 

Bir el kuvvetlice ağzıma kapandı ve bedenim hızla geri çekildi.

 

Size demiştim bu gün çok ama çok uzun sürdü diye.

 

 

 

 

 

🔥

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

 

En az beş(5) yorum yapmayı unutmadınız değil mi??

 

 

Sizce Elif'in başına ne geldi?

 

 

Yeni bölümde neler olacak? Tahminleri alayım

 

Elif??

 

 

Baran???

 

Maran??

Loading...
0%