Yeni Üyelik
58.
Bölüm

Sana Yıldızları Ödediğimden

@seydnrgrsu

Merhaba hoş geldiniz guzularım

 

Nasılsınız iyi misiniz?

 

Bölüm çok ama çok uzun. Bunun şerefine en az on beş yorum yapalım olur mu??

 

Pamuk eller yıldıza ve satır aralarına. Hadi bekliyorum sizi

 

 

 

 

Bengü Beker-Sana Yıldızları Ödediğimden

 

Zeynep Bastık-Lan

 

 

 

 

🔥

 

 

'Bir an kayboldun gibi. Yaşadım kıyameti

Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti

 

Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma

Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma

 

Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından

Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından

Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde

Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde'

 

Kuşlar...

 

Aylar sonra sesini işitebildiğim kuşlar...

 

İsmini koyamadığım, tarif edemediğim ama içimi gıcıklayan bir melodi var dillerinde kuşların. Aylardır yoktu halbuki bu melodi. Tam üç ay on yedi gündür...

 

Peki şimdi?

 

Nasıl oldu da geri geldi bu sesler, bu his ve bu renkler? Hani siyahtı her şey. Kararmıştı sesler onun yokluğunda. Işıkların dili lâl olmuştu hani. Gökyüzü ve yeryüzü geçmiş, dünyam yıkılmıştı başıma...

 

Dünyam...

 

Dünyam şimdi dönüyor yine kendi hızında.

 

Ne bu? Yaşadığım? Beni bu denli sarhoş eden, nefes aldıran şey ne? Bu koku yine yerli yerinde. Belki de her şey olması gerektiği gibi şimdi. Tamamlandı belki de...

 

Hiç kapamadığım bakışlarım ağır ağır dolaştı yere saçılan eşyalarda. Çoğu parçalanmış, kırılmış şeyleri defalarca izledim hiç kımıldamadan. Yeni doğan güneşin ışıklarının tatlı bir kızıllık oluşturduğu odada yerde öylece duran krem keten gömleğimde kaldı en son bakışlarım.

 

Baktım uzunca.

 

Bakabildiğim kadar baktım...

 

"Ölürüm..." diye kısık bir sesle birlikte tüm tüylerim diken diken oldu yine. Sıcak parmakları çıplak omzumda belli belirsiz dolanırken sıcak dudaklarının varlığını hissettim hemen ardından. Dönmedim ama ona doğru geri. Çevirmedim başımı. Tuttum nefesimi. Hapsettim içime kokusunu. Eksik kalan yerlere dolsun diyeydi belki de yaptığım. Zamanı zihnime hapsettiğim gibi bu kokuyu da kazıdım tekrar ruhuma.

 

"Yemin ederim ölürüm..." diye mırıldanırken artık soğuk olmayan hatta alev alev yanan dudaklarını hissettim omzumun üzerinde. Bunu geceden beri kaç kere demişti sayamıyordum artık. Sonra usulca saçlarımın arasından kokumu çekmeye çalıştı içine. Sıcak parmakları çıplak omzumdan eğreti bir biçimde üzerimde duran beyaz çarşafı geçip karnıma dolandı. Üzerime biraz daha eğildiğini anladım bu hamlesiyle. Parmakları şimdi deminkinden daha sahipleniciydi. Sanki kayıp gitmemden korkar gibi bir his bırakıyordu bende.

 

Belki de korkuyordu.

 

Burnunu kulağımın arkasına usul usul sürterken uzun zamandır yemin etmiş gibi durduğum hareketsizliğimi bozup kafamı çevirdim yavaşça ona doğru. Karşılaşmayı beklediğim ezbere bildiğim koyu kahvelerdeki o kor alevdi ama beni karşılayan hepsinden daha fazlasıydı. En çoğu derinlerde yatan bir korku...Ben ona dönünce demin omuzlarıma korlar bırakan dudaklarında sıcacık bir tebessüm oldu. Fakat bu tebessümün afallaması ise çok sürmedi. Sanırım kendisine bu denli ifadesiz bakmamı beklemiyordu.

 

O afalladı ben ise bozmadım endamımı. Hatta bakışlarında bir şey arar gibi bakıyordum yüzüne. Sonra bakışlarım hemen kaşının üzerindeki yara izine çevrildi. Sonra da çenesindeki yeşillenmiş morluğa. Bakışlarım çenesinden boynuna aheste bir yol çizdi. Boynundaki kızarıklıklar, tırnak izleri karşıladı beni sonra. Benim izlerim...

 

Onunla dün gere girdiğim savaşın izleri. Ruhumun, aklımın, kalbimin ve hislerimin savaşı. İçinde zerre duygu olmayan çetin bir savaş... Kaç darbe aldık bu savaşta? Kim galip geldi? Yendim mi yani şimdi? Kazandım mı? O bana boyun eğerken ben ne yaptım? O benimle sevişirken ben ne yaptım? Savaştım... O sevişti ben savaştım...

 

Ama omzuna yakın yerdeki izi görünce duraksadım. Sanki kesilmiş de üstün körü atılmış bir dikişin kaba izi gibi. Vücudunun başka yerlerinde de vardı yara izlerinden. Çoğu ise yeniydi.

 

"Bu," dedim bakışlarımla omzunu işaret ederken. "Ne zaman oldu?"

 

"Üç ay on yedi gün içinde." Dudaklarına tekrar yerleşti tebessümü. Önemsediğimi düşündü. Oysa benimkisi meraktı. İçi boş bir merak.

 

"Neden?" dedim ifadesiz bir sesle. Cevap vermek yerine dudak büktü hafifçe. Ben ses etmeyince tekrar tebessümü yerleşti dudaklarına. Sonra bakışlarım tekrar dolandı gördüğüm her bir izde. Ama en çok boynundan sarkan zincirde takılı kaldı bakışlarım. Zincirin ucundan sarkan iki parça yuvarlak halka...

 

O halkaları görünce ince ama koyu bir sızı doldu içime. Geceden beri defalarca bedenimle temas ederken de yakıp kül etmişti beni bu iki halka.

 

"Peri kızı..." diye mırıldandı üzerime eğilip burnunu şakağıma sürterken. "Peri kızım..." dudakları elmacık kemiğimden dudaklarıma doğru yol almak istedi ama benim hareketlenmemle kalakaldı. Üzerimdeki bedeninin altından sıyrılırken üzerimde eğreti bir biçimde duran çarşafı iteleyip oturdum yatağın ucuna. Sonra yere uzanıp iç çamaşırımı aldım geçirdim bacaklarımdan. Sütyenimi almak için ayaklanmam gerekti. Pencerenin önündeki sandalyenin üzerinden onu alıp geçirdikten sonra diğer kıyafetlerimi aramaya giriştim. En son yerdeki kırışan keten gömleğimi de üzerime geçirdikten sonra karışan saçlarımı arkama atıp düğmelerini iliklemeye başladım. Ben düğmelerle uğraşırken arkama gelen varlığını hissettim ama dönmedim. O ise eteğimin çekmediğim fermuarını çekti yavaşça yukarı.

 

"Sen pek etek giymezdin..." diye mırıldandı.

 

"Giyiyorum artık." dedim buz gibi bir tonda. Belimden tutup nazikçe çevirdi kendine. Ama kaldırmadım bakışlarımı yukarı. Kopuk olan düğme yerindeki ipleri çekiştirmekle meşguldüm.

 

"Saçların..." diye mırıldandı. Sesi ise titremişti hafifçe. İşaret parmağıyla kaküllerimi dokundu. Bakışları ise gece boyunca parmaklarına dolanmış uzun saç tellerimde dolanıyordu. Ü aç on yedi günde saçlarım bir hayli uzamıştı. Ama o görmemişti. Bir de değişmişlerdi biraz. Tuhaf gelmesi normaldi. Her telinde acısı vardı. Hissetmemişti. Hiç haberi de olmayacaktı. "Çok..."

 

"Farklı mı?" dedim aniden bakışlarımı ona kaldırıp.

 

"Farklı tabi ama..." ses tonundaki titreme ise bariz bir şekilde belli oldu. "Çok yakışmış..." Dolu doluydu bakışları. "Her halin zaten-"

 

"İyi," dedim onun tam aksine. Hemen yan tarafıma eğilip yerdeki telefonumu aldım hızlıca. Açmaya bile uğraşmadan sehpanın altında bulduğum ayakkabımın bir eşi için sağıma soluma bakındım. Kapının hemen önündeydi. Onları da giydikten sonra kapının kolunu indirecektim ki eli usulca bileğimi kavradı.

 

"Gidecek misin?" Şaşırdığı belliydi.

 

"Ne olacaktı?" dedim hafifçe omuz silkerken.

 

"Na-nasıl? Neden?" Daha da şaşırdı. Hafiften kekeledi de.

 

"Ne demek neden? Çekil." Daha da afalladı. Ama daha yeni başlamıştık. Tüm afallamalarını bir anda kullanmasa iyi ederdi.

 

"Elif? Öylece gidecek misin?"

 

"Etrafı sen toplarsın sanırım," dedim umursamaz bakışlarımı öylece dağılan odada gezdirirken. Biraz uğraşması gerekecekti sadece. Birazcık. "Kırılan şeyleri sen söylersin Ninos'a artık uygun bir dille."

 

"Elif?" Eski tahta kapının koluna asılıp sertçe çektim. Gıcırdayarak ve biraz da zorla açıldı kapı. Ona bakmadan elimde tuttuğum telefonun tuşuna bastım uzunca. "Elif?" oralı olmadan ilerlerken kapının önündeki su birikintisine basmayı umursamadım. Peşimden geliyordu. Birkaç adım daha attıktan sonra yerde öylece duran babamın silahını kavradım. Hızlı bir hamleyle belime yerleştirdikten sonra geceden beri farları yanan arabaya varıp hızla asıldım kapısına. Genelde evde benim ya da Şilan'ın kullandığı arabaydı bu. Ama geceden beri olmayışı evde fark edilmesine sebep olmuş olabilirdi. O yüzden amcam uyanmadan gitmekti niyetim. Yanlış anlaşılmasın ona hesap verme zorunluluğu ya da korkusu hissettiğimden değildi bu. Basit bir tedbirdi sadece. Dikkat çekmemek adına yani.

 

"Elif durur musun?" dedi ben tam binecekken kolumu nazik bir şekilde kavrayıp. Yüzünde bunu yaptığına dair bir pişmanlık oluştu bir anda. Tereddüt ediyordu bana dokunurken. Çekiniyordu. "Lütfen..." diye ekledi. "Öylece çekip gidecek misin?"

 

"Ne yapmamı bekliyorsun?" dedim elimi açtığım kapıdan çekmeden.

 

"Ne demek ne yapmamı bekliyorsun? Öylece gidiyorsun Elif. Hiçbir şey demeden, bir şey konuşmadan." O da farkındaydı. Konuşmamız gereken, konuşulması gereken o kadar çok şey vardı ki. Ama biz gece bu 'dünya kadar konuşulması gereken mevzular' yerine başka şeyleri yaparken bulmuştuk kendimizi. Yani konuşmaya pek sıra gelmemişti. Vakit yetmemişti.

 

Bakışlarım kolumu varla yok arası kavramış parmaklarına kaydı.

 

"Ne dememi bekliyorsun?" dedim bomboş bakışlarımı onun bin bir türlü duygu barındıran bakışlarına kaldırıp.

 

"Elif... Konuşmadan öylece çekip gideceksin yani?"

 

"Evet," dedim onun tereddüdüne karşılık epey ciddi bir tonda. "Çek şu elini." Uyarıcı bakışlarımı kolumdaki eline indirdiğimde çekmek istemedi ilk ama sonra istemeye istemeye çekti.

 

"Bence konuşmak zorundayız. Yani sence de öyle değil mi?"

 

"Neyi konuşacağız?" dedim dik bir vaziyette. Bir ayağımı arabanın içine attım.

 

"Elif... Biz, olanlar... Sana verdiğim dosya... Üç ay on yedi gündür neredeydim, ne haldeydim hiç merak etmiyor musun? Elif ben deli gibi merak ediyorum. Sen etmiyor musun?"

 

"Cık." dedim arabaya binip. Kapıyı çekip kapatmak istedim ama engel oldu. Tuttu. Tüm afallamalarını kullanmaması gerektiğini söylemiştim ben.

 

"Ne? Ya dün gece? Elif biz... Konuşmayacak mıyız bunları? Dün gece olanları bile mi?"

 

Baktım öylece onun şaşkın ve dolmuş bakışlarına. Tüm ifadesizliğimle baktım. Sonra da arabanın kapısını çekip kapattım.

 

"Biz seninle pek konuşamıyoruz maalesef. Yapamıyoruz." dedim arabayı çalıştırırken. Ve daha da şaşırmıştı.

 

"Elif." dedi elini kapıya koyup. Kafasını açık camdan uzatmak istedi ama yapamadı. "Yapma böyle. Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Elif lütfen."

 

Arabayı yavaşça hareket ettirirken kaldırmadım bakışlarımı ona. "Neyi konuşacağız?" dedim tüm öfkemle. "Senin evlenecek olmanı mı?"

 

Tükürür gibi dökülmüştü kelimeler dışarı. Ama içim kıyım kıyımdı. Bakmadım daha fazla. Bastım gaza. Dikiz aynasından uzaklaşan ve öylece kalan bedenine baktım dayanamayıp.

 

🔥

 

Arabayı konağın arka sokağına öylece bırakmıştım ama inemiyordum içinden. Yaklaşık on dakikadır öylece karşıya bakıyordum. Derin bir nefes aldıktan sonra önüme düşen dağılmış saçlarımı hızlıca geri iteleyip kafamı direksiyona yasladım. Sanırım arabadan inecek, eve adım atacak gücüm yoktu. Ama içimde dört nala koşan, heyecandan artık atmayı bırakacak bir kalp ve dakikalardır beni suçlayıp duran mantığımın sesi vardı. Ve ben öylece oturmuş hangisi galip gelecek diye bekliyordum.

 

Ama daha fazla dayanamadım. Tekrar derin bir nefes alıp kafamı kaldırdım ve beni boğan emniyet kemerini sökercesine çıkarıp indim arabadan. Kilitlemeye bile gerek duymadan konağa doğru yürümeye başladım.

 

Güneşin ışıkları yeni yeni evlerin üzerine vururken etraf oldukça tenha ve oldukça sessizdi. Bakışlarımı parmaklarımın arasında duran telefonuma çevirirken ekrana düşen bildirimlere bakmak için durdum. Bir sürü mesaj vardı. Hem de bir sürü. Ve yüzde doksan dokuzu Leyla'ya aitti.

 

Dün gece 'Beni idare et' yazıp telefonu kapattıktan sonra sabaha kadar dayayıp döşemişti tüm sorularını. Hepsinin ana teması ise 'Ne oluyor'du.

 

Sahiden ne oluyordu?

 

Bana, bize?

 

Ben ne yapıyordum? Ben ne yapmıştım?

 

İçimde bağıran mantığımın sesini duymazdan gelmeye çalışırken 'Sorun yok' yazıp yolladım Leyla'ya. Hemen ardından da 'Anlatırım' diye ekledim. Zira anlatmama gibi bir şansım asla yoktu. Leyla bu konuda iyi konuştururdu insanı. Baya iyi hem de.

 

Etraftaki sessizliği bölen adımlarım büyük kapımıza geldiğinde yan taraftan gelen seslere bakmak için durdu. Sabahın bu saatinde dar sokağa yine kamyon gelmişti ve bu sefer bir değil iki taneydiler. Böyle olunca sokak iyice kapanmıştı. Sabahın erken saatine aldırmadan işçiler içeri malzeme taşımaya çalışıyorlardı.

 

"Erken kalkan yol alır da bu da çok erken..." diye kendi kendime mırıldanırken ittim bizim büyük avlu kapısını. Etrafta kimseciklerin olmaması benim için çok iyi bir şey olduğundan koşar adımlarla içeri girip merdivenlere yönelmiştim ki salonun tam ortasında oturan, önünde bir sürü dosya ve kağıt olan amcamın sesi durdurdu beni. Oysa o ben bildim bileli geç giderdi şirkete. 'Patron istediği saatte gelir' mantığıyla çalışan biriydi o. Hem mantığı yanlıştı hem patron değildi.

 

"Ooo Elif hanım," dedi imalı bir sesle. Beni baştan aşağı süzerken ben de elimle belimdeki silahı saklama çabasına girmiştim. Bunun için yapabildiğim ise kazık yutmuş gibi durup gömleğimi silahın üzerine çekiştirmek oldu.

 

"Amca?" diye mırıldandım sakin bir tonla.

 

"Kusura bakmazsan nereden geldiğini sormak isterim de. Sakıncası yok değil mi sormamın?" Sesinden, tavrından ima akıyordu maşallah.

 

"Sana kolay gelsin amca," Gözlerimi devirirken adım atmaya niyetlendim ama yine durdurdu beni.

 

"Nereden geliyorsun sen?" ses tonu birden ciddileşti.

 

Derin bir nefes aldım konuşmaya başlamadan önce. "Sana ne?"

 

"Düzgün konuş benimle. Amcan var senin karşında." Kızmıştı. Bunu genelde alnının tam ortasından geçen damarın belirginleşmesinden anlayabilirdiniz. Ve evet bu iyi bir şeydi. En azından benim açımdan.

 

"Öyle olduğu için böyle konuşuyorum ya zaten," dedim ona bakmadan. Damarına iyice basmış oldum böylece.

 

"Elif! Tüm gece evde değilsin, kargalar da kahvaltısını etmeden bulunup geliyorsun! Sonra bir de üste mi çıkıyorsun? Nereden geldiğini söyleyeceksin elbette! Elalem ne der diyor musun sen hiç ha?"

 

"Demiyorum amca," dedim sinirle. Biliyordu beni vuracağı yeri. Kaçırmıyordu fırsatı. "Sen de demesen çok iyi olur."

 

"İyi olacaksa gezmezsin öyle dışarılarda. Sen alnımıza bir kara çaldın şimdi de hiçbir şey yokmuş gibi gezip duramazsın. Ne demek elin evlerinde kalıp sabahın bir vakti bulunup gelmek? Akıl alır yanı var mı sence?" Sorudan uzak sorularıyla baktı yüzüme.

 

"Akıl almayan o kadar şey var ki bu konakta ama ne hikmetse sorun sana hesap ya da haber vermemem batıyor gözüne. Öyle değil mi?" Daha fazla zorlamamalıydı beni. Germemeliydi mesela. Basmamalıydı damarıma. Zaten gidip duş da almam lazımdı.

 

"Elif!" dedi uyarır bir tonda.

 

"Sana daha önce binlerce kez dedim bir daha diyorum bak. Ben sana hesap vermeyeceğim. Ben kimseye hesap vermeyeceğim. Hayatıma kimse karışamaz ve bunun en başında sen geliyorsun. Ben sana karışıyor muyum mesela? Diyor muyum şirket paraları nerede? Hani bu ayki hesaplarımıza yatması gereken para nerede? Köydeki tarlaların kiraları nerede? Ya da çarşıdaki dükkan kiraları? Soruyor muyum sana hiç? Şirkette ne olup bitiyor, ne halde soruyor muyum? Sormuyorum. Bak mesela şu an tutuşmuş bir şekilde bir şeyle uğraşıyorsun ki muhtemelen şirkette işler istediğin gibi değil. Soruyor muyum sana?" Baktı öylece yüzüme. Kastı çenesini, sıktı yumruklarını. Derin de bir nefes aldı.

 

"Çok merak ediyorsan gelir bakarsın şirkete. Niye soruyorsun diyecek miyim gör o zaman."

 

"Olur. Nasılsa imza yetkim var. Uğrarım bir ara." Gömleğimi çekiştirip döndüm arkamı.

 

"Uğra uğra. Bir el atmadığın o kaldı zaten. Aman eksik kalma." Sinirle çöktü koltuğuna geri.

 

"Seni düşündüğümden valla. Bu kadar işle canla başla uğraşıyorsun ya." dedim ona bakmadan basamakları çıkarken. Homurtuları duyuldu geriden ama kulak asmadım. Kudurmuştu. Vallahi istediği kadar kudurabilirdi.

 

Hızlı adımlarla odaya geldikten sonra ilk işim belimdeki silahı alıp düzgün bir yere koymaktı ama geri çalışma odasına inemezdim. Dikkat çekerdim. Etrafıma sorgular bakışlar atarken en basit ve en kolay yeri seçtim. 'Yastık altı.' Akşam herkes yattıktan sonra gider koyardım. Şimdi amcam ayakta olduğundan oraya inme riskini alamıyordum göze.

 

Silahı özenle yastığımın altına bıraktıktan sonra dolaptan temiz kıyafetler alıp banyonun yolunu tuttum. Üzerimdeki kıyafetleri hızlıca çıkarırken sanki bir yere yetişmem gerekiyormuş gibi acele davranıyordum.

 

Söktüm attım üzerimden ne var ne yoksa. Ama yanıldım. Suyun altına girmeden duvardaki aynayla kesişince bakışlarım kalakaldım.

 

Söküp atamamıştım. Kıyafetlerime değil tenime işleyen kokusunu, varlığını söküp atamamıştım. Her saç telimdeki dudaklarını, tenimde bıraktığı izlerin hiçbirini atamamıştım. O evden öyle bir güçle çıkmıştım ki aynadaki görüntümün beni yıkacağını asla hesaba katamamıştım.

 

Peki ya o? diye mırıldandı içimdeki cılız ses. Tonu biraz ağlamaklıydı. Kim bilir o ne halde kaldı? Ben bu haldeysem o daha berbat olmalıydı. Belki de o kurşunlar tenine işlese bu denli canı yanmazdı.

 

İçimden taşıverecek olan ağlama isteğimi tutup attım kendimi suyun altına. Tek istediğim hem tenimdeki hem de içimdeki yangının bir nebze olsun bastırılması ve rahatlamaktı.

 

Rahatladım mı?

 

Hayır.

 

İçimdeki yangın söndü mü?

 

Hayır.

 

Peki bunların yanında güçlü güçlü hem zihnime, hem ruhuma hem de kalbime vuran bir şey daha var. Dün gecekinden daha yoğun.

 

Özlem...

 

Ne kadar inkar etsem de dünden beri ilk defa mantığımın sesini bastırmayı başardı. Ve artık kendime bile sesli bir şekilde dile getiremediğim şeyin adını söylemekten çekinmiyorum.

 

Özlemişim...

 

Hem de deli gibi...

 

Şimdi içimde beni kasıp kavuran özlemimle başa çıkmak zorundayım. Tam üç ay on yedi gündür bunu başardım, tabi buna başarmak denebilirse ama bundan sonrasını yapabileceğimi de pek sanmıyorum. Ama öfkem hâlâ yerli yerinde. Ve sanırım ne yaparsam yapayım o öfkeye çare bulamayacağım. Çünkü ortada şey var: Evlenecek olması.

 

'İzolların oğlu evlenecek...'

 

Daha ilk duyduğum andaki gibi yankılanıyor zihnimde. Ve yankılandıkça öfkem daha da harlanıyor. Kabul edebileceğim bir şey değil çünkü. Kabul edemediğin için gittin zaten dün gece diye araya giren iç sesime kulaklarımı kapatırken hızlı hızlı giyinmeye başladım üstümü. Eğer bu ihtimal gerçek değilse mutlaka bana gelecekti.

 

Üzerime siyah bol bir elbise giydikten sonra ıslak saçlarımı havluya sarıp çıktım banyodan. Aşağıdan Arîn'in ağlama sesi geliyordu. İnip inmemek arasında gidip gelirken inmemeyi tercih ettim. Zira Ezo'nun artık kendi bebeğine bakabilmeyi öğrenmesi gerekiyordu.

 

Ama kızamıyordum da ona. Kolay bir dönem atlamamıştı. Düşük tehlikesi yaşadığı bir hamilelik, riskli ve çok zor bir doğum, hemen ardından da lohusa depresyonu. Üstüne de Arîn'i besleyemeyince psikolojisi alt üst olmuştu. Kendi bebeğini göremeyecek hale gelmişti.

 

Belki de bu süreç benim de dünyamın alt üst olduğu döneme denk gelmese ben böyle iyi ayakta kalamazdım. Gerçi buna iyi denir miydi emin değilim ama en dibe vurduğum anda Arîn'e bakmaya çabalamak bir nebze olsun iyi gelmişti. Evde bir bebek vardı ve anne ilgisi istiyordu. Gerek Şilan gerek Rojda yengem gerek annem gecelerini gündüzlerine katıp uğraşmışlardı ama olmamıştı. Bir türlü alışamamıştı Arîn. Ne beslenmesi ne de uykuları düzenlenmişti.

 

Ta ki bir gece ben içim dışına çıka çıka ağlarken odamdan dışarı fırlayıp onun çığlıklarını susturmalarını, sesinin beni daha kötü hissettirdiğini söylemek istediğim ana kadar. Salonda kendilerinden geçen kadınlar Arîn için uğraşırken bir de enkaza dönen ben vardım evin içinde. Yemeyen içmeyen uyumayan ben. Arîn'den zerre farkım yoktu. Ama o hayatta kalmak için ağlarken ben yaşadıklarım, acılarım son bulsun diye döküyordum gözyaşlarımı.

 

O gece de yine ona bağırmak için çıktığımda daha eve geleli on ya da on beş gün anca olmuştu. Sussun diye beşiğinden hızlıca onu çekip aldığımda ise dudaklarını büzüp daha yeni yeni etrafa açılan bakışlarını dikmişti bana. Tepesinde saç namına bir şey yoktu. İki üç sarı tüy kondurmuşlardı sanki. Bembeyaz teni ise ağlamaktan mosmor kesilmişti.

 

Susmuştu ama ben kucağıma alınca. Saatlerce evi yıkan çığlıkları kesilivermişti bıçak gibi. O gün ilk defa karnı doyarcasına mama yemişti elimden. Bir de mışıl mışıl uyumuştu yanı başımda. Onunla birlikte ben de günler süren uykusuzluğuma ara vermiştim. Belki de iyi olma çabamdı Arîn benim. Birilerine iyi gelirken iyi olmaya çalışmam.

 

Ezo ve Arîn'in seslerini arkamda bırakırken girdim odama. Her şey yerli yerindeydi ama oda girdiğim an karmakarışık gelmişti gözüme. Oysa benim odamda öyle hiç fazla eşya yoktu. Kafandaki karmaşıklık odaya fazla geldi diye mırıldandı içimdeki ses. Haklıydı.

 

Ona hak vere vere pencereyi açtım ve gidip yatağımın üzerine oturdum. Zerre takatim yoktu.

 

Bir kuş geldi kondu pencerenin önüne. Bir kumru. Baktı sanki bana. Kesişti bakışlarımız. Sonra öttü uzun uzun. Bir sağa adımladı bir sola. Sonra bir başka kumru daha geldi yanı başına. Ürktü önce. Çekilmek istedi geri. Ama sonradan gelen yanaşınca durdu. Bu sefer ona attı adımlarını. Boynuna sürttü başını. Dudaklarıma bir tebessüm yerleşti onlara bakarken. Kalkıp yakından bakacak oldum ama odamın kapısı iki kez tıklatılıp açılınca geri oturdum.

 

Annemdi gelen.

 

"Elif?" diye kafasını uzattı içeri. "Geleyim mi kızım?"

 

"Gel tabi anne. Sorma bile." dedim yatakta biraz yana kayarken. "Bir şey mi oldu?"

 

"Yooo," dedi mahzun bir biçimde. Yanı başıma otururken yorgun yeşillerini çevirdi bana. "Merak ettim de seni. Dün haber vermedin ya. Aklım kaldı sende."

 

"Leyla," diye mırıldandım bakışlarımı yere indirip. Hafifçe de yutkunmam gerekmişti. "Yalnız kalmak istedim de ben."

 

"Haklısın kuzum. İyi yapmışsın." Nefret ediyordum bu durumdan. Yalan söylemekten, yalan söylerken onun gözlerinin içine bakmaktan. Nefret ettiğim gibi korkuyordum da. Belki beceriksizliğimden belki de annemin şıp diye anlama gücü olduğundan.

 

"Tarasan ya saçlarımı?" dedim saçımdaki havluyu çözüp. "Eskiden hep sen tarardın."

 

"Tararım tabi. Taramam mı ben kuzumun mis gibi yasemin kokan saçlarını." Yanıma bıraktığım tarağı alıp usul usul uçlarından taramaya başladı. "Hatırlar mısın Şilan'la sen sıraya girerdiniz saçımı tara diye okula giderken."

 

"Hatırlıyorum," dedim buruk bir gülümsemeyle. "Ama onun gür ve uzun saçlarını öreceğim diye bana pek zaman bırakmazdın. Hemen tarayıp bağlardın tamam."

 

"Kıskanma." dedi hafifçe koluma vururken.

 

"Ama ne yapayım kıskanırım ben. Her şeyi kıskanırım." Güldü buruk bir sesle. Zaten yıllar olmuştu içinden güldüğünü duymayalı. Dudaklarında hafif bir tebessüm olurdu onun gülmesi o kadar.

 

"Emir," diye mırıldandı. "Çok değişti bu aralar. Endişelendiriyor beni."

 

"Ne konuda?" dedim omzumun üzerinden ona doğru. Emir'den bahsediyorduk. Benim büyümüş de küçülmüş kardeşimden.

 

"Hani demiştim ya sana sınıflarında bir kız var diye. Adı Ekin. Bildin mi?" Hatırlıyordum. Sır küpü kardeşim zerre benimle paylaşmıyordu ama annemle biliyorduk. Uğruna futbol kulüplerinin dikkatini çektiği kız. Bilmemek olmazdı.

 

"Taşınacaklarmış. Tayini çıkmış babasının."

 

"Ya," diye mırıldandım. "Bizimki de buna üzgün öyle mi? Ondan mı neşesi yok onun kaç gündür?"

 

"Valla ne yapacağımı bilemedim. Önümüzdeki hafta Antep'e taşınacaklarmış. Bizimki de liseye gidecek ya bu sene gelip demesin mi orada çok iyi bir fen lisesi var. Orayı mı yazsam diye? Aklım başımdan gitti kızım."

 

"Saçmalama anne. O üzüntüyle ne yaptığını bilmiyor." Gülsem mi ağlasam mı bir haldi bu içinde olduğumuz. Ah benim saf aşık kardeşim.

 

"Dinlemiyor beni. Babası olsaydı..." derin bir nefes aldı. Tamamlamadı cümlesini.

 

"Ben konuşurum onunla merak etme sen. Şimdi üzüntüsünden ne yaptığını bilmiyor. Ama telefon var, yollar birbirine yakın. Dert etme sen. Ben hallederim." Ah Emir ah. Benim güzel yürekli kardeşim.

 

Annem Emir'e olan endişesinden mi bilmem zerre bir şey sormamıştı bana. Öyle hesap soran karışan biri de olmamıştı hiç ama illa Leyla'yı sorardı bana. Sormadı. Sustu onun yerine. Şefkatli şefkatli taradı saçlarımı. Zaten sormasındı. Yalan söylediğimi anlayacak diye ödüm kopuyordu.

 

"Anne," diye mırıldandım bir süre sonra onun sessizliğine. Küçük bir 'hı' ile cevapladı beni. "Babam..." Yutkundum. "Hiç yalan söyledi mi sana?"

 

"Yalan mı?" dedi şaşırmış bir tonla.

 

"Hı hı... Yani böyle küçük bile olsa? Affedemeyeceğin kadar değil de. İşte..."

 

"Niye soruyorsun sen bunu?" dedi saçlarıma değen tarağı durdurup.

 

"Öyle aklıma geldi. Merak ettim. Böyle basit yalanlar bile? Böyle büyük değil de küçük."

 

"Yalanın büyüğü küçüğü olmaz. Yalan yalandır. Miktarı onun yalan olduğu gerçeğini değiştirmez. Bir kere de yalan söyleyen hep söyler. Çünkü küçük diye senin önemsemediğinde daha da cesaretlenir."

 

"Hı hı..." diye onayladım ona dönmeden. "Ben merak ettim de sadece."

 

"Sen bana bak," derken kolumdan tutup kendine çevirdi beni. "Aklından böyle bir şey geçiyorsa sök at." Yeşil gözlerine öfke ateşi oturmuştu şimdi.

 

"Ne? Ne geçecek benim aklımdan?"

 

"Eğer onu affetmek gibi bir düşüncen varsa sök at. Önümüze iki üç belge attı diye yalan söylediği gerçeğini yok sayamazsın duydun mu!"

 

"Anne yok öyle bir düşüncem..." diye mırıldanırken kaldıramadım bakışlarımı. "Yanlış anladın."

 

"Daha öncesinden bilip bilmediğini hiç bilemezsin. Parmağı olup da yok demediğini de. Sen affedemezsin Elif. Soyadında abinle babanın kanı olan o adamı affedemezsin! Affedersen de annem yok dersin olur biter!" Hışımla kalktı yataktan.

 

"Anne..." diye mırıldandım. "Anne yok... Yok öyle bir şey."

 

"Ben diyeceğimi dedim. Benim kaybedecek tek bir canım dahi kalmadı anlıyor musun? Beni çiğnersin Elif. Eğer o adamı affeder, yakınına yaklaştırırsan beni çiğnersin." Hışımla kalktığı gibi de hışımla açtı kapıyı. Ateş saçan bakışlarını son kez bana değdirip çıktı ve çarptı kapıyı.

 

"Çok güzel..." diye mırıldandım içinde olduğum leş duruma. "Cidden çok güzel. Aferin kızım sana Elif. Bravo. Eşeğin aklına karpuz kabuğunu da soktun valla bravo..." Ağlasam mı gülsem mi bilmiyordum ama bu halime en uygun şeyin ağıt yakılması olduğunu düşünüyordum. Böylece de anlamıştık ki annem tam karşımdaydı artık. Ve ben baştan kaybetmiştim bu savaşı.

 

Dün gece içimde bir şeylerde galip gelirken bugün ise annemin tek bir sözüyle tüm galibiyetlerim mağlubiyete evrilivermişti. Almanya'nın yanında savaşa girip mağlup sayılan Osmanlı'dan bile kötüydüm.

 

Çok kötüydüm.

 

Ve annemle baş etme şansım olmadığından Sevr Antlaşmasını imzalamaya mahkumdum.

 

🔥

 

 

"Sence şöyle dediğim o uzun mesajı mı atsam yoksa o sana gösterdiğim alıntıyı mı? Ha abla? Hangisiyle yumuşar?" Garipseyen ve anlamsız bulduğumu belirten bakışlarımı yan tarafta arabayı kaplumbağa misali kullanan Azad'a çevirdim. Nedense bir anlığına bana birini hatırlatmıştı. Bir anlığına. Sonları benzemezdi inşallah.

 

"Ara!" dedim daha fazla kendimi tutamayıp. Sinirlenmiştim.

 

"Ara mı? Bu mu yani abla verdiğin tavsiye?"

 

"Valla beğenmiyorsan bana hiç sorma ama en doğrusu araman. Ara. Ne demek istiyorsan telefonda söyle. Hatta telefonu bırak direkt yüz yüze konuşun."

 

"Ama abla nasıl yapayım? Yani o kadar kızgın ki bana. Ayrıldı benden. Şimdi arayınca daha da şey olmaz mı?"

 

"Niye olsun?" dedim ters bir şekilde. Oradan bakınca Güzin ablaya benzer bir halim var mıydı benim soruyordum size. "Yani affedersin ama yaptığın mallığı yazdığın afili mesajlar mı temizleyecek? Ya gittin kızın abisinin arabasının tekerini kestin sen. Bu mallık sorması ayıp nasıl temizlenir?"

 

"Abla çok açık sözlüsün ama sen de." Sesi titredi ağlayacak gibi oldu.

 

"En azından yalan söylemiyorum."

 

"Ee ne yapsaydım? Çarşıda o arabadan indiğini görünce kan beynime sıçradı. Abisinin yeni araba almış olabileceğini akıl edemedim."

 

"Sorsaydın keşke. Gece yarısı gidip arabanın tekerine tornavidayı saplamak yerine keşke sorsaydın. Sonra bir bu kadınları anlayamıyoruz diye ağlıyorsunuz. İlkel insanlar gibi konuşmaktan uzaksın Azad ya." Yüzü daha da ağlayacak bir hal aldı.

 

"Valla ablam da vurdu sen daha da vuruyorsun yüzüme yüzüme. Allah'tan Leyla abla duymadı. Affedersin itin götüne sokup çıkarırdı beni."

 

"Çıkaracağından pek emin olma. Sonraki yaşamını itin götünde geçirme garantisi verebilir sana." Yüzü buruştu.

 

"Valla ben nasıl affettireceğim bu Berfin'e kendimi. Söyle abla ne olur söyle?"

 

"Ay Berfin travmalarım azıyor sen Berfin dedikçe. Hepsi mi nazlı niyazlı olur bilmiyorum ki ben. Ara işte. Al sevdiği küçük bir şey çık karşısına. Ne bileyim." Kafamı camdan dışarı çevirirken nefes almaya çalıştım.

 

"Çiçek çikolata? Olur mu ki?"

 

"İstersen nişan bohçanı yap öyle git. Giderken de damatlığını giyersin nasıl fikir?" Baktı suratıma. Ciddiye alır gibi baktı. "Saçmalama. Özür dileyeceksin."

 

"Ben nasıl yaparım ya..." diye mırıldandı.

 

"Bak böyle." dedim daha fazla dayanamayıp. Önde duran telefonunu alıp hızlıca rehbere girdim ve Berfin'in adını bulup aradım.

 

"Abla... Abla dur..." Bir eliyle direksiyonu kontrol ederken diğeriyle de elimden telefonunu almaya çalışıyordu ama olmazdı. Bu kafa ağrısına son verecektim. Nokta.

 

Telefon çaldı çaldı ve çaldı. Tam kapanacakken açıldı.

 

"Alo?" dedi öfkeli olduğu belli olan bir ses.

 

"Alo Berfin. Elif ben. Azad'ın ablası olan Elif. Azad bugün seninle her zaman buluştuğunuz yerde buluşmak istiyor da. Çekindi söyleyemedi. Gelebilir misin?"

 

"Ne-neden?" Heyecanlanmıştı. Doğru yoldaydık yani.

 

"Konuşmanız gereken bir konu varmış. Müsait misin?"

 

"Şey ben..."

 

"Bak Berfin konuşmazsanız çözemeyeceksiniz. Azad çok perişan. Ağlamaktan uyuyamıyor. Kızgınsın farkındayım ama bir dinle onu. Küsmek istersen sonra yine küs. Hatta hiç barışma. Ama bir dinle yani."

 

"Ben..." dedi epey nazlı bir sesle. Fazla naz aşık usandırır derlerdi ama bu salak aşıkların yanında duran kişiler için niye bir şey dememişlerdi. Benim içim için de özlü bir söz yazsaydı ya atalarımız. Yoksa ben ikisini birden yoluverecektim. "Bilemedim ki..."

 

"Tamam öğleden sonra saat ikide hep buluştuğunuz yerde. Barışmak zorunda değilsin. Hep küs de kalabilirsin hatta kal. Ama temelli küsmeden önce dinle sadece." Yan tarafa çevirdim bakışlarımı. Ağlamamak için dudaklarını kemiriyordu Azad.

 

"Tamam..." diye mırıldandı heyecanı belli olan bastırmaya çalışan ses. "Tam vaktinde gelmezse asla beklemem ama."

 

"Sen hiç merak etme. Azad çok dakiktir." Telefonu kapatıp fırlatır gibi attım arkaya. "Bu! Günlerdir mesaj yazmak ne bileyim saçma aşk şarkıları yerine yapacağın tek şey bu."

 

"İşe yarayacak mı dersin abla?"

 

"Valla gına geldi bana. Yeter. Cidden yeter." Pustu ben kızınca. Ama ağlıyordu biliyordum ben. Böyle içine içine. "Azıcık bas şu gaza gözünü seveyim. Süremiyorsan çekil ben süreyim. İki saatte gidemedik şu şirkete ya!"

 

"Tamam abla," diye mırıldandı ağlamaklı bir tonla. "Abla?" dedi kafasını bana çevirip. İlla saçma bir şey buluyordu Azad. Bakalım şimdi ne geliyordu. "Yanlış anlama şimdi diyeceğimi ama şirket işlerinden anlayabilecek misin?"

 

"Yanlış anladım merak etme."

 

"Abla ben öyle demek istemedim."

 

"Ne demek istediklerinizle ilgilenmiyorum artık. Ayrıca amcamın anladığı şirket işlerinden bende anlayabilirim."

 

"Haklısın," diye mırıldanırken şirketin alanına doğru giriş yaptı. "Yalnız bugün toplantı var. Dedi mi babam sana?"

 

"Demedi," dedim. Amcam der miydi hiç bana? İnadına demezdi. Bir de gelmeyeceğimden emin olsa gerekti.

 

"Hani geçen dediği anlaşma için. Karahan bey kendi gelecekmiş bugün."

 

"Ee?" dedim önemli kısmı anlatması için.

 

"Adam o kadar görüşmede bir kere bile gelmedi. Hep ya avukatlarını ya da adamlarından birini yolladı. Aslında anlamadığım bizimle yapacağı çok büyük bir iş ve bir kere bile görüşmelere kendi katılmadı. Garip yani. Sen projeye milyon dolarlar yatır ama iş yapacağın insanlarla bir kere bile görüşme."

 

"Bırak onu da baban düşünsün." dedim araba durduğunda onu beklemeden kemerimi çözüp inerken. Benim bu gailesizliğime şaşkınca bakıp o da indi arkamdan.

 

"Öyle de abla hepimizi etkileyecek bir iş bu. Garip yani."

 

"Adam bir şeylere güvenmese ortaya bu parayı koymaz. Babanın da aklı varsa değişik işler yapıp hepimizin başını yakmaz." Çantamı omzuma geçirirken onu beklemeden yürüdüm şirketin kapısından içeri.

 

Girişten geçerken adımlarım yavaşladı. Bakışlarım yıllardır hiçbir şeyin değişmediği, aynı havanın, aynı eşyaların durduğu etrafta gezindi.

 

Gelirdim küçükken buraya. Bazen babam getirir bazen de ona sürpriz yapacağım diye tutturduğum bir başkası getirirdi. Her koridorunda her odasında anılarım vardı.

 

İçim biraz burulurken kendimi toparlayıp ezbere bildiğim yere doğru yürümeye başladım. Üst kata. Amcam belki babama saygısından belki de çekindiğinden geçmemişti babamın odasına. Oysa işlerin başına geçerken kimseyi umursamamıştı.

 

Buraya gelmemdeki amaç da biraz olsun ona göz dağı vermekti. 'Biz de varız, her şeyin üzerine çökemezsin' demek.

 

"Ooo!" dedi ben odaya girince sahte bir şaşkınlıkla. "Kimler gelmiş kimler? Vallahi geleceğim dediğinde ciddi olduğunu düşünmemiştim hiç."

 

"Bundan sonra her şeyi düşünsen iyi olur. Her ihtimali hesap et. Kolla kendini." dedim sahte bir gülümsemeyle. Bakışlarımı şirketin genel havasından biraz daha farklı olan odasında gezdirdim. Oturduğu masanın arkasında bol bol antika vazolar, biblolar vardı. Duvarlar el işlemesi olan ve ta Kütahya'dan getirtildiğini bildiğim çinilerle doluydu. Yengem zamanında epey havasını atmıştı bunların.

 

"Hayırdır şirketi merak mı ettin? Ee gezdirsin Azad sana etrafı."

 

"Yok," dedim ondan onay beklemeden masasının tam karşısındaki deri koltuğa otururken. "Gezmek için gelmedim. Dedim ya sana defalarca bana göstereceğin dosyaları merak ediyorum."

 

"Oo sen de. Bu işler öyle kolay mı? Hemen çat diye oluyor mu sanıyorsun sen?"

 

"Amca birbirimizi oyalamayalım." dedim açıkça niyetimi belli ederken. Karşısında çocuk yoktu ve çocuk eğleyecek zamanı da çoktan geçmişti. "Ben bundan sonra şirketteki imza yetkimi kullanacağım sen de bizi yok saymayacaksın." Şaşkınlıkla havalandı gür kaşları.

 

"Allah Allah. Annen de kullanacak mı o imza yetkisini?"

 

"Yok. Ona ben vekalet edeceğim. Vekaletini bana verdi de. Ayrıca baştan söyleyeyim hemen yönetim kurulu toplansın istiyorum." Daha da şaşırdı. Hatta renginin beyazladığını görmüştüm.

 

"Yönetim kurulu?" dedi şaşkınca.

 

"Evet. Yönetim kurulu. Yıllardır bize sormadan babam, ben, annem adına yönetim kurulunun başına gelip duruyorsun. Kurul toplansın yeni başkan seçilsin istiyorum."

 

"Sorması ayıp yeni yönetim kurulu başkanı sen mi olacaksın?" Güldü alayla.

 

"Neden olmasın?" Olacağımdan ya da zerre istediğimden değildi. Ben bugün buraya huzur kaçırmak için gelmiştim. Biraz olsun amcamın da huzuru kaçsındı artık. Biraz da o diken üstünde hissetsindi kendini.

 

"Sen kafayı yemişsin," diye mırıldandı bakışlarını önüne çevirirken. "Zerre işten, anlaşmalardan anlamazsın. Kızım sen şirketin 'ş'sini bilmezsin. Yönetim kurulu diyorsun bir de."

 

"Öğretirsin amca. Nasılsa yıllardır tek başına uğraşırken bu işlerin piri olmuşsundur. Bana da öğretirsin. Bilirsin çabuk öğrenirim."

 

"Bir kere diploman yok senin. Tahsilin yok. Hangi sıfatla iş yapacaksın burada?"

 

"Zamanında gönderseydin bir diplomam olurdu. Hatırlatırım üniversiteyi ben senin yüzünden bıraktım. Ayrıca sen de lise mezunusun. Yani bu işler sanırım böyle oluyor." Bakışlarımı hafifçe ona çevirdiğimde gördüğüm manzara daha da kudurmuş ama ses çıkaramayan suratı olmuştu. Her zaman kendisine boyun eğeceğimizi, o ne derse 'tamam' diyeceğimizi sanıyordu ama yanılıyordu. O devir çoktan kapanmıştı.

 

Bir şeyler homurdandı kendi kendine, bir şeyler dedi ağzının içinde. Sonra bana kaldırdı bakışlarını.

 

"Tamam. Madem çok heveslisin o zaman gir bugünkü toplantıya. Bakalım neler yapıyorsun görelim biz de."

 

"Karahan beyle olan toplantı mı?" diye atıldı deminden beri bizi sessizce izleyen Azad.

 

"Evet." dedi kesin bir dille amcam. "O kadar büyük bir iş ki bakalım misafirlerimizi nasıl karşılayacaksın."

 

"Olur yaparım." dedim gayet emin bir tavırla.

 

"Abla bence sen karışma bu işe."

 

"Azad bence sen bana karışma." dedim ters bakışlarımı ona kaldırırken.

 

"Abla adamı tanımıyoruz. Nasıl biri bilmiyoruz. Bence hiç riske atmayalım kendimizi."

 

"Oğlum sen de." diye girdi araya amcam. "Oturup iş yapsınlar demiyoruz elbette. Misafirimizi ağırlama kısmıyla ilgilensin. Aile olduğumuzu görsün Karahan Bey."

 

"Doğru. Çok iyi bir aile olduğumuzu gösterelim ona." dedim dudaklarımdaki eğreti gülüşle. Ortada bırakmadığı ailenin gücünü böyle gösterecektik zannımca. "Ne de olsa bir aile şirketiyiz. Bozanların birliğini, ailecek neleri başardıklarını görsünler öyle değil mi?"

 

"Öyle tabi," dedi benim meydan okumamı kabul ederken. "Yalnız bu kılıkla mı görüşeceksin adamla? Hayır onu geçtim şirkete ev halinle gelmenden belli işlerden zerre anlamadığın." Çaktırmadan keten küçük çiçekler olan gömleğim ve açık kahve uzun eteğimde dolaştı bakışlarım. Uzun zamandır bedenimi sıkmayan, beni daraltmayan şeyler giyiyordum.

 

"Gayet samimi olduğumuzu görsünler," derken dudaklarımdaki sahte gülümsemeyle ayaklandım.

 

"İyi. Sen geç lobiye. Karşılayıp güzelce gezdirirsin Karahan Bey'i. Memnun kalsın ama adam ona göre."

 

"Hiç şüphen olmasın. Ben bana verileni layıkıyla yerine getiririm. Sen de dosyaları hazırla. İşim bitince bakmak istiyorum." Çantamı da koluma atıp amcama baka baka çıktım odadan. İçimde tuttuğum nefesi ise kapıyı kapatır kapatmaz sesli bir şekilde üfledim dışarı.

 

"Abla sen emin misin? Babamın gazına geliyorsun sanki?"

 

"Emin değilim. Hatta hazır da değilim. Ama ciddiyim ve babana ne kadar ciddi olduğumu göstermekte de kararlıyım. Geri adım atmayacağım. İster yanımda durup bana destek ol istersen de git. Kırılmam, kızmam."

 

"Abla... Ben hep yanındayım." Hafifçe koluma dokundu. O sırada amcamın asistanı masasından ayaklandı kulağında tuttuğu telefonla.

 

"Karahan Bey'in aracı şirket sahasına giriş yapmış."

 

🔥

 

Asistanın demesiyle apar topar inmiştik şirketin kapısına. Yani ben normaldim de amcamın asistanı Gülse ile Azad normalden çok uzaktılar. Resmen paçaları tutuşmuş gibi davranıyorlardı. Abartmıyorlar mıydı? En nihayetinde o da bizim gibi bir insandı. Eyvallah iş yapıyorduk ama adama da insan dışı varlıkmış gibi davranmamıza gerek yoktu.

 

"Eee?" dedim bileğimdeki saate bakıp. "Hani şirket sahasına giriş yaptıydı bu adam." Sinirli bakışlarımı Gülse'ye çevirdim. Elindeki tabletten hunharca bir şeyler yapıyordu. "Neyi bekliyoruz biz?"

 

"Valla güvenlik aracının giriş yaptığını söyledi. Bilemiyorum ki." O tekrar güvenliği aramaya girişti. Azad ise telefonda hararetle konuşurken bir sağa bir sola adımlıyordu.

 

"Tamam tamam merak etmeyin." Dedi hızlı adımlarla yanıma gelirken. "İşte arabası." O öyle deyince bakışlarımı merdivenlerin önüne yaklaşan siyah minibüse çevirdim. Ama inmedi. Araçta zerre hareketlilik olmadı. Dayanamadım ben de daha fazla. Daha ne kadar bekleyecektik Allah aşkına. İkisine oralı olmadan kapıdan dışarı adımladım hızlıca.

 

"Abla dur," diye arkamdan seslendi Azad. "Bekle olmaz böyle."

 

"Gelecekse gelsin. İşim gücüm var benim," diye mırıldanırken kapıdan dışarı çıktım. Bakışlarım merdivenlerin önüne yanaşmış siyah minibüsteydi. Bir rüzgar esti o ara. Saçlarım yüzüme doğru savruldu. Saçlarımı bir elimle çekerken minibüsün ön kapısı açıldı ve bir adam indi içinden. Orta boylu, kırk kırk beş yaşlarında, kır saçlı biriydi. İner inmez de siyah ceketinin önünü düğmeledi.

 

"Merhaba," dedi gayet resmi bir tavır ve dille. Basamakları dikkatlice çıktıktan sonra durdu önümde.

 

"Merhaba?" dedim kiminle muhatap olduğumdan emin olamadığım için.

 

"Ben Karahan Bey'in avukatlarından Osman Şimşek."

 

"Memnun oldum Osman Bey." Dedim onun gibi resmi tavrımı korurken.

 

"Karahan Bey programındaki bir değişiklik sebebiyle maalesef bugün sizinle görüşme sağlayamayacak. Kusura bakmayın." Bir çırpıda söylemişti ki ne diyeceğimi bilememiştim. Gerçi bir şey dememi beklemeden hızlıca çıktığı adımları aynı hızda inmeye başladı.

 

"Nasıl ya?" derken ben de adımladım arkasından. "Bir dakika. Biz sabahtır sizi bekliyoruz."

 

"Maalesef hanımefendi. Karahan Bey müsait değil." Olumsuz anlamda başını sallarken az önce indiği kapıyı açtı ve binmek için hamle yaptı.

 

"Bir dakika. Araçta mı şu an Karahan Bey? Konuşabilir miyim kendisiyle? Bekler misiniz?" Amacım ne toplantı ne de bu adamla görüşmekti. Amcama okuduğum meydan vardı her şeyden önce. Ettiğim büyük lafları bana güzelce yedirmesine asla müsaade edemezdim. O yüzden bu adam da gidemezdi. "Bekler misiniz?"

 

"Maalesef hanımefendi görüşemezsiniz." Adam hızla arabaya binip kapıyı kapattıktan sonra minibüs aktı gitti önümden. Kalakalmıştım öyle. Bu ne biçim işti arkadaş? Şirket işleri böyle mi yürüyordu?

 

Kendi kendime söylenirken Azad koştu bana doğru. Bir yandan da cebimdeki telefon ısrarla çalmaya başladı.

 

"Abla ne oldu?"

 

"Ne bileyim. Programı doluymuş beyefendinin. Çekti gitti." Cebimdeki telefonu aldım elime. 'avukat' yazıyordu ekranda. "Benim işim var. Sen babanla konuş. Belgeler için uğrarım bir ara." Cevap vermesine müssade etmeden telefonu götürdüm kulağıma. "Rauf Bey?"

 

"Elif hanım. İstediğiniz gibi ayarladım. Sizi bekliyorlar." Derin bir nefes aldım.

 

"Geliyorum," dedim ciddi bir tonda.

 

🔥

 

Bugün nedense hep durup soluklanmam gerekiyordu. Sürekli böyle şeylere maruz kaldığımdan ya da hayatımın akışı bu yönde olduğundan. Bilemiyorum. Ama bu sefer iyice soluklanmam gerekmişti.

 

"Buradan Elif Hanım." Avukat beyin yönlendirmesiyle uzun koridora adım atarken kolumda asılı çantamı sıkıyordum bir yandan. Bakışlarım beyaz floresan lambaların aydınlattığı soluk renkli soğuk koridordaydı. "Ben cezaevi müdürüyle konuştum. Aslında çok sıcak bakmadı bu görüşmeye. Ama merak etmeyin. Bir sıkıntı çıkmayacak."

 

"Teşekkür ederim," diye mırıldanırken koridorun sonuna ulaşmış ve girmemiz gereken kapının önüne gelmiştik. "Ben yalnız görüşeceğim değil mi?"

 

"Evet. Ama isterseniz ben size eşlik edebilirim."

 

"Hayır hayır," diye hızla itiraz ettim. "Yalnız görüşmek istiyorum." Kapıdaki gardiyanın yöneltmesiyle odaya sadece ben alınmıştım. Ve girmeden önce de 'beş dakika' diye uyarılmıştım.

 

Derin bir nefes alırken odanın tam ortasında durdum. Bakışlarımı hızlı hızlı deri siyah koltuklarda, notların bulunduğu deri panoda dolaştırdım. O kadar diken üzerindeydim ki anlatamam. Ve içimdeki korku heyecan dolu his kapının açılmasıyla daha da harlandı.

 

Ben hızlı bir biçimde arkamı dönerken onun bakışları yavaşça kalktı bana. Önce algılayamaz gibi bomboş olan bakışlarında saf bir şaşkınlık belirdi.

 

"Elif?"

 

Bakışlarım uzamış ve yüzünü kaplamış sakallarında, artık uzun ve bir hayli dağınık olan saçlarında, ondan çok uzak bir görünüme sahip olan biçare bedeninde dolaştı öylece. En son bileklerini birbirine kenetlemiş metal kelepçeye baktım. Ama ne içim sızladı ne de tek bir acıma belirdi bende. Aksine o kelepçelerin en çok ona yakıştığını düşündüm.

 

"Senin ne işin var burada?" Beni beklemediği o kadar belliydi ki. "Ben özel ziyaretçi deyince Berfin sanmıştım. Seni beklemiyordum."

 

"Ben de senden beklemiyordum yalan yok." Dedim bakışlarımı onun bakışlarına kaldırırken.

 

"Gelmezsin demiştim. İhtimal bile vermedim geleceğine."

 

"Seni ziyarete geldiğimi falan mı sandın Maran?" dedim tükürür gibi. "Seni görmek isteyeceğimi falan mı düşündün? Ha? Nasıl aciz bir haldesin kendi gözlerimle görmek istedim." Bakışlarını çekti gözlerimden. "Nasıl yaptın? Neden yaptın?" Sustu. Yaptıklarına uygun tek bir bahanesi bile yoktu. Zaten olsa da benim dinleyecek tek bir sabrım yoktu. "Niye susuyorsun? Çünkü son derece suçlusun."

 

"Ben tek başıma suçlu değilim." Arsız bakışlarını kaldırdı tekrar.

 

"Doğru. Annen, baban ve sen. Maaile suçlusunuz."

 

"Yanılıyorsun. Ben sadece kendimce doğru olanı yapmaya çalıştım hepsi bu."

 

"Doğru olan?" dedim abartılı bir şaşırmayla. "Babamın cinayetini mi saklamak doğruydu senin için!"

 

"Ben bir şey yapmadım," diye mırıldandı.

 

"Öldüren adamı saklayarak, kaçmasına yardım ederek, sahte belgeleri saklayarak gerçekten bir şey yapmadın! Allah seni kahretsin! Allah hepinizi kahretsin!"

 

"Evet yaptım! Yalan değil. Ama neden yaptım sormayacak mısın?"

 

"Sorsam ne değişecek Allah aşkına! Babamın cinayete kurban gitmesi mi değişecek mesela! Ya da ben babamı kaza yüzünden öldü bilirken senelerdir gerçeğin benden saklandığı mı değişecek! Hangisi olacak Maran! Yaptığın bunca şey nasıl sineye çekilecek ha! Sormamın ne anlamı var şimdi!" Sesim odanın duvarlarında yankılanırken endamını bozmdan bakıyordu bana. Ama benim saniyeler içinde sinirlerim alt üst olmuştu.

 

Çantamı sıkı sıkı kavrarken ona bakmadan kapıya doğru adımladım.

 

"Niyetim nasıl berbat bir halde olduğunu görmekti zaten. Zerre bırakmayacağım bu işin peşini. İçeride çürümeniz için elimden ne geliyorsa yapacağım." Kapının koluna asıldım ki sesiyle durmak zorunda kaldım.

 

"Baran için yaptım. Onu korumak için." Bakışlarımı ağır ağır omzumdan geri çevirdim.

 

"Ne?" diye mırıldandım belli belirsiz. "Ne diyorsun sen?"

 

"Ben Baran'ın yaşamasına karşılık söyledim bu yalanı. İster inan ister inanma ama sırf o yaşasın diye."

 

"Yetmedi mi bu kadar yalan? Ne istiyorsun sen daha?"

 

"O kurşun...Seni günlerce hastanede süründüren o kurşun sana sıkılmadı. Sen hedef değildin Elif. Sen hiçbir zaman hedef olmadın." Dedikleri tüm vücudumda garip bir elektriğe neden olurken bir adım attım ona doğru."

 

"Ne diyorsun sen?"

 

"Baran'ın hayatı pek de güvende değil. İster inan ister inanma ama bu dakikadan sonra sizin için pek de kolay olmayacak her şey. Evet Baran babanın ölümü konusunda zerre suçlu değil. O sadece gerçekleri bulmak için uğraştı ama kendi hayatı pek de güvende değil."

 

"Saçmalıyorsun. Yalan söylüyorsun yine. Sana zerre inanmıyorum." Açtım kapıyı hızlıca.

 

"İnansan iyi edersin çünkü Baran'dan yılların acısını çıkartmak isteyen biri var." Sertçe Kapattım kapıyı. Elim göğsüme giderken nefes almaya çalışırken buldum kendimi.

 

'Yılların acısı' demişti. Onun kiminle ne derdi olacaktı ki? Ne olacaktı da biri ondan bir şeylerin acısını çıkartmak isteyecekti?

 

🔥

 

Derin bir nefes alırken karşımdaki aynada olan buharı elimle üstünkörü sildim. Bakışlarım o bulanıklıkta kendi aksimi yakalarken uzanıp bornozumu aldım ve yavaşça sırtıma geçirdim. Islak saçlarımı da havluya sarmaya gerek duymadan öylece attım arkama. Etrafı toplamam lazımdı ama gecenin bu saatinde bunu yapabilecek güç bulamıyordum kendimde. Hele de geçirdiğim bu berbat günden sonra.

 

Banyodan çıkarken çıplak ayaklarıma bir terlik geçirmediğimi annem görse muhtemelen her hapşırmamı, baş ağrımı, ne bileyim hafif bir kaşınmamı buna bağlayabilirdi. Belki eskiden olsa 'Çocuğun olmaz bak' diye de çıkışabilirdi ama üç aydır böyle mevzular asla dile getirilmiyordu. Kesin kati bir şekilde bu konularda dilimiz bağlıydı. Allah'tan böyle bir ihtimalin eşiğinden döndüğümden haberi olmamıştı.

 

Asıl o zaman yanardık.

 

Uzun koridorda çıplak adımlarımla ilerlerken odasına çekilen herkes yüzünden etraf bir hayli sessizdi. Gerçi bu saatte normal bir insan evladı uyurdu mutlaka. Ama benim saatlerim uzunca bir süredir karman çormandı. Hayatım gibi. Elimden kayıp giden her şey gibi.

 

Bakışlarım koridordan geçerken bizim konağın hemen yan tarafındaki yıllardır boş olan ama yakın zamanda taşınma telaşı yaşanan taş eve kaydı. Bugün orada bir hayli hareketlilik vardı. dar sokağımız oraya gelen kamyonlar yüzünden yine bir kaos yaşamıştı. Sanırım en son zabıta gelmişti de sorun çözülmüştü. Yani Azad öyle demişti.

 

Ama asıl dikkatimi çeken bizden tarafı gören en üst pencereden sızan ışıktı. Sanırım sahipleri her kimse geceyi burada geçirmeyi düşünmüşlerdi. Yani gelmişlerdi.

 

"Tek uyumayan ben değilmişim," diye söylene söylene odama girdikten sonra ışığı açma zahmetine girmeden yatağımın yanındaki komodine doğru adımladım. Saçlarıma iki üç tarak değdikten sonra üzerimi giyme zahmeti bile hissetmeden atacaktım kendimi yatağa ki eğildiğim yerde kalakaldım.

 

Bir nefes vardı odada.

 

Yabancı bir nefes.

 

Tüylerim diken diken olurken yavaş yavaş alınıp verilen bu nefesleri dinledim. Hemen arka tarafımda olduğunu da hissedebiliyordum.

 

Elim yavaşça yastığımın altına süzülürken amacım sabah oraya hızlıca bıraktığım babamın silahını almaktı.

 

Aldım da.

 

Hiç düşünmeden emniyeti açarken iki elimle silahı kavrayıp geri döndüm.

 

"Kimsin sen!"

 

Loş odada gözlrim fal taşı gibi açılırken titremiyordu bile silahı kavrayan ellerim.

 

"Yemin ettin sanırım beni vurmaya?" Sesini duymamla etrafımı saran korku küresinin de tuzla buz olması bir olmuştu. Yaslandığı pencere pervazından çekilirken kollarını teslim olur gibi kaldırıp bana doğru bir adım attı. Dışarıdan vuran ışıklar çarptı yüzüne.

 

"Ne işin var senin burada?" dedim şaşkınca. "Ne arıyorsun sen burada? Nasıl girdin içeri?"

 

"Çok zor olmadı." Adımlarını durdurdu. Daha fazla yaklaşamadı bana.

 

"Hey Allah'ım ya..." diye mırıldanırken silahı indirip bir elimle ıslak saçlarımı çekiştirdim. "Manyak mısın sen?"

 

"Biraz. Belki."

 

"Basma istersen damarıma!" Uyarımla tekrar ellerini kaldırıp teslim ola geçti. "Ne işin var senin burada?"

 

"Konuşamadık ya ondan geldim."

 

"Ben de sana konuşmayacağımızı söyledim."

 

"Konuşmayacağımızı değil konuşamadığımızı söyledin. Yan yana gelince konuşmaya pek fırsat bulamıyoruz malum." Güler gibi oldu. Böyle daha da bastı damarıma.

 

"Bak silah elimde hâlâ." Dedim sinirle. Ama öyle sesime yansıttığım gibi buram buram bir sinir yoktu içimde. Aksine engelleyemediğim bir kıpırtı vardı. Sakin ol kızım! Sinirliyiz, eli silahlıyız, her an vurabiliriz...

 

"Yalan mı?"

 

"Bence ya ben ya da evden biri seni vurmadan çık git." Ona bakmaya çalışıyordum bir yandan. Baktıkça aylar sonra mantığımın sesini bastıran o his doluyordu içime. Özlem...

 

"Sabah dediğin şey... Evlenmek... Benim evlenmem? Ne dediğini pek anlayamadım. Ondan geldim. Aslında başka bir şeyden geldim de bunu da sorayım dedim gelmişken."

 

"Bildiğin şeyi niye soruyorsun? Yüz ifademi falan mı merak ettin hayırdır?"

 

"Hayır. Zaten evli olan bir adamın tekrar nasıl evlenebileceğine inandığını merak ettim."

 

"Ooo..." dedim şaşırmayla. "Evlenip öyle mi geldin buraya?"

 

"Elif ben hâlâ seninle evliyim. Ne diyorsun sen?"

 

"Biz boşandık hatırlatırım. Üç ay on yedi gün önce kapattık o defteri." Bana doğru bir adım attığında ben de aynı şekilde geri adım attım.

 

"Hiçbir defteri kapatmadık. Bize dair hiçbir şeyi kapatamayız da."

 

"Öyle mi? Hakimin önünde boşandık be! Ne zırvalıyorsun sen?" O bana bir adım daha atınca ben de geri çekildim iki adımla. Sırtım duvara değdi.

 

"Dini nikah? O duruyor. Ben boşamadım seni."

 

"Saçmalama." Ama o uzanıp saçlarıma hafifçe dokununca tüm bedenimi bir alev aldı ki sorma gitsin. Sonra dank etti tabi kafam. Hzıla vurdum eline. "Çek şu elini. Vururum."

 

"Ben de çekilmem."

 

"Şakam yok."

 

"Benim de. Kim kiminle evleniyor inan bilmiyorum ama ben şimdi ait olduğum yerde, karımın yanındayım."

 

"Vururum," diye mırıldandım ama kısık çıktı sesim. Bedeni bedenime iyice yaklaşınca ne yapacağımı da bilememiş kaskatı kesilmiştim. Sarsın istiyordum bedenimi, bu kadar yandığımız özlem ateşi bitsin, sönsün.

 

"Çekilmem asla. Bırakmam." Anladı yumuşadığımı, bildi ona zerre soğuk bir taraf bırakmadığımı. Cesaret aldı bundan. Yalan yoktu, affetmiştim ben. Gelmişti ya şimdi, emindim her şeyden.

 

Benimdi.

 

Bana aitti.

 

Özlediğim koyu kahvelerine gözlerimi kilitlerken o usulca doladı bir elini belime. Nefesleri çarptı tenime. Sonra kordan dudakları hafifçe dokundu.

 

"Peri kızı..." diye mırıldandı izin ister gibi.

 

"Baran..." dedim ben de üç ay on yedi gündür ettiğim tüm yeminleri bozarken. Güldüğünü hissettim. Duydum sonra kulaklarımla.

 

"Peri kızım..." Dudakları usulca kavradı sonra dudaklarımı.

 

Zaman, dünya ne var ne yoksa durmuş her şey o ve benim aramda akıyordu ki arkamdaki kapı vuruldu güm güm. Daha ne oluyor demeden de hızla açıldı.

 

Kalakaldık öylece.

 

Hem de hiç görünmek istemeyeceğimiz birine hiç görünmek istemeyeceğimiz bir halde.

 

 

 

 

🔥

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü bebeklerim??

 

Sizce yeni bölümde ne olacak?

 

Bizimkileri kim gördü?

 

Gören kişi ne yapacak?

 

Peki ya Elif'in annesi Zehra hanım?

 

Elif ve amcası arasındaki soğuk savaş?

 

Maran'ın dedikleri?

 

Sizce Baran'dan kim ne istiyor?

 

Ya şirkette olanlar??

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur mu?

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%