Yeni Üyelik
49.
Bölüm

Son Alev

@seydnrgrsu

Merhaba hoş geldiniz

 

Nasılsınız guzularım?

 

Bu finalden önceki son bölümümüz( ağlıyorum bi dk) bu bölümden sonra ilk kitabın finalini okuyacağız. Her an gelebilir hazırlıklı olun

 

O yüzden bu bölüme bol hem de çok bol yorum ve beğeni istiyorum okey??

Çünkü bölüm en az dört bölüm uzunluğunda haberiniz olaaa

 

Mabel Matiz- Bir Hadise Var

 

Mert Demir-Ateşe Düştüm

 

Feridun Düzağaç- Alev Alev

🔥

 

"En acı zemheri bahardan sonra gelir..."

 

 

 

Bir kahvenin kokusu kadar çok az huzur veren şey vardı bence hayatta. Buram buram yaşanmışlık, buram buram hissiyat ve buram buram rahatlama...

 

Her hücremde eşşiz bir rahatlama hakimken Dilan 'Size eşsiz bir kahve sunumu yapacağım' şakımaları altında ben, Bircan abla ve Seyhan oturuyorduk karşılıklı olarak. Matematik sınavından yüksek almasının şerefine gülen yüzünde güller açar da olmuştu. Şimdi de şarkılar mırıldanarak ocağın başında kahve pişirmekle meşguldü.

 

"Vallahi ne zamandır elinden kahve içmiyorduk Dilan." Dedi hepimizin aklındakilere cevaben Bircan abla. Bir yandan da eliyle kafasındaki kalın yeşil bandanayı düzeltiyordu. "Hayırdır bizi sabah sabah niye topladın buraya?"

 

"İçimden geldi. Gelemez mi abla?" Esefle baktı omuzlarının üzerinden ablasına doğru. "Ayrıca yengem sabahları genelde dershanede oluyor. Şöyle hep birlikte olduğumuz vakitler az. Değerlendirmeyelim mi yani?"

 

"Değerlendirelim canım." Dedim ben de gülerek. Tabi ki değerlendirdiğimiz bu değildi.

 

"Ha içinden geldiğinden yani?" dedi Seyhan da imalı bir halde. "Başka bir şey değil."

 

"Sınavdan yüksek aldım." Dedi coşku dolu bir sesle. Sonra elindeki tepsiyle bize dönüp yavaş yavaş geldi. "Bir de!" bakışları hepimizin üzerinde dolaştı. "Şirin yellozu artık hayatımızda değil!"

 

İşte tüm sevinci coşkusu bu yüzdendi. Allah bilir sırf bu motivasyonla gidip sınavdan yüksek almıştı.

 

"İnsan abisi bu haldeyken mutlu olabilir mi ya." Dedi Bircan abla. Hafif de cıkladı.

 

"Asıl bu halde olmamız lazım. Kusura bakmayın ama zil takıp göbek atmıyorsam sırf abimin acısına saygımdan. Gerçi ne acısıysa bu." Omuzlarını memnuniyetsizce silkerken karşıma oturdu. "Onun da gidip 'kurtuldum' diye şükür namazları kılması lazım ya."

 

"Valla ben çok üzülüyorum Cihan'a. Ruh gibi. Kardeşimi böyle görmeye içim el vermiyor." Solgun yüzü daha da düşerken masanın üzerindeki elini sıktım Bircan ablanın. Zaten hassas olan bir kadındı. Bir de içinde bulunduğu bu sıkıntılı süreçle daha da hassaslaşmıştı. Halbuki onun moralinin daima iyi olması gerekiyordu. Hem evdeki son günleriydi. Böyle üzgün ayrılmamalıydı aramızdan.

 

"Benim de." Diye mırıldandım. Kimse Cihan'ı öyle görmek istemezdi elbette. Hele ki ben o acıyı derinden yaşadığı hallerine şahit olmuştum. Hâlâ daha feryatları kulaklarımdaydı. O acı hıçkırıkları, kendini parçalaması...

 

"Abim eninde sonunda iyi olacak. Hem de eskisinden daha iyi olacak. Ya Allah aşkına evlense sanki daha mı iyi olacaktı?" Gözlerini son derece açıp hepimize baktı sorgular gibi. Sonra da hızla yüzünü ekşitirken kulağını çekip masaya vurdu parmaklarını. "Ay Allah korudu vallahi. Hem abimi hem bizi."

 

"Yine de böyle yapma sen." Dedi Bircan abla. "Cihan çok hassas bu konuda."

 

"Zaten bir şey yaptığım yok. Yapamıyorum daha doğrusu. Bu sevinci içimde yaşarken de patlayacağım o olacak." Suratını asıp kahve fincanını aldı eline. Hadi Dilan sevincini ulu orta yaşayamıyor diye suratını asıyordu ama ikizi daha başka alemlerdeydi. Günlerdir sarı civcivle görüşememenin, konuşamamanın hüznü vardı üzerinde. En azından Gürsel temelli gitmemişti öyle düşünmeliydi. Köydeki işlerin başına koymuştu Baran onu. 'Okul bitene kadar bu durum gündeme asla gelmeyecek' diyerek de son noktayı koymuştu.

 

Bir abi olarak önce kardeşini düşünüyordu. aralarındaki küçük, masum bir şeydi ama Baran ileriyi düşünerek hareket ediyordu. 'Bu yaşta ileriyi hesap edemiyorlar' demişti ben Gürsel'i sorunca. Onun tarafından bakınca haklıydı. En azından karşı değildi. Öyle düşünmek lazımdı.

 

Ama Seyhan pek öyle düşünemiyordu işte. Yoğun duyguları onu bu depresyona sokmuştu maalesef.

 

"Vallahi mahalledeki çocuklara ne bulsam dağıtıyorum." Dedi kahvesinden sesli bir yudum alırken Dilan. "Kurtulan ömrümüzün sadakası niyetine."

 

"Abartma Dilan." Dedi Seyhan mırıltıyla.

 

"Ne abartması? Elimden gelse tüm ülkeye bir şeyler dağıtacağım. Valla sen Şirin'i yenge olarak istiyordun herhalde?"

 

"Allah korusun." Diye mırıldandı bu sefer de Seyhan kafasını önünden kaldırmadan.

 

"Ya Allah korusun işte. Korudu da. Ailemizi o şirretten kurtardı ya ne kadar dua etsem az." Kahve fincanını bırakıp ellerini havaya kaldırdı Ümmü hala misali. "Yüce Rabbim sen nelere kadirsin. Sana hamdü senalar olsun." Dudaklarıma bastırdım parmaklarımı kahkaham kaçmasın diye. Benim yerime Bircan abla gülmüştü sağolsun. "Bak bak yengeme bak. Nasıl da hoşuna gitti bu durum."

 

"Öyle değil." Diye toparlamaya çalıştım. "Sen şey edince gülmüş bulundum." Şirin'den bana neydi. Ben Cihan için şey ediyordum. Ne ediyordun??

 

"Hadi hadi." Derken uzanıp koluma vurmuştu. "Şirin'i elti olarak istemiyordun sen de kabul et."

 

"Bana ne canım." Dedim omzumu silkip. "Eline sağlık kahve çok güzel olmuş bu arada."

 

"Hadi hadi." Dedi daha çok gülüp. Deminkinden daha sert vurdu koluma.

 

"Dilan lütfen." Dedim duruşumu düzeltip. "Abin çok üzgün."

 

"Aman üzülsün. Her gün üzülmekten iyidir. Şimdiden abimin iliğini kemiğini kuruttu. Evlenince ne yapardı Allah bilir."

 

"Tam bir görümcesin." Dedi gözlerini kısan Bircan abla. "Ne fenasın kız sen. Kime çektin acaba?"

 

"Aa!" dedi sahte bir şaşırmayla Dilan. "Ne görümceliği? Görümcelik mi yapıyorum ben? Sen söyle yenge. Hiç sana görümcelik yaptım mı? Söyle hadi hiç yaptım mı?"

 

"Bilemiyorum artık." Dedim sahte bir ciddiyetle.

 

"Aaa valla küseceğim! Bak bundan sonra yapayım da sen gör. Görümcelik göstereyim ben sana." Hepimiz kahkahayı basarken o, kollarını göğsünde kavuşturup daha da somurttu.

 

"Eyvahlar olsun!" diye böldü kahkahalarımızı Fatma ablanın sesi. Ortama düşen bomba misali bağırmıştı.

 

"Hayırdır inşallah?" derken ayaklanmıştık hepimiz de.

 

"Yandık ki ne yandık! Kıyamet kopacak!" Ellerini yanlarına vururken veryansınlarıyla sağolsun bizdeki yürekleri hoplatmıştı.

 

"Ne oluyor?" derken hepimiz de onun önünde durduğu mutfak penceresinin önüne koştuk. Ve evet veryansın etmekte sonuna kadar haklıydı. Kim olsa bu manzara karşısında aynı Fatma abla gibi tepki verirdi.

 

"Eyvah..." diye mırıldandı Bircan abla.

 

"Ortalık karışacak..." diye mırıldandı Seyhan.

 

"Mahvolduk!" diye ağlamaklı bir tepki verdi Fatma abla.

 

"Ben bu kızla anasını yolarım!" diye fırladı Dilan dışarı. Tabi biz de peşinden.

 

Zaten az sonra kızılca kıyamet kopacaktı bir de ateşe benzin dökmeye gerek yoktu. O yüzden Dilan'ı tutmak zorundaydık.

 

"Nerede bu evdekiler!" diye kulakları çınlattı Fidan hanımın sesi. Yüzü kıpkırmızı, gözleri çanağından fırlayacak kadar açılmış ve bir güreş boğası misali burnundan soluyordu.

 

"Yavaş Fidan teyze." Dilan'ın da Fidan hanımın da hararetini Bircan abla bıçak gibi kesmişti.

 

"Ananlar nerededir Bircan?" dedi burnundan soluyan kadın. Zar zor ses tonunu normale indirmişti. Tabi buna normale indirmek denebilirse...

 

"Hayırdır? Ben varım. Ne için gelmiştin?"

 

"Anneni çağır Bircan." Dedi her harfe vurgu yaparak.

 

"Çağıramayız!" diye yükselecek oldu Dilan ama Bircan abla kolundan sıkınca durdu. Daha doğrusu durmak zorunda kaldı.

 

"Sizinle konuşulacak mesele değil bu!" dedi Fidan hanım sertçe. Bakışlarım onun iki adım gerisinde duran Şirin'e kaydı. Bakışları yerde, mahsun bir duruş ve Küçük Emrah edası vardı üzerinde. Normalde bu duruşa üzülmesi gerekirdi insanın, belki de bir parçacık içinin acıması. Ama ben ne üzüldüm ne de bir parça içim acıdı. Aksine içimde sinir damarları kıpraşmaya başladı.

 

"Yolmak istiyorum..." diye mırıldandı Dilan. "Tutma beni abla."

 

"Ne için geldin Fidan teyze? Ev basar gibi ne bu böyle? Bir şey konuşacaksan geç içeride konuşalım. Ayıp oluyor böyle."

 

"Konuşacak ne kaldı Bircan! Konuşacak ne kaldı! Neyimiz kaldı!"

 

"Ses tonunu düşür Fidan!" Hepimizin bakışları geri, konağın giriş kapısına çevrilirken Gülsüm hanım siyah şalını omuzlarından geri savurup ağır ağır inmeye başlamıştı basamakları. "Ne oluyor burada!"

 

"Ne olduğunu sana sormak lazım Gülsüm!" hırslı ve öfkeli bir nefes aldı Fidan hanım. "Ne olduğunu size sormak lazım!"

 

"Geç içeride sor ne soracaksan. Ulu orta bağırmak da ne demek? Buyur içeri girelim." Olabildiğince kibar ama bir o kadar da tehdit doluydu Gülsüm hanımın sesi.

 

"Bir daha o konağın içine ayak basacağımızı mı sandın sen ha! Sizin o konağınıza ayak basar mıyız be biz!"

 

"Yavaş!" dedi bu sefer öfkeli bir sesle Gülsüm hanım. "Haddini aşma!"

 

"Haddimi aşmayayım öyle mi! Haddini bilmeyenler mi öğretecek bana haddimi! Bak haddimi nasıl biliyorum!" elindeki büyük işlemeli beyaz bohçayı sertçe Gülsüm hanımın ayaklarının önüne doğru fırlatırken içindeki eşyalar da saçılıp gidivermişti.

 

Onca emek onca heyecan da bu bohçayla birlikte saçılıp gidiverdi.

 

Bakışlarım insanın dokunmaya bile kıyamayacağı değerli kumaşa ve en az o kumaş kadar pahalı olan içindeki eşyalara takıldığında bir film sahnesi gibi geçip gitmişti her şey. Ne kadar da özenilmişti bu bohça hazırlanırken. Günlerce bu değerli Bursa işi ipek kumaşın içine konacak eşyalar hazırlanmıştı. Nasıl da heyecanlıydı herkes. Nasıl da bir neşe hakimdi hepsinde. Günlerce içindeki eşyaları tek tek gösterip 'Şirin gelinim bunu ne de güzel taşır' diye gezmişti ortalarda Rojbin hanım.

 

En pahalı bohçaya en pahalı eşyalar konarken ne kadar da eminlerdi her şeyin iyi olacağından. Çünkü Şirin konağın biricik ve 'tek' gelini olacaktı onlar için. Koskoca İzol aşireti ve konağı gerçek bir gelin görecekti. Her şey dillere destan olmalı, yıllarca anlatılmalıydı.

 

Ee kolay değildi İzol gelini olmak. Yakışır mıydı hiç İzol gelini normal dokuma kumalara sarılmış eşyalara? Yakışır mıydı az eşyaya? Bir kere bu soyadın gücünü taşımak kolay mıydı? Bu soyadın gücünü taşıyacak gelin el üstünde olacak, dünyanın en pahalı ipeklerine layık olacaktı. Öyle demişti Rojbin hanım.

 

Bu soyada layık olmak da sürdürmek de kolay değildi şimdi. Şirin için her şey fedaydı.

 

Ağzımda buruk bir tat oluşurken boğazımdaki o garip yumruyu yutkunmaya çalıştım. Dudaklarımda belli belirsiz acı hem de apacı bir gülümseme belirirken çekemedim gözlerimi yere saçılıp giden eşyalardan.

 

Aklıma apar topar yapılan nişanım gelivermişti. Üzerime annem zorla yeşil bir elbise geçirirken ağlayarak tutmuştu ellerimi. Sonrası kaçışım ve kaçtım sanırken kaderime dolanışımdı. Amcam beni bulduğunda, konağa getirildiğimde odama savurup beni atarken kendimi yere özensizce konmuş ucuz bohçaların önünde buluvermiştim.

 

Öylesine basit bir kumaşa sarılmış hiçbir değeri olmayan eşyalar...

 

Derin bir nefes alırken Fidan hanımın sesi çıkardı beni daldığım yerden.

 

"Attığınız nişanın bohçasını getirdim size! Bizde günahınız bile kalsın istemeyiz!" Kan çanağındaki iki yeşil zümrüdü andırıyordu Fidan hanımın öfkeli bakışları. Gülsüm hanım ayaklarının dibine fırlatılan, günlerce özene bezene hazırladıkları bohçaya bakakalmıştı. Şaşırdığı belliydi ama o çattığı kaşlarının altından kaldırdığı bakışlarıyla bu şaşkınlığı epey iyi gizlemişti. "Sizin adetiniz, töreniz budur öyle mi Gülsüm!"

 

"Böyle olmaz." Diye öfkeyle fısıldamıştı Gülsüm hanım. "Adam akıllı konuşalım bu meseleyi!"

 

"Konuşacak ne kaldı ha! Senin oğlun kızımı ortada bıraktı ortada! Neyimiz kaldı konuşacak! Biz düğün yapacağız diye beklerken senin oğlun geldi kızımın suratına fırlattı yüzüğü! Daha neyini konuşacağız! Zaten bunca zamandır siz konuştunuz biz dinledik! Siz dediniz biz 'he' dedik!" Parmağını havaya kaldırıp hararetle sallamaya başlamışken Şirin kolundan tutup engel olmak istedi. Ama dinler miydi hiç Fidan hanım. Bir kere takmıştı vitesi sona. Allah sonumuzu hayreyleye...

 

"Fidan kendine gel!" İlk defa kükrer gibi çıktı Gülsüm hanımın sesi. Tehdit saçılıyordu adeta etrafa.

 

"Biz kimlere emanet edecekmişiz kızımızı! Bir de koca aşiretiz dersiniz kendinize! Biz nasıl insan içine çıkacağız düşündünüz mü siz hiç ha! Ama gönül eğlemekmiş senin oğlunun tek derdi! Gününü gün etmekmiş! Kullandı attı kızımı be! Rezil ettiniz bizi tüm Midyat'a! Tuzunuz kuru tabi! Koca ağa oğluna ne olacak değil mi! Biri olmazsa yenisi! Ama siz bizimle oynadınız oynadınız! Ortada bıraktınız kızımı ortada!"

 

"Eeeh! Yeter! Öfkelisin anlıyoruz ama kendine gel! Ortada düğün yok nikah yok! Karşımıza geçmiş 'kızımı ortada bıraktınız' deyip durma! Bir anlaşmazlık olmuş belli! Oturur konuşuruz ama sen de kapmış bohçayı gelmişsin!"

 

"Ben ne diyorum sen ne diyorsun Gülsüm! Oğlun yüzüğü suratına çarptı kızımın! Ortada bıraktınız! Daha ne kaldı konuşacak ha! Düne kadar 'biricik gelinim' diyordunuz! Ne oldu! Hani bir aile olacaktık biz! Hani benim kızım senin kızlarından farksız olacaktı bu evde! Ne oldu!" Ses tonu iyice ama iyice arşa çıktı Fidan hanımın. Dilan ise kudurdukça kuduruyordu yan tarafımızda da Bircan ablanın kendini tutması yüzünden homurdanmayla yetiniyordu.

 

"Ya beni bir salın hele..." diyordu dişlerinin arasından. Dilan dur kızım ortalık karışık zaten...

 

#tutmayınküçükenişteyisalıveringitsin

 

"Yeter!" derken Gülsüm hanımın sesi bastırdı onun bağırışını. "Adam akıllı konuşup meseleyi anlayalım derim ama derdin başka senin! Bak ben oldu bittiye gelsin istemem! Ama oğlum da o yüzüğü öyle çıkarıp attıysa olmuş demek ki bir şey! Ben hâlâ adam akıllı meselenin aslını öğrenmek isterim ama bu senin yaptığın ayıp!"

 

"Dünür olacağız, aile olacağız sanıyordum ben." Sesi düşmüştü Fidan hanımın. Ama Şirin'in 'yapma' demelerine de aldırmıyordu. "Sabrettik. Bu güne kadar hep sabrettik. Şu zaman nişan olacak dediniz, tamam dedik. Şu zaman düğün olacak dediniz, tamam dedik. Ama tek derdiniz oyalayıp da rezil etmekmiş anlaşılan bizi!"

 

"Kimsenin kimseyi oyaladığı falan yok! Kendine gel!"

 

"Biz kendimizdeyiz Gülsüm! Madem oğlunuz kızımın suratına çarptı o yüzüğü bu iş orada bitmiş demektir! Bohçanız da yüzükleriniz de altınlarınız da sizin olsun! Hayrını da görmeyin inşallah!" Kelimeleri ağzından tükürür gibi çıktıktan sonra kolunu Şirin'in elinden kurtarıp büyük kapıya doğru yürüdü. Şirin'in hıçkırık seslerini bastırıyordu öfkeli adım sesleri.

 

Hepimiz dehşete düşmüş bir sessizlikle onların gidişine bakarken hızla geri döndü Fidan hanım. "Ha bu arada!" dedi deminkinden daha öfke dolu bir sesle. "Siz bu gidişle İzolların soyu devam edecek diye çok beklersiniz! Çok beklersiniz soyumuz soylanacak, gücümüz artacak diye! Ama bu gidişle kuruyup kalacaksınız! Benden demesi!"

 

"Kelimelerine dikkat et Fidan!" diye kükredi Gülsüm hanım. Evet evet basbayağı kükredi. İşte burası tam kıyametin kopacağı noktaydı bana kalırsa. Zurna artık zırt mı zort mu derdi bilmiyorum ama kulağımda hafiften 'essela' sesi duyulur gibi olmuştu.

 

Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete. Hadi eyv..

 

"Sizin hükmünüz de bu kadarmış işte! Ağalığınız, forsunuz bu kadarmış! Siz şu lanetli kızı, düşman soyunu 'gelin' diye aldınız ya işte orada bitti sizin hükmünüz! Tabi düşman soyuna gelin diyebiliyorsan orası senin bileceğin iş!"

 

"Fidan teyze kendine gel istersen." Başımdan aşağı kayan kaynar sular duyduklarımı algılamamı güçleştirirken Seyhan tutmuştu kolumdan. Bircan abla ise sert ama dümdüz sesiyle uyarmak istemişti kan kusan kadını.

 

"Bırakır mısın Seyhan?" dedim kolumdaki elini itelemeye çalışıp.

 

"Yenge bulaşma gözünü seveyim. Bilerek yapıyor." Fısıltısı yalvarır gibiydi Seyhan'ın. Ama dinleyecek halim var mıydı! Nooooo!

 

#benibisalın

 

"Fidan!" diye daha da yükseltti sesini Gülsüm hanım.

 

"Ne oluyor burada?" iki kanadı açık konak kapısından giren Rojbin hanım ve Berfin şaşkın bakışlarını sanki karşılıklı iki cephedeymiş gibi olan bizlerin üzerinde dolaştırırken ortamıza doğru adımlamıştı. "Fidan? Gülsüm?"

 

"Hani koskoca konak, aşiret bir gelin görecekti ya. Al gördü işte. Düşmanın kızını 'gelinim' diye gezdirirsin! Onun soyunuzu devam ettirmesini beklersin." İğrenç bakışları bana dönerken sinirli soluklarım sıklaşmıştı. "Gerçi kaç ay oldu daha bir bebek haberi bile yok! Ama ne yaparsın alırsın bir kuma olur biter! Sonuçta siz isteyince oluyor ya her şey!"

 

Sesi kulaklarımda ardı arkasınca çınlarken kolumu Seyhan'ın ellerinden kurtarıp ona doğru bir adım attım.

 

"Fidan haddini aşma dedim sana!" diye yükseldi tekrardan Gülsüm hanım.

 

"Ne o yalan mı! Nerede bebek haberi! Kısır mı yoksa! Niye bir bebek haberi yok bunca aydır! Yoksa o yere göğe sığdıramadığın, aşiretin başına geçecek olan oğlun mu kısırdır!"

 

İşte tüm ipler orada koptu bende. Aileme, geldiğim yere ettiği laflar yetmemiş gibi bir de özel hayatıma bodoslama dalmıştı. Seyhan'ın beni tutmaya çalışan ellerini bir hışım iteleyip büyük adımlarla vardım Fidan hanımın önüne.

 

"Fidan hanım kendinize g-" tam böyle yükseldim içimde patlayacak olan o öfkeyi yüksek sesle dışarı atacaktım ki Gülsüm hanımın bedeni geçti önüme. Eş zamanlı olarak bileğimi de sıkıca elinin içine alırken beni arkasına çekmişti.

 

"Bana bak Fidan benim aileme laf uzatanın dilini keserim haberin olsun! Senin diline doladığın Baran bu toprakların ağası, görüp görebileceğin en büyük aşiretin de veliahdıdır! Ayrıca bu kız da onun nikahlı karısı, İzolların gelini benim de kızımdır!"

 

Etrafa derin hem de depderin bir sessizlik çöktü. Tepede bir serçe öttü uzun uzun. Onun dışında nefes sesleri bile duyulmadı.

 

"Şimdi defol git buradan haydi! Bundan sonra değil buraya ayak basmak geçtiğimiz yollara bile adım atarsan sizin için hiç iyi olmaz! Hem kime diyorsan de Baran bu aşiretin ağası, Elif de onun karısıdır! Bir daha evlatlarıma dil uzattığını duyarsam seni bu diyardan silerim! HAYDE!"

 

O sırada herkes şok...

 

🔥

 

"Nasıl yani ya?" derken kıkırdadı telefonun ucundaki Şilan. "Bayağı bayağı senin elinden tutup 'kızım' mı dedi?" kahkaha attı. Hatta bana kalırsa şimdi her nerede oturuyorsa iki büklüm olmuş doğuştan yanık esmer teninde gülmenin etkisiyle kırmızılıklar da yer edinmişti. Çünkü çok gülünce nefesi kesilir sonra da kızarırdı domates misali.

 

"Dedi valla..." diye mırıldanırken avluda sola doğru adımlamaya başladım. Bir elimle de sıkı sıkı içi kitap dolu çantamı tutuyordum. Dershaneden geleli yaklaşık kırk dakika olmuştu ama Şilan ve Leyla telefonda beni oyaladıkları kadar oyalıyorlardı. Parmaklarım uyuşmuştu telefonu kulağımda tutarken.

 

"Ya gülüp durma!" diye çıkıştı Leyla. Sesini haşır huşur kağıt sesleri destekliyordu. "Duyamadım hiçbir ayrıntıyı!"

 

"Üç kere anlattım Leyla." Derken gözlerimi devirdim. "Nasıl anlamadın Allah aşkına."

 

"Ay kuzucuğum!" diye çıkıştı. "Ama sen Gülsüm hanım seni tam arkasına çekerken avludakilerin yüz ifadesinden bahsetmedin mesela. Anlattıysan bile Şilan'ın gülmeleri yüzünden anlayamadım!"

 

"Allah aşkına..." derken daha büyük kahkaha atması kulağımdan telefonu uzaklaştırmama neden olmuştu. "Kız kendi şaşkınlığından milletin yüz ifadesini nasıl görebilir!"

 

"Görebilir elbette Şilan! Gördün değil mi kuzucuğum?"

 

"Valla yeter." Sıkıntılı bir soluk verdim duysunlar diye. "Çenem ağrıdı ya..."

 

"Tekrar anlat Elif. Gülsüm hanım sana nasıl 'kızım' dedi tekrar anlat! Lütfen!" Laubali bir tona büründü bir anda Şilan'ın sesi. Ah şimdi yanımda olacaktı. Dolayacaktım ellerime o uzun gür saçlarını. Nasıl güzel oluyordu onu yolmak anlatamam.

 

"Ya sizin işiniz gücünüz yok mu!" diye çemkirmem ikisinin de kıkırdamalarıyla cevap buldu. "Üç kere anlattım aynı şeyi."

 

"Ay ben hâlâ tam detaylı dinleyemedim. Bir yandan elimdeki projeyle uğraşıyorum."

 

"Kapatın artık ya. Valla eve geleli kaç dakika oldu içeri giremedim. Dondum bahçede. Ayrıca bir daha size bir şey anlatmayacağım ya. Başımı ağrıttınız ha!" adımlarımı konağa yönlendirdiğimde Leyla homurdandı, Şilan ise kıkırdamasını sürdürdü. Hatta 'Bir daha anlat' diye başlamıştı ki telefonu suratlarına kapatmamla bu muhabbet nihayet son buldu. En azından şimdilik. Emindim ki ilk fırsatta tekrar ve daha detaylı bu konuyu açıp dalga geçeceklerdi.

 

Onlar işin Cihan ve Şirin ayrılığı boyutunda değillerdi. Onlar, Gülsüm hanımın herkes içinde verdiği tepkideydiler. Oysa bunu Gülsüm hanımın kendi itibarı ve soyadının itibarını korumak için yaptığı bir hamle olduğunu bilmeleri lazımdı. Bilseler bile onlar dalga geçme niyetindeydiler ya. Neyse...

 

Gerçi hepimiz biliyor hepimiz farkındaydık gerçeğin. Mesele Cihan ve Şirin arasındaki mesele olmaktan çıkmıştı. Mesele iki ailenin bozulan bu nişanı kurtarmaya çalışmasından çıkmıştı. Mesele Fidan hanımın kızının üzüntüsünün hesabını sormaktan çıkmıştı. Onun buraya gelirken ki tek derdi bu nişanı kurtarmaya çalışmak değil de içindeki kin ve nefreti kusmaktı. Cihan'a yapılan, yaptıkları büyük haksızlıktı. Parası, zamanı değildi iş. Duyguları, kalbiyle oynanmıştı. Bir şehirde hüküm sürmek için birinin duygularını ezmeye çalışmışlardı. Bohçayı fırlatıp bağırıp çağırarak da bu yaptıklarını örtbas etmeye çalışıyorlardı. En azından bana göre öyleydi.

 

Ne Şirin'e ne de Fidan hanıma bir şeycik olmazdı. Onlara tek olan kendi deyimleriyle 'yağlı kapıyı' kaçırmak olmuştu. Onlar sadece buna üzülecekti. İzol ailesine de bir şey olmazdı. Bu mesele unutulur, üstü kapatılır hatta hiç hatırlanmazdı bile. Ama olan Cihan'a olmuştu. Harcadığı paraları misliyle kazanırdı, ona şüphe yoktu. Kaybettiği zamanı zamanla unuturdu. Ona da şüphe yoktu. Peki ya kırılan kalbi? Kaybettiği, sarsılan güveni?

 

İşte buna ne zaman yeterdi ne de para. İyi olmasını bekliyorduk hepimiz hatta iyi olacağından da emindik ama biliyorduk ki Cihan artık eski Cihan olmayacaktı bir daha.

 

Zaten geçen şu kısacık sürede bile bambaşka biri haline gelivermişti. Çok az konuşuyor eğer bir şey sormazsak asla cevaplamıyordu. Cevapları tek kelimeden öteye geçemiyor bunu yaparken de asla göz teması kurmuyordu bizimle. Yemeklere inmiyor, etrafta görünmüyordu. Oysa Cihan her şeyin içinde olurdu. Onun olduğu ortamda ışıklar parlak, renkler canlı olurdu. Fakat onun kısılan sesiyle birlikte renkler griye dönüvermişti.

 

Her daim jilet gibi giyinen, moda dergilerinden fırlayan modeller gibi olmaktan da çıkmıştı. Giydiği eşofmanlar günlerce üstünden çıkmıyordu. Her daim fönlü saçları artık uzamış ve darmadağınıktı. Sakallarını söylemiyordum bile. Cihan artık Cihan değildi.

 

Cihan artık hiçbir zaman eski Cihan da olamayacaktı.

 

İçimde Cihan'a olan buruklukla beraber telefonumu cebime tıkıştırıp artık bir ton ağırlığına ulaşan çantamla birlikte yürüdüm içeri. Üşümüştüm. Sıcak hava içimi titretip giderken silkinmek zorunda kaldım. Gidip sıcak bir duş almalı akşama kadar birazcık olsun dinlenmeliydim. Sonrası için mükemmel bir ders çalışma planım vardı. Belki de Baran bana fizik anlatırdı.

 

Bu düşünceme kıkırdarken merdivenlere doğru yürümüştüm ki salondan yükselen seslerle adımlarım yavaşladı.

 

"Buraya da gelecek mi peki?" diyordu Rojbin hanım. Buradaydı. Gerçi ben niye onun burada olduğunu garipsiyordum ki? Olmadığı daha tuhaftı esasen.

 

"Yok." Diye hızlı bir itiraz gelmişti Gülsüm hanımdan. "Gelir mi hiç buraya? Nasıl gelsin?"

 

"Kaç sene oldu görmeyeli? Altı sene oldu mu?" dedi yine meraklı tınılarıyla Rojbin hanım.

 

"Geçti..." diye hoşnutsuz bir mırıltı çıktı Gülsüm hanımdan.

 

"Bilmiyor değil mi?" diye sürdürdü soru sormayı Rojbin hanım.

 

"Tamam Rojbin sorup durma. Bilmiyor tabi ki." Bu sefer bir çıkışma gibiydi Gülsüm hanımın cevabı.

 

"Bilse böyle olur mu acaba? Gerçi neyini bilmiyorsa? En azından bilse burada olmazdı. İyi olurdu bizim için."

 

"Rojbin yeter. Karışmayacağız bu meseleye. Duydun mu?" Gözlerimi hafifçe kısarken kapının kenarından bakmaya çalıştım içeri ama kafasını benden yana döndüren Ümmü halayla birlikte toparlanmak zorunda kaldım. Kadın beni böyle görünce şey gibi olmuştu. Şey... Kapı dinliyor gibi...

 

"Aa Elif geldin mi?" dedi hızlıca yerinden kalkarken. "Erken mi döndün sen?"

 

"Yok." Derken beni sarmalayan kollarının arasında hareketsiz kalıvermiştim. "Aynı geldim aslında."

 

"Han ya burası zaten. Kimin ne vakit gelip gittiği belli değil." Rojbin hanımın homurtusu yükseldi arkadan.

 

"Bir şey mi dediniz Rojbin hanım?" dedim Ümmü halanın kolları arasından çekilirken dümdüz ruhsuz bakışlarımı Rojbin hanımın memnuniyetsiz suratına çevirdim.

 

"Diyorum ki iyi alıştın. Bozanların kızı kafasına göre istediğini yapıyor." Ne zaman ve nasıl beni sinir edeceğini çok ama çok iyi biliyordu. Gerçi normal hali bile sinir olmama yetiyordu ya neyse. Derin bir nefes aldım ve dudaklarıma hiç de inandırıcı olmayan bir gülümseme yerleştirdim. Yapacağım şey hiç benlik bir şey değildi hatta kimseye yakıştırmadığım bir şeydi ama içimdeki 'Hadi morart şunu' diyen sese de maalesef kayıtsız kalamadım.

 

"Kocam sağ olsun."

 

Alev topunu andıran bakışları hızla bana çevrilirken bir şey demek için dudaklarını aralamıştı ama hemen sonra vazgeçip sımsıkı birbirine bastırdı. Ümmü hala kıkırdarken Gülsüm hanım da ayağa kalkıp bize doğru atmıştı adımlarını. Ben de kolumdaki çantayı sıkı sıkı tutup yukarı çıkmak için geri bir adım attım. Ama Gülsüm hanımın sesi durdurdu attığım adımlarımı.

 

"Bekle hele gelin." İlk başta bana demiyor diye oralı olmadım ama Ümmü halanın aramızda gelip giden bakışlarıyla gizleyemediğim şaşkınlığımla geri döndüm.

 

"Bana mı dediniz?"

 

"Başka gelin mi var burada?"

 

"Ne bileyim?" diye dudak kıvırırken Ümmü halanın yüzünde tedirgin bir tebessüm oluşmuştu. Sanırım bana garip geldiği gibi ona da garip gelmişti.

 

"Yarın bohça iadesine gidilecek." Dedi bizim şaşkın kirpik kırpıştırmalarımızı es geçip.

 

"Bohça iadesi mi?" diye tepkiyi ise benim yerime Ümmü hala vermişti.

 

"Anlayamadım ama bohçayla benim alakam nedir?"

 

"Evin gelini olarak seninle gidilmesi münasiptir. Yarın işini gücünü bırak beraberce gidip şu bohçayı verelim." Sanırım bugün 'Dünya Elif'i Şaşırtma Günü' falandı. Ya da Gülsüm hanımın kafasına bir şeyler de olmuş olabilirdi. Bana kalırsa bunun başka açıklaması da yoktu.

 

"Sabah erkenden gider veririz." Diye de alt yazı geçti ben zerre tepki vermeyince.

 

"Gerek yok Gülsüm hanım." Dedim ciddi bir sesle.

 

"Gidilecek dedim gelin. Duydun değil mi?" o ise ısrarcıydı bu dediğinde ama ben bunu kastetmiyordum.

 

"Bakın soyadınızı, itibarınızı korumak için bana iyi davranmak zorunda değilsiniz. Herkesin içinde de 'kızımdır, gelinimdir' demenize de gerek yok. Ben aramızdaki uçurumun farkındayım. Oraya benimle gitmek mecburiyetinde de değilsiniz. Ayrıca soyadınız için beni kullanmanız gerekmiyor." Baktı yüzüme öylece. Derin bir sessizlik çökerken aramıza bana doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi azalttı.

 

"Ben yalan söylemem. Söylemeyi de sevmem. Ben gerçek neyse onu söylerim. Dün avluda, bugün burada dediklerim gibi. Duydun mu gelin? Yarın o bohça verilecek ve buna sen de eşlik edeceksin Elif İzol." Başındaki şalını düzeltip yanımızdan otoriter adımlarla geçip gitti.

 

"Anaaam." Diye şaşkın tepkisini gizleyemedi Ümmü hala. "Tüylerim diken diken oldu vallahi." Olabilirdi. Çünkü benim de ondan farkım kalmamıştı.

 

Şokum şaşmıştı ne yalan diyeyim.

 

Eh tabi ben o şokla zar zor odaya çıkıp zar zor üstümü değiştirmiştim. Şoklar denizinde acemi bir balıktım iki gündür ne diyeyim.

 

Yani Gülsüm hanıma bu denli şaşıracaksın deseler hayatta inanmaz 'Defolun oradan' diye de çirkin bir tabir kullanırdım. Ama insan sanırım tükürdüğünü yalıyordu. Ben şaşırmam diyerek yalamış, Gülsüm hanım da 'gelinim, kızım' diyerek yalamıştı tükürüğünü.

 

Bu olanları, Gülsüm hanımın dediklerini bizim kızlara anlatsam sanırım önümüzdeki beş yıl asla kurtulamazdım dillerinden. Zaten dünden beri başımın etini yemişlerdi. Hele de bu olanı duysalar ne yaparlardı kim bilir.

 

Onları aramak için elime aldığım telefonu vazgeçip cebime koyarken mutfağa inmiştim. Akşam yemeğine daha birkaç saat olduğundan kazınan midem için bir şeyler atıştırmak şimdilik en iyi şey olacaktı benim için.

 

Masanın üzerindeki çikolatalı kurabiyelerden birini ağzıma atarken bakışlarımı pencereden dışarı çevirdim. Uyurum diye düşünürken yaşadığım şok tüm yorgunluğumu almış, uykumu da kaçırıvermişti.

 

Fatma abla vardı dışarıda. Elindeki tepsinin içinde her ne varsa korumaları başına toplamış onlara bir şeyler yedireceğim diye uğraşıyordu. Vallahi çok anaç bir kadındı. Koskoca kalabalık konak halkına yetişiyor dışarıdaki korumalara yetişiyor yetmiyor bir de çalışanlara yetişiyordu. Hakkı nasıl ödenirdi bilmiyorum. Kıkırdadım kendi kendime. Yerimden kalkıp dışarı çıktım.

 

"Fatma sultan." Dedim eindeki boş tepsiyle kümese doğru yürürken. ""Ne yapıyorsun?"

 

"Aa Elif kızım. Geldin mi? Ne yapayım be kızım. Bizim çocuklara sıcak sıcak börek yaptıydım. Onu verdim. Şimdi de kümesi temizleyip kileri düzenleyeceğim."

 

"Ee yardım edeyim ben sana?" dedim uzanıp elindeki tepsiyi alırken.

 

"Olur mu öyle şey? Ben yaparım. Ben ne güne duruyorum. Hem sen okuldan geldin yorgunsundur. Sana da börek vereyim. Vardı içeride. Patatesli."

 

"Yok." Dedim gülmeli burun kıvırmalı bir edayla. Börek tahammülsüzlüğü vardı bende. "Dokunuyor bana. eline sağlık." her ne kadar Berfin yapmıyor olsa da börek görmek istemiyordum. Hele yemek hiç! "Ben şunu mutfağa bırakayım beraber düzenleyelim kileri."

 

"Vallahi Ruken yapacaktı onu ama çarşıya gittiydi gelmedi daha."

 

"Olsun olsun beraber yaparız." Dedim elimdeki tepsiyle geri mutfağa dönüp. Zaten tek başına epey yorulmuştu. Elimdeki tepsiyi yıkadım sonra da oratalığı hızlıca toparladım. Ellerimi kurulamak için etrafta havlu ararken Murat abini mutfağın kapısından içeri hızlıca girmesiyle kapının ardında durup kaldım. Fark etmemişti beni. Görmemişti.

 

"Konuşacağız." Diyordu kısık bir sesle kulağında tuttuğu telefona. Telaşla etrafına bakınırken beni fark etmesin diye de nefesimi tutmuştum. Kapının ve duvarın arasındaki o küçük alanda kalakalmıştım. Yüreğim ağzımda atarken zihnimde zonklayan tek şey Bircan ablanın adı olmuştu.

 

"Tamam. Ben geleceğim bekle beni." Fısıltısından sinirli olduğu anlaşılıyordu. "Bekle dedim sana duymuyor musun? Bekle. Ben geleceğim, konuşacağız. Kimse fark etmeyecek korkma." Telefonu kapattıktan sonra hızla cebine atmış ve lavaboya doğru yürümüştü. Bense olduğum yerde daha da pustum. Bardağa doldurduğu su sesinden ve hızlı nefeslerinden su içtiğini anlamıştım. Zaten hemen sonra da bahçeye açılan kapıdan hızlıca çıkıp gitmişti.

 

Nereye gidecek diye sordu korkuyla içimdeki ses. Aklıma tek bir şey geliyordu benim de.

 

Hızlıca olduğum yerden çıkarken ben bahçeye açılan kapıdan değil de konağın içinden geçerek atmıştım kendimi dışarı. Elimdeki telefondan ise Baran'ı adını bulmaya çalışıyordum bir yandan.

 

"Yenge nereye?" benim arabalara doğru hızlı adımlarla yürüdüğümü gören Salim elindeki çay bardağını hızlıca bırakıp yaslandığı duvardan çekilirken bana doğru adımlamıştı.

 

"Şirkete gidiyorum." Diye kestirip atmak istedim ama koca bedeni sanki engel olmak ister gibi durmuştu önümde. Gürsel konaktan gönderildiğinden beri Baran'ın isteğiyle her adımıma Salim eşlik eder olmuştu. "Çekilir misin?"

 

Eğer Baran koruma yerine yanıma bir duvar verse daha iyi olurdu. Zira Salim'in tek yaptığı gergin havasıyla adımlarıma eşlik etmek ve sadece gelip gideceğim yeri sormak oluyordu o kadar. Çok geriyordu beni. Aşırı hem de.

 

Onun bedeninin yanından hızlı adımlarla arabalara doğru yürürken düz sesi durdurdu beni. "Yenge bu taraftan." Bir de böyle direktifleri yok muydu. Vallahi çok geriyordu beni.

 

Ama şimdiki gerginliğimin üzerine bir de onun gerginliğini eklemek yerine hızlı adımlarla gösterdiği arabaya geçtim ve uzanıp kemerimi taktım. Bir yandan da telefondan Baran'ın numarasını tuşlayıp kulağıma götürdüm ama cevaplayan olmadı.

 

"Baran neden açmıyor?" diye mırıldanırken tekrar aradım.

 

"Toplantısı var bugün. Açamaz."

 

"Hay böyle işe..." diye mırıldanırken telefonu sinirle dizlerimin üzerine bıraktım. Bir an önce şirkete gitmeli az da olsa duyduğum şeyi Baran'a anlatmalıydım. "Hızlı gidebilir miyiz?" dedim çekingen bir şekilde. Gürsel olmuş olsaydı 'bas gaza hadi' diye bağırıyor olurdum muhtemelen. Ama Salim'den çekinerek rica ediyordum. O da 'niye' falan demeden hızımızı artırırken ben tekrar uzandım telefona. Belki açardı ha?

 

Mükemmel bir hızda geldiğimiz şirkette kapıda duran koruma beni hemen tanımış kapıyı tutmuştu. Girişte oturan ve kara kapaklımda adı koyu harflerle yazılı Selma ise baş selamı vermeye çalışmış ama ben hızlıca asansörlere yürüdüğüm için gerisin geri oturmuştu.

 

Asansör Baran'ın odasının katında durduğunda da hızlı adımlarla Salim'i bile beklemeden koridorun sonuna adımlamıştım.

 

"Bir dakika." Diye apar topar ayağa kalkmıştı onun odasının önünde oturan kara kapaklımda Selma gibi adı yazılı olan Bade. Sanırım yine 'sizi alamam' diye ortalığı ayağa kaldıracaktı.

 

"İşim acil." Diye vurgu yapmam onun telaşlı adımlarına mani olamamıştı.

 

"Baran bey odasında değil. Toplantı odasında."

 

"Ne zaman biter toplantı?" telaşlı sesim kızın yüzünde anlaşılmadığımı belirten bir ifadeye neden olmuştu.

 

"Bilemiyorum."

 

"Tamam. Beklerim ben." Onun bedenini geçip hızlıca odaya girdim.

 

Sağa adımladım sola adımladım. Pencereyi açıp nefeslendim. Krem renkli koltuklara oturdum kalktım ama zaman geçmek bilmedi. Odada kaç tur attım sayamadım.

 

"Ne bitmez toplantıymış..." diye söylenirken Baran'ın masasının arkasına dolaşmıştım. Bakışlarım koltuğunun arkasındaki bölmeye tek tek yerleştirilen ödüllerin, başarı belgelerinin üzerinde dolaşırken içimdeki tedirginlikle boğuşuyordum.

 

Masaya yaslanıp başımı ellerimin arasına aldım. Stresten bayılıverecek haldeydim. Belki de ben abartıyordum bilmiyorum. Belki işle ilgili bir şey konusunda biriyle buluşacaktı. Belki bir yere uğraması lazımdı.

 

O zaman niye gizli kapaklı yapar gibi bir hali vardı diye araya girdi iç sesim.

 

"Offf..." diye sıkıntılı bir nefes verirken saçlarımı çekiştirdim. O sırada hafif açık duran en üst çekmecedeki yeşil renkli kutu ilişti gözüme. Benim ilaç kutum...

 

"Burada da mı Baran..." diye mırıldanırken buldum kendimi. Çekmeceyi açıp ilaç kutusunu elime alırken anlık olarak sinirim stresim her şeyim uçup gidivermişti. Hatta gözlerim de dolmuştu bir miktar. Böyle erime noktasına gelmiş salıvermiştim kendimi.

 

İçimde bir şeyler pır pır ederken kapının sesini duydum.

 

"Yahu baba sen gelme dedim ama." Mehmet ağaydı bu. 'Baba' dediğine göre Hüseyin İzol da buradaydı. Elimdeki ilaç kutumu sıkı sıkı tutarken nereye adımlayacağımı bilememiştim. Niye bilmiyorum ama müthiş bir korku ve saklanma isteği dolmuştu içime.

 

Masanın altına çöküverdim.

 

"Ne zamandan beri size sorar oldum ben nereye gidip nereye gitmeyeceğimi!" Sertçe yükselmişti Hüseyin İzol'un sesi. Gerçi adamın normal tonda konuştuğu bir an bile olmuyordu ki. Hep bu perdeden hep bu notadandı kelimeleri.

 

"Madem bu kadar bu dosyayı görmek istiyorsun biz eve getirirdik. Yoruyorsun kendini diye şey ettim."

 

"Etme." Ters bir şekilde söylenirken hışırtılarından koltuklara oturduklarını anlamıştım. Ben nasıl çıkacaktım peki buradan! Ben hangi kafayla saklanmıştım ki zaten buraya! Dümdüz dursaydım ya! Ne diyeceklerdi sanki! Saklanmak neydi! Acaba çıksa mıydım?

 

Yok artık ne diyeceksin peki diye yine araya girdi içimdeki ses. Haksız da değildi. Böyle masanın altından çıkmak da ne bileyim yani şey gibi olacaktı. Şey... Yırtık çoraptan kaçan parmak gibi...

 

Olduğum yerde kapana kısılmış gibiydim. Hatta gibisi fazla direkt kapana kısılmıştım. Hayır bok vardı masanın altına girmekle. Ama ne yapayım panik yapmıştım. Gerçi neyine panik yapıyorsam...

 

Ben benim aklımı seveyim...

 

Kendi kendime göz devirirken bacaklarımı daha da karnıma çekip nefes bile almamaya çalıştım.

 

"Saat kaç gibi dönecekmiş?" diye soran Hüseyin İzol'la içimde verdiğim savaşa bile bir 'dur' verdim.

 

"Muhtemelen gece yarısı." Sıkıntılı bir soluk verdiğini duydum Mehmet ağanın.

 

"Ne oldu?" dedi babası. "Niye canın sıkıldı?"

 

"Bu doğru değil baba. Yani çok yanlış. Böyle olmamalıydı."

 

"Ya nasıl olacaktı?" diyen Hüseyin İzol'un sesi pek soru sorar gibi değildi bana kalırsa.

 

"Başımız ağrıyacak biliyorsun değil mi? Hem-" Kapı açılınca cümlesini tamamlayamadı.

 

"Baba? Dede?" Baran'ın sesi doldu odaya. Derin bir nefes mi alsaydım yoksa içimde şişeni mi verseydim bilmiyorum ama umarım beni buradan çıkarırdı. Hadi hemencecik yollasındı dedesiyle babasını. Hadi hadi!

 

"Hah nerede kaldın oğlum ya?"

 

"Toplantı uzadı. Siz hayırdır ne için geldiniz?" Şu masanın yanına gelse beni görürdü. Sonra da hemen dedesiyle babasını çıkarırdı değil mi? Lütfeeeeen!

 

"Hayır hayır." Diye onun gerginliğini almak ister gibi konuştu Mehmet ağa. "Bizim köydeki araziler için. Konuşmuştuk ya evde. Hani şu icar işlemleri için. Deden dosyaları görmek istedi de."

 

"Ee deseydiniz ben eve getirirdim. Niye zahmet ettiniz?" Baran'ın adım sesleri masaya yaklaştı. Hadi koçum fark et artık beni!

 

"Dedim ben ama deden işte."

 

"Eeh size ne be! Gelmek istedim geldim! Kendi şirketime de gelemeyeceksem!"

 

"Yok dede." Derken adımları tam önümde durdu. "Zahmet etme diye demiş babam. Neyse geldiysen bakalım."

 

"Bakalım bakalım. Kalmasın dedenin aklı."

 

"Senin toplantı niye uzadı?" diye huysuzca söylendi Hüseyin İzol. Yahu boşverseydi ya toplantıyı falan. Baran ne güzel hallediyordu onluk bir şey yoktu ki. Sormasındı. Hemen gitsindi.

 

"Şu başlattığım otel inşaatı." Derken koltuğuna oturdu nihayet. "Cihan çekilince çizimler." Durdu. Masada hışırtılar oldu.

 

"Ne oldu oğlum?" dedi Mehmet ağa.

 

"Bir şey yok. Bir koku aldım da." Üzerindeki göleği düzeltmeye çalıştığını gördüm zar zor olduğum yerden. K9'du mübarek. "Kahve ya da çay? İster misiniz?" İstemezlerdi! Ya bu adamın derdi neydi! Göndersindi çabucak şunları! Hem içmezlerdi bence. Dosyaya bakıp gideceklerdi.

 

"Ben demli bir çay alırım." Dedi Hüseyin İzol. Olduğum yerde yıkılmama son biiir! Yahu bu yaşta demli çay mı içilirdi hem!

 

Oflamamak için dudaklarımı ısırırken içime içime çığırdım bir yandan.

 

"Şu geçen sene Haşimoğullarına icarlanan Aşağı Söğütlü'nün kağıtlarını versene bir." Dedi Hüseyin İzol. Konağa geldiğim beş buçuk aylık sürede zerre işle, şirketle, parayla işi olmayan adamın ben orada olduğum gün mü tüm bunlarla aynı anda ilgileneceği tutmuştu bilmiyorum ama patlayıverecektim. Vallahi billahi patlayıverecektim.

 

"Burada." Derken demin benim açtığım çekmecenin altındaki çekmeceye uzandı ve bir dosya çıkardı. Aferindi ona. Beni fark etmesindi. Ben burada kalaydım böyle. Aferindi.

 

Ben patlamak üzereyken Bade odaya çay servisi yaptı, Hüseyin İzol ardı arkasınca dosyalar istedi ama Baran beni fark etmedi! Vallahi buradan çıkınca o kulaklarını koparacaktım! Ant içmiştim!

 

"Bak şunlar da küçük tarlanın dosyası." Dediğinde daha fazla dayanamayıp ayak bileğini dürtükledim. "Hem o-" Fark etmiş olacak ki cümlesini yarıda kesti.

 

"Ne oldu Baran?" dedi babası.

 

"Bir şey yok." Hafifçe ayağını oynattı. Fark etmemişti! Vallahi ağlayıverecektim. "Şu alttakiler de Yukarı Söğüt-" daha hızlı ve sertçe dürttüm bu sefer. Sustu yine.

 

"Baran? Ya bunun mali dökümleri?" Ama cevap vermedi Baran. O sırada yere bir kalem düştü. Tam önüme. Ardından da o eğildi. Göz göze geldik. Kalemi parmaklarımın arasına alıp ona doğru uzatırken gülümsedim. Yüzü şaşkınlıktan değişik bir hal alırken kalemi almadan hızlıca doğrulmaya çalıştı ama kafasını 'dank' diye vurdu masanın kenarına.

 

"Oğlum ne oluyor!" diye yükseldi Hüseyin İzol'un sesi. "Yarım yamalak cevap veriyorsun. Mali dökümler nerede! Hani bunu kayıtları!" benim içim gitmişti onun kafasını vuruşuna.

 

"Şey..." diyecek oldu. "Dökümler... Mali..."

 

"Oğlum sen iyi misin? Kafanı da çarptın zaten."

 

"Dur dur baba!" dedi hızlıca. Adım sesleri yaklaşmıştı masaya doğru. "İyiyim." Sanırım onun gelmesine engel oluyordu.

 

"Mali dökümler!" diye diretti Hüseyin İzol.

 

"Şöyle yapalım. Ben akşam o dosyaları getireyim. Şimdi neredeler bilmiyorum."

 

"Bilmiyorum mu?" diye yükseldi bu sefer de Hüseyin İzol. "Nasıl bilmezsin ya? Sen ilgileniyorsun ya bunlarla! Böyle sorumsuzluk mu olur?"

 

"Ben onları düzenledim de nereye koydum emin değilim. Akşam getiririm. Şimdi dikkatim çok dağınık biliyor musunuz hatırlayamıyorum. Bade'ye baktırırım ben."

 

"Ee iyi çıkalım o zaman." Dedi bu sefer de Mehmet ağa. "Zaten yorulmuşsun. Dediğin gibi kafan kim bilir nerede?"

 

"Kim bilir?" diye fısıldarken fısıltımı Baran'ın yüksek sesli öksürükleri bastırdı. "Helal helal." Deyip bacağına vurmam ise öksürmelerini daha da şiddetlendirdi.

 

"Ee hadi çıkalım." Dedi bu sefer de Hüseyin İzol. "Hadi Baran."

 

"Siz gidin. Ben dosyalara bakayım gelirim arkanızdan."

 

"İyi madem." Dedikten sonra kapı sesi duyulur duyulmaz Baran koltuğunu hızla geri itip eğilmişti bana doğru.

 

"Elif? Kızım sen ne yapıyorsun burada?"

 

"Sürpriz demek isterdim ama..." derken ona tutunup nefes nefese çıkmaya çalıştım. Beni kuvvetlice çekmişti yukarı. "Ama bir haber getirdim." Yüzüme, ağzıma dolanan saçlarımı nefes nefese geri iteledim.

 

"Haber mi? Ne haberi? Ne oluyor?"

 

"Senin başın iyi mi? Çok kötü vurdun." Kafasına bakmaya çalıştım.

 

"İyiyim ben. Şaşkınlıktan oldu. Sen ne haberi getirdin?"

 

"Murat abiyi takip eden biri var mı?" dedim hızlıca.

 

"Vardı. Ne yaptı? Bir şey mi yaptı?"

 

"Sanırım o gece gördüğümüz her kimse onunla buluşacak. Sanırım." Şaşkınlıkla açılmıştı gözleri.

 

"Nasıl ya? Sen nereden biliyorsun?"

 

"Konuşurken duydum. Mutfakta gizli bir şekilde konuştu telefonla. Seni aradım ama toplantıda olduğun için açmadın. Ben de gelmek zorunda kaldım. Sonra işte seni beklerken masanın altına girdim." Yüzümü buruşturdum en son dediğime.

 

"Bir dakika." Derken masanın üzerindeki telefonunu aldı ve birinin adını tuşlayıp kulağına götürdü. "İhsan. Neredesin? Takiptesin değil mi? Peki kim var yanında? Tamam. Tamam kapat." Derin bir nefes aldı.

 

"Ne oldu?" dedim hızla. Peşindeki adamı aramıştı. Neredeydi? Kimdi?

 

"Çarşıdaymış. Kimse yok dedi. Yalnızmış."

 

"Ama buluşacağım demişti. Bekle demişti."

 

"Belli ki gelmemiş beklediği." Suratım düşerken ellerimi kendi elleri arasına aldı. "Tamam sıkma canını. Kim olduğunu öğreneceğiz merak etme."

 

"Ne bileyim çok stres yaptım. Bulduk sandım."

 

"Sıkma sen canını." Uzanıp alnıma sıcak bir öpücük bıraktı. "Sen nasıl girdin o masanın altına ya?" derken güldü hafifçe.

 

"Dalga geçme..." diye mırıldandım.

 

"Aklım çıktı seni görünce. Ama anlamalıydım. Kokun vardı odada. Afalladım zaten."

 

"Maşallah ne burun var sende de." Derken ben de gülmeye çalıştım.

 

"Ne yapalım senin kokuna hassasız böyle. Sonra bacağıma vurulunca 'ne oluyor' dedim." Güldüm daha çok. "Sen benim aklımı almaya yemin falan mı ettin?"

 

"Bilmem." Derken kollarımı sarmaya çalıştım gövdesine.

 

"Ben de niye soruyorsam." Derken iç çekti. Eh erime noktamıza ulaştık bu dediğiyle. Ama toparlamamız da lazımdı şimdi kendimizi. Biz buraya çok mühim bir mesele yüzünden gelmiştik. Hem şirketteydik.

 

"Baran..." diye mırıldanırken gözlerine bakmaya çalıştım. "Ben Bircan abla içi kendimi çok suçluyorum. Sanki konuşmadığımız her an bu suçlulukta payımız artıyor." Derin bir nefes aldı ve saçlarımın arasına bir öpücük bırakıp beni göğsüne yasladı.

 

"Benim de senden bir farkım yok..." diye mırıldandı o da.

 

"Peki ne yapacağız? Daha kim olduğunu bilmiyoruz bile."

 

"Öğreneceğiz merak etme." İnanmak istedim. Bu ihtimale sarılıp içimdeki umudu büyütmek istedim. Ve biliyordum ki o da benim gibi istiyordu bunu. Hatta o umuda sarılmak falan peşinde değildi. Direkt çözmek istiyordu ama Bircan ablanın sağlık durumu ortadaydı. Kadın zaten çok zor bir dönemden geçerken bir de böyle bir şeyi asla kaldıramazdı.

 

"İnşallah." Diye teselli etmekte buldum çareyi.

 

İnşallah Bircan abla bu durumdan en kısa sürede kurtulurdu.

 

🔥

 

"Bir çay alabilir miyim?" dedim çantamdan cüzdanımı çıkarmaya çalışırken. Cüzdanımı bulduktan sonra çok da kalabalık olmayan kantinde dolaştırdım bakışlarımı. Pencere kenarındaki masada oturan Asmin'i gördüğümde ise bir çay daha istedim ve kantincinin verdiği çayları küçük tepsiye koyup Asmin'in yanına doğru yürümeye başladım.

 

Başı ellerinin arasında önündeki notlarla bakışıyordu. Canı da bir hayli sıkkın duruyordu.

 

"Günaydın." Dedim onun can sıkıntısına ters bir neşeyle. "Sirkelerin kaç para?"

 

"Ne?" derken bakışlarını bana kaldırmıştı.

 

"Sirke satıyorsun ya. Onu diyorum. Ne kadar? Hayırdır ne bu hal?" Karşısındaki sandalyeye yerleşirken çayın birini onun önüne doğru iteledim.

 

"Deneme sonuçları..." diye sıkıntıyla mırıldandı. "Ya yapamayacak mıyım acaba ben Elif ya? Ne bileyim zaten mis gibi hemşire olmuşum bıraksam mı acaba şu doktorluk sevdasını?"

 

"Ee böyle düşünüyorsan bırak gitsin." Dedim omuz silkip.

 

"Ciddi misin?" dedi benim ciddi tavrım karşısında.

 

"Niye kendinden bu kadar umutsuzsun anlayamıyorum. İlk tökezlemede bırakılacak bir şey değil bu. Sen buraya bunun hayaliyle gelmedin mi? İstediğin meslek için çıkmadın mı bu yola? Eee? Ne bırakması o zaman ya?"

 

"Doğru söylüyorsun aslında..." diye mırıldandı buruk bir tebessümle.

 

"Bir daha duymayacağım." Uzanıp koluna vurdum hafifçe.

 

"Senin deneme sonuçların iyi." Dedi önündeki kağıda bakarken. "Netlerine baksana."

 

"Bakayım." Dedim onun önündeki kağıdı alırken. Gözlerim gururla ışıldamıştı yalan söyleyemeyeceğim. İçime dolan huzurla gülümseyip telefonuma uzandım. Notlarımın fotoğrafını çektikten sonra Baran'a gönderdim.

 

Karınla gurur duymalısın 😊

 

(8.55)

 

Yazdığım mesaja gülümserken cevap gecikmemişti

 

Onu hep yapıyorum güzelim

 

Girmedin mi daha derse?

 

(8.55)

 

Beş dakikaya başlayacak

 

(8.56)

 

İyi dersler güzelim

 

Ben de toplantıda olacağım. Öğle arası alırım seni. Beraber yemek yeriz.

 

(8.56)

 

Gülümseyip 'olur' gibisinden mesajı cevaplarken bana bön bön bakan Asmin'e çevrildi bakışlarım.

 

"Bence hayatımda aşk eksik. Ben o yüzden bu netleri yükseltemiyorum." Yanaklarını şişirdikten sonra ellerinin arasına yasladı.

 

"Ne alakası var?" dedim gülerek.

 

"Şuna bak. Güzel sevilmek güzel hissettiriyor. Güzel hissetmek ise her şeyi güzel yapmanı sağlıyor. Aşk işte aşk." Dedi hülyalı bir Yeşilçam oyuncusu gibi. "Ne yapsam ben sınava çalışmak için aşık falan mı olsam?"

 

"Saçmalama." Dedim kıkırtılarımın arasından.

 

"Ne ya. İkisini bir aradan çıkarmış olurum. Zaten aşiretten birini de bulmadın bana."

 

"Kalk hadi kal." Dedim kendim ondan önce ayaklanırken. "Fizik dersine geç kalacağız."

 

"Bugün fizik dersi yok. Ayrıca aşiretten yakışıklı bir bekar da yok." Kıvırcık saçlarını karıştırırken gülümsedi.

 

"Aa niye ders yok."

 

"Valla bilmiyorum ama sanırım Yiğit hoca yine yok." Kalktıktan sonra koluma girmiş ve biz sınıflara doğru yürümeye başlamıştık.

 

"Yine mi ya? Kaç haftadır yok ve ders aksıyor."

 

"Aksar tabi." Diye döndü o anda sınıftan Betül. Kapının önünde yanında bizim sınıftan olmayan iki kızla konuşuyordu. "Adam dershaneyi bıraktı çünkü."

 

"Aa bıraktı mı?" diye benden önce sordu Asmin.

 

"Sizin haberiniz yok mu? Gerçi olması lazım ama." Diye kollarını göğsünde birleştirip iyice bize doğru döndü Betül. "Artık Yiğit hoca bu dershanede olmayacak. Yeni fizik hocası da birkaç güne gelecekmiş."

 

"Sen biliyor muydun?" diye mırıldanırken sınıfa girmiş yerimize doğru ilerliyorduk Asmin'le.

 

"Ben de yeni duyuyorum. Çok şaşkınım."

 

"Valla insanın soyadı güçlü olacak." Diye konuşmaya başladı arkadan Esma. "Açmadığı kapı, kovdurmadığı insan kalmıyor." Çantamdaki defterlerime uzandım ve çıkardım. "Değil mi Elif?"

 

"Bana mı dedin?" Başımı omuzlarımın üzerinden ona çevirdim. Deminden beri dediği hiçbir şeyi bana demiyor diye sallamıyordum çünkü.

 

"Bilmiyormuş gibi davranma." Derken gülmüştü.

 

"Anlamıyorum dediğini." Daha da döndürdüm bedenimi ona.

 

"Yiğit hoca senin yüzünden bırakmış diyorlar dershaneyi." Gözlerim şaşkınlıkla açılırken sağıma soluma bakındım. Sınıftaki bakışlar da bana dönmüştü. "Tüm dershane çalkalanıyor."

 

"O ne demek ya?" kalktım oturduğum sıradan.

 

"Bilmiyormuş gibi yapma. Adam o kadar yıllık işini senin yüzünden bırakmış."

 

"Dediklerinden zerre bir şey anlamıyorum. Ama tek anladığım saçmalıyorsun şu anda." Sesim dümdüz çıkarken içimdeki öfkeyi durdurmaya çalışıyordum.

 

"Elif ne alaka ya?" diye girdi araya Asmin de. "Yiğit hocayla ne alakası var?"

 

"Valla tüm dershane bunu konuşuyor. Elif'in eşi istemediği için adam işi bırakmış."

 

"İstemediği için derken?" sıradan çıkıp ona doğru bir adım atmıştım.

 

"Evet istemediği için." Omuzlarını silkerken sarı saçlarını da geri itelemişti. O da bana doğru bir adım attı. "Seni Yiğit hocadan kıskanıp kovdurmuş işte." Başımdan aşağı kaynar sular inivermişti bir anda. "Geçen gün onu müdür odasında Yiğit hocayla hararetli bir şekilde görenler vardı. Görmediniz mi arkadaşlar?"

 

"Yalan söyleme." Dedim zar zor dişlerimin arasından.

 

"Valla Elif yalan söylemiyoruz. Ama sırf bu yüzden günlerdir fizik dersine giremiyoruz. Adamın kovulması da ayrı bir şey. İşte buna da soyadın gücü deniyor değil mi?"

 

"Yalan söyleme!" dedim daha vurgulu bir şekilde. "Öyle bir şey yok!"

 

"Saçmalama Esma! İftira atıyorsunuz şu anda." Diye aramıza girdi Asmin.

 

"Valla hepimiz şahidiz. Kocan dersin ortasında adamın yakasına yapıştı. Belki de sırf bu yüzden evli olduğunu da saklıyordun. Ama olan Yiğit hocaya oldu."

 

"Yeter!" derken hızla geri döndüm ve sandalyeye astığım çantamı kaptım. Gözlerim sinirden dolarken kendimi hızlıca sınıftan dışarı attım. Koridorda attığım her adımda sanki tüm suçlayıcı bakışlar üzerime çevriliyor gibi hissediyordum.

 

"Yapmamış ol Baran..." diye mırıldandım sinirle. "Lütfen böyle bir şey yapmamış ol..."

 

Sayısız suçlayıcı bakışın arasından sıyrılırken çantamdan zar zor telefonu çıkarıp adını bulmaya çalıştım. Gözlerime gerilen yaşlardan, sinirden titreyen ellerim yüzünden bir türlü doğru şeyi yapamıyordum ama nihayet adını bulup kulağıma götürdüm. Çaldı çaldı çaldı... Ama açmadı. Toplantıya gireceğini söylemişti.

 

Sinirle kendimi bahçeye atarken insanların fısıldaşmalarını duymamaya çalışıyordum ama pek de başarılı olamıyordum.

 

'Yiğit hocanın kovulduğu doğruymuş..'

 

'Tek bir sözüyle kovuldu diyorlar...'

 

"Ee soyadın gücü diyorlar buna..."

 

"Yenge?" bahçe kapısının önünde duran Salim'i es geçip kaldırımda yürümeye başladım. "Nereye?" hızlı adımlarımı takip ettiğini onun adım seslerinden anlayabiliyordum. Çat diye de arakamı dönünde durmuştu.

 

"O ağana söyle gözüme görünmesin! Sen de beni takip edip durma!"

 

"Nereye?" dedi bakışlarından belli olan garip afallamayla Salim.

 

"Cehennemin dibine!" diye bağırdım sinirle ve geri dönüp yürümeye başladım. Omuzlarımın üzerinden baktığımda ise onun bıraktığım yerde elindeki telefonu kulağına götürmesini gördüm. Çok beklerdi eğer ağasını arıyorsa. Çünkü az önce aramıştım da açmamıştı bay manda!

 

Sinirle nereye nasıl yürünür bilmeden hızlı hızlı gittim. Bir varış noktam yoktu. İçinde debelendiğim olanca sinirim vardı çünkü. Esma ve Betül'ün dedikleri çınlıyordu beynimde. İhtimal vermiyordum vermek istemiyordum ama ya öyleyse demekten de kendimi geri alamıyordum.

 

"Sonra konuşalım mı bunu Necmi bey. Olur mu?"

 

"Tabi ya..." diye mırıldandım. Geçen gün beni almaya geldiğinde müdürle hararetli bir şekilde konuşuyordu. "Umarım tahmin ettiğim şey değildir.

 

"Ya fizik?" arabada o gün imayla attığı bakışlar geldi sonra gözümün önüne. Boşuna 'ben seni çalıştırayım' diye teklif etmemişti.

 

Yapbozun parçaları kendiliğinden yerleşirken parkın kenarındaki banka çöküverdim.

 

"Ne diyeyim ben sana Baran ya..." Ellerimle saçlarımı çekiştirdim sinirle. Doğru düzgün nefes alabilmek için siyah kazağımın yakasını çekiştirdim. O sırada çantamdaki telefonum çalmaya başladı. İçindeki eşyaları kazan karıştırır misali karıştırıp telefonu nihayet bulduğumda sinirle kapatıp geri koydum. Arıyordu beyimiz!

 

Bir daha aramaya başladı. Hırsla yine kapattım. Yine aradı. Ben yine kapattım. Ama o vazgeçmedi. Ben kapatsam bile aramaya devam etti.

 

Kafamdaki uğultular, bedenimde oluk oluk akan sinirle oturduğum eski banka mıhlanmış gibiydim. Şimdi kalkıp gidip yakasına yapışmak istiyordum. Böyle suratının tam ortasına da okkalı bir kafa atmak.

 

"İnşallah yapmamışsındır..." diye dişlerimin arasından mırıldanırken daha sert çektim saçlarımı. Yapmazdı yani. Yapmamalıydı. Niye yapsındı? Dershanedeki hocanın ona ne zararı vardı?

 

Ah Baran ah...

 

"Elif!" ben kafamın içindekilerle yoğun bir savaş halindeyken geriden adımın seslenildiğini duydum. Hangi kargaşanın içinde olsam bile onun sesini tanırdım ya gerçi. Ama kaldırmadım kafamı. Sinirle zar zor nefes almaya çalıştım.

 

"Elif! Elif!" bana yaklaşırken daha fazla dayanamadım ve hızla oturduğum yerden kalkıp diğer tarafa doğru yürümeye başladım. "Elif bekle!"

 

"Gelme peşimden!" dedim sinirle yürürken.

 

"Elif ne oluyor Allah aşkına?" onun adımları benden daha büyük ve hızlıydı. İki saniye sonra kolumdan tutup durdurmuştu beni. "Güzelim ne oluyor?"

 

"Sana sormak lazım ne olduğunu!" hırsla ona dönerken kolumu tutan elini iteledim. Şaşkındı. Niye böyle olduğuma, ne olduğuna.

 

"Anlamıyorum ne oluyor?"

 

"Bırak ya! Anlamıyormuş! Bal gibi de biliyorsun yaptığın şeyi!"

 

"Ne yapmışım Allah aşkına? İnan bilmiyorum." Gözleri şaşkınlıktan daha da açılırken kafasını iki yana salladı.

 

"Yalan söyleme!" dedim bu sefer ben ona doğru sinirli bir adım atıp. Parmağımı ona doğru sallamaya başladım. "Bana yalan söyleme!"

 

"Allah aşkına ne yapmışım ben ya!"

 

"Yiğit hocayı kovdurmuşsun!" Şaşkınlıktan açılan gözleri önce hafifçe kısıldı. Kaşları anlamazlıkla çatıldı sonra.

 

"Ne?" diye mırıldandı sesini düşürüp.

 

"Bilmiyormuş gibi yapma Baran!"

 

"Allah aşkına sen ne diyorsun ya?" Yüzündeki her bir çizgi şaşkınlıkla kasılırken parmağımı göğsüne vurdum.

 

"Duydun! Gidip adamı kovdurmuşsun!"

 

"Kovdurmuşum? Başka işim gücüm yok o itle mi uğraşacağım ben!" göğsüne vurup yanından hızla yürüdüm ileri doğru. "Nereye!"

 

"Sana ne!"

 

"Kim uyduruyor bunları! Bana ne be o itten!"

 

"Bak sinirlerim çok bozuk! Dershanede yeterince kan beynime sıçradı! Çekil git yanımdan!" Ama gitmedi tabi ki. Tekrar yapıştı koluma.

 

"Nereye nereye!"

 

"Cehennemin dibine! Gelecek misin!"

 

"Sen gidiyorsan gelirim tabi!"

 

"Baran bırak! Vallahi çok sinirliyim bırak!" Ama öfkeli kelimelerimin hiçbiri onda etki etmedi.

 

"Yürü! Araba şurada."

 

"Ben seninle bir yere gelmeyeceğim Baran! Bırak beni!" Kolumdan kendine daha çok çekerken bakışlarını bakışlarıma kilitlemişti.

 

"Bırakmayacağım." Dedi yumuşak bir şekilde.

 

"Bırak ya!" diye yükseldim ben de dayanamayıp. "İstemiyorum bırak! Çok öfkeliyim sana! Bırak!"

 

"Elif arabaya yürür müsün!"

 

"Yürümem! Sana ne! Bırak!"

 

"Bak zorla götürürüm!" dedi sesi tehditkar bir tınıya bürünürken. "Yaparım." Diye de üsteledi. Yapabilirdi. Ona şüphem asla yoktu ama benim öfkemden de şüphe etmemeliydi! Zira kendisine kafa atmamak için zor tutuyordum kendimi.

 

"Gelmeyeceğim!" dedim daha büyük bir inatla.

 

"Benden günah gitti." Derken kolunu gövdeme sarmış, ayaklarımı yerden kesivermişti.

 

"Ne yapıyorsun be bırak!" debelenmeye çalıştım ama fayda etmedi. Çuval taşır gibi beni ilerideki siyah Range Rover'a götürdü. Bir eliyle kapıyı açtıktan sonra poşet misali indirdi beni koltuğa. Kemerimi de taktıktan sonra hızlı adımlarla dolaştı kendi tarafına.

 

"Dedim sana!" diye yükseldi arabayı çalıştırıp gaza yüklendikten sonra. "Zorla olsa da götürürüm dedim!"

 

Arabanın içini benim sinirli sert soluklarım onun da homurdanmaları doldururken asla konuşmaya yanaşmıyorduk. Gerçi ben ağzımı açsam çok fena bağırıp çağırasım vardı.

 

"İnanamıyorum sana Baran gerçekten inanamıyorum! Nasıl böyle bir şey yaparsın ya!"

 

"Ben bir şey yapmadım." Dedi tane tane ama sinirli tınılarla.

 

"Öyle mi? Ya gidip adamı kovdurmuşsun! Niye o zaman herkes bunu söylüyor!"

 

"Sen niye herkese inanıyorsun!" Sinirli bakışları hızla döndü bana. "Soruyorum bak! Niye sen bana değil de şu an herkese inanmayı tercih ediyorsun!"

 

"Seni müdür odasında görmüşler. Yiğit hocayla tartışıyormuşsun." Dedim bakışlarımı yola çevirip dişlerimin arasından. "Yine." Diye de ekledim. "Açıkla. Bunu açıkla o zaman!"

 

"Konuştuk evet." Dedi birkaç saniye sonra.

 

"Konuştunuz mu tartıştınız mı? İkisi aynı şey değil çünkü?"

 

"Ne fark edecek Elif? Yani ben o adamla öyle konuşabiliyorum belki." Yüzünü hafifçe bana döndü. Ona bakmamaya çalışıyordum ısrarla.

 

"Kovdurdun mu? Yaptın mı bunu?"

 

"Hayır..." diye mırıldandı. Sesi belli belirsiz çıkmıştı.

 

"Yalan söyleme Baran!" derken ona çevirdim öfkeyle bedenimi.

 

"Konuştuk sadece konuştuk. Ayrıca kendi gelip konuşalım dedi. Ben kovdurmadım ama ben yapmış olsaydım sadece kovdurmakla kalmayacağımı biliyorsun." Biliyordum ne yazık ki kıskançlığının boyutunun farkındaydım.

 

"Baran!" derken uyarmak ister gibi yükselmişti sesim.

 

"Ayrıca o itin de sana bu denli yakın olması hiç normal değildi haberin olsun. Ben sadece uyardım." İt kelimesine epey vurgu yapmıştı.

 

"Nasıl uyardın peki?" dedim sinirle. Araba çiftliğe çıkan yokuşu tırmanmaya başlamıştı.

 

"Ya hangi hoca öğrencisine bu denli yakın olur!"

 

"Saçmalama!"

 

"Yok ben çözerimler yok sen kal anlatırımlar! Adam akşam akşam seni arıyordu be!" Sinirle soludu.

 

"Saçmalama! Adam hoca hoca!" dedim dediklerinin alakasızlığına.

 

"Sikmişim hocalığını! Bir sana mı hocaydı pezevenk!"

 

"Şu dediklerine bir bak ya! Ya adam hoca ben de öğrencisiyim! Oradaki herkes gibi! Sence böyle bir mantık var mı ya!" Saçmalamakta master yapıyordu şu an.

 

"Tabi tabi... Arıyor muymuş acaba başka öğrencilerini? Ben sana yardım ederim sen çıkışta kal diyor muymuş!"

 

"Adam kaç yaşında hoca ya..." diye dişlerimin arasından söylendim.

 

"Adam benimle yaşıt Elif! Eğer bu sorun oluşturmayacaksa benimle yaşıt!"

 

"Gerçekten bu yaptığına inanamıyorum." Diye mırıldandım. "Adamı işinden ettin ya..."

 

"Bak ben işiyle falan ilgilenmedim. Demek ki yönetim de kendini kovmaya bahane arıyormuş benimle tartışması yetmiş. Ben onun ne hocalığında ne de ders anlatışındayım. Ben karıma nasıl yaklaştığına bakarım. İstesem kovdururdum hatta daha beter ederdim ama yapmadım." Gelmiştik çiftlik evinin önüne. Sert sayılabilecek şekilde durdurmuştu arabayı. "Ayrıca şu yamuk ağızlı adam yzünden tartıştığımıza inanamıyorum ya."

 

"Pes sana Baran. Konuşmayalım ya lütfen." Sinirle kemeri çekiştirip çıkarttım. Kapıyı sert sayılabilecek şekilde kapattıktan sonra hızlı hızlı yürüdüm içeri.

 

"Elif!" inmiş peşimden geliyordu. "O herif yüzünden bana tavır alamazsın!" Alabilirdim. Hatta almıştım da. Tamam gidip açıkça 'kovulacak' dememişti ama payı vardı. hem de yadsınamayacak derecede.

 

Hiçbir şey demeden salonun ortasına yürüyüp durdum.

 

"Elif!" o da hızla girmişti peşimden. "Saçmalıyorsun şu anda."

 

"Senin kadar değil." Derken omzuna çarpıp mutfağa yürüdüm. Raftan bir bardak aldıktan sonra döke saça doldurup iki bardak içtim hararetim geçsin diye.

 

"Elif." Diye girdi bu sefer de mutfağa.

 

"Baran lütfen ya. Bak konuşmayalım lütfen."

 

"Ha küseceğiz yani?" dedi yüzü şaşkınlık dolu bir ifadeye bürünürken. "Böyle konuşmayıp küseceğiz?" Elimdeki boş bardağı sert bir şekilde tezgaha bırakıp yanından geçip gitmek istedim ama kolumu tutmasıyla durmak zorunda kaldım. "Küsmeyeceğiz." Dedi vurgulu bir tonla. Kafamı ona doğru çevirmezken kolumu çekmek istedim ama bırakmadı. "Küsmeyeceğiz Elif."

 

"Bırak Baran."

 

"Küsemezsin tamam mı? Hele de o it yüzünden hiç küsemezsin!"

 

"Hâlâ daha devam ediyorsun farkında mısın?"

 

"Yok öyle bir dünya." Diğer eliyle çenemi kavrayıp kendine bakmaya zorladı beni. Öfke püsküren bakışlarım onun bakışlarıyla kesiştiğinde içimdeki nefesi vermek zorunda kaldım. "O herif yüzünden küsmeyeceksin bana." Beni kendine doğru çekti. "Duydun mu?"

 

"Adamın kovulmasına neden oldun sen farkında mısın?"

 

"Kovulmasaydı. Zerre kovun demedim kimseye. Demem de zaten. Bana ne ondan?" Çenemi okşadı usulca.

 

"Tüm dershane bundan seni sorumlu tutuyor. Beni kıskandığından ötürü bunu yaptığını söylüyorlar."

 

"Halt etmişler..." diye mırıldanırken hafifçe de gülmüştü. Komik bir şey yoktu ortada! Gülmese ve zaten tepemde olan sinirlerimle daha da oynamasa iyi ederdi.

 

"Bırak Baran ya. Hiç pişman falan değilsin." Kolumu elinden kurtarıp mutfaktan çıktım ve merdivenleri tırmanmaya başladım hızlı hızlı.

 

"Niye pişman olacağım ben pardon? Yapmadığım bir şey için pişman olmayacağım ama yapsaydım ondan da pişman olmazdım emin ol." Asla altta kalamıyordu asla.. "Hele o it yüzünden asla pişman olmam!"

 

Sinirli bir şekilde üst kata çıkıp koridorun en sonundaki odaya yürüdüm. Onun yatak odasıydı ama bu evin içinde şu an ona en uzak olan noktaydı. Sinirimin geçmesi lazımdı. Ortada sebep olduğu bir şey vardı ve bunu kabul etmiyordu. Etse bile 'oh iyi ki yaptım' modundaydı ya zaten!

 

Boydan boya cam olan duvarın önüne yürüdüm sinirle saçlarımı topladım bileğimdeki tokayla. Öfkeli bakışlarım bahçenin kuytularında dolaşıyordu hızlı hızlı.

 

Aslında Baran'dan daha çok dershanedekilere sinirliydim. Baran'ın kabul etmemesine olan sinirim ise apayrıydı. Muhatap olmasa belki bunların hiçbirine neden olmayacaktı.

 

"Elif..." derken odanın kapısını pek de yavaş olmayan bir biçimde açıp girmişti içeri. Ama dönmedim ona doğru. Sinirimin geçmesi lazımdı. "Bak bu durumu hiç sevmedim." Sert ve güçlü adımlarının arkamda durduğunu hissettim. "Bir it yüzünden küsmeyeceksin herhalde bana."

 

"Devam ediyorsun hâlâ..." diye mırıldandım.

 

"Bana bak." Kolumdan çekiştirdi. "Bana bak Elif." Bir emirden çok ricaydı kelimeleri. Diğer kolumdan da tutup beni kendine çevirdi. "Değil o it hiç kimse yüzünden küsemezsin bana sen."

 

"Küsmüyorum." Dedim gönülsüz bir şekilde.

 

"Kavga ettiğimiz, bana tavır aldığın o adamın farkında mısın sen? Şu an o adam yüzünden küsemezsin. Şu an değil hiçbir zaman küsemezsin hatta."

 

"Küsmüyorum." Dedim tekrardan. "Ama sen de adama karşı çok farklı davrandın. Sınıfta yaptıklarını unutmadım."

 

"Hak etmişti o gün."

 

"Hak etmişti mi?" dedim sahte bir şaşkınlıkla.

 

"Adam gözümün önünde sana yavşadı ya. Ne yapsaydım?"

 

"Ne yavşaması Baran? Delirdin mi sen ya?" Bakışlarımı ondan kaçırırken kollarımı çekmek istedim ama bırakmadı.

 

"Ayrıca ben küssem daha yeri biliyor musun?"

 

"Ne!" dedim bu sefer büyük bir şaşkınlıkla. "Bir de haklı mı görüyorsun sen kendini!"

 

"Evli olduğunu bilmiyorlarmış. Kimse bilmiyormuş."

 

"E-evet." Dedim hafif bir kekelemeyle.

 

"Yüzük bile takmıyormuşsun Elif dershanede. Adam bana bunu dedi. Bekar sanıyordum dedi. Bilmiyordum dedi."

 

"Ne olmuş yani?" dedim üste çıkar bir şekilde. "O zamanlar öyleydi."

 

"O zamanlar öyleydi evet. Birbirimize bir şeyleri söyleyemiyorduk ama ben buna rağmen yüzüğümü parmağımdan çıkarmıyordum. Şantiyede çalışırken bile çıkarmıyordum." Bakışlarım kolumu tutan sol eline kaydı. Parlayan alyansına takıldı gözlerim.

 

"Aramıza kimsenin girmesine müsaade etmem." Dedi vurgulu vurgulu. Beni biraz daha kendine çekerken alnını alnıma yasladı. "Üçüncü kişiler yüzünden ne sana küserim ne de senin küsmene izin veririm anlıyor musun? çünkü aramıza kimsenin girmesine müsaade etmem. Ölürüm de etmem."

 

"Herkesin ortasında öyle şeyler duyunca ister istemez sinirlendim." Dedim fısıltı gibi. Dudaklarıma çarpan sıcak nefesi yüzünden gözlerimi kapattım yavaşça.

 

"Anlıyorum. Çünkü çok çabuk parlıyorsun. Öfkenin boyutunu biliyorum. Beni vuracak kadar gözünün döndüğünün de farkındayım." Kırık bir tebessüm belirdi dudaklarımda öyle deyince.

 

"Sen de hiç korkmuyorsun bu halimden." Dedim ellerimi yüzüne çıkarırken.

 

"Gelen senden olsun be peri kızı. Günahınla sevabınla başım gözüm üstüne."

 

"Sinirim tepeme fırladı öyle dediklerinde. Yapacağına elbette ihtimal vermedim ama seni müdürün yanında ben de gördüm. Sonra fizik dersiyle ilgili sorular sordun durdun. Aklım ister istemez bulandı."

 

"Özür dilerim." Dedi fısıltıyla. "Seni bu kadar kızdırdığım için çok özür dilerim."

 

"Bu yaptığını onaylamıyorum yine de. Ne olursa olsun birinin işinden olmasında payın var."

 

"O konuda geri adım atmayacağım peri kızı. Çünkü sana olan yakınlığını, o gevşek hallerini asla kabul edemem. Ki ben kovulması için tek bir hamle bile yapmadım."

 

"Yapma zaten." Dedim ellerimi usulca sakallarının arasında gezdirirken.

 

"Konu sen olursan bu konuda söz veremem."

 

"Baran..." diye mırıldandım nefeslerinin verdiği mayışmayla. Eh tüm sinirimiz nereye gitmişti bizim. Daha demine kadar ateş püsküren biz değil miydik? Hani neredeydi? Niye yağlanmış conta gibi kayıyorduk?

 

"Peri kızı..." diye mırıldanırken bir elini belime koyup aramızdaki mesafeyi sıfıra da indirmişti. Burnunu usulca sol yanağıma sürttü sonra. Benim şu an debelenip geri çekilmem lazımdı ama yapmadım. Yapamadım. "Kıskandım kabul ediyorum. Hatta o gün derste de kıskanmıştım."

 

"Tavırlarından anladık zaten. Adamın yakasına yapıştın."

 

"Karıma sarkıyordu. Ders boyu seninle ilgilenip durdu pezevenk."

 

"Baran." Derken 'a' harfini hafifçe uzatıp uyardım onu.

 

🔥(bir duralım düşünelim asdff)

 

"Kıskanırım peri kızı. Uçan kuştan, esen rüzgardan kıskanırım. Bana ait olan bir şeyi kıskanırım. Çünkü sen benimsin." Dudaklarını dudaklarıma sürterken yayılan korların haddi hesabı yoktu.

 

"Sen de benim..." dedim cümlesinin devamına. Güldü nefeslenir gibi. Alt dudağımda dolaştı dudakları.

 

"Aynen öyle. Sen benimsin ben de senin. Baran'ın Elif'i, Elif'in de Baran'ı. Kamer..." Alt dudağımı kendi dudakları arasına alırken belimdeki eliyle beni kendine yasladı. "...Peri kızı...Ay parçam..."

 

"Dora..." diye fısıldadım ilk defa. Hiç söylemediğim adı çıktı gitti dudaklarımın arasından. Ben öyle deyince daha da güldü. "Neden Dora? Anlamı ne?" Kafamı geri çekip gözlerine bakmaya çalıştım. Ama o cevap vermek yerine dudaklarımı kendi dudakları arasına aldı büyük bir hızla. Yumuşak ama bir o kadar istekli, şefkatli ama bir o kadar sahiplenici ve alev alev ama bir o kadar da serinleticiydi verdiği his.

 

"Ölüyorum bu kokuya..." diye mırıldanırken dudaklarını dudaklarımdan çekip boynuma doğru indirmişti. "Ölüyorum..." Güçsüz bir biçimde ona tutunmaya çalışırken yavaş adımlarla geri gidip yatağın üzerine oturtmuştu beni. "Hırçınlığına..." Sert denilebilecek bir halde öptü boynumu. "Kahkahana..." Kulak mememi aldı dudakları arasına. "Bana bağırmalarına ölüyorum."

 

"Baran..." diyebildim güç bela. Zira bedenimde kontrol edilemeyen bir elektrik dalgası baş göstermişti. Dudaklarının dokunduğu her noktamda karıncalanmalar oluyordu.

 

"Kıskanırım peri kızı. İster kabul et ister etme. Kıskanacağım da." Kendini geri çekti hafifçe. Kolları halen bedenimdeydi. Şimdi koyu kahve bakışlarını benim ela gözlerime kilitlemişti. "Benim olanı benden bile kıskanırım." Deminkilerden daha hızlı ve daha hoyrat kapandı dudaklarıma.

 

Bir tehdit gibiydi dilinden dökülenler. En güzel tehdit. Beni kendinden bile kıskanıyordu işte.

 

Öptü nefes almadan. Öptüm nefesi olarak. Deli gibi, daha önce hiç öpüşmemiş sanki asırlardır hasretmişiz gibi. Unutuyordum o varsa her şeyi. Öfkemi, kıskançlığımı, nefretimi, kinimi... Zaman duruyordu onun nefesleriyle. Dünya duruyordu. Belki de yeryüzünde her şey siliniyordu böylece. Bir ikimiz kalıyorduk.

 

Elif ve Baran...

 

Ve ben bu durumdan hiç ama hiç şikayetçi değildim. Aksine onunla duran zamana, onunla duran dünyaya aşıktım. Ona aşıktım.

 

Öptü hunharca. Dudaklarımı parçalayacak, ezip yok edecek gibi öptü. O öptükçe dudaklarımdan bedenime kor parçaları sıçradı. Tüm bedenim tutuştu, yanmaya başladı.

 

Sanki asırlardır ciğerlerine hiç nefes çekmemiş gibi geri çekilirken derin derin soluklandı. Beyaz gömleğinin sardığı göğsü hızlı hızlı inip kalktı. Kendini dizginlemeye çalışıyordu. Bunu anlıyordum. Durdurmaya çalışıyordu.

 

Ama durmasındı.

 

İçimdeki arsız kız benden önce dile gelirken arsız bakışlarım onun inip kalkan göğsünde dolaştı.

 

"Ben..." dedi hızlı ve düzensiz nefeslerinin arasından. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi.

 

"Baran." Dedim aynı onun gibi nefes nefese. Ellerimle siyah kazağımın eteklerinden tutup hızlıca sıyırdım yukarı doğru.

 

Kalakaldı.

 

Bakışları hızla aşağı inerken dudaklarında bir tebessüm oluştu.

 

"Durmam. Çekilmem. Bırakmam." Dedi hızlıca. Dudaklarını ısırdı.

 

"Durma. Çekilme. Bırakma." Dedim ona cevaben. Ellerimi siyah sütyenimin arkasına atıp kopçasını açtım. İşte orada bıraktı nefes almayı. Pür dikkat kesildi bana. Sütyenimi aheste aheste çıkarmamı izledi.

 

"Peri kızı..." diye mırıldandı büyülenmiş gibi. Kaşları şaşkınlıkla havalandı. Yüzündeki o şaşkın tebessüm büyüdü. "Sen gerçekten peri kızısın."

 

Bayılıverecektim. Utangaç bir şekilde dudaklarımı dişlerken bana yaklaşıp yanağımı okşadı. Kolları arasına vallahi de billahi de bayılıverecektim.

 

Kimdi bu içimdeki arsız kız? Nereden alıyordu bu cesareti?

 

"Sen beni öldürmeye yemin mi ettin?" dedi büyülü bir tonla. "Canıma kastın mı var?" Gülmeye çalıştım. Ama titreyen dudaklarım bu basit komutu bile yerine getirebilmiş miydi valla bilmiyordum. "Ah peri kızı..." dedi içli bir nefes alırken. Uzanıp demin sinirle topladığım saçlarımdaki tokayı çekiştirdi ve saçlarımın omuzlarımdan belime dökülmesine neden oldu. Sonra başını hafifçe geri çekti. Bakışlarını bana işkence eder bir yavaşlıkta aşağı indirdi. Her bir ucunda kor olan parmaklarıyla da saçlarımı omuzlarımdan geri iteledi.

 

"Ölürüm..." dedi işaret parmağının tersiyle boynumdan göğüslerimin arasına doğru alevden bir yol çizerken.

 

"Yaşatırım..." dedim hızlı nefeslerimin arasından.

 

"Ona ne şüphe." İşaret parmağıyla sağ göğsüme doğru bir yol çizerken dokunmasının verdiği ürpertiyle gözlerimi kapattım. "Kamer..." diye fısıldadı. "Bu..." Derin bir nefes aldı. "İnsana aklını kaybettirir bu görüntü." Alt dudağımı sertçe dişledim. Hafifçe yaklaştı ve kaynar nefesini bıraktı tam göğsümün ucuna. İşte orada bizde bir şeyler kaynamaya başladı tabi alttan alttan.

 

Allah'ım yanıp tutuşmama son biiiiirrr!

 

"Ben..." derken belimi kavradı diğer parmakları. Kaynar nefesleri halen göğsümün üstündeyken ben şöyle bir kıvranmak istedim ama tuttum kendimi. Ama o noktada bam telimize dokunmuş gibi dudaklarını göğsümün ucuna değdirince ufaktan kafamızı geri savurduk. Aman hocam bu ne hassaslıktır!

 

Eh tabi 'durma' dedik diye o da kaptırdı kendini. Valla durursa adam değildi. Zaten öyle bir şey de yapmadı. Önce ıslak dudakları okşadı usul usul sonra hafif hafif dili değdi en hassas olduğumuz noktaya. Öptü. Böyle yapınca bizim kafa bir daha savruldu geri. Sorma gitsin!

 

Ama o son yaptığı yok mu o son. Göğsümün ucunu dudakları arasına alınca biz de bir şeyler aktı gitti. Aman hocam asıl burada yanıyormuş insan!

 

Dilimin ucuna gelen inlemeleri sımsıkı yumduğum dudaklarımla hapsederken o sol göğsümü avcunun arasına aldı sağı talan etti. Yaktı, yıktı, yurt eyledi. Sonra aynısını daha da delirtir bir şekilde sol göğsüme uygulamaya başladı. Her seferinde bedenim bir gerildi pir gerildi.

 

Geri çekildiğinde artık gözleri deminki gibi bakmıyordu bana. daha koyu ve daha tutku dolu pırıltılar vardı. ellerini gömleğinin düğmelerine atarken bakışları bedenim ve bakışlarım arasında mekik dokuyordu.

 

"Yemin ederim..." dedi üzerindeki beyaz gömleği yırtarcasına çıkarıp fırlatırken. "Böyle bir şey yok..." Dudakları hızlıca kapandı tekrar dudaklarıma. "Ah peri kızı..." dedi öpücüklerinin arasından. Alt dudağımı dişleriyle çekiştiriken iki eli de artık göğüslerimi sertçe talan ediyordu. Ellerine belime koyup hızla kucağına oturttu sonra. Boynuma indi hoyrat dudakları. O öptükçe içimden bir parça daha buharlaştı.

 

"Baran..." diye mırıldandım güç bela. Ellerimi taş gibi sertleşmiş ve terlemiş göğsünde dolaştırıyordum. İşaret parmağım sol kolunda olan dövmede dolaşırken o boynumu yok ediyordu. Bir elimi ensesine çıkarıp saçlarını çekiştirdim içimdeki o kaynayan volkandan ötürü. Bu hamlem onu gülümsetmiş içli de bir nefes almasına sebep olmuştu.

 

"Var ya geberiyorum sana."

 

"Ben de..." dedim titrek bir gülümsemeyle. Dudakları daha da kıvrılırken yüzümü kavradı büyük avcu. Üstüne dökülen uzun saçlarımı iteledi hızlıca. Ben de terleyen alnında, boynunda dolaştırdım ellerimi.

 

"Hiç bu kadar kaynamamıştı benim kanım." Dedi alnındaki elimi kendi elinin içine alırken. Küçük bir yol göstermeyle elimi önce şakağına koydu. "Burası senin." Sonra elimi sol göğsüne indirdi. "Burası da senin. Tamamen." Sonra karın kaslarından elimi sürterek aşağı indirdi. Çok aşağı... "Hisset." Dedi itaatkar bir tonda. Gözlerim kapandı elimin altındaki belirgin sertlikle. "Hisset lütfen."

 

Kurumuş, çöl olmuş dudaklarım aralandı.

 

"Ben tamamen seninim Kamer. Hiç olmadığım kadar sana aitim. Her şeyimle." Çekti elini elimin üzerinden ama ben çekemedim elimi sertliğinden. Vallahi ben bugün bu içimdeki arsız kızı tanımıyordum. Tanıyamıyordum. Kendini hafifçe bana bastırmasıyla da içimde dizginlemeye çalıştığım inlemem küçük bir 'ah' eşliğinde kaçıp gitti dudaklarımdan. Hoşuna gitti tabi. Güldü içli içli.

 

"Peri kızım..." dedi gülmelerinin arasından. Bir elini uzatıp pantolonumun düğmesini açtı tok bir sesle. "Benim peri kızım." Sonra hiç düşünmeden elini soktu içeri. Çamaşırımın üzerinden okşadı usul usul. "Yine ve her zamanki gibi." Diye mırıldandı.

 

"Utandırma." Dedim utangaç bir edayla.

 

"Hazırsın işte. Yine bana." güldü daha çok. Eh o gülünce biz de attık elimizi pantolonunun kemerine titrek ve en acemş halde açtık tokasını. Bu hamlemiz yüzündeki o gülümsemenin şaşkın bir hal almasına neden oldu. Ama hoşuna da gitti.

 

Sonra hiç beklemediğim anda beni hızlıca kucağından yatağa yatırdı. Saçlarım krem yatak örtüsünde dağılıp gitti. Sırtım sert denilecek bir şekilde yatakla buluşurken bir elini başımın yanına koydu diğer elini de çekmedi pantolonumun içinden. Gözlerinde tehditkar bir ifade belirdi.

 

"Yanarız..." diye mırıldandı tehditkar bir tonda.

 

"Yanalım..." diye onay verdim ona. Ben zaten tutuşmuştum ey dostlar!

 

Pantolonuma uzandı ve işkence eder gibi sıyırdı attı bacaklarımdan. İşte orada içimdeki arsız kız bile bir miktar utandı ve kapattı bacaklarını.

 

"Kamer..." diye fısıldarken üst bacağımı okşadı usul usul. Allah'ım neden dokunduğu yerler beş bin dereceydi şu an!

 

"Baran..." diye titrek ve en utangacından bir nefes verdim ben de. Ama o durmadı tabi.

 

"Lütfen..." diye fısıldarken bacaklarımın kapatmasına engel oldu. Sonra da en tehlikeli hamleyi yaptı. Parmaklarını benim siyah külotumun kenarlarına geçirip çekiştirdi. Eh işte orada içimizde bir şeyler 'Mehte Marşına' geçti.

 

Benim kafamda Mehter Marşı çalınadursun o külotumu çıkarmakla uğraşmayıp parçalarcasına söküp attı üzerimden. Şaşkınlıkla onun attığı noktaya başımı çeviriken "Uğraşamam" diye savundu kendini.

 

Utançtan dudaklarımı bırakıp yanaklarımı dişlemeye geçtiğimde o üzerimde biraz daha yükselip ellerini başımın iki yanına koymuştu.

 

"Kalbim hiç bu kadar hızlanmamıştı biliyor musun? hiç." Dedi vurgulu vurgulu. "Ama bu manzara..." derken arsız bakışları yavaşça indi bakışlarımdan bedenime. Alt dudağını ısırdı hızlıca. "Elif bu..." Sanki yıllardır açmış gibi bakıyordu bedenime. Bense utançtan bayılıverecek haldeydim. "Durmayacağım bu gün..." diye mırıldanırken önce sağ göğsümü öptü uzun uzun. Sonra sola geçti. İşte orada alttan volkanlar kaynadı belimizde yaylar gerildi. "Asla hem de..." dudakları hiç es vermeden karnıma oradan da kasıklarıma doğru indi.

 

Sayın arkadaşlar Allah'a emanetiz bundan sonra...

 

"Allah'ım..." derken aç kurtların avına gömüldüğü gibi gömüldü en mahrem noktama. Orada bir gözüm kaydı şimdi...

 

Bacaklarımı karnıma toplamaya çalıştım, bir elimle yatağın çarşafını sıktım, dudaklarımı dişledim ama bana yarattığı etkiye çözüm bulamadım. Kaynayan kazanlar patladı, yandık o noktada. Her bir dil darbesi bir kere daha kül etti sonra bir daha. Yavaştı, işkence eder gibi. Sakindi. Sonra bir parmağı eşlik etti usta dudaklarına. Okşadı, yoğurdu, vallahi eritti bitirdi. Bedenimden kaç titreme, kaç kasılma geldi geçti bilemedim. Ama artık inlemelerime de dur diyemiyordum.

 

Yandım... Tutuşmama ise son biiir!

 

Nefes nefese doğrulurken dudaklarını yaladığını gördüm kararan bakışlarım arasından. Aklım falan dağılmıştı hocam.

 

"Bu koku... Bu cennet... Benim..." demin benim açtığım pantolonunu çıkardı hızlıca. Kaliteli kumaş bacaklarından sıyınıp indi aşağı. Bakışlarımı kaçırmak istedim ama çeneme koyduğu eliyle mani oldu buna. "İzle beni." Kayıtsız da kalamadım haliyle. Yutkunup bedeninin altına çevirdim utangaç bakışlarımı. Boxerını indirmesini izledim nefesimi tutup. Kumaş parçası aramızdaki tüm engelleri kaldırdığında ise sesli ve titrek bir nefes verdim. Daha zor yutkundum.

 

"Peri kızım..." dedi üzerime eğilirken. Bir eliyle terlemiş ve alnıma yapışmış saçlarımı iteledi usulca. "Güzel kızım..."

 

"Baran..." dedim gördüğüm manzaranın verdiği tutulmayla. Allah'ım tamam demin gelemedim ama sanırım şimdi geliyorum yanına!

 

Ne diyeceğimi bilemedim. Ne yapacağımı da. Put gibi kaldım. Eğer dudakları dudaklarımı şfkatle ve tutkuyla öpmese andan kopup gittim sanacaktım.

 

"Korkma..." diye fısıldadı alnıma alnını dayadığında. Kafamı salladım hızlıca da yalandı yani. Nasıl korkmayacaktık bu muazzamül dehşetül vahşet karşısında!

 

Bir elini aşağı indirip usulca okşadı beni. Zaten ona hazır olan ve hassaslaşmış bedenim daha da kasıldı parmaklarının hareketiyle. Güldü nefeslenir gibi bu halim karşısında. Eh bizim tatlı sızılar oldu size sızılar topluluğu. Sonra aynı eliyle kendini okşayıp usulca sürttü bana. Eh bu hamleyle anladık tabi asıl yanılan noktanın bu olduğunu.

 

"Canın yanarsa eğer..." dedi o da nefes nefese.

 

"Yanmaz." Dedim hızlıca. Dudakları daha da kıvrıldı aceleciliğime.

 

"Peri kızı..." dedi yine ve yeniden. İşte orada kendini usulca itti içime. Dudaklarımdan hiç de nazik olmayan bir 'ah' kaçarken ona daha çok tutunmaya çalıştım. İçimde bir şeyler asıl o an koptu. Ondan da kesik kesik nefesleri arasından inlemeler duyuldu. "Elif...Bu...Ah..." Elleri sertçe daldı saçlarımın arasına. Bedenim gerilirken belim kalktı yataktan. Oysa tamamen dolmamıştı bile içime. Kesik kesik nefesleri arasından daha da itti kendini.

 

Bir bütündük şimdi. Her şeyimizle. Kalbimizle, ruhumuzla, aklımızla ve bedenlerimizle. Yavaş hamleleri kasıklarımdan bedenime acıyla karışık sızılar yollarken bekledi içimde.

 

"Canın yanıyorsa eğer durabilirim Elif..." kesikli çıkıyordu kelimler ağzından.

 

"Durma. Durma Baran..." diye daha çok tuttum omuzlarından. Durmasındı. Bundan sonra pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı.

 

Durmadı o da. Her defsında biraz daha hızlandı. İnlemeleri, terleri, her şeyi her şeyime karıştı. İçimdeki duvarlara çarptı sert sert.

 

"Neden Dora biliyor musun?" dedi nefeslerinin ve inlemelerinin arasından. Gelmek üzereydim. Bedenimde daha önce hiç yaşamadığım bir kasılma vardı. gözlerimin önünde sayısız yıldız uçuyordu.

 

"Neden..." diyebildim güç bela.

 

"Çünkü..." derken büyük bir inleme koptu dudaklarından. Bacaklarım titriyordu. İçimde bir şeyler ha çağladı ha çağlayacaktı. "Çünkü Dora 'zirve' demek. 'En yüksek, en uç' demek." İşte o an zirveden süzldü bedenim aşağı. Bacaklarım hızla titrerken onun bedeni yığıldı üzerime.

 

"Elif..." dedi güç bela. "Seni... Seni seviyorum."

 

 

🔥

 

B Ö L Ü M S O N U

 

NOT: Bu bölümden sonraki bölüm final bölümüdür ve en az bu bölüm kadar uzun olacaktır. Belli bir tarih vermemekle birlikte her an final bölümünü yayımlayacağımın bilincinde olmanızı istiyorum. Yani yarın da olabilir yarından da yakın.

 

Sizce gelecek bölümde ne olacak?

 

Tahminleri buraya alayım

 

Biz nasıl bir final okuyacağız?

 

Elif?

 

Baran?

 

ve bu son yaşananlar asdfsgdgs

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%