@seydnrgrsu
|
'Toprağa gömülen yalnız bedenler değildir. Ve hayal suya düşmez. Bazı hayaller insan yaşarken gömülür toprağa.'
🎶 Edanur Yılmaz-Alın Yazısı
Lütfen hikayede verilen tarihlere dikkat ederek okuyunuz. Henüz günümüzdeki bölüme geçmedik. Bir sonraki bölümde günümüz anlatımına geçilecek
🔥
Kasım-2004
"Bir küçücük aslancık varmış..." Küçük kız ince parmaklarını üzerinde yağmur damlalarının biriktiği sarı çiçekte dolaştırıyordu. Siyah botları hep çamura bulanmıştı. Kırmızı kadife ceketinin kollarının ucu bile çamurdu ama küçük kız bunu umursamıyordu. Çünkü toprakla, çamurla oynamayı çok severdi.
"Kırlarda ko ko ko koşar oynarmış..." parmaklarına bulaşan çamura aldırmadan yüzüne düşen saçlarını güç bela geri iteledi. Annesi evden çıkmadan kat kat giydirmişti onu. Havalar artık eskisi gibi değildi. Güneş bir görünüp epey kayboluyordu kara bulutların arkasında. Dün de çok yağmur yağmıştı.
"Bir küçücük aslancık varmış. Kırlarda ko ko koşar oynarmış." Fark etmeden abisinin kendisine uzun zaman önce öğrettiği şarkıyı söylüyordu.
"Abisi onu çok çok severmiş."
"Abi!" Küçük kızın belini abisinin güçlü kolları sarmalamıştı bir anda. Küçük kız bira korku biraz şaşkınlık ama bolca mutlulukla abisinin kolları arasında çırpınırken neşeli çığlıkları saçılıp gitmişti etrafa. "Abim geldi! Abim geldi! Sen ne zaman geldin abi!"
"Daha demin geldim ay yüzlüm." Kardeşini yavaşça yere indirip yüzüne yapışan saçlarını elleriyle geri iteledi. Kardeşine hep 'ay yüzlüm' derdi Ezman. Kardeşinin sevinçle zıplaması yüzünden yerden sıçrayan çamurlar pantolonda lekeler bırakıyordu. Ama kızmadı kardeşine. "Sakin ol ay parçam." Kardeşini tekrar kolları arasına alıp ilerideki büyük zeytin ağacının altına götürdü. Kuru kütüğe dikkatle onu oturttuktan sonra kendisi de yanına oturup kolunu onun omzuna attı.
"Biliyor musun?" dedi küçük kız yerinde heyecanla kıpırdanıp. Mutluluğundan içi içine sığmıyordu. "Ben küsmüştüm aslında sana." Abisinin yanından azıcık uzağa kaydı.
"Küstün mü? Abilere hiç küsülür mü kızım? Çok ayıp."
"Ama sen de beni götürmedin köye. Hem yengem abin gelmeyecek de demişti. Ondan küstüm işte." Küçük kollarını göğsünde bağladı kız. Kaşlarını hafifçe çatıp kafasını abisinden öbür yana çevirdi.
"Ben senin yanına uğramadan, sana sarılmadan hiç gider miyim ay parçam? Bence sen yanlış duymuşsun. Kamer? Sen gerçekten küsmüşsün bana." Ne yapsa döndüremedi kardeşinin yüzünü kendi tarafına. Öylesine inatçıydı ki kardeşi bazen bu yaşta böyleyse ileride nasıl olacak diye merak etmiyor değildi.
"Gitmezsin değil mi?" İri ela gözlerinin çevresine yaşlar birikmişti. Herkese, her şeye inat ederdi Elif ama abisi söz konusu olunca yelkenleri hemencecik indirirdi suya. Her ne kadar ona 'küstüm' dese de küsemezdi.
"Gitmem tabi en kıymetlim." Abisinin güven kokan kolları arasına sığındı Elif. Herkesten farklı abisi ona 'Kamer' derdi. Zaten bu ismi de o koymuştu. 'Elif Kamer' olmuştu adı.
Ama gidecekti abisi. Aylarca görmeyecekti Elif onu. Özleyecekti. Çok özleyecekti. Abisinin kolları arasında aklına ne gelirse anlatıyordu. Abisi ise sabırla dinliyor, sabırla cevaplıyordu kardeşini.
Elif'in küçük ince parmakları abisinin serçe parmağına yakılmış asker kınasında dolaşıyordu bir yandan. O gün ayrılık vaktiydi.
"Abi?" dedi başını abisinin göğsünden kaldırıp. "Neden parmağına kına sürdüler ki?" Kınanın kokusunu sevmiyordu Elif. Hatta korkuyordu bile bu kızıl boyadan. Ama abisinin parmağında görünce içten içe de merak etmişti. Dün gece avluda kadınların dilinden dökülen türküler eşliğinde sürülmüştü yeşil çamur abisinin parmağına. Nasıl olmuştu da kırmızı rengi almıştı o yeşil çamur anlamıyordu.
"Bu çok eski bir gelenektir ay parçam. Çok eski."
"Ama neden?" Merakla irileşmişti Elif'in gözleri. Daha önce hep kına gecelerinde kadınlara sürüldüğünü görmüştü. İlk defa bir erkeğe sürüldüğünü görmesi tuhafına gitmişti.
"Kına bizim geleneklerimizde üç şeye sürülür." Dedi abisi onu kendi göğsüne geri yaslayıp. Hava soğuktu. Kardeşinin üşümesini istemiyordu. "Birincisi koça, Allah'a kurban olsun diye. İkincisi geline, eşi sevdası için. Üçüncüsü de askere gidecek yiğide, vatanına kurban olsun diye."
"Sen kurban mı olacaksın?" Korkuyla sıçradı Elif yerinden. Geçen kurban bayramında tam kesilmek üzereyken önlerinden kaçan koç gelmişti aklına. Hepsine korku dolu anlar yaşatmıştı iri koç.
"Yok ay parçam. Öyle değil. Allah yoluna, vatan savunmaya gidiyoruz ya biz. Bu da geleneklerimizden biri." Kardeşinin alnına küçük bir buse kondurup geri çekildi Ezman. "Söyle bakalım." Dedi hafif çatallanan sesiyle. "Ben askerdeyken okumayı hemen sökecek misin?"
O sene birinci sınıfa başlamıştı Elif. Çok heyecanlı ama bir o kadar da istekli bir öğrenciydi. Bunda abisinin payı da çok büyüktü. Mesela kuzeni Şilan gibi mızmızlanmıyordu her sabah.
"Evet!" dedi heyecanla Elif. "Herkesten önce öğreneceğim okumayı. Sen hiç merak etme. Sen dönünce de sana kitaplar okuyacağım bir sürü. Söz. Ama sen hemen döneceksin değil mi?" Heyecanlı sesine ağlamaklı bir ton karıştı Elif'in. Çenesi hafifçe de titremişti.
"Görevim biter bitmez hemen döneceğim. Ama sen de derslerini aksatmayacaksın, öğretmenini üzmeyecek, akıllı bir öğrenci olacaksın. Tamam mı?" Elif ağlamamak için alt dudağını dişlemişti bir yandan. "Hem sen söz verdin. Çok iyi bir doktor olacaksın."
"Olacağım valla! Sana söz çok iyi bir doktor olacağım."
"Abinin bu kalbine de bakacaksın değil mi?" Ezman büyükçe bir kahkaha atmıştı.
"Bakacağım. Beritan ablanın kırdığı bu kalbine çok iyi bakacağım." Elif de abisi gibi gülüp küçük elini abisinin göğsüne koydu.
O gün ellerini bir an olsun çekmedi Elif abisinden. Gece gideceğini bildiğinden son dakikalarını hep onunla geçirmek istiyordu. Aylar öyle kolay geçmeyecekti bunu biliyordu. Annesi her ne kadar 'sayılı gün çabuk geçer' dese de gizli gizli ağladığına çok kez şahit de olmuştu. Demek ki sayılı gün çok çabuk geçmeyecekti. Elif bunu anlamıştı.
Sırf üzülmesin diye erkenden uyutmak istemişlerdi Elif'i ama dinlememişti Elif. Defalarca Şilan'ın yanına yaptıkları yataktan kalkıp pencereye koşmuştu vakit geldi mi diye. Abisi giderken görmek istiyordu. Ona son kez de olsa sarılmak istiyordu.
Abisi gitmeden sevdiğinin yanına koşmuştu. Elif abisinin bakışlarından Beritan'a olan sevdasını görebiliyordu da. O bakışların adını bilmiyordu ama abisinin sevdasını görebiliyordu o küçücük yaşında.
Elif o gece uyumadan bekledi abisini pencere önünde. O üst katta pencerede; babası, annesi ise soğuk avluda beklemişti saatlerce. Gitmesine az bir vakit kalsa da dönmemişti Ezman. Babası Hasan ağa taş avluyu endişeyle adımlarken annesi şişkin karnında dolaştırıyordu telaşlı ellerini. Doğumuna günler kalmıştı. Kardeşi Haşim de katılmıştı az sonra bu telaşlı adımlamaya. Böyle beklemenin bir fayda getirmeyeceğini düşünüp salmıştı kapıdaki adamlarını onu aralamaları için.
Ama tam o sırada geldi haber. Bir ateş topu olup düşmüştü taş avluya. Annesinin feryatları böldü gecenin ıssız karanlığını. Ağlama sesleri uyandırdı kara geceyi.
Ezman sevdasının yanından dönerken vurulmuştu sırtından üç kurşunla. Biri tam kalbine isabet etmişti. O güzel, altın gibi kalbine. Al kanı boyamıştı çorak toprakları. Üç kalleş kurşun onu koparmıştı hayatının baharından, sevdasından, ailesinden.
Kan davası uğruna, o kahrolası kan davası uğruna kanını dökmüşlerdi daha yirmisinde. Vuran belliydi. Zaten onu vurduktan sonra da kendi kafasına sıkıp o da orada ölüp gitmişti.
Yıllardır kara bir akrebin sinsi duruşu gibi duran kan davasının ateşi o gece tekrar harlanmıştı o üç kurşunla.
O üç kurşun gencecik bir fidanı toprağından söküp atarken yıllarca herkese zarar verecek yeni yazgılar da yazmıştı.
Bu toprakta yazgılar kanla yazılıyordu her seferinde. Ve o kan herkesin üzerine sıçrıyordu.
🔥
Buradan sonra medyadaki şarkıyla okuyabilirsin
Eylül-2016
İnsanın her şeyi bir kuru toprağın altında son buluyordu demek ki. Ruh bedenden ayrılıyor, kalp bu candan sökülüyordu da nasıl olup nefes almaya devam ediyordu insan anlamıyordum.
"Baba..." dedim çatallı sesimle. Dizlerime, parmaklarıma toprağı bulaşınca gözümden kayan bir damla yaşa da boğazımdan kopan hıçkırığa da engel olamadım. "Babam..."
Acı her zerremde koşarken boğazımı sıkan o görünmez ele mani olmak istedim ama beceremedim.
"Baba kalk..." dedim dermansızca. "Ne olur kalk..." Kalkmayacağını bile bile toprağına vurdum ellerimi. Çabaladım, bağırdım, feryat ettim. "Ne olur kalk baba! Kalk! Ne olur kalk!"
Göz yaşlarım birer birer düştü kuru, çatlak toprağa. Ama silmedim yüzümden süzülen yaşların hiçbirini.
"Ben geldim baba. Ağlıyorum... Silmeyecek misin?" Bilerek silmiyordum yüzümden inen yaşları. Kıyamazdı ağladığıma. Gözlerimin çevresinin kızardığını dahi görse onun da gözleri dolardı. 'Ağla kızım. Canın yanıyorsa ağla, tutma içinde' derdi. Ama 'Sakın kendini değersiz hissettirmelerine izin verme. Başkaları için akmasın o inci taneleri' diye de eklerdi.
"Baba..." Bir hıçkırığa karışıp çıktı sesim. "Üşümüyor musun?" Üşürdü babam çok. Yazın o sıcak günlerinde bile elleri ayakları hep buz gibi olurdu. Annemin ellerini kendi elleri arasına alırdı çoğu zaman, 'Sırf annenin ellerini tutabilmek için ısınmasınlar istiyorum' derdi.
"Ben çok üşüyorum baba..." Elimi soğuk toprağın üzerinde gezdirdim. "Çok üşüyorum..." Gözümden bir damla daha yaş süzüldü diğerlerinin üzerine. "Kalbimin... Kalbimin ortasında sanki bir delik var. Rüzgar üfürüyor oradan. Çok üşütüyor baba..." Elimin altındaki toprağı sıkabildiğim kadar sıktım. Sanki parmaklarım ne kadar kuvvetli sıkarsa babamın üzerini örten o toprağı söküp atacakmışım gibi hissediyordum.
"Yalvarırım kalk baba... Annem nasıl dayanacak bir acıya daha ha? Emir bu yaşta nasıl dayanacak?" Kendime bir türlü sıra getiremiyordum. Hele ben... Ben nasıl dayanacaktım onsuzluğa?
"Ben nasıl dayanacağım baba..." Acı feryadımı bastırmak ister gibi omzumu baskıladı Leyla.
"Kuzucum ne olur yapma böyle. Kalk hadi." Bir omzumdan o bir omzumdan Şilan tutuyordu. Emir amcamın kolları arasında, annem geceden beri kendine yapılan sakinleştiricilerin etkisiyle az geride duruyordu.
"Baba... Abim gitti zaten... Sen niye gittin baba... Yalvarırım kalk..." başımı çevirip babamın hemen yanı başında yatan 'abime' baktım. Hiç yakışmıyorlardı buraya. İkisi de kuru toprağa hiç yakışmıyorlardı.
"Elif hadi abicim. Hadi gel." Diyar abim gelip kollarımdan tutmak istedi. Kollarımdan tutup beni babamın yanından kaldırmak istedi.
"Bırak!" dedim hiddetle. " Bırakın beni!" Kalabalıktı etrafımız. Çevrede bir sürü insan bize başsağlığı dileyebilmek için bekliyorlardı. "Ben babamın yanından ayrılamam! Ben gidemem onun yanından! Bırakamam onu! Sevmez... O sevmez yalnız kalmayı... Bırakamam..."
"Elif... Bak abicim. Bırakmıyorsun zaten. İnsan babasını bırakır mı hiç? O benim de babam sayılırdı. Hiç amca gözüyle bakmadım ki ben ona. Babamdan ayırmadım ki." Diyar abim yanı başıma diz çökmüştü. Kollarımdan tutup kendine çevirmişti yüzümü. "O da bizi hiç sizden ayırdı mı? Bırakmıyoruz ki onu. Ama ağlama artık. Baban görse hoşuna gider miydi ha? Ha güzel kardeşim? Gider miydi hoşuna? Kıyabilir miydi amcam senin bir damla gözyaşına?" Kıyamazdı. Bırak gözyaşımı suratımın asık olmasına dahi dayanamazdı.
"Hadi kuzucum." Dedi diğer tarafımdan Leyla. "Metanetli olmak zorundayız. Baban için. Sen babanın güçlü kızısın."
Bakışlarım hiç yağmur yağmamış gibi dingin ve berrak olan gökyüzüne çevrildi. Belki bedeni şu soğuk, çorak toprakların altındaydı ama ruhunun yanımda bir yerlerde olduğunu hissedebiliyordum.
Yüzümü sakin bir rüzgar okşadı. Oturduğum yerde tam kucağıma kuru bir çınar yaprağı düştü ağaçtan.
"Baba..." diye fısıldadım usulca. Beni duyduğunu, beni hissettiğini biliyordum.
"Araba şurada." İnsanların 'başın sağolsun, Allah sabırlar versin' dilekleri arasında yürüdüm kuru otlu yolu. Bir kolumdan Şilan diğer kolumdan Leyla destek olurken dönüp dönüp arkada bıraktığım 'babama' bakıyordum.
"Sizin ne işiniz var burada?" Bakışlarımı önüme döndüren Diyar abimin hiddetli sesi oldu. Onun sesiyle bir etrafımız bizim konakta çalışan adamlarla çevrelenmişti. "Acımıza bakıp alay etmeye mi geldiniz ta buralara!"
"Kimseyle işimiz yok." Dedi Diyar abime nazaran daha sakin konuşan adam. "Kendi ziyaretimizi yapıp gideceğiz."
"Öyle mi! Bu günü mü buldunuz!" İnatla soludu Diyar abim. 'Sakin ol' diyecek dermanım bile yoktu. Kızların beni yönlendirmesiyle de kapısı açılan arabaya adımlayıp onların yardımıyla binerken halen gelmiyordu Diyar abim.
"Bırak Salim. Gidelim." Sakin sakin konuşan adam önünde dikilen arabanın yavaşça açılan camından birinin seslenmesiyle diyar abimi geride bırakıp arabanın önüne dolaştı.
"Beter olsunlar." Direksiyonun başına oturan Diyar abim sinirle solurken çalıştırdı arabayı.
Kimin ne olduğu umurumda bile değildi.
Ben geride canımın başka bir parçasını daha bırakmıştım.
Ben geride babamı bırakmıştım.
🔥
Kasım-2016
Acı bakiydi.
Her hücremdeydi.
Zaman ise çok zalimdi. Günler geçiyor, gece gündüzüne kavuşuyordu ama hücrelerimde koşan acı kendinden eksiltmiyordu bir dirhem bile.
Soğuk hem zihnimde hem de iğne gibi bata bata bedenimin her yerindeydi. Sabah ezanının okunmasına yarım saat vardı. Gökyüzü kapkaranlık, yağmur bulutları kabarık kabarıktı. Soğuk rüzgar tam kulağımın dibinde uğuldadı.
Üzerimde ince siyah bir hırka, başımda, siyah bir şal vardı. Günlerdir üzerimden çıkarmadığım siyah elbisemin etekleri hep toza bulanmıştı. Eğilip güzelce temizledim eteklerini. Kucağımda tuttuğum Kur'an-ı Kerim'e sıkıca sarınıp sarı sokak lambalarının aydınlattığı yolda ağır aksak ilerliyordum.
Cami dışarıdan daha sıcaktı ama ruhumda kaynayan 'özlem' ateşinden daha sıcak olmadığı kesindi. İmam Fazıl efendi her gün sabah kendinden evvel gelişime alışmıştı artık. Son bir haftadır da o benden önce gelip açar olmuştu camiyi.
Ezan okunmadan okuyabildiğim kadar ayeti okuyup ezandan sonra durmuştum namazıma. Namazım bitince sıra secdeye kapanıp ettiğim dualara gelmişti. Secdem gözyaşlarımla ıslanırken 'sabır' kelimesi dökülüyordu her gözyaşımdan sonra.
Ciğerimin yandığını hissediyordum. Ruhumun kavrulduğunu.
"Allah'ım." Diyebildim güç bela. Takadim kalmıyordu her sabah. "Sen bana sabır ver... Abimin acısı daha yerinde dururken bu... Çok ağır geldi... Sen her şeyin en doğrusunu bilirsin... Sen bana sabır ver..."
Her sabah aynı dua dökülür olmuştu dilimden. Zaten gün içinde en fazla konuştuğum zaman bu zamandı. Yoksa bir ruh gibi geziyordum ortalarda. Konuşmuyor, yemiyor, bir bardaktan daha fazla bile su içemiyordum. Annem babamın acısını bir kenara bırakıyordu bana baktıkça.
Ama benim acım gün geçtikçe hafiflemek yerine katlanarak artıyordu. Sanki biri uzun sivri tırnaklarıyla oyuyordu göğsümün ortasını. Ve her oyulmada ben biraz daha eriyordum.
İnsanlar bana baktıkça 'yaşadığımı' görüyorlardı. Ama ben sadece nefes alan bir ölüydüm hepsi bu.
Fısıltılar dolaşıyordu etrafımda. Duymadığımı sanıyorlardı ama geçtiğim her sokakta arkamdan 'vah vah' kelimelerini duyuyordum. Acıyorlardı halime. Görüyordum. Bakışlardaki acizliği görüyordum.
Sabahın ayazı da karanlığı da daha kalkmadan camiden çıktım. Ruhumun bir nebze olsun dinginleştiği, acılarımın biraz olsun kapı dışında kaldığı yerdi burası. Konak, acımı katlıyordu. Günler geçmişti o kara günün üzerinden ama hiçbir kolaylaşmıyordu. Aksine zorlaşıyordu, zorlaşacaktı.
Cenazeden döndüğümüz an anlamıştım her şeyin daha da zor geleceğini. Taziyeye gelen insanlara helva ikram edeyim diye elime tepsi tutuşturduklarında anlamıştım. Acı ciğerimi dağlarken, acı ruhuma sığmazken insanlara ikramda bulunmak daha önemliydi çünkü.
O günden sonra da hiçbir şey eskisi olmadı zaten.
Gözümden kayan bir damla yaşı sertçe silerken hırkamın koluna kafamda türlü şeyler dönüyor, görünmez bir el tekrar sıkmaya başlıyordu boğazımı. Önümü göremiyor, nefes dahi alamıyorken sertçe çarptım birine. 'Özür dilerim' demeye bile dermanım yoktu.
"Önüne bak!" dedi çaptığım kişi. Elimi kaldırıp 'özür dilerim' der gibi sallamaya çalıştım. Başımdan kayan şalı hızla düzeltip avludan eve giden yolu takip ettim.
Hani ölüm sessizliği derler ya tam öyle bir sessizlik oluyordu her sabah evde. Annem her sabah camiye gittiğimi bilse de endişeli bir halde beklerdi beni taş avludaki sedirde. Sonra bir şey demeden de geri girerdi içeri. Sağ salim gelebildiğimi görmekti niyeti.
Herkes, her şey günün olağan akışına dönebilmişti ama bir ben bir de annem dönememiştik. Emir'i her sabah okula gönderirken gülümsemeye çalışırdı annem başkasını da beceremezdi. Amcam ve Diyar abim şirketteki işlerine, yengem konaktaki işlerine dönmüştü çoktan.
Sokaktaki satıcı da bağırıyordu işi için, çarşıdaki esnaf da. Herkes devam ediyordu ama ben edemiyordum bir türlü. Tek yapabildiğim ölü olan bedenime nefes aldırmaktı hepsi bu.
Cebimdeki telefon titredi ben taş tırabzana kafamı yaslamış basamaklarda otururken. Leyla usanmadan her sabah ya arıyor ya da mesaj atıyordu. Gelen mesaj da ondandı.
Leyla
'Kuzucum günaydın. Aradım seni ama açmadın. Olsun. Bugün fakülte sekreteri sordu seni. Tüm derslerdeki devamsızlık hakkın dolmuş. İhtar göndermiş sana. Vakit kaybetmeden ulaş onlara. Ben durumunu açıkladım ama senin kendinin görüşmen lazımmış. Elif bana da dön mutlaka. Seni seviyorum."
Telefonu kapatıp yanı başıma bıraktım. Her şey birer birer kayıyordu elimden.
"Hasta olacaksın burada." Arkamdan bana yaklaşan sese hafifçe omuz silktim. Hasta olmak umurumda mıydı benim? "Elif. Kalk hadi hasta olacaksın."
"Rahat bırak beni Şilan." Sesim olabildiğince bitkin çıkıyordu.
"Sana çorba ısıttım. Gel bari onu ye. Midene sıcak bir şey girsin. Kaç gündür ağzına tek lokma koymuyorsun zaten." Gelip yan başıma eğildi. Elini korkakça dizime koydu.
"İstemiyorum." Dedim tekrar omuz silkip.
"Hem babam seni görmek istiyor. Diyecekleri varmış."
"İstemiyorum." Tekrar silktim omzumu. Kalkmayacağımı biliyordu o da. Gelip yanıma oturdu. Başını yavaşça benim omzuma koydu.
"Yapma böyle Elif. Ben çok ..."
"Üzülüyor musun halime?" Çünkü insanlar üzülüyordu, biliyordum. "Acıyor musun?"
"Senin acın benim de acım Elif. Ama kendine bu kadar eziyet etme artık. Hem amcam senin bu halde olduğunu görmek ister miydi?" İstemeyeceğini biliyordum, herkes biliyordu ama ben yapamıyordum.
"Rahat bırakın beni." Dedim olduğum yerden kalkıp. Ruhumu delen acıyı sonuna kadar yaşamak istiyordum hepsi bu.
"Babam... Babam bekliyor Elif."
🔥
"Geç otur şöyle." Aşağı katta halen taziyeye gelen insanlar vardı. Ev kalabalıklığından bir şey kaybetmiyordu. Amcam sırf bu yüzden ayda yılda bir açılan küçük oturma odasını açtırmıştı. Geniş işlemeli koltukta otururken eliyle de oturmam için işaret etti bana. Soğuk ve yorgun bakışlarım odada gezdikten sonra Diyar abimi bulmuştu. O da babasının hemen yanındaki koltuğa oturmadan önce bana bakmıştı. Bakışlarım belinde duran silahtaydı. Cenazeden sonra silahsız gezmez olmuşlardı ikisi de.
"Belki haberin vardır, seni de haberdar etmişlerdir ama ben kendim konuşmak istedim seninle." Sesi hafif hırıltılı çıkardı içtiği sigaralar yüzünden. Rahatsızca kıpırdandı oturduğu koltukta. "Okulu diyorum Elif. Devamsızlığından ötürü aradılar."
"Biliyorum." Dedim dümdüz bir tonda.
"Bak haberin varmış senin de. Bu dönemin uzayacakmış. Bitmiş tüm devamsızlık hakların." Eliyle kırlarmış sakallarının arasını kaşıdı.
"Biliyorum." Dedim yine aynı dümdüz tonda.
"Kolay değil tabi. İçinde olduğumuz durumu düşünürsek. Yani kim okulu düşünebilir ki bu şartlarda. Zor. Çok zor. Hele senin için daha zor." Keskin mavi gözleri bana çevrildi ve hiçbir şey demedi. Sanki bir şey diyeyim diye bekliyordu ama ben susarak bakıyordum ona. "Bir şey diyecen mi Elif?"
Hafifçe omuz silktim.
"Bak Elif. Ben bu haber bana geldiğinden beri düşünüyorum. Şartları, içinde bulunduğumuz durumu düşünürsek. İstanbul uzak yer. Pahalı yer. Zaten şirket de borç batağında. Tabi sen durumları bilmiyordun."
"Ee amca.." dedim yersiz uzatmasına derin ve sıkıntılı bir iç çekip.
"Zaten okulun uzadı bu sene. Bu gidişle kim bilir daha ne kadar uzar Allah bilir." Ellerini sakallarının arasında dolaştırırken bakışlarını benden çekti. "Demem o ki ne olacak Elif sence böyle?"
"Dondururum."
"Dondurursun?"
"Evet. Dondururum. Kolay."
"Donduracaksın sonra keyfin isteyince gideceksin öyle mi? Ama bizim şartlarımız karşılayabilir mi sence bu durumu Elif? Zaten cenaze büktü belimizi. Gırtlağa kadar borç içindeyiz. Ta İstanbul gibi yerlerde çocuk okutmak kolay mı? Bak kaç boğazız biz."
"Ne demeye çalışıyorsun sen amca?" Yerimden yavaşça doğruldum.
"Diyorum ki... Sen okulu bırak Elif. Herkes için en doğrusu budur." Kaşlarımı çatabildiğim kadar çattım. Tırnaklarım kanatacak kadar batıyordu avcumun içine.
"Anlamadım." Dedim gayriihtiyari bir gülümsemeyle. Delirmiş olmalıydı ya da benim kulaklarım yanlış duyuyordu. Bunu bana nasıl derdi?
"Okulu bırak. Herkes için en doğrusu bu."
"Okulu bırakayım öyle mi?" Anlamadığımdan değildi sormam. Teyit etmeye çalışıyordum. O da zaten onaylarcasına başını salladı. Bakışlarım bir şey desin diye umduğum Diyar abime kaydı ama bakışları yerde öylece susuyordu. Babasının yanı başında onu dediklerine boyun eğmeyi tercih ediyordu. "Bırakmayacağım. Okulumu bırakmayacağım."
Daha da bir şey demeden yanlarından geçip gidecektim ama kükremesiyle durdurdu beni.
"Bırakacaksın Elif! Gitmeyeceksin!"
"Buna sen karışamazsın amca. Ne yapıp ne yapmayacağıma sen karışamazsın!" Eli acele bir şekilde kavramıştı kolumu.
"Hayır dediysem hayır Elif! Sözümün üzerine söz söylemeyeceksin!" Bırakması için çekiştirdim ama sıkıca tuttuğundan ve ona nazaran çelimsiz olduğumdan beceremedim.
"Bırak!" dedim dişlerimin arasından. Var gücümle kendimi çektim geri. "Okulumu bırakmayacağım!" ne zorluklarla kazanmıştım ben orayı. Ne uykusuz geceler çekmiştim o masanın başında. Hiçbirinden haberi olmamıştı kimsenin. Şimdi gelip de bana 'okulu bırakacaksın' diyemezlerdi. Hem benim bir sözüm vardı abime. Bu sözü tutmamazlık edemezdim.
"Elif! Beni dinleyeceksin! Ben göndermiyorum hiçbir yere!"
Gözüm döndü o an. Günlerdir ruhumu kasıp kavuran ateş gözlerimden fışkırırken Diyar abimin belinde duran silahı çektim aldım.
"Öldürürüm amca kendimi!" Soğuk metalin namlusunu tam şakağıma dayadım. Sonra yavaşça ona doğru çevirdim namluyu. Dehşetle izliyorlardı beni. "Ama önce seni sonra kendimi öldürürüm. Acımam amca! Ne sana ne kendime!"
"Ver şu silahı abicim! Bak bir kaza olacak!"
"Delirdin mi sen Elif!"
"Seninki de soru mu amca! Delirdim evet! Delirttin beni! Sen benden ne istediğinin farkında mısın ya!" Hiddetle ona doğru salladım elimdeki silahı. Bir adım geri gidecek oldu ama arkasındaki koltuğa çarptı.
"Elif abicim bırak şunu!"
"Yaklaşma Diyar abi!"
"Elif indir şu silahı öyle konuşalım!"
"Konuşacak ne kaldı amca! Sen benden bana kalan tek şeyimi istiyorsun. Kaybedecek neyim var daha! Abim gitti, babam gitti. Şimdi de okulumu mu bırakayım ha! Sen benden ne istiyorsun!" Sesim boğazımı yırtarcasına, ses tellerimi koparırcasına çıkarken arkamdaki kapı açıldı sertçe.
"Elif kızım!" Annemdi gelen. "Elif sen ne yapıyorsun kızım!"
"Delirdi Zehra bu kızın! Bana, öz amcasına silah doğrultuyor!"
"Çekilin gidin başımdan!"
"Elif indir şu silahı kurbanın olayım annem!" Annemin ağlamaklı sesine başka sesler de karışmıştı ama ben bakışlarımı amcandan başka yana çeviremiyordum. Madem benden her şeyimi istiyordu o zaman benimle birlikte her şeyin sonu olmalıydı. Emniyeti açtım yavaşça. Gözümden süzülen yaşlara aldırmadan çenemi kaldırdım havaya. Elim zangır zangır titriyordu ama hedefim de bir o kadar yakınımdaydı.
"Elif yapma!" dedi hiddetle bir bana bir de elimdeki silaha bakıp.
"Elif indir!" dedi arkamdan bir başkası.
"Yapma!" dediler ama oralı olmadım. Biri kuvvetle belimden çekip beni yere yatırmasaydı muhtemelen tetiğe bastığımda namludan çıkan kurşun karşıdaki cam vitrine değil de amcama isabet edecekti. Diyar abimin ve annemin kolları arasında yere yığıldığımda ciğerlerim parçalanırcasına ağlıyordum.
"Bitti Elif her şey! Yok sana okul falan! Duydun mu!"
Bitmişti gerçekten. Hayallerim babamla, abimle birlikte o kuru toprağın altına gömülmüştü.
On dokuz yaşım benden sadece babamı değil hayallerimi de almıştı.
Ama her şey daha yeni başlıyordu. Bihaberdim.
🔥
Bölüm sonu
Nasıl buldunuz bölümü
Beğenmeyi ve yorum yapmayı, her satıra uğramayı unutmayın
Beni buradan, instagramda ve Tiktokta takip ederek bölüm hakkındaki duyurulara, editlerde ulaşabilirsin.
Bir sonraki bölüm yolda, Allah'a emanet ol 🌸
|
0% |