Yeni Üyelik
54.
Bölüm

Yasemin Çiçekleri

@seydnrgrsu

Merhaba guzularım hoşgeldinizzzz

 

Bölümümüz çok uzun ve ikili bakış açısına sahip. O yüzden herkesin yıldızı parlatmasını ve en az 15(on beş) yorum yapmasını istiyorum ona göre. Yoksa küseceğim bilesinizzzz

 

Beni buradan(seydnrgrsu) instagramdan ve Tiktok'tan takip edebilirseniz çok sevinirim.

 

 

 

 

Sezen Aksu-Yetinmeyi Bilir Misin?

 

Sezen Aksu-Tutuklu

 

Grup Abdal-Bu Tepe Pullu Tepe

 

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

'Allah der ki Kimi benden çok seversen onu senden alırım

Ve ekler: "Onsuz yaşayamam" deme, seni onsuz da yaşatırım

Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar

Canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar

Dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur, öyle garip bir dünya

Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur

Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın

En garibi de budur ya öldüm der durur, yine de yaşarsın'

 

'Öldüm der durur, yine de yaşarsın...'

 

'Öldüm der durur...'

 

'Öldüm...'

 

'Ölü...'

 

Kalpsiz bir beden ne işe yarar? Atmayan, içinde 'yaşama' organı olmayan bir beden tam olarak ne işlevi görür?

 

Peki ya içine çektiği nedir? Ciğerlerine bile ulaşamayan hava? Ölü bir bedenin nefes alması işten midir?

 

Yaşarken ölmek nasıl bir histir? Bunu yaşarken içinden kalbi sökülenden daha iyi kim bilebilir?

 

Üzerine yattığı bu sert zemin acıtmaz mı tenini? Ah o teni... Ruhu olmadan hiçbir işe yaramayan bir 'ölünün' teni...

 

Nefes al... 1... 2...

 

Kan kus...

 

Nefes ver...3...4...

 

Kül ol...

 

Yaşayan bir ölü artık o biçare bedeni. Ve kendinden geçmiş duyguları sert zeminde tuzla buz. Adı o gün silindi. Aylar önce. Artık 'hiç kimse' bile değil... Benliği, aklı, ruhu ve kalbi o gün gitti. Bir tek acı kaldı geriye. Anılarını bile kirleten bir acı.

 

Dümdüz bir acı.

 

Artık acı her yerinde. Aldığı nefeste, içtiği suda, yattığı taş zeminde, attığı adımda. Ama aklı tek bir kişide.

 

Kamer...

 

Ömrünün diğer yarısı ve artık vuslatın çok uzak olduğu kanayan yarası...

 

Güneş gökyüzünde. Bulutlar yok. Kuşlar yerli yerinde, sesler etrafında. Hiçlik kanında ve her şey olması gerektiği kadar normal. Ama o değil. Baran artık eski Baran değil.

 

Baran bitti... Baran hiç oldu... Baran bir zifiride düğüm olduğu bir kalpten kovuldu. Külleri kaldı geriye. O da savrulmak üzere.

 

Tek düşündüğü bu tepesinde soluk biçimde parlayan güneş değiyor mu onun da tenine. Biçare ölü bedenini saran rüzgar dokunuyor mu saçlarının teline. Yine aynı gökyüzünün altındalar mı? Aynı gök kubbe sarıyor mu ikisini de?

 

Tutunacak bir tek bu kaldı. Kendini avutacak, bununla avunacak...

 

Peki o iyi mi? Nefes alıyor mu, gökyüzüne bakıyor mu ya da o rüzgara saçlarını savuruyor mu? Getirecek mi rüzgar onun kokusunu? Yaseminler... Yaseminler yok, kokusu yok, yaseminler nerede?

 

Nefes al...1...2...

 

Kan kus...

 

Her gün aynı terane. Her gün aynı hiçliğin ortasında ölü bedenini oradan oraya sürükle.

 

Aylar geçmişti onun ölü olan ömründe. Saniyeler bile ona zulüm gelirken, kollarının arasında bile özlerken aylar girmişti aralarına. Kilometrelerin girdiği gibi.

 

Bir gökyüzü kalmıştı geriye. Her zaman gözlerini dikip kendinden çok uzakta bile olsa aynı gökyüzünün altındaydılar. Yeter miydi peki?

 

Asla...

 

Taş zemin etini yine delerken üzerine düşen güneş ışıklarıyla doğrulmuştu Baran. Saat kaçtı, günün hangi saatiydi bilmiyordu. Saate bakmayı uzun zaman önce bırakmıştı. Bir takvim yapraklarını yırtıyordu duvardaki. O da gün geçtikçe hızlanmaya başlamıştı.

 

Ağzındaki acı tatla yerinden kalkarken tutulan omzuna attı elini. Artık omzu nasır bağlamıştı. Aylardır yattığı taş zemin omzunda gün geçtikçe büyük bir ağrıya sonrasında da hissizleşmeye yol açmıştı. Belki bu hissizlik önceleri soğuk olan zemin yüzündendi. Bilemiyordu. Daha doğrusu bunu umursamıyordu.

 

Aylardır yaptığı tek bir düzenli şey vardı. Her yeni günde ne zaman uyanırsa uyansın ilk işi hafifçe çıkmış bile olsa sakallarını kesmek. Yemin etmişti kendine. Aylar önce üzerine bir damatlık geçirilirken ettiği yemini bozduktan sonra daha büyüğüydü bu.

 

Hayatının yemini...

 

Kırık dökük ayna paçasından yüzünün kesilip kesilmediğini umursamadan tıraş olduktan sonra yerde bir köşeye atılmış tişörtünü geçirdi çıplak üstüne. Girişteki eski gömleği de sırtına geçirdikten sonra her daim ahşap kapının önünde duran çantasını kapıp dar merdivenlere yöneldi.

 

Sekiz katlı 1950'lerden kalma bir apartmanın en üst katındaydı aylardır. Burası şehrin en eski, en kirli, en uçta kalmış, dar sokaklarla birbirine bağlanan, iki araba birbirine denk gelince tüm gidişatı tıkayan bir yerdi. Gündüzleri çocuk çığlıkları, hurdacı seslerinden geçilmiyor geceleri ise tenhalaşan köşelerinden her an elinde türlü kesici aletle biri fırlıyordu.

 

Burası İstanbul'da Yedikule'nin kuytularında kalan, her kesimden insanın ama daha çok karın tokluğuna yaşayanların bulunduğu bir mahalleydi.

 

Burayı nasıl bulmuştu, o apartman dairesine nasıl yerleşmişti hatırlamıyordu. Hatta buraya ilk geldiğinde günlerce orada burada kaldığını anımsıyordu. Orası ise tamamen tesadüf bir şekilde çıkmıştı karşısına.

 

Omzundan sarkan çantasıyla apartmanın dar merdivenlerini indikten sonra çöp yığını olan girişi geçmiş ve kavga eden küçük çocukların arasından sıyrılıp dar asfalt yolu hızlı hızlı yürümeye başlamıştı. Etrafta ses çoktu ama kafasını kaldırıp bakmıyordu Baran. Etrafta bir 'hayat' vardı öyleli böyleli ama umursamıyordu.

 

Umursayacak tek bir şeyi kalmamıştı.

 

Her gün yaptığı gibi büyük sarnıcın yanındaki tren yolundan geçti karşıya. Köşede ellerindeki bira şişeleriyle kendinden bir şeyler isteyen yeni yetmelere bakmadan, adımlarının hızını kesmeden devam etti. Yolu uzundu. Yaklaşık bir saatten fazla yürüyecekti.

 

Koşuşturan kirli kıyafetli çocukların arasından geçti, halı yıkayan kadınların olduğu yerden geçmemek için duvarın üstünden atlayıp yolunu uzattı. Yürüdü. İçindeki o kendini kavuran korları harlamak için epey yürüdü.

 

Dar yollardan, çıkmaz sokaklardan oluşan yolunun sonu büyük eski bir yapının önünde son bulmuştu. Kaç yıllık olduğuyla ilgilenmediği izbe binanın kenarındaki boşluktan aşağı atladı hiç düşünmeden. Bunu her gün yapıyordu. O anda ikindi ezanının sesi duyuldu. Demek ki vakit ikindi olmuştu.

 

Atladığı dar yerden daha da aşağılara doğru inerken dudaklarının arasına bir dal sigara yerleştirdi. Bir nefes için söndürdüğü sigarasını o nefesi duyamadığı için tekrar yakar olmuştu.

 

Hem de eskisinden daha çok. Belki de böyle ceza veriyordu bedenine belki de böyle dindiğini sanıyordu acılarını.

 

Bilmiyordu. Hiçliğin tam ortasında artık rotasını kaybetmiş bir gemi gibi olduğundan hiçbir şeyi bilmiyordu.

 

Dudaklarındaki sigaradan hızlı hızlı nefesler çekerken eski büyük binanın neredeyse yer altında sayılan girişine gelmişti. Büyük demir kapıyı itmeden önce kapıdaki iri yarı kel adama kısa bir bakış atmış ama oralı olmadan, adımlarını yavaşlatmadan girmişti içeri.

 

Kel adam buranın kapı sorumlusuydu. Ve öyle herkes elini kolunu sallaya sallaya giremezdi de. Ama alışmıştı Baran'a. Her gün bu saatlerde gelen bu ölü bedenin burası için bir tehlike arz etmediğini anlamışlardı. Anlayana kadar ise ona attığı dayağın haddi hesabı olmamıştı.

 

Peki ya ne yapmıştı Baran bu darbeler karşısında?

 

Hiçbir şey...

 

Sanki ölümünü bekleyen bir mahkum gibi hatta biraz da zevk alarak kendisine vurulmasına boyun eğmişti. O günler acısının öyle dineceğini sanıyordu çünkü. Ama yanılıyordu. Bu acı bakiydi. Asla dinmeyecekti. Ölümden beter, ölümü dilenir hale getirmişti kendini.

 

Buradaki herkes bu duruma alıştığından kapılar zorlamadan açılır olmuştu o yüzden de. Bu da Baran'ın işine gelirdi.

 

Omzundan sarkan büyük çantayı küçük demir dolaba attıktan sonra banka gelişi güzel oturmuş ve yeni bir sigara yakmıştı. Önünde kıvrılıp giden dumanı izlerken tek bir şeyi düşünüyordu.

 

Kamer...

 

"Erkencisin?" dedi o zehirli bir yol çizen dumana dalmışken arkasından kalın bir ses. Bu Ruhi'ydi. Gerçi gerçek adı bu muydu bilmiyordu. Buradaki herkes de onun gerçek adını bilmiyordu çünkü. O demir kapıdan girince isimler siliniyordu. Ama Baran'ın adı aylar önce silinmişti.

 

Küçük bir homurtuyla geçiştirdi Baran onu. Bakışlarını dumandan çekmedi. Önüne dolaşan bedene bakmadı.

 

"Etrafı hazırlatıyordum ben de." derken bacağı sallanan demir masanın üzerine oturmuştu. "Baya kalabalık olur diye düşünüyorum." Onun da dudaklarının arasında bir sigara vardı. Ama o sarma tütün içiyordu. Yine homurdandı Baran. Zaten burada sesini duyan, bilen pek insan yoktu. Ruhi dışında. "Akşam burası cehennem olacak cehennem." Sesindeki heyecanlı tını fark edilmeyecek gibi değildi.

 

"Niye?" dedi Baran ilk defa pürüzlü çıkan sesiyle.

 

"Tarihin en önemli kapışmalarından biri olacak da ondan. Bak maç demiyorum. Kapışma. Konacak bahisleri düşünemiyorum bile." Keyifle dudaklarının arasındaki sigaradan bir nefes çekti Ruhi. "Her zamankinin en az beş katı kazanırız diye düşünüyorum."

 

"Niye?" diye tekrarladı sorusunu Baran. Ruhi keyfinden ödün vermeden bakışlarını anlamadığını düşündüğü Baran'a çevirdi.

 

"Money?" dedi Ruhi. "Dolar? Euro? Haddi olmayan içkiler, bahisler ve kızlar? Tanıdık geldi mi? Her zamankinin en az beş katı diyorum."

 

Ama Baran'ın derdi ne paraydı ne de başka bir şey.

 

"Cehennem..." diye mırıldandı biten sigarasını yere atıp ayakkabısının ucuyla ezerken. "Neden cehennem?"

 

Ruhi akıl sır erdiremiyordu ona. Onunla tanışalı aylar olmuştu. Onu ilk defa bu binanın arka tarafında yerden doğrulamayacak kadar dayak yediğinde bulmuştu. Mekandan çocukların dövdüğünden haberdardı ama durumun o kadar vahim olacağını bilememişti onu görene kadar. Kapıda bekleyen Tokmak 'Resmen dayak yemek için uğraştı' demişti. Ve o günden beridir Baran buranın devamlı gelip gidenlerinden biri olmuştu.

 

Hiçbir şey yemeden saatlerce salondaki kum torbası ve ağırlıklarla terini atıp gecenin ayazında kimseye bir şey demeden çıkıp gidiyordu. Ruhi başlarda bunu öylesine bir merak sanmıştı ama Baran'ın gözlerindeki öfkeden onun bu işi zevk için değil de bir şeylerle savaşmak için yaptığını anlamıştı. Şimdilerde ise Baran'ın dikkatini belli zamanlarda büyük bir gizlilikle yapılan 'kafes dövüşleri' çekiyordu. Birkaç kere ölümden dönen dövüşçüleri görünce bu merakı katlanmıştı da. O zamanlar burada her şey büyük bir öfke ve kanla geçiyordu. Kendini hiç sayan biri için ise bu bulunmaz bir fırsattı.

 

Büyük yapı sözde spor salonu gibi görünen ama türlü pis işin döndüğü bir yerdi. Baran arka planda dönen sayısız illegal işin ara ara farkına varıyordu ama umurunda bile değildi. Küçük uyuşturucu alışverişleri, silah kaçakçılığı ve bilimum küçük şeyler onun ilgi alanında değildi. Onun ilgisini çeken belli başlı zamanlarda yapılan kafes dövüşleriydi.

 

Ruhi'nin de 'cehennem' diye bahsettiği bu dövüşlerden biriydi. Hatta tüm zamanların en büyük dövüşlerinden biri.

 

"Kobra..." derken sesinin tonunu düşürdü ama heyecanını gizleyemedi Ruhi. "Akşam Kobra'nın maçı var. Tüm zamanların en azılı dövüşçüsü. Kafese kiminle girerse kapıda cenaze arabasının beklediği hani. Bahisler o yüzden en ama en yüksek seviyede olacak bugün. Ayrıca misafirlerimiz var. Özel. Anlarsın ya."

 

"Rakip?" dedi Baran sigara paketinden yeni bir dal çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirirken. Ciğerleri bir an olsun zehirsiz kalmamıştı o gün.

 

"Ezel. Hiç şansı yok." diye keyiflice gülümsedi Ruhi. Onun derdi o gece mekana girecek paradaydı.

 

"Şansı olan biri olsun o zaman karşısında." Sanırım bu Ruhi'nin Baran'la tanıştıktan beridir duyduğu en uzun cümleydi. Şaşırmıştı.

 

"O nasıl olacak?"

 

"Koy beni." dedi yerinden doğrulurken. Üzerindeki eski gömleği çıkarıp demin çantasını fırlattığı demir dolaba attı.

 

"Nereye amına koyayım?" Güldü Ruhi. Böyle tiye alır gibi güldü. Hatta tiye almıştı bile.

 

"Kobra'nın karşısına."

 

"Azrail için randevu isteyeni de ilk defa görüyorum." Bastı kahkahayı. "Sen ve Kobra? Ulan amına koyayım hiç güleceğim yoktu." Güldü daha çok ama Baran'ın yüzündeki ciddi ifadeyi görünce nefeslenir gibi durmak zorunda kaldı. "Sen ciddisin? Ulan beni siksinler ki sen ciddisin. Kafayı mı yedin sen? Ölmek mi istiyorsun?"

 

"Yaşamayan birine mi soruyorsun?" dedi Baran.

 

"Ulan akıllı da birine benziyorsun dıştan bakınca."

 

"Ciddiyim." diye ısrar etti Baran. Hiç hayırlı bir ısrar değildi ama bu. Kobra bu alemin en azılı dövüşçüsüydü. O kafese karşısına kim girerse kazanmak için değil öldürmek için vururdu. Ve bunu tüm alem bilirdi.

 

"Siktir git." derken kapıya doğru yürüdü Ruhi. "Kum torbana mı vuruyorsun kafanı duvara mı vuruyorsun bilmem ama saçma sapan şeyler deme bir daha." Deminki keyfi Baran yüzünden kaçarken homurdana homurdana terk etti rutubet kokan giyinme odasını Ruhi.

 

"Hayırdır?" dedi ileride bar tezgahında bardakları silmekle uğraşan Derin. "Burnundan soluyorsun." Güldüğünde üst dudağındaki piercingi görünürdü. Siyah sol tarafını karmaşık ördüğü kıvırcık saçlarını elinin tersiyle geri itelerken Ruhi bar sandalyesine çökmüştü homurtuyla.

 

"Akıl yok mal herifte. Hayır sikip atacaklar o olacak."

 

"Kim?" diye mırıldandı elindeki kadehi parlatmakla uğraşan Derin.

 

"Kim o olacak, şu gerizekalı." O sırada Baran kimseye bakmadan kum torbasının olduğu tarafa yürümeye başlamıştı. "Akşam Kobra'nın karşısına çıkar beni dedi. Oldu amına koyayım. Ben bunu dediğimde bir tur sikilirim. Benim için doktor onun için imam ararsınız artık." Güldü Derin. Hatta kahkaha attı. "Gülme," diye sinirle homurdandı Ruhi.

 

"Kapalı kutu gibi," derken ona bakmaya çalıştı Derin. "Kaç aydır adını bile öğrenemedik."

 

"Geberince öğreniriz artık," dedi Ruhi. Geçmemişti siniri. "Ayrıca sana ne adından?"

 

"Merak," derken güldü Derin. "İlgi alanımda kendisi." Saklamadı niyetini.

 

"Onun dünya umurunda değil gibi ama," derken tezgahın arkasına uzanıp bir bira şişesi kaptı Ruhi. "Zorlama istersen şansını."

 

"Denemekten zarar gelmez be Ruhi. Belki bu kapalı kutunun anahtarı bendedir ha?" Arsız bir gülüş attığında Ruhi 'sen iflah olmazsın' dercesine kafasını sallamıştı.

 

Baran ise dakikalardır içinde büyüyen ateşe çare olsun diye önündeki kum torbasıyla savaşıyordu ama nafileydi. Olmuyordu. Geçmek bilmiyordu. Vücudunda dirhem su kalmayana, dermanı kesilene kadar vurdu ama yetmedi. Üzerindeki eski tişört terden tüm vücuduna yapışmış artık ciğerlerine hava gitmez olmuştu. Yüzünden kayan suları silerken soyunma odasına yürüdü geri. Bitmemişti. Daha yeni başlıyordu. Bu öfkeyi dindirmek içinse o gece o maça çıkmayı koymuştu kafasına.

 

O soyunma odasına geçerken Derin'in bakışları ise onu takip ediyordu. Buraya ilk geldiği gün takılmıştı radarına. Ne zaman konuşmak istese ya Baran onu görmezden geliyor ya da tersleyip geçiyordu. Ama inatçı kızdı Derin. Bugüne kadar kafasına koyup da elde edemediği kimse olmadığındandı belki bu özgüveni. Zaten kimsenin de hayır demeyeceği bir kızdı. Uzun bir boy, mükemmele yakın bir fizik, esmer ten ve yeşil gözleriyle mankenleri çatlatan bir güzelliği vardı.

 

Etrafın tenhalığını, herkesin akşamki maç için olan hazırlığını fırsat bilip bardakları kurulamayı bıraktı ve dakikalardır soyunma odasından çıkmayan Baran'ın yanına gitmek için barın ardından çıktı. Bundan daha iyi bir zaman olmazdı herhalde kendisi için.

 

Boyaları dökülmüş demir kapıyı itmeden önce aralıktan baktı içeri Derin. Ortadaki bankta sırtını kapıya dönmüş Baran'ın etrafında sigaranın oluşturduğu bir bulut vardı. Sadece kum torbasına vururken dudaklarının arasında sigara olmuyordu. Öbür türlü ise dudaklarının arasından hiç düşürmüyordu.

 

Bakışları bir süre aralık kapıdan içeride kendi kendine sigara içen Baran'da dolaştı. Sol omzundan sırtına ulaşan dövmesi buradan görünüyordu. Hafifçe iç çekerken dayanamayıp kapıyı itti ve içeri girdi. Ama kalkmadı Baran. Gelenin kim olduğunu sorgulamak için tek bir hamle bile yapmadı. Çünkü tek bir şeyi düşünüyordu. Her zaman düşündüğü şeyi.

 

Kamer...

 

Bir yudum su içip geri kum torbasına dönmekti niyeti ama yaktığı sigaranın dumanında onun hayaliyle bakışırken bulmuştu kendini. Dizlerinin bağı oracıkta çözüldüğünden oturmak zorunda kalmıştı. Şimdi karşısındaki sigara dumanının içinde saçları bir o yana bir bu yana savrulan Kamer'in hayaline dalıp gitmişti.

 

Her bir teline ömrünü adadığı saçları...

 

Acaba gökyüzündeki o güneş onun da dokunmaya kıyamadığı saçlarına dokunuyor muydu? Peki ya teninden yayılan yasemin kokusu? Yerli yerinde miydi? Uzun zaman olmuştu o kokuyu solumayalı. Uzun kirpiklerinin çevrelediği o ela bakışlar...

 

"İsimsiz?" duyduğu sesle birlikte önündeki hayal dumanla birlikte savrulup gidivermişti. Boşluğa düşer gibi olmuş ama belli etmeden yanındaki paketten yeni bir sigara çekip dudaklarının arasına yerleştirmişti. Ateşlemeden önce de ayağa kalkıp tişörtünü giymek için demir dolaba adımlamıştı ama önüne geçen bedenle durmak zorunda kaldı.

 

"Ateş?" diye mırıldanmıştı Derin. Kendi çakmağını hafifçe sallayıp yakmak istemişti. Ama oralı olmadı Baran. Bir adım yana kayıp demir dolabı büyük bir gürültüyle açtı.

 

"Konuşmayacak mısın? Ben de soruyorum," derken gülmüştü. "Konuşmayacaksın. Olsun, iki insan kelimeler olmadan da konuşabilir bana göre." İşaret parmağını uzatıp onun sol kolunu kaplayan dövmesine dokunmak istemişti ama Baran'ın bedenini geri çekmesiyle eli havada kalmıştı Derin'in. "Utangaç mıyız biraz?" Hoşuna gitmişti yalan yok. Ama Baran onun gibi düşünmüyordu. Dolaptan tişörtünü kapıp kapıya doğru yürürken peşine takılmıştı Derin. Hatta ondan hızlı davranıp yine geçmişti önüne.

 

"Niye konuşmuyorsun? Aylardır sesini Ruhi'den başkası duymadı. Merak ediyorum. Hem sesini hem de sev-"

 

"Çekil." İşte Derin'i şaşırtan hamle gelmişti. İlk defa Baran'ın sesini duymasıyla benliğinde yayılan afallama bir olmuştu. Ve ilk defa onun gözlerine de bakabilmişti.

 

"Vaoov," diye mırıldandı Derin. Ona biraz daha yaklaşırken yeşil gözlerini siyaha çalan kahverengilere kilitlemişti. "Sesin kadar gözlerin de epey ateşliymiş. Her türlü insanın aklını çeliyorsun be İsimsiz."

 

"Çekil dedim." Vurgulu bir biçimde fırlamıştı iki kelime Baran'ın dudaklarından.

 

"Çekilmezsem ne olur?" Dudaklarındaki arsız gülümsemeyle aralarındaki mesafeyi sıfıra indirdi Derin. "Ne yaparsın? Mesela sadece kum torbasına vururken mi iyisin? Tek yapabildiğin o mu?" Doğru yolda olduğunu hissediyordu Derin. Bunu onun seğiren boyun damarından anlamıştı. Sinirlendir, harla ve bom.

 

Ama bakışlarına takılan başka bir şey olmuştu Derin'in. Baran'ın boynundan sarkan bir zincire geçirilmiş iki alyans. İşte bu daha ilgi çekiciydi. Karşısında bomboş öfkeyle duran bir adam yoktu. Karşısında öfkesinden daha çok 'yaralı' bir adam vardı.

 

"İsimsiz yaralı," derken parmaklarını uzatıp onun boynundan sarkan alyanslara dokunmak istemişti ama bu hamlesi Baran'ın bileğini sertçe kavramasıyla engellenmişti. "Öfkemizin asıl nedeni bu demek ki," Keyifle gülmüştü Derin. "Detaylarını dinlemek isterim." Ve ilk defa da Baran'ın gözlerine böyle uzun baktığı için kendini tuhaf hissetmişti. Oysa asla utangaç biri değildi. Kendini bildi bileli hiç olmamıştı. Ama bu gözlerde gördüğü farklı bir şey vardı. Ve o şey içini ömründe ilk defa bir tuhaf etmişti.

 

Geri adım atmadı. Bileğini çekmek için hamle yapmadı. Aksine boştaki elini Baran'ın göğsüne koydu. Ama bu hamlesi daha da sinirlendirmişti Baran'ı. Hatta öfkeyle o bileğini de kavradı Derin'in.

 

Derin ise artık yolun doğru yol olduğundan yüzde yüz emin olmuştu. "İsimsiz daha da öfkelendi," dedi keyifle. Bakışlarını önce Baran'ın boynundan sarkan alyanslarda gezdirdi sonra yavaşça dudaklarına doğru çıkardı.

 

"Sana çekil dedim." Diye dişlerinin arasından konuştu Baran.

 

"Ben de çekilmedim," derken hafifçe güldü Derin. "Bu kadarcık mı İsimsiz? Bu mu yani?" Sinirle açtı kapattı göz kapaklarını Baran.

 

"Cık," dedi sinirle solurken. O sırada Derin de tam önünde yaslı olduğu kapıyı ayağıyla itip kapattı.

 

Kapı büyük bir gıcırtıyla kapandı.

 

🔥

 

"Kız istemeye gideceklermiş. Düğün kuracaklarmış yakında. O zaman gör bak buraları. İzolların oğlu evlenecek kolay mı?"

 

Zihnimde bir bulanıklık var. Adını koyamadığım, bana zaman ve mekan algımı yitirten bir bulanıklık. Rüyada mıyım gerçekte miyim onu bile bilmiyorum. Tek ayırt edebildiğim bu bulanık zifiride kendime bir çıkar yol arıyorum.

 

Nefes nefese kalmışım. Gittiğim, gideceğim yönler çok uzak sanki. Koca bir hiçliğin ortasına öylece salıvermişler beni.

 

"Kimse yok mu?" diyorum korkak bir vaziyette. "Hey!" Beni duysunlar, buradan çıkarsınlar istiyorum. "Kimse yok mu!"

 

"Evlenecek!" diyor nereden geldiğini bilmediğim ses. Korkuyla sağıma soluma bakıyorum. "İzolların oğlu evlenecek!"

 

"Kim var orada!" Korkuyla bir sağıma bir soluma dönmeye çalışıyorum ama üzerimdeki şey ayaklarıma dolaşıyor ve sendelememe neden oluyor. Bakışlarım hızla üzerime çevrilirken korkum daha da harlanıyor.

 

Üzerimdeki bir gelinlik!

 

"Kimse yok mu!" diyorum daha yüksek bir sesle. Ama adım atamıyorum, kimseye sesimi duyuramıyorum. Ayaklarıma dolaşan gelinliği tutup çekmek istiyorum ama sanki üzerime yapışmış gibi olduğundan bunu da beceremiyorum. "Kimse yok mu!"

 

Çekiştiriyorum, kurtulmak istiyorum ama yapamıyorum.

 

"Hüseyin ağanın büyük torunuyla evleneceksin! Sen artık İzolların gelinisin!"

 

"İzolların oğlu evlenecek!"

 

"Baran Dora İzol'la evlenmeyi kabul ediyor musunuz?"

 

"Sen artık İzolların gelinisin."

 

"...Boşanmalarına karar verilmiştir."

 

"İzolların oğlu evlenecek, düğün kuracaklar."

 

Binlerce karmaşık ses etrafımda bir girdap gibi dönerken ellerimi kulaklarımaa atıp sesleri duymamak için çabalıyorum ama olmuyor. Nefeslerim tıkanıyor tam o noktada. Ciğerlerime paslı bıçaklar sokuluyor ardı arkasınca. Dizlerim beni daha fazla taşıyamazken bakışlarım temelli kararıyor ve bırakıyorum kendimi.

 

Düşmeden, yere sertçe çarpmadan evvel ellerimle sıkıca şiş olan karnımı tutuyorum. Bu bir koruma içgüdüsü. Ama yere düşemeden bir çift kol kavrıyor bedenimi. Sarıyor böyle sıkı sıkı. 'Sakin ol' diyor. Kim bilmiyorum. Göremiyorum. Ama bir sanrı var. Onun sanrısı. Onun kollarının sıcaklığı, onun kollarının verdiği güven. Aylar sonra ilk defa hissettiğim bir şey.

 

O...

 

Ama göremiyorum. Beni kolları arasında tutan, kurtaran o mu göremiyorum.

 

Böyle anlarda bir tek o yetişir, o gelip kurtarır beni. Bunu biliyorum. Ama göremiyorum. Aylarca duvarların arasında hayaliyle yaşadığım adam mı bir türlü bilemiyorum.

 

Tek bildiğim o nefessizliğimin arasında ciğerlerime ulaşan bir koku. Baharatlı, sert bir koku. Bana hiçbir şey ifade etmeyen, hafızamda bu kokuya dair zerre bir iz olmayan bir koku.

 

Yabancı bir koku...

 

Sonra koku kayboldu. Yerini genzimi yakan rahatsız edici bir koku aldı. Uğultular zaten kesilmişti de şimdi bedenimde beni son derece rahatsız eden bir his vardı. Bir de keskin bir ağrı, genzimi yakan bir koku vardı. Karanlıktı. Bir ışığın yarmaya çalıştığı karanlık vardı gözlerimin önünde. Kara bir dehlizin içinde yolumu arıyordum ve hangi yöne gideceğimi bilmiyordum.

 

Elimi güç bela burnuma gerilen şeye atarken bunun bir oksijen maskesi olduğunu anladım. Birbirine sanki zamkla yapışmış gibi olan kirpiklerimi güç bela araladım.

 

Bir hastane odasındaydım. Bedenim sere serpe bir hasta yatağının üzerindeydi. Titreyen ellerimle ağzımdaki maskeyi çıkarmaya çalışırken aklıma gelen tek şey 'Arîn'di. Düşündüğüm tek şey.

 

Biberonunu verememiştim. Karnı açtı. Beni bekliyordu.

 

"Arîn," diye mırıldanırken sağ tarafıma çevirdim sersem bakışlarımı. O an bakışlarımı komodinin üzerinde duran 'yasemin' çiçekleri ilişti.

 

Bir demet yasemin çiçeği...

 

O an kafamdaki, etrafımdaki, beni içine çeken ne kadar şey varsa durdu. Zaman durdu... tüm ışıklar komodinin üzerinde duran o küçük demetteki çiçekte toplandı.

 

Nefeslerim durdu... Zihnim durdu... Ve kalbim güçlü bir sızıyla çarpmaya başladı.

 

Yasemin çiçekleri...

 

Hiçbir şey aylar sonra bile kalbimi bu denli çarptırmamıştı. Hiçbir şey bu denli bir şok yaratmamıştı bunca zaman sonra.

 

Yarım yamalak çekiştirdiğim maskeyi zorla çıkarırken yatakta doğrulup bakışlarımı komodinin üzerinde duran yasemin çiçeklerine çevirdim. Bundan aylar önce gerek çantamdan gerek defterlerimin arasından dökülen çiçekler o günden beri kaybolmuştu. Yoktu. Ta ki bugüne kadar.

 

"Elif? Kuzucuğum?" donup kalmış gibi bakışlarımı yasemin çiçeklerinde gezdirirken içine çekildiğim şeyden Leyla'nın sesi çıkarmıştı beni. "Kuzucuğum ne oldu?"

 

"Leyla..." diye mırıldandım güç bela.

 

"Hastaneden arıyoruz dediler. Aklım çıktı." Koşa koşa gelip kollarını bana sararken ben bakışlarımı halen daha çekememiştim komodindeki çiçeklerden. "Ne oldu? Bak bana ne oldu?"

 

"İyiyim..." diye mırıldandım. Oysa zerre iyi değildim. Kötüydüm o kesindi de bir de şok içindeydim. Bedenim soğuk dalgalara çarpılmış gibiydi. Sonra aklım başıma geldi. "Arîn! Arîn'i kime bıraktın?"

 

"Sakin ol. Rojda yenge ilgileniyor onunla."

 

"Biberon... Veremedim. Aç kaldı." Ağlayıverecektim.

 

"Kuzucuğum," derken omuzlarımdan kavradı sıkıca. Anaç bir tavırla bakıyordu yüzüme. "Merak etme. Rojda yenge doyurdu karnını. Yalnız değil ki Arîn. Evde bir sürü insan var. Ben gelmeden önce de uyutmak için uğraşıyordu onu." Uzanıp saçlarımın arasına bir öpücük bıraktı. "Aklım çıktı Elif."

 

"Yalnız mı geldin sen?" dedim komodine dönmemeye çalışırken. Bakamıyordum asla o tarafa.

 

"Azad var. Doktorla konuşuyordu. Gelir şimdi. Ne oldu sana? Niye kriz geçirdin sen?" Ellerinin arasındaki ellerimi kendime çekerken gözlerimi kapattım sıkı sıkı.

 

"Sıcaktı hava," diye mırıldandım. "Çarşı kalabalıktı."

 

"Elif. Yalan söyleme. Yine biri bir şey mi dedi? Ay kim dedi söyle gideyim haddini bildireyim ya!" Sinirle yerinden kalkacak oldu ama ellerini hızla tutmamla geri oturmak zorunda kaldı. "Ay bu millet deli edecek beni! Sanki ilk boşanan sensin! Yine ne dedi fütursuzlar!"

 

"Kimse bir şey demedi," diye güçsüz bir şekilde mırıldandım. Eğer biri bir şey demiş olsaydı böyle olmazdım orası kesindi. Çünkü başıma gelmedik şey değildi. Aylardır hem de. "Ama..." diye konuşmaya yeltendiğimde devamını getirecek ne cesaretimin ne de gücümün olduğunu fark ettim. Oysa ben aştım sanıyordum. Her şeyi aşabildiğim gibi bunu da aştım sanıyordum.

 

"Ama? Aması var ama. Elif... Yüzüme bak." Ciddi bir hal aldı Leyla. Korktuğunu, benim için endişelendiğini hissetmemek siten bile değildi.

 

"Dönmüşler..." dedim bir gayret. Dolmasın diye uğraştığım bakışlarımı pür dikkat bana diktiği bakışlarına çevirdim. Anında anladı. Alnıma dökülen kâküllerimi parmaklarıyla düzeltti.

 

"Olabilir," dedi gayet serin bir ses tonuyla. "Olsun." Gülümsemeye çalıştı benim rahatlamam için ama pek becerikli değildi maalesef.

 

"Evlenecekmiş," dedim daha fazla içimdekini tutamazken. İşte o zaman soldu gülümsemesi. "Evlenecekmiş Leyla." Boğazımın çukuruna bir şey geldi çöktü o anda. "Evlenecekmiş..." Kollarını bana dolarken kafamı göğsüne yaslayıp sıkıca bastırmıştı kendine.

 

"Hişşşş," dedi sakinleşebileyim diye ama içimde şişen şey patlamıştı bir kere. gözyaşlarım fütursuzca indi, hıçkırıklarım odanın içini doldurdu. "Ağla kuzucuğum. Açılırsın ağla." Elleri bir anne şefkatiyle sırtımı sıvazlarken ben içim çıkarcasına ağlıyordum.

 

"Leyla," dedim neden sonra kendimi geri çekerken.

 

"Ah Kamerim ah. Beter olsunlar ya. Valla bak. Senin bu akan gözyaşların hepsine acı olsun."

 

"Deme öyle," dedim gözlerimden akanları silmeye çalışırken. "Arîn..." diye mırıldandım. "Arîn... Biberonu götürelim."

 

"Ah kuzum ya. Tamam gideriz şimdi. Azad gelsin. Sen hastaneye nasıl geldin bu arada?" o da gözümden akan yaşları sildi yavaşça. İşte her şeyin en tuhaf olan kısmı burasıydı ya zaten. Kafamı yavaşça komodine doğru çevirip çiçekleri işaret ettim.

 

"Ay yok artık..." diye mırıldandı sadece. "Yasemin çiçeği değil mi bunlar?"

 

"Leyla," dedim korku dolu sesimle.

 

"Görmedin mi kim olduğunu?" Kafamı hızlıca iki yana allarken Leyla şüpheli bakışlarını çekemiyordu oradan.

 

"Sence o mudur?" dedim. Bunu demek bile canımı öyle bir yakmıştı ki...

 

"Yani bilemiyorum," diyebildi Leyla. Sonra hızlıca yerinden kalkıp bana 'bir dakika' işareti yaparak dışarı çıktı. Parmaklarımı saçlarımın arasına daldırırken gözlerimi sımsıkı yumup bu olan biten her şeyin bir kabus olmasını diliyordum.

 

"İsim bırakmamış." Dedi nefes nefese içeri girerken Leyla. "Seni bırakıp gitmiş."

 

"Ciddi misin?" İçime düşmüştü bir şüphe.

 

"Ama kuzucuğum," derken tekrar yatağa oturdu. "Kimse tanımıyor da."

 

"Na-nasıl yani?" diyebildim güç bela.

 

"Acildekiler o adamı daha önce görmediklerini söyledi. Bir şey diyeceğim ama," derken sesini alçaltmıştı. "O olsa bilirlerdi."

 

"Bilirlerdi," diye onayladım onu. Bu şehirde onu tanımayan insan yoktu. Hele ki bu kaostan ve geçen bu kadar zamandan sonra buraya, kucağında benimle gelirse bu yılın dedikodusu olurdu. "Kim o zaman?" dedim bakışlarımı yasemin çiçeklerine çevirirken.

 

O çiçeklerin oraya öylesine bırakılmadığı kesindi. Benim, bizim için anlamı epey büyük ve derin bir çiçekti.

 

Peki ya beni buraya getiren ve o çiçekleri oraya bırakan kimdi?

 

🔥

 

Nemli saçlarımı gevşek bir örgü yaptıktan sonra kâküllerimi de düzeltip son kez baktım yatağın üzerine. Etrafını yastıklarla çevrelediğim Arîn güç bela yeni biberonundan mama içtikten sonra içli içli ağlayarak uyuyakalmıştı. O ağladıkça ben de ağlamıştım yalan yok. Canımın acısına bahaneydi ağlaması.

 

Günlerce, aylarca 'ağlamayacağım' diye kendi kendimi yiyip bitirdikten sonra sanırım bir boşalım yaşıyordum. En son Arîn doğduğunda bu denli ağlamıştım.

 

Kapıyı dikkatle kapattıktan sonra derin bir nefes alıp yavaş adımlarla indim aşağı. Mutfağa geçip hazırlanan tabakları tepsiye yerleştirirken büyük bir sessizlik hakimdi etrafta. Ama annemin bakışları üzerimdeydi. Bana bir şeyler olduğunu sezmişti. Ne kadar 'tansiyonum düştü' diye geçiştirsem de onunki anne yüreğiydi ve bana bir şeyler olduğunu anlayabiliyordu bir bakmayla. Belki hissediyordu.

 

"Elif," diye girmişti söze ama ben tepsiyi hızla alıp yürüdüm dışarı hazırlanan masaya doğru.

 

"Ben aldım bunları. Sen sadece ekmekleri getir olur mu?" dedim hızlı hızlı. Kaçıştı bu. İçimde yaşadığım savaştan kaçamasam da annemden kaçışımdı.

 

Herkes yerine otururken ben suları doldurmakla meşguldüm. Bakışlarım ise masanın en başında oturan amcamdaydı. Onun da su bardağını önüne bırakırken tutamadım daha fazla içimden geçenleri.

 

"Bugün çarşıdaydım amca. Haberin olsun." Sesim, tavırlarım ima doluydu. Keskin bakışları bana çevrilirken hiçbir şey yokmuş gibi geçtim yerime. Maden huzur kaçırma işini ilk o başlatmıştı devam ettirmek de bana düşerdi. "Sonra kulağına falan gider canın sıkılır. Benden duy istedim."

 

"Ne desem dinlemeyeceksin ki zaten," diye huysuzca mırıldanırken yemeğinden almıştı büyük bir lokma.

 

"Tanıyorsun beni," dedim daha da kaçsın diye huzuru. Burnundan solurken ağzındaki lokmayı çiğneyememişti de. Herkes ikimizin arasındaki gerilimden nasibini alırken bu gergin havayı ilk Azad dağıtmak istedi.

 

"Ne oldu baba bugünkü görüşme? Sence bu yeni şirketle anlaşabilecek miyiz?"

 

"Daha belli değil. Ama olsun diye uğraşıyorum. Valla elimizden kaçırırsak yandık. Daha kârlı bir iş yok. Adamlar da epey ciddi."

 

"Kendisi gelmedi ama değil mi Karahan beyin? Avukatları mıydı yine görüştüğün?"

 

"Öyle. İstanbul'daki işleri yoğun olduğundan gelememiş. Ama en kısa zamanda burada olacak. Ayrıca burada daha çok iş yapma gibi planları da varmış." Güldü keyifli bir şekilde. Demek ki bulmuştu çok para kazanacak bir yer. Ondandı bu keyfi.

 

"Ben de işle ilgili bir şey söylemek istiyorum," dedim çatalımı tabağımın yanına bırakırken. Herkesin bakışları bana çevrilirken bir tek amcam bakmıyordu bana.

 

"Sen Arîn'i uyuttun mu?" diye araya girecek oldu yengem ama durmadım. Durmayacaktım.

 

"Ne zamandır şirketteki paylarımız ile ilgili konuşmuyoruz." Amcamın bakışları hızla bana çevrildi. "Bir ara konuşacağız demiştin. O ara gelmedi mi hâlâ? Bak yeni işler yapıyormuşsun, tarlaları kiralamışsın. Bize hiç anlatmadın bunları."

 

"Ne bekliyorsun Elif hanım?" Beklemediği yerden girmiştim mevzuya. "Hepsini kendim yaptığım işlerin hesabını sana mı vereceğim? Hayırdır?"

 

"Evet," dedim hızlıca. "Sonuçta aile şirketi. Nasıl ki tarlalarda, kiralık konutlarda hakkımız varsa aile şirketinde de payımız var. Babam vefat etmeden o payları sana devretmedi sonuçta. Mirasçısı olarak biz varız."

 

"Ne o, şirketin başına geçme planların mı var?" Alaya alır gibi güldü.

 

"Neden olmasın?" dedim gayet ciddi bir tavırla. "Sonuçta imza yetkim var. Hem annemin hem benim. Ve sen son bir yılın hiçbir dökümünü bize göstermedin. Aylık payı geçtim yıllık paydan bir şey vermedin. Sahi o dökümler ne zaman çıkacak ya?"

 

"Elif," diye mırıldandı annem. O kadar gerilmiştik ki ne yapacağını şaşırmıştı.

 

"Hayırdır ya? Şirkete gelip çalıştın mı bugüne kadar? Koştun mu toplantıdan toplantıya? Hayırdır? Neyin hesabı bu?"

 

"Babamın zamanında daha rahattı değil mi? O zaman senin de zerre haberin olmuyordu algıdan vergiden? Sahi o zaman hangi toplantıya katılmıştın sen?" Yüzünün rengi attı bir anda. Sandalyesinde rahatsızca geri yaslandı.

 

"Ne o?" dedi gülerek. Sinir gülmesiydi. Hepimiz hissetmiştik. "Hazıra konuyorsun mu demeye çalışıyorsun sen bana?"

 

"Estağfurullah, ne haddime. İnsan sadece kendi hakkının yenip yenmediğini merak ediyor. Ama benim şüphem yok. Sen öyle bir şey yapmazsın sonuçta değil mi? Ne de olsa biz senin kardeşinin ailesiyiz. Bir de konak," bakışlarımı konağa çevirdim. "Bizim üzerimize ya."

 

"Merak etmeyin," dedi amcamdan önce yengem. "Kimse kimsenin hakkını yemez. Amcanız hiç yemez."

 

"Biliyorum. Bildiğimden dedim zaten. O zaman amcam yarın bize paylarımız hakkında bir bilgilendirme yapar değil mi?"

 

"Yaparım," dedi gönülsüz bir sinirle. Yapacaktı da. Mecburdu. Huzuru da tümden kaçmıştı. "Ama sen de çıkma dışarı. Ben getirir burada anlatırım sana payını. Malum İzollar dönmüş geri."

 

"Eee?" dedim rahatmış gibi. Aksine diken üzerindeydim.

 

"Bundan sonra sokağa zor çıkarız haberiniz ola."

 

"Kimseden korkum yok benim," dedim yerimden hızlıca kalkarken. Eğer biraz daha kalırsam kelimeleri zehirli oklara dönüşecekti emindim buna.

 

"Sen yine de dikkat et. Üç gün sonra kendilerini unutturduklarında anlarsın ne demek istediğimi." Hızlı adımlarla içeri doğru yürüdüm ama durmadı amcam. "İzolların oğlu evlenecek dediler bugün. Düğün kuracaklarmış yeniden."

 

Göğsümde iyileşmeyen yara yeniden başlamıştı kanamaya.

 

Kendimi apar topar üst kata atarken bu sefer pek sakin girememiştim odaya. Nefeslerim gürültülü bir biçimde çıkmaya başlamıştı. Bakışlarım bir anlığına karardığında düşeceğim sandığım için güç bela tutundum masanın kenarına. Derin derin nefes almaya çalıştım.

 

O sırada yatağın üzerinden ağlama öncesi mızıltılar yükseldi.

 

"Özür dilerim..." dikkatle yatağın yanına vardığımda kızaran bakışlarını çevirdi bana. "Arîn..." Alnına uzun bir öpücük bıraktım. "Böldüm uykunu, dikkat edemedim." Kollarını iki yana açıp vücudunu esnetmeye çalışmıştı. "Karnın aç mı?" dedim göbeğini sevip. "Mama hazırlayayım mı sana?" Küçük mırıltıları 'evet' kabul ettiğimde biberonunu kapıp mutfağa indim.

 

Yine sofra tam yenmeden toplanmıştı. Yine Gülnur abla ve Meryem ellenmemiş yemekleri boşaltmakla meşguldü. Oralı olmadan dolaptan aldığım mamayı hazırlamaya başladım. Gülnur ablanın 'ben yardım edeyim' teklifini kibarca reddettikten sonra elimdeki biberona güvenerek çıktım yukarı.

 

O sırada Arîn iyice acıktığı belli bir halde kıpırdanmaya başlamıştı. Ve evet, itiraz etmeden mamayı içmeye başladı. Onun karnı doydu ben rahatladım, onun keyfi yerine geldi ben iyi hissettim kendimi.

 

Bolca mama içme, altını değiştirme, mis gibi pijamaları giyme işlemimizden sonra kızaran bakışları ve yanaklarıyla uykuya geçmek için çırpınıyordu kucağımda.

 

"Sanki ağırlaştın bu aralar," dedim gülerek. Odanın ortasında yavaş yavaş bir o yana bir bu yana sallıyordum onu. "Kilo aldın bence." Gülecek gibi oluyordu ama esnemesi engel oluveriyordu gülmesine. Uykusu vardı. Seyrek saçlarını öptüm kokulu kokulu. O da küçük parmaklarını dolaştırdı benim saçlarımda. "Ah bir de süt gelse anneye. Daha iyi olacak ama." Burukça gülümsedim.

 

Gözleri usul usul kapanırken perdesi açık pencerenin önüne yürüdüm. Hilal vardı gökyüzünde. Bir de ona çok yakın parlak bir yıldız.

 

"Elifim," dedi ben öyle gökyüzüne bakarken içeri giren annem. Elinde büyük bardakta süt vardı. "Uyudu mu benim kuzum?" dedi fısıltıyla.

 

"Yok daha uyumadı. Ama yakındır. Çok geldi uykusu."

 

"Ben de sana süt getirdim rahat rahat uyu diye. İstersen bugün benim odamda kalsın Arîn. Şilan ben de bakarım dedi. Sen dinlen iyice."

 

"Ben iyiyim anne. Ben bakabilirim ona. Ayrıca bakmak istiyorum."

 

"Bakarsın tabi kızım. Ama ne bileyim hasta gibisin bugün. Dinlen diye şey ettim." Saçlarımı sıvazladı şefkatle.

 

"İyiyim cidden." Dedim gülümsemeye çalışıp.

 

"Amcana bakma. Canını sıkacak ne varsa der o. Biliyorsun. Dalaşma. Canını sıkmasına izin verme. Hem geldilerse geldiler. Bize ne? Bizi ilgilendiren bir şey kalmadı." Bakışlarımı kucağımda uyumak için kıpırdanan Arîn'e çevirdim.

 

"Sıkmıyorum ben canımı. Umurumda değil kimse."

 

"Biliyorum. Zaten iyisin de daha iyi olacaksın onu da biliyorum." Bir eliyle Arîn'in başını okşadı usulca. "El birliğiyle daha iyi olacağız." Sonra da uzanıp benim saçlarımın arasına bir öpücük bıraktı. Dolan bakışlarımı kaçırmak için kafamı dışarı, gökyüzüne çevirdim.

 

"Ayla yıldız," diye mırıldandı annem. "Kavuşuyorlar."

 

"Kavuşurlar mı sahiden?" dedim merakla.

 

"Kavuşurlar. Bak, nasıl da yakınlar. Yarına kavuşurlar." Hilalle parlak yıldıza baktım öylece. Her şey her şeyle kavuşabilirdi ama bazı kavuşmalar artık mahşere bile kalmamıştı.

 

Yutkundum zorla.

 

"Hadi size iyi geceler. Kuzularıma Allah rahatlık versin." Usulca çıktı odadan. O sırada Arîn'de uyumak ve uyumamak arasında direniyordu.

 

"Ben biliyorum senin uyku reçeteni," diye mırıldandım.

 

"Bu tepe pullu tepe nenni de yarim nenni

 

Su gelir serpe serpe eski de yarim hani

 

Dediler yar uyumuş nenni de yarim nenni

 

Uyardım öpe öpe eski de yarim hani

 

Dediler yar uyumuş nenni de yarim nenni

 

Uyardım öpe öpe eski de yarim hani

 

Altını bozdurayım nenni de yarim nenni

 

Gerdana dizdireyim eski de yarim hani..." İyice çökmüştü uykusu. Hafifçe mırıldandığım türküyle gözleri kapanmıştı. Alışmıştı böyle uyumaya. Türküleri seviyordu. Ona türkü söylememi seviyordu.

 

"İpek mendil değilsen nenni de yarim nenni

 

Koynumda gezdireyim eski de yarim hani

 

İpek mendil değilsen nenni de yarim nenni

 

Koynumda gezdireyim eski de yarim hani

 

Altındır alay değil nenni de yarim nenni

 

Gümüştür kalay değil eski de yarim hani..." o iyice teslim olmuştu uykuya. Ya benim gözümden düşenler neydi? Ciğerimi sızlatıp beni aylar sonra bile dermansız bırakan? Elimde kalan dallarım, dökülen çiçeklerim ve yaralı bir kalbimle neye direniyordum ben böyle?

 

"Kınamayın a dostlar nenni de yarim nenni

 

Sevdadır kolay değil eski de yarim hani

 

Kınamayın a dostlar nenni de yarim nenni

 

Sevdadır kolay değil eski de yarim hani..." Niye bitmemişti bunca zaman? Niye dinmemiş de bıraktığım gibi duruyordu bu acı? Neden katlanmıştı her Allah'ın günü? Herkes kendi yoluna bakarken bana olanlar neydi?

 

Reva mıydı?

 

Gözümden süzülen yaşlarla iyice dalmış olan Arîn'i bıraktım beşiğine. Kafamı kenarına yasladım ve onun huzurlu bedenine baktım ağlaya ağlaya.

 

....

 

Tuhaf bir rüya görüyordum. Gerçi rüya mı kabus mu bilmiyordum ama her zamankiler gibiydi işte. Yine acı içinde kıvrandığım ve yalnız olduğum bir rüyaydı. Duvarlarda onun hayalini arıyordum bir yandan. Tutsun elimden kaldırsın beni diye.

 

Uyanmaya çalışırken elimi gayriihtiyari karnıma atmış bulundum. Müthiş bir mide bulantısıyla gözlerimi açarken mide bulantımı unutturan ise beşikten yükselen kesik kesik ağlama sesiydi.

 

"Arîn!" dedim telaşla yataktan kalkıp. Üzerimdeki ince örtüyü savurup beşiğe vardım. "Arîn? Arîn ne oldu?" onun çırpınan bedenini tutmak istedim ama elime değen teniyle aklım çıkacak gibi oldu.

 

Yanıyordu!

 

Hem de cayır cayır yanıyordu. Yanakları kıpkırmızı olmuş, ağlamaktan tıkanıp kalmıştı.

 

"Arîn..." diye mırıldanırken aklım başıma geldi. "Hastane..." Hastaneye gitmeliydik. Havale geçiriyor olabilirdi. Ayağıma ayakkabılarımı apar topar geçirirken Arîn'i de kucağıma alıp parmağıma taktığım çantasıyla fırladım aşağı. Birilerine haber vermem gerekiyordu ama vaktim yoktu. Bir an önce hastaneye yetiştirmeliydim onu.

 

Girişten kaptığım arabanın anahtarıyla kapının önündeki arabaya koştum. Onu pusete koyduktan sonra bastım gaza.

 

Saat üç buçuğa geliyordu. Yollar Allah'tan tenhaydı. Dikiz aynasından ağlayan ona bakarken ben de ağlıyordum. "Tamam hemen varacağız hastaneye korkma tamam mı?" Çığlık çığlığaydı arabanın içi.

 

Hastaneye ise varabileceğim en hızlı şekilde varıp hiçbir şeye bakmadan onu kaptığım gibi koşmuştum.

 

"Yardım edin!" diye bağırdım acile doğru koşarken. İçeride oturan iki hemşire benim çığlıklarıma apar topar ayaklanmışlardı. "Yardım edin! Ateşler içinde yanıyor!" Hemşirelerden biri Arîn'i kucağımdan hızlıca alırken diğeri de beni tutmuştu. Zira ben de bayılıverecek haldeydim.

 

"Doktoru çağırın!" demişti kucağında Arîn'le içeri koşan hemşire. Ben ise diğer hemşirenin yardımıyla gerideki koltuğa çöküvermiştim. Birilerine haber vermem lazımdı, tek başıma gelmiştim ve ölesiye korkuyordum. Cebime son anda tıkıştırdığım telefonu zangır zangır titreyen ellerimle aldım ama bir türlü arayamadım.

 

"Ben yardım edeyim." Dedi benim için hemşire. "Kimi arayacağız."

 

"Şilan..." diye mırıldandım güç bela. Sonra zaten yerimde duramadığımdan kalkıp ben de koştum içeri.

 

Tam yirmi iki dakika olmuştu. Tam yirmi iki dakikadır hangi yöne adımlayacağımı bilemez bir halde gözümden artık akamayan yaşlarla karşımdaki sedyeye bakıyordum. Kulaklarımda, etrafımda, kalbimin tam ortasında çığlıkları yankılanırken koluna batırmaya çalıştıkları iğneyle bedenim daha da ürperip gitmişti.

 

"Sakin ol tamam," demişti ben korkudan ne yapacağımı bilemezken hemşirelerden biri. "Sen sakin ol. Merak etme."

 

"Ben," diyebildim güç bela hıçkırıklarımın arasından. "Ne yapacağımı bilemedim inanın."

 

"Sakin ol," dedi anaç bir tavırla kolumu sıvazlarken hemşire. Sakin olmaya çok ihtiyacım vardı ama buna zerre gücüm yoktu. Tek hissettiğim, tek düşündüğüm 'Ya ona bir şey olursa' korkusuydu.

 

Gözlerimi açtığımda saat gece üç buçuğa geliyordu ve ben onun kesik kesik nefeslerini duymuştum. Aklım gitmişti o an başımdan. Bembeyaz pamuk teni kırmızı güllerin öptüğü gibi kızarmış, narin küçük bedeni ateşler içinde kavrulmaya başlamıştı.

 

"Arîn..." diye mırıldandım onun çığlık çığlığa hallerine. "Çok korkuyorum..." dedim hemşireye dönüp. Onun her çığlığında içim dağlanıyordu. "Ya bir şey olursa."

 

"Merak etme tam zamanında getirmişsin. Böyle durumlarda hemen hastaneye gelmek çok önemli." Bunu yapabildiğim için kendimi şanslı mı saymalıydım bilmiyorum ama bence öyle değildi. Onun o halde acı çektiğini görmek çok korkunçtu.

 

"Tek başına mı getirdin onu sen?" dedi beni geldiğimden beri sakinleştirmek için uğraşan hemşire. "Kimse yok mu yanında?" Yaşların gerildiği bakışlarımı tekrar Arîn'e çevirirken daha büyük bir çığlık kaplamıştı odayı. "Babası nerede?

 

"Ben...Babası..." diyecek oldum ama arkamızdaki kapı hızla açıldı.

 

"Elif?" diye yükseldi bir ses. Korku dolu bakışlarım geri çevrildi. Onun bakışları ise önümüzde uğraştıkları Arîn'e çevrilmişti.

 

"Elif ne oluyor burada!" diye yükseldi en son duymak isteyeceğim ses. Koşar adım içeri girdiğinde beni es geçip sedyeye doğru koşmuştu.

 

"Ben... Arîn... Diyar abi özür dilerim." Diyebildim güç bela.

 

"Elif nasıl ya nasıl!"

 

"Sakin olun beyefendi." Dedi beni tutan hemşire. "Bebek gayet iyi. Elif hanım onu tam zamanında yetiştirmiş."

 

"Arîn! Kızım!" diye yükseldi ben korkuyla Diyar abime bakarken Ezo'nun sesi. "Bebeğim nerede! Elif ne yaptın ona!"

 

"Ben bir şey yapmadım..." diyebildim güç bela. "Bir uyandım ateşlenmişti."

 

"Çekil." Beni kolumdan itip sedyeye yürüdüğünde sendeleyen bedenimi ise Azad tuttu son anda.

 

"Ben gerçekten iyi bakmaya çalıştım. Bir an olsun gözümü ayırmadım ama ateşlenmiş... Bilemedim. Gerçekten Diyar abi. Zerre ayrılmadım yanından."

 

"Öyle mi? Ya havale geçirseydi benim kızım! Ya sen uyuyakaldığında bir şey olsaydı ona!" Ateş saçılan yeşil bakışları bana çevrilmişti Ezo'nun.

 

"Ezo!" diye yükseldi kapının önündeki Şilan'ın sesi. "Kendine gel! Elif gece gündüz demeden senin bebeğinle ilgilendi! Hasta olmasına rağmen bir dakika bile ayrılmadı onun yanından! Sen depresyondayken, bakamıyorum diye ağlarken Elif vardı. bize bile bırakmadı onun bakımını! Gecenin bu saati dememiş kimseye yük olmadan getirmiş hastaneye. Tam da zamanında yetiştirmiş! Teşekkür edeceğine suçluyor musun onu!"

 

"Ama Şilan-"

 

"Ne Şilan! Senin sütün gelmedi ama bu kız senin bebeğini doyurmak için canını dişine taktı! Sen bakamıyorum dediğinde hepimizden önce bu kız aldı onu kucağına! Şimdi bebeğin iyi! Allah'a şükret, Elif'e teşekkür et! Biraz da kendine gel." Sonra tuttu beni kolumdan. "Yürü Elif. Durma daha fazla burada." Beni dikkatle dışarı çıkardı.

 

Hıçkırıklarımı daha fazla tutamadığımda ise beni kollarıyla sarıp sarmalamıştı Şilan.

 

"Bakma sen ona. Teşekkür edeceğine ettiği büyük hadsizlik."

 

"Ama ya bir şey olursa..." dedim ağlamalarımın arasından. "Ben nasıl bakarım Diyar abimin yüzüne."

 

"Asıl onlar suçlasınlar kendilerini. Onların bebekleri Elif. Suçlama kendini." Yüzümü avuçları arasına almıştı. Dıştan bakan 'bu nasıl hala, yeğeni hasta' derdi ama Şilan tamamen objektif bakıyordu.

 

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım ağlamalarımın arasından. Sıkıca sardım kollarımı ona. Ama kollarımı geri çekmeme neden olan geriden duyduğum ses oldu.

 

"Elif?" dedi şaşkın bir ses. Ama bu şaşkın sesin sahibin bakışları bende değil Şilan'daydı.

 

"Ahmet," diye mırıldandım ona doğru.

 

Bakışlarım ikisi arasında gidip gelmişti.

 

🔥

 

Gece ne kadar zor geçerse sabahı da bir o kadar hızlı olmuştu. Arîn iyiydi. Annesi yanı başındaydı. Ve Diyar abim olayın şokunu atlatıp soluğu benim yanımda almıştı. Kızmamıştım, kızmıyordum da. Onların yaşadıkları da kolay şeyler değildi. Ezo doğumda çok ama çok zorlanmıştı. Bu yüzden de bebeği kabul etmesi pek kolay olmamıştı. Üstüne bir de sütü gelmeyince süreç iyice zorlaşmıştı.

 

"Elif?" dedi ben mutfağı toplarken Şilan.

 

"Kuzucuğum!" diye ondan daha neşeli bir giriş yaptı Leyla.

 

"Sabah kuşları hayırdır?" dedim gülerek.

 

"Hayır hayır. Arîn kuzumu görmeye geldim. Hastalanmış. Niye bana haber vermiyorsunuz? aşk olsun küseceğim ama!"

 

"Gece saat çok geçti," dedim gönlünü almak için. Yanağına sulu da bir öpücük bıraktım. "Ama Arîn çok iyi."

 

"Ay çok sevindim. Hemen gidip bakayım." Dedi aceleyle ama çıkamadı. Çünkü kapıda beliren Ezo ile durmak zorunda kalmıştı.

 

"Elif?" dedi onlara bakmadan bana doğru Ezo. "Nasılsın?" Leyla'nın tuhaf Şilan'ın ise öfkeli bakışlarına aldırmadan geçti içeri. Yengem de peşindeydi. "Ben çok mahcubum sana karşı."

 

"Sorun değil Ezo. Arîn iyi ya."

 

"Sayende. Sen olmasan bu kadar iyi olmazdı."

 

"Ben bir şey yapmadım. Ama onun sana ihtiyacı var. Annesinin kokusunu istiyor."

 

"Biliyorum," derken elinde tuttuğu kabı masanın üzerine bırakıp kollarını doladı bana. "Çok ama çok teşekkür ederim Elif. Kızıma kendi kızın gibi baktığın için. Allah sana da hayırlı evlatlar nasip etsin."

 

Doldu tabi gözlerim. 'Amin' de diyemedim. Kelimeler takıldı boğazıma.

 

"Bak," dedi gülerek geri çekilirken. "Sana teşekkür etmek için kek yaptım. Basit bir şey ama."

 

"Oo Eline sağlık," dedi benim yerime Şilan. Epey de imalıydı sesi.

 

"Sağ ol," dedim masaya bıraktığı kaba uzanırken. Kapağı kaldırdığımda ise ateşe el sokmuş gibi oldum bir anda. Ciğerime paslı bir bıçak sokulurken ağzıma gelen midemi tuttum hızla. Bakışlarımı hızla çektim kekten.

 

Çikolatalı kekten...

 

Dudaklarımdan büyük bir öğürtü koparken ruhuma balyoz gibi inene görüntü yüzünden attım kendimi mutfaktan lavaboya. İçimde ne var ne yok kustum.

 

Donuk bakışlarım sonuna kadar açtığım çeşmeye çevrilmişti. Suyun hırçın, hızlı akışına bakıyordum. Gözlerimden akanlar ise çeşmeden akan sudan daha hızlı ve daha hırçındı. Bir de daha kuvvetli. Hatta üzerimdeki açık kahve yazlık gömleğimin yakalarını ıslatacak kadar.

 

"Elif aç lütfen!" dışarıdaki homurtuları, kafamın içindeki sesleri ise Leyla'nın korku dolu sesi bastırıyordu. Yumrukları ise kilitlediğim banyonun kapısını dövüyordu. Eğer içimi şişirip vücudumu kaskatı kesen nefesimi dışarı salabilseydim belki rahatlayacaktım ama yapamıyordum.

 

Tek yapabildiğim nefessiz bir şekilde gözlerimden yaş akıtmaktı.

 

"Elif!"

 

"Dur anne bir ya!" Leyla'nın sesini ise Şilan'ın annesini durdurmaya çalışan sesi geçiyordu çoğu zaman.

 

"Elif aç lütfen yapma böyle!"

 

Nasıl yapmayacaktım. İçimden taşan duygular gözlerimden kendiliğinden süzülürken nasıl engel olacaktım! Ama yapmak da zorundaydım. Ben Elif'tim. Ben bu değildim.

 

Kendimi zorlayarak nefes aldığımda hırıltı kaçmıştı boğazımdan. Titreyen ellerimi soğuk suya değdirdikten sonra güç bela avuçlarımı doldurup birkaç kez yüzüme çarptım.

 

'Hadi Elif' dedim bir yandan.

 

Soğuk su yüzümden tüm hücrelerime bir tokat gibi işlerken güç bela ve biraz da korkarak kaldırdım bakışlarımı karşımdaki aksime. Dağılmış, darmaduman olmuş, benden uzak aksime...

 

"Basit bir çikolatalı kek.." diye mırıldandım.

 

Değildi. Basit bir çikolatalı kek değildi. Bana her şey onu hatırlatıyordu.

 

Yüzümü baştan savma bir şekilde kuruladıktan sonra kilidi çevirip kapının kolunu indirdim. Ben kapı kolunu indirir indirmez de Leyla var gücüyle asılıp açıverdi.

 

"Elif!" dedi şaşkın ve korku dolu bir haykırmayla. "Kuzucuğum!" kollarımdan tutarken dehşetle açılan mavi irislerini hızlı hızlı dolaştırdı yüzümde. "Sakın bir daha kilitleme bu kapıyı sakın!" titreyen çeneme engel olamadan rahatlasın diye kafamı salladım hafifçe.

 

"Ben dedim!" diye yükseldi yengemin sesi. "Vallahi de billahi de ben dedim!" Şilan'ın kendini tutmaya çalışan kollarını engelleyip aramızdaki mesafeyi iki adımda kapattıktan sonra iri iri açılmış bakışlarını sabitledi üzerimde. Ve dilinden kalbime hançer gibi saplanan kelimeler yüksek sesle döküldü.

 

"GEBESİN SEN!"

 

 

 

🔥

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü??

 

Baran'ı okudunuz, nerede ne yapıyor az çok gördük. Mardin'de değil.

 

Sizce Baran dönecek mi?

 

İstanbul'da yaşadıkları ve orada olanlar?

 

Sizce Ruhi nasıl biri?

 

Ya Derin?

 

O kapı kapanınca ne oldu?

 

Peki ya Elifimiz?

 

Peki ya Arîn'imiz???

 

Elif ve amcasının cephesinde ne olacak?

 

Sizce Elif hamile mi?

 

Peki ya Elif'i hastaneye getiren Baran olmadığına göre kim ve 'yasemin çiçeklerini' nereden biliyor?

 

Yeni bölüm tahminlerini alayım

 

NOT: Baran ve Elif olur da bir gün karşılaşacaksa bunun bu kadar basit ve özel olmayacağını sanmanız beni üzer😉

 

Beğenmeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın.

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%