Yeni Üyelik
15.
Bölüm
@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz

 

Nasılsınız??

 

Beğenip yorum yapmayı unutmayın.Her satırda buluşalım. Ben satır aralarında olacağım bol bol laflayalım🌸

 

Ayrıca birazdan gelecek bölümle ilgili bir spoi videosu atacağım haberiniz olsun. İnstagrama göz atmayı da unutmayın🧡

 

🔥

 

"Daha yükseğe! Daha yükseğe!"

 

O gün konağın bulunduğu sokakta Elif'in neşeli kahkahaları inletiyordu etrafı.

 

"Düşecek vallahi çocuk!"

 

"Hiç düşürür müyüm ben onu! Kimin kolları arasında o!"

 

"Hadi abi daha yükseğe!" Ezman onu havaya doğru attıkça Elif daha çok gülüyor, örgüsünden dağılmış saçları hafif hafif esen rüzgarda havalanıyordu. Kendini bir kuş gibi hissediyordu Elif. Kahkahaları konağın avlusunu, sokaklarını hatta gökyüzünü delip geçiyordu. Abisi onu kolları arasında yükseğe her zıplattığında karnında oluşan o minik kıpırtılar o kadar hoşuna gidiyordu ki.

 

"Askerlik yaşa gelmiş oğlanı da kendine benzettin ya! Pes vallahi sana Elif!"

 

"Aman abla bırak. Oynasın abi kardeş."

 

"Hep sen yüz veriyorsun bu kıza Zehra! Aman bırak diye diye tepemize çıkarttın. Abisi kaç yaşında oğlan, çocuk mu eğlesin!" Yengesinin aşağıdan kendilerine bağrışlarını işiten Ezman kardeşini sıkıca kolları arasına alıp geri doğru yürümüştü. Amacı yengesinin sözlerini Elif'in işitmemesiydi. Hem etkilenmesini istemiyordu hem de bugün Elif'in en mutlu günüydü. Doğum günüydü...

 

Ama Elif abisinin kolları arasından kurtulup hoplayarak inmişti yere. O ne olursa olsun kim kendisine ne derse desin hiçbir şey keyfini bozamazdı o gün.

 

"Ben ben arabayım önüme de gelene çarparım!" Kollarını iki yana açıp abisiyle oynadığı terastan koşarak inmeye başlamıştı. Önüne önce Diyar abisi çıkmış, hiç düşünmeden ona çarpmıştı. Bu onun en sevdiği oyundu.

 

"Dursana deli kız ne yapıyorsun!" Ona çarpmasıyla elindeki defterler yere saçılmış ama bu Elif'i durduramamıştı.

 

"Kaçılın yoldan geliyor kaptan!" Neşeli kahkahalarının arasında önüne Şilan çıkmış ama hiç düşünmeden ona da çarpıp geçmişti. Kuzeni Şilan şaşkınca yere düşmüş üstündeki tozlara aldırmadan onu yakalamak için hışımla ayağa kalkmıştı."Düüüt düüüt! Açın yolu!"

 

"Kız koşma!" Annesi elini uzatıp kızını yakalamak istemiş ama Elif onun parmakları arasından hışımla sıyrılıvermişti. Ele avuca sığmayan, kimsenin tutmayı beceremediği bir çocuktu. Oturduğu yerde bir dakika oturmaz hatta herkesi de peşinde koştururdu. Şimdi de abisi Ezman onu yakalamak için koşuyordu.

 

"Yakalayamaz! Yakalayamaz! Abim beni yakalayamaz!"

 

"Kamer dur! Düşeceksin!"

 

"Abim beni yakalayamaz! Abim beni yakalayamaz!" Taş basamakları hızlıca inerken dönüp abisi kendisine ne kadar yakın diye bakıyordu. Sabah erkenden giydiği çiçekli mavi elbisesinin etekleri uçuşuyor, örgüleri dağılmış saçları hem koşmasının hem de rüzgarın etkisiyle savruluyordu.

 

Saçları upuzundu... Kamer'in saçları hep uzun olurdu...

 

Sabahın beş buçuğunda uyanmış, parmak uçlarında anne ve babasının odasına varıp büyük bir coşkuyla kapıyı açmıştı. Anne ve babasının uykulu mırıldanmalarına aldırmadan yatağın üstüne çıkıp zıplamaya başlamış, onları da uyandırmıştı.

 

Ne giyeceğine günler öncesinde karar vermişti. Mavi en sevdiği renkti. Çiçeklere bayılır, en çok yasemini severdi. Zaten hep yasemin gibi kokardı.

 

Takvimler 26 Eylül'ü gösteriyordu. Elif'in o gün doğum günüydü. Beş yaşı bitecek, altı yaşına girecekti. Yılda bir defa gelen bu gün onun için o kadar önemliydi ki...

 

"Yakalayamaz ki! Yakalayamaz ki!"

 

"Kamer dur! Bir yerine bir şey olacak!" Abisi onun neşeli kahkahalarının aksine korkuyla koşuyordu arkasından. Her ne kadar bir metre boyunda ufak tefek bir kız çocuğu da olsa o kadar hızlıydı ki. Ele avuca sığmıyordu asla.

 

"Çekilin yoldan geliyor kaptan!"

 

"Kamer!" Konakta önüne çıkan herkese çarpa çarpa tüm basamakları arşınlarken abisi de peşinden geliyordu. Bu küçücük şeyin kendisini nasıl da eğlediğine anlam veremiyordu çoğu zaman. Kamer onun her şeyiydi.

 

"Ben ben arabayım! Önüme de gelene çarparım! AYYH! YENGE!" Elif en alt kata geldiğinde hızını alamayıp elinde bir sürü plastik kap olan yengesine çarpmış kadının elindeki her şeyin etrafa paldır küldür saçılmasına neden oluvermişti.

 

"Ne dedim ben! Ben ne dedim sana Elif!"

 

"Yenge... Ay..." Suçlanmıştı Elif. Kafasından dumanlar çıkan, yüzü kıpkırmızı olan kadının kendisine yeşil gözlerini açarak bağırmasına içerlemişti de.

 

"Bir şey yok yenge toplarız hemen." Ezman yetişmişti geriden. Etrafa saçılan plastik tabak çanakları toplamaya başlamıştı hızlı hızlı. Elif ise mavi çiçekli elbisesinin eteklerini avuçlarının içinde sıkarken süt dökmüş kedi gibi yengesinden çekemiyordu bakışlarını. Gerçi o süt dökmüş kedi değil, tabakları etrafa saçmış küçük bir kız çocuğuydu. Hepsi bir oyundu.

 

"Toplarsın toplarsın tabi! Demedim mi sana bu kız tepemize çıktı diye! Hep sen şımartıyorsun bu kızı! Durdan anlamıyor asla!"

 

"Yenge... Bilerek yapmadı ya kız. Kaza işte. Görmemiş seni. Toplarız iki tabak değil mi?" Ezman yengesinin sesinin yükselmesiyle karşısında gözleri dolan Elif'e kıyamayıp önüne geçmişti. Ne olursa olsun o bir çocuktu, çocuklu evde böyle kazalar yaşanırdı ve bunlar normaldi. Ama ne olursa olsun kimse kardeşine bu denli kızamazdı.

 

"Bilerek yapmamışmış! Başka çocuk yok mu bu evde! Ne diye Elif'in yaramazlıklarıyla uğraşıyoruz biz ha bire!"

 

"Kaza oldu..." Göz pınarlarına dolan yaşlar boğazını yakmaya başlamıştı. Yüksek sesten, bağırıştan nefret ediyordu Elif. Özür dilemek istiyordu ama titreyen çenesinden dolayı bir türlü kelimeleri toplayamıyordu.

 

"Kazaymış... Hep abin şımartıyor seni! O abin olmasa kimin arkasına saklanacaksın acaba! Abin olmasa kim koruyacak seni acaba!"

 

Ezman yengesine bile bakmadan elinde topladığı tabakları sertçe yere atıp kardeşini kolları arasına almış ve hızlıca içeri girmişti. Yengesinin aksi ve son derece huysuz bir kadın olduğunu biliyordu. Bunu yaşadıkları Midyat'ta bilmeyen yoktu. Ama bir çocuğun kalbini kıracak kadar kalpsiz olmasına da anlam veremiyordu.

 

"Sakın suçlama kendini." Diyordu kardeşini içeri götürürken. Elif'in ne kadar hassas olduğunu, en ufak bir şeye içerlediğini biliyordu. Yaşı ufak, boyu etrafında olup bitenlere kısaydı ama kalbi o kadar hassastı ki kardeşinin. "Kazayla oldu. Herkesin başına gelebilir."

 

"Ama çok kızdı yengem. Kızdırdım onu." Artık daha fazla tutamamıştı göz pınarlarını zorlayan yaşları. Yanaklarından aşağı yağmur taneleri gibi süzülürken başını abisinin omzuna gömmüştü. Bir babasının bir de abisinin omuzlarında hissediyordu güveni ve huzuru, bir de annesinin dizlerinde.

 

Kalbi bir serçe kuşu gibiydi Elif'in. Narin, ürkek ve bir o kadar hassas. O gün hem doğum günüydü. Daha da bir hassastı. Ama yengesi hiç düşünmeden kırmıştı onu.

 

Şimdi abisinin kolları arasında teselli bulmaya çalışıyordu. Abisi sıkılmadan saatlerdir şefkatle okşuyordu saçlarını. Küçük öpücükler konduruyordu saçlarına. Abisini çok seviyordu.

 

"Pastanı yemedin, kimseyle konuşmadın, küs mü bitireceksin doğum gününü?" Öyle yapmıştı Elif. Yengesi kendisini azarlayınca tüm hevesi kaçmış, annesinin, babasının, Şilan'ın tüm dil dökmelerine rağmen kendisi için annesinin özenle yaptığı pastaya dikilen mumlara üflemeye bile inmemişti aşağı.

 

"Küs değilim ki..." demişti ince küçük parmaklarını abisinin elleri üzerinde dolaştırırken.

 

"O zaman neden alt dudağın üst dudağından önde duruyor?"

 

"Unutmuşum..." diye üst dudağını aceleyle çekiştirmişti ileri doğru. Kırılınca hep böyle yapardı.

 

"Şilan sana hediyesini verecek oldu almadın?" Hafifçe omuz silkmişti abisinin dediğine. Şilan'ın ne aldığını biliyordu. Çiftlik evinde kendisinin oynamasına izin vermediği bebeğinin aynısından almıştı. Böylece ikisi birden evcilik oynayabileceklerdi. Geçen gün mutfakta annesine derken duymuştu. Deli gibi merak ediyordu oysa onun aldığı oyuncak bebeği. "O zaman benim hediyemi alırsın değil mi?"

 

"Hediye mi aldın bana!" gözlerinin içi parlayıvermişti birden. İşte Ezman kardeşinin gözlerinde bu pırıltıları görmek istiyordu. Kardeşi hep böyle gülsün, gözleri hep böyle parıldasın istiyordu.

 

"Aldım tabi. Sana sen gibi, sana özel bir şey aldım." Elini cebine atıp küçük siyah bir kutu çıkarmıştı. Kutunun üzerinde kırmızı parlak kağıttan yapılma bir kurdele vardı. Elif heyecanla abisinin kutuyu açmasını beklerken heyecandan oturamaz olmuştu yerinde.

 

Küçük kutunun kapağı yavaşça açılmış ve içinden üzerinde üç tane mavi taş bulunan bir bileklik çıkmıştı.

 

"Sana özel bu Kamer. Senin için yapıldı." Bir yandan da kardeşinin ince bileğine geçirivermişti bilekliği. Bileklik Elif'in bileğine bol gelmişti. "Bol geldi ama ileride hep takarsın diye. İçinde adının harfleri de yazıyor."

 

"Çok güzel bu abi!" Sevinçle sarılmıştı Elif abisinin boynuna. Bakışları bileğine bol gelen bilekliğindeydi. Çok sevmişti, çok beğenmişti.

 

"Bu sana hep şans getirsin ay parçam. Yanında oldukça hep uğur getirsin."

 

"Hiç çıkarmayacağım bunu abi! Söz veriyorum sana! Ömrümün sonuna kadar hep takacağım!"

 

O gece abime verdiğim o sözü de tutamamıştım. Ona verdiğim hiçbir sözü tutamadığım gibi onu da tutamamıştım.

 

Kaybetmiştim.

 

Hayatın bana verdiği her şeyi sırayla, yavaş yavaş kaybetmiştim. Hayatımdan her bir parçayı kaderim kanırta kanırta söküp almıştı ruhumdan. Geriye benliğim, bir parça da yüreğim kalmıştı. Ruhumu sayamıyordum. Ruhumda çizikler, yaralar, kırıklar o kadar çoktu ki. Ama ben her şeyimi kaybettim sayıyordum. Bir sıfır değil, binlerce kere gerideydim artık.

 

En son geriye abimin benim için özel olarak yaptırdığı bilekliğim kalmıştı. Hayatım boyunca eşyalara hiçbir zaman anlam yüklemeyen ben bir tek şeyi liste dışı sayıyordum. Abimin aldığı bileklik...

 

Katran karası zifiride, her şeyden kaçtım sandığım o günde, kaderim ayağıma dolandığı anda kaybetmiştim onu. Altı yaşına girdiğim o günden o geceye kadar gözüm gibi bakmış, asla ama asla bileğimden çıkartmamıştım. Ama bunca sene bileğimden çıkmayan şey o gece de çıkıp gitmişti. Belki de hayatta tutunduğum her şey işte böyle tek tek bırakıyordu beni.

 

Benden başka insanın uğramadığı, çobanların bile geçmeye üşendiği o yerde, o gece kimin kolları arasına düştüm bilmiyordum ama emin olduğum tek bir şey vardı: Bilekliğim ondaydı. Başka açıklaması olamazdı.

 

Ve şimdi bilekliğim ayaklarımın ucunda Maran'ın cebinden düşüvermişti yere.

 

O geceki atlı Maran mıydı?

 

Bakışlarım ayaklarımın önünde duran, günlerdir yana yakıla aradığım ve arattığım bilekliğimi görünce iri iri oluvermişti. Bir elimi göğsüme koyma gereği duyarken derin bir nefes de almam gerekmişti. Zaman durmuştu.

 

"Özür dilerim..." dedi telaşla. Etrafa saçılan kalemleri, kağıtları aceleyle alırken bilekliğim de parmaklarına takılıp onun cebine girmişti. Gülümseyerek kaldırdı bakışlarını bana ve bir şey demeden yürüyüp gitti yanımdan.

 

En değer verdiğim şey onun cebinde benden uzaklaşıyordu. Halbuki günlerdir yanı başımdaydı öyle mi?

 

"Bin hadi." dedi arabanın içindeki düz ve duygusuz ses. O seslenmese kaskatı kesildiğimi fark etmeyecektim bile. Duran zamanı tekrar akıtırken ben dolu dolu olan gözlerimle benden adım adım uzaklaşan bilekliğimin arkasından bakıyordum. Maran'a bakıyordum.

 

Beynim belki oyun oynuyordu belki de ben artık sadece bilekliğimi düşünmekten kafayı yiyecek hale gelmiştim. Belki yanılıyordum. Ama bir yandan da yanılmadığıma eminim diye bas bas bağırıyordu kalbim.

 

O bileklik bana özeldi. Benden başka kimsede yoktu. Benim için, abim bana yaptırmıştı. Aynısından bir başkasında olması imkansızdı. Yani yanlış görmem imkansızdı.

 

Peki şimdi ne olacaktı? Ben bilekliğimi Maran'dan geri nasıl alacaktım? Ne diyecektim?

 

Yol boyu kafamda bu düşüncelerle boğuşmuş, neyi hangi sıraya koyacağımı hesaplayıp durmuştum.

 

"Tamam mı Elif?" Boğuştuğum düşüncelerime Berfin'in sesi karışmıştı arkadan. Kafasını oturduğum koltuğa doğru uzatmıştı ve benden bir cevap bekliyordu. Neyin cevabını bekliyordu?

 

"Anlamadım?" Kafam allak bullaktı. Duygularım allak bullaktı. Düşüncelerim birbirlerine dolanmıştı.

 

"Dönüşte ben öne bineyim. Elbisemle zor oluyor. Sen beni dinlemiyor musun?"

 

"Dönüşte de mi bizimle geleceksin?" Yanımdaki düz ses Berfin'in çok hoşuna gitmemişti.

 

"Ama Baran. Ne kadar zorlanıyorum arkada. Önde otursam böyle olmazdı. Hem Elif'in elbisesi benimki kadar rahatsız değil. Basit, dümdüz. O daha kolay oturur."

 

"Fark etmez." Geçiştirmekti amacım onu. Binmeden başlamıştı ön arka koltuk demeye. Benim için bir önemi yoktu. Kim ne yapmak istiyorsa yapabilirdi. Benim aklımı meşgul eden daha önemli bir şey vardı çünkü.

 

"Tamam o zaman dönüşte ben öne oturuyorum." İlkokulda değildik. Yer kavgasının yaşını geçmiştik bana kalırsa. Hem zaten ne fark ederdi öyle değil mi.

 

Berfin'in beni boğup giden düşüncelerimin arasına karışan sesiyle yolu bitirmiş ve nihayet 'İzol Holding' adına yapılan geceye gelebilmiştik. Yol boyu kendi kendine konuşacak bir sürü şey bulmuştu. Beni muhatap almıyordu. Ama muhatap aldığından da pek cevap alamıyordu. Zaten dediklerinin bir çoğunu da anlayamamıştım. Zihnim bilekliğimin Maran'ın cebinde olması gerçeğiyle savaşıyordu. Zihnim, o gece kolları arasına düştüğüm atlının Maran olması gerçeğiyle yüzleşiyordu.

 

Büyük, eski bir yapının önünde durmuştu araba. Tarihi yapı ışıklarla aydınlatılmış, girişindeki çok sayıdaki basamağa kırmızı bir halı serilmişti. Etrafta dizilmiş korumalar çarptı ilk olarak gözüme. Kalabalıktı ama müthiş bir düzen vardı. Burayı biliyordum. Önemli gecelerin yapıldığı yüzyıllık buram buram tarih kokan bir yerdi burası. Yıllarca en önemli şeylere ev sahipliği yapmıştı.

 

Özel bir geceydi. Aşiretin soyadına yaraşır bir şekilde düzenlenmişti. Ama bu geceyi özel kılan sebep alelacele yapılmış evlilik ve bendim. Hüseyin ağa dün odasında sırtı dönük böyle demişti. Sözleri bir emir bir uyarıydı. Günlerdir konağa kabul edilmeyen, kabul edilseler bile koca aşiretin gelinin yüzünü görmeyen insanlar bu gece görecekti nihayet.

 

Düğün, düşmanlığın ve kan davasının bittiğinin resmi göstergesiydi. Ama bu gece ilanı olacaktı.

 

İki aşiretin sulh yaptığının herkese yapılacak olan ilanı.

 

On gün içinde tertip edilmiş, insanlar arasında aceleye getirildiği düşünülen düğünün temeli sağlamlaştırmaktı amaç. Dün Hüseyin İzol üstü kapalı sözlerinin altında bunu altını çize çize vurgulamıştı. Şilan'ın tabiriyle bu aşiretin müstakbel ağası 'Baran İzol' için yapılan bir geceydi. Dün gece telefonda böyle söylemişti.

 

"Ee hadi inmiyor muyuz?" dedi sabırsızca Berfin. Başını tekrar öne doğru uzatmıştı ama bana doğru değil ona doğru çevirmişti yüzünü.

 

"Sen in." dedi dümdüz sesiyle. Bence duygusuz biriydi ve duygusu olmadığından sesi hep böyle düz çıkıyordu.

 

"Beraber inmeyecek miyiz?" Şaşkınca sordu Berfin.

 

"Sen in." diye yineledi. Onun düz sesi Berfin'in küçük hoşnutsuz mırıltılar çıkarmasına sebep olurken kendi kapısını kendi açtığı için de söyleniyordu bir yandan. Berfin kapısını açıp inince ben de kapının koluna atmıştım elimi ama durdurdu beni her zamanki düz sesiyle. "Bekle."

 

Nefes almam lazımdı. Hem sabırsızdım da. Bir fırsatını bulup Maran'la konuşmak istiyordum. O geceki atlı gerçekten o muydu? Eğer oysa bileklik neden ondaydı? O değilse bileklik ona nasıl ulaşmıştı? Peki nasıl konuşacaktım?

 

"Ne için?" dedim ona doğru bakmadan. Açmaya yeltendiğim kapıdan elimi istemeye istemeye çekmek zorunda kaldım.

 

Hafifçe boğazını temizledi. "İçeride insanlar soracak. Gözler üstünde olacak."

 

"Dün Hüseyin İzol'un dediklerinden anladım bunu."

 

"Ben yine de hatırlatmak istedim. Kan davasını soracaklar, düşmanlık diyecekler."

 

"Ben de bitmesi uğruna beni zorla evlendirdiler diyeceğim? Öyle mi?" Sinirime dokunuyordu. Nasıl yapıyordu bilmiyorum ama o konuştukça içimdeki sinir dalgaları tüm bedenime yayılıyordu. Ona kızgındım, hem de çok. Beni o gece orada kurtardığı, bileklerimden hayatımın sızıp gitmesine izin vermediği için çok kızgındım. Ayrıca dün dedesinin çektiği nasihatlere de çok kızgındım.

 

"Eksik söyleme. Zorla evlendim diye beni vurduğunu da söyle." Bakışları arabaya bindiğimizden hatta akşamdan beri ilk defa bana çevrilmişti. Şu vurulma işini bence gereksiz abartıyordu.

 

"Olur." dedim hafif bir omuz silkmeyle.

 

"İçeride insanlarla olabildiğince az muhatap olmaya çalış. Hatta sorarlarsa cevap bile vermeyebilirsin. Çünkü sorabildikleri her şeyi sormaya çalışacaklar."

 

"Görünmez olayım. Nasıl fikir?" Ben de akşamdan beri ilk defa bakışlarımı ona çevirdim ve sesi gibi bakışları da dümdüz olan gözlerle göz göze geldim.

 

"İyi fikir." dedi neden sonra gözlerini gözlerimden çekip. Ben de tekrar elimi arabanın kapısına attım ama tekrar konuşmaya başlayınca elimi tekrar çektim kapıdan. "Seni rahatsız edecekler. İstemediğin insanların istemediğin imalarına maruz kalacaksın. Hatta ben erkenden ayrılmamız için gerekeni yapacağım."

 

Dudaklarım şaşkınlıkla hafifçe aralanırken çıkışmak istedim ona karşı ama vazgeçtim ve tekrar kapının koluna uzandım.

 

"Bekle." Bir şey demeden kendi tarafındaki kapıyı açtı ve indi. Seri bir şekilde arabanın önünden benden tarafa dolaşırken etrafına dizilen koruma ordusu etten bir duvar oluşturmuştu. Geldi ve benden taraftaki kapıyı açtı.

 

Etraftaki kalabalığa, etten duvar örmüş korumalara ve korumaların arkasında ellerindeki makineden flaşlar patlayan insanlara ürkekçe bakıp indim.

 

"Bir poz alabilir miyiz!"

 

"Baran bey eşinizle bir poz alabilir miyiz!"

 

"Baran bey sizi uzun zaman sonra ilk defa görüyoruz!"

 

Önüme gerilen etten duvar üzerime patlayan flaşlardan beni korurken hızlı adımlarla içeri alınmıştım.

 

"Hani gazeteciler olmayacaktı Salim!" dedi büyük kapıdan adım attığımız anda. Kollarıyla önüme gerilen korumaya dişleri arasından kısık ama özünde epey yüksek sesle sormuştu. İçeride bir tane bile gazeteci yoktu.

 

"Olmayacaktı ama son dakika çıktılar ortaya. Önlem alınamamış."

 

"Çıkışta böyle bir şey istemiyorum." Parmağını karşısındaki adı Salim olan korumanın göğsüne sertçe dokundurup yürümeye başladı. Ben de hemen peşinden onu takip ediyordum.

 

İçerisi dışarısından daha güzel aydınlatılmış, fazla kalabalık olmayan insanlar muntazam şekilde döşenmiş masaların etrafına sıralanmıştı. Karşıdaki duvara büyük harflerle 'İzol Holding' adı yansıtılmıştı. Etraf tarih kokan bu yapıya uygun bir şekilde kahverengi ve krem tonlarında döşenmişti.

 

"Oo gecenin mimarı!" Daha biz içeri uzanan iki basamaklık yolu adımlamadan orta yaşlı orta boylu bir adam gelip fazla samimi bir halde yapışmıştı onun eline.

 

"Muhsin amca. Bu ne güzel sürpriz. Asıl sen hoş geldin." Büyük bir kucaklaşmanın ardından adamın bakışları benim üzerime çevrilmişti. Rahatsız edici değildi hatta samimi bir şekilde bakıyordu ama ben benimle konuşmaya çalışan, bana bakan herkese karşı rahatsızlık duymaya şartlamıştım daha gelmeden kendimi.

 

"Evlendiğini duydum. Deden haber gönderdi ama gelemedim Baran. Bizim işleri biliyorsun." Elini onun omzundan çekip bana uzattı. Önüme uzatılan ele ve adamın samimi bir şekilde gülümseyen yüzüne bakıp uzatılan eli hafifçe sıktım. "Muhsin Arbay. Arbay Holding'in kurucusuyum. Baran'ın ortağı sayılırım."

 

"Elif." diyebildim sadece. 'Kamer' yoktu. 'Kamer' babası ve abisinin kolları arasında kalmıştı.

 

"Çok memnun oldum. Tanıştığıma çok sevindim. Ayriyeten tebrik ederim." Küçük bir sohbette bile canım bu denli sıkılacaksa gecenin ilerleyen saatlerini düşünemiyordum. Buraya ait değildim ve hiç gelmemeliydim.

 

"Bu yeni proje için çok heyecanlıyız Baran. Bu denli büyük bir yatırım, ihale. Cesaretini tebrik ederim. Tek başına sırtlanmış olman da takdire şayan." Adamın çekilesi yoktu. Benim bakışlarım ise içeriyi tarıyordu. Önceliğim Leyla'ydı. Bu gece burada olacağından haberdardım. Peki onunla burada, bu şekilde karşılaşmaya hazır mıydım, işte ondan emin değildim.

 

İkinci önceliğim ise Maran'dı. Bir fırsatını bulup bilekliğimi ona sormam gerekiyordu.

 

"Geçelim." Belime yerleştirdiği eliyle bana yön verirken önümüzdeki iki basamağı inip geniş salona adım atmıştık. Bir sürü gözün üzerimde olduğunu hissediyordum ve her bakış iğne gibi batıyordu tenime.

 

Bedenimi rahatsız edici bir ürperti sarmıştı. Elimde tuttuğum çantanın kolunu sıkı sıkı kavrarken derin bir nefes aldım. Ciğerlerimde hafif bir sıkışıklık vardı ve zihnim astım ilacım için beni uyarıp duruyordu. Bu yüzden her ihtimale karşı çantamı yanımdan ayırmamalıydım.

 

"Geldiniz nihayet." Ulaştığımız masada Bircan abla ayaklanıp kollarını hafifçe dolamıştı bana. "Kapıda bir sürü gazeteci vardı. Onlara mı takıldınız?"

 

"Muhsin amcaya."

 

"Ooo tam adamına takılmışsınız." Hafifçe gülüp yanındaki sandalyeyi işaret etti Bircan abla. Sanırım Muhsin beyi hepsi biliyordu. Bakışlarım yuvarlak masada bana en uzak noktada olan Gülsüm hanım ve hemen yanındaki Rojbin hanıma çevrildi. Gülsüm hanımın dümdüz duygusuz bakışları beni baştan aşağı süzerken Rojbin hanımın bakışlarındaki pek olumlu olmayan duyguları görmemek de mümkün değildi.

 

Derin bir nefes alıp Bircan ablanın işaret ettiği sandalyeye oturdum.

 

"Çok kalabalık olmasa da yine epey katılan var değil mi?" Bircan ablanın bakışları etrafta dolanıyordu. Kendini şu son günlerde iyi toparlamıştı. Ya da dışarıya o denli güçlü görünüyordu.

 

"Özel davetliler bu Bircan. Aşiretimize yakışan bir gece en nihayetinde." Rojbin hanım gururla kasılırken bakışlarını benden çekmeyi seçip etrafa bakıyordu.

 

Dediği gibiydi. 'İzol Holding' adına düzenlenen ama aşiret için yapılan bir gece. Üç dört hafta önce acele bir şekilde yapılan düğünün izlerini silmek için en iyi fırsat.

 

Ben de bakışlarımı etrafta gezdirirken ya Leyla'yı ya da Maran'ı görmeyi umut ediyordum. Leyla'yı görürsem ne diyeceğimi, nasıl bir açıklama yapacağımı asala bilmiyordum. Diyemezdim ki 'Senin iş için görevlendirildiğin şirketin ailesine düşmanlık bitsin diye gelin olarak verildim.'

 

Maran'ı görürsem de ne diyeceğimi bilemiyordum. Bilekliği nasıl soracaktım hiçbir fikrim yoktu. Peki o neden bilekliğin sahibini aramıyordu? Neden günlerdir gelip bana vermemişti?

 

"Bir isteğiniz var mı?" Ben kafamdaki düşüncelerle boğuşurken Cihan'ın kalabalığın uğultusunu bölen sesi dolmuştu kulaklarıma. Bir elini ablasının diğer elini de benim oturduğum sandalyeye yerleştirmiş, tepemizde dikiliyordu.

 

"Yok ablacım."

 

"Yenge senin?" Bakışları bana çevrilince hafif bir gülümsemeyle geçiştirdim onu. Benim hayır cevabıma karşılık tekrar ablasına döndü.

 

O sırada masaya ikisini tanımadığım üçünü de sima olarak bildiğim insanlar gelip gitmiş, üstü kapalı benimle tanışma ve tebrik etme faslına geçmişlerdi. Olabildiğince az muhatap olmaya çalışıyor, çoğunlukla topu Bircan abla ve Cihan'a atıyordum. Bu, onun arabada ettiği tembih yüzünden değildi. Bu rahatsız edici durumdan ne kadar kaçabilirsem benim için o kadar iyiydi.

 

Ama bir süre sonra masada yalnız kalmıştım. Bircan abla uzaktan akraba dediği kişilerin masasına, Gülsüm hanım Rojbin hanımla İstanbullu ortakların olduğu masaya, Cihan ise ortalarda her yeni geleni karşılamak için dolanır olmuştu. Karşıdaki büyük ekranda yapılan projenin tanıtım filmi yansıtılıyor ve projede yer alan herkes sırasıyla kürsüde konuşmasını yapıyordu.

 

"Merhaba?" dedi ben ekranda dönen tanıtım filmine öyle dalgın dalgın bakarken arkamdan bir ses. Tanıdık olduğum bir sima değildi sesin sahibi. Elini bana doğru uzatmasına da hafifçe çattığım kaşlarımla bakmıştım. "Arem Gürkan ben. Siz de Elif hanım olmalısınız. Baran'ın eşi. Doğru mu?"

 

Tanımadığım birden çok insanla elbette muhatap olacaktım, olmuştum da ama bu rahatsız ediciydi. Bunca yabancı yüzün gelip aynı şeyi sormasından ve tanışmak istemesinden de bıkmıştım.

 

"Merhaba." dedim uzattığı elini es geçip soğuk tuttuğum sesimle. Bakışlarım sol yanağındaki uzun kesik izinde takılı kalmıştı.

 

"Baran'la selamlaşmak istedim ama başı çok kalabalık. Ev sahibi olmak kolay değil. Ben de sizi yalnız yakalayınca tanışmak istedim. Rahatsız etmedim ya." Genel olarak bir rahatsızlığım vardı. Kişiye özgü bir şey değildi.

 

"Hayır." dedim oturduğum sandalyeden doğrulup. Yüzümde samimiyetten epey uzak belli belirsiz bir gülümseme oluşmuş ve hemen solmuştu. "İzninizle."

 

"Aslında düğüne gelmiştim. Tabi orada tanışmak kısmet olmadı." Dedi tekrar. Konuşmaya epey hevesli ama benim konuşmak istemediğimi de göremeyecek biriydi anlaşılan.

 

"Olabilir. Görmedim." Dedim yine aynı soğuk tonda.

 

"Tabi o zaman daha kalabalıktı. Bir de düğün hemen bitirilmişti. Baran bitirmişti." Ben konuşmak istemedikçe devam ediyordu.

 

"Bircan ablaya bakacağım izninizle."

 

"Aslında ben de Baran'la çalışıyordum. Geçen seneye kadar." Bana doğru bir adım daha yaklaşmıştı. Griye çalan mavi gözlerinde meraklı pırıltılar vardı.

 

"Arem!" dedi geriden bir ses ve sesin sahibi onun omzunu yakaladı. Maran... "Gelmezsin sanıyordum." Dedi gülerek. Bakışları bir anlığına beni bulurken tekrar Arem'e çevrildi.

 

"Niye gelmeyeyim?"

 

"Geçen sene ortaklığımız sonlandırıldı ya. Geleceğini düşünmüyordum." İmalıydı Maran'ın sözleri. Sanki rahatsız olmasını istiyormuş gibi konuşmuştu.

 

"Davet edildim. Davete icabet gerekir değil mi?" Bozuntuya vermedi ama Arem.

 

"Doğru. Sen de haklısın. Bünyemizde olan, bu güne kadar kiminle çalıştıysak hepsine gitti o davetiye. Ortaklık ve iş bitse bile dostluk bakidir değil mi Arem?"

 

"Öyle." Zoraki gülüşü yavaş yavaş sönerken bana döndü. "Ben Baran'a bakayım. İyi günler." Arkasına baka baka gitti.

 

"Rahatsız mı etti seni?" Maran bana dönmüştü.

 

"Genel olarak burada olmaktan rahatsızım." dedim gülümsemeye çalışıp. "Ama o da konuşmak için fazla ısrarcıydı."

 

"Öyledir o. Geveze herifin tekidir. Sırf onunla uğraşmamak için iş yapmayı bıraktık biliyor musun?"

 

"Sahi mi?" dedim hafif bir şaşkınlıkla. Fırsat ayağıma gelmişti ve ben ona bilekliği sormalıydım. Ama söze nasıl ve nereden gireceğimi bilemiyordum. Heyecanlamıştım.

 

"Biliyor musun?" dedi hafifçe kulağıma doğru eğilip.

 

"Neyi?"

 

"Ben de hiç sevmiyorum böyle davetleri. Kalabalık beni çok sıkıyor. Fazla rahatsız edici."

 

"Gerçekten mi?" dedim ona doğru dönüp. Gülerek kafa sallamasına gülümsemiştim.

 

"Bir an önce bitmesi için can atıyorum." Ne diye söze girmeliydim? Ne demeliydim? Bilekliğimin onda olup olmadığını nasıl sormalıydım? Nefes almaya çalıştım.

 

"Maran abi." Bakışlarım karşıdan gelen Cihan'a dönmüştü Maran'la birlikte eş zamanlı olarak. "Eniştem seni çağırıyor."

 

"Tamam." Tekrar bana bakışlarını çevirip gülümseyerek adımlamıştı en ileride duran Mervan beye doğru.

 

"Yenge..." dedi bakışlarını bana çevirip. "Abim gidelim diyor." Bakışlarında tuhaf bir ifade vardı. Ama sorgulamak haddime değildi. Hem gitmek canıma minnetti. 'Tamam' anlamında başımı sallayıp masanın üzerinde duran çantamı aldım ve yürümeye başladım.

 

"Doktor Elif Kamer Bozan!" dedi biz basamaklara yaklaştığımız sırada arkamdan bir ses. Aylardır bu sesi sadece telefondan duyuyordum. Hem sahibini de deli gibi özlemiştim. Duyduğum sesle ağır çekimde arkamı dönerken aylardır özlemini çektiğim sesin sahibi gerçekten orada mı diye bakmıştım. Buradaydı.

 

Leyla...

 

İstanbul'da tanıştığım ama asla İstanbul'da kalmayan, kardeşten ötem, canım arkadaşım.

 

Canlı kanlı bir şekilde, üzerinde açık mor elbisesi, özenle dalgalandırdığı ve bu yaşına kadar asla boya değdirmediği sarı saçları ve ışıl ışıl olan mavi gözleriyle tam karşımda duruyordu.

 

"Leyla..." diyebildim güçsüzce.

 

"Elif! Canım doktor kızım!" Üzerindeki elbiseye aldırmadan koşa koşa gelip var gücüyle dolamıştı kollarını boynuma. "Gerçekten buradasın! Elif çok özledim kuzucuğum!" Etraftaki bazı şaşkın gözler üzerimize dönmüştü. Ben de hem o şaşkın gözlerle hem de beni nefessiz bırakan kollarla mücadele ediyordum.

 

"Leyla... Nefes alayım dur..."

 

"Elif! O kadar özledim ki seni!" Gözleri dolu dolu oluvermişti. Çok çabuk ağlayan bir kızdı. Şimdi de yanaklarına ağlama kırmızılığı çökmüştü.

 

"Ben de seni." dedim tekrardan kollarımı ona sarıp.

 

"Pardon yenge bu hanımefendi neden sana doktor dedi?" Cihan araya girdi.

 

"Yenge mi?" dedi hışımla benden ayrılan Leyla. "Bu adam sana niye yenge diyor?"

 

"Ne diyeyim? Asıl sen niye benim yengeme doktor diyorsun?" Cihan'ın suratında kocaman bir soru işareti vardı. Aynısından Leyla'nın suratında da çıkmıştı. İkisi şaşkın bakışlarını bir bana bir de birbirlerine çeviriyordu. Peki benim ikisine de verebilecek yeterli bir cevabım var mıydı? Hayır...

 

"Ne yengesi?"

 

"Ne doktoru?"

 

"Önce ben sordum Elif! Ne oluyor burada!"

 

"Hayır ben sordum." diye üsteledi Cihan. "Asıl ne oluyor burada?"

 

"Şey..." Telaşlı bakışlarım ikisi arasında gidip gelirken karşıdan yanımıza gelen yüzle daha da gerilmiştim.

 

"Hadi." dedi ne kardeşine ne Leyla'ya aldırmadan. Bakışları saniyenin onda biri gibi bir anda bana değmişti. Ama bana demişti.

 

"Bir dakika bir dakika!" dedi Leyla ellerini havada sallayıp. Kafası karışmıştı. "Kuzucuğum ne oluyor! Bu adam niye sana yenge diyor!"

 

"Yengem çünkü. Abimin eşi." Bıkkın bir nefes verdi Cihan.

 

"Hangi abinin!" Eğer şaşkınlıktan insanın gözleri yuvalarından fırlayabiliyorsa Leyla'nın gözleri yuvalarından her an fırlayabilirdi. Sanki Cihan'ı tanıyordu da, boş bulunup soruvermişti.

 

"Baran abimin."

 

"NE! Sen evlendin mi Elif!" Sesi bir yankı olup gitti.

 

"Leyla..." dedim elimi koluna koyup. Tepkisi o kadar büyüktü ki artık etraftaki bakışların tümden odağıydık.

 

"Bir dakika bir dakika..." dedi kafasını iki yana hızlıca sallayıp. "O Baran yoksa siz misiniz Baran bey?"

 

"Evet. Abim Baran." Cihan tekrar girdi araya. "Peki doktor ne demek?"

 

"Elif tıp öğrencisi. Haberiniz yok mu!"

 

"Nasıl yani!" Bu sefer de Cihan abartılı bir tepki verirken gözleri aynı Leyla'nınkiler gibi açılıvermişti. "Yengem doktor mu!"

 

"Öğrenci dedim! Ayrıca ne evlenmesi Elif! Ne demek bu!" Cihan'ı es geçip bana döndü.

 

"Leyla..." Sesim heyecandan titremeye de başlamıştı aynı ellerim gibi. "Ben sana anlatırım bunları."

 

"Ben sadece iki aydır gelmiyorum Midyat'a! İki ay ya! Evlenmek ne demek Elif! Nasıl benim haberim olmaz!"

 

"Leyla..."

 

"Adımı mı ezberliyorsun Elif ya! Ne demek evlenmek!" Etraftaki meraklı bakışlar şimdi de meraklı fısıldaşmalar yapmaya başlamıştı kendi arasında. Hiç hoş bir durumda değildik.

 

"Leyla bak anlatırım. Ama burası yeri değil." Elimi koluna koyarken titreyen hareleriyle izliyordu beni.

 

"Ya delireceğim!"

 

"Leyla hanım." diye araya girdi. "İzninizle." Kolumu hafifçe çekiştirmesiyle onun adımına ayak uydurmak zorunda kalmıştım.

 

"Elif!"

 

"Leyla konuşuruz." diyebildim güçsüz bir şekilde. Ciğerlerim sıkışmaya başlamıştı. Onun attığı büyük adımlara kendi küçük adımlarımla ayak uydurmaya çalışırken yürümüyor adeta koşuyordum. "Kolumu bırakır mısın?" dedim çekiştirip. Ama o beni duymamış gibiydi. Çıkışa gelmiştik.

 

"Arabayı getirin hemen." Sert ve emir dolu sesiyle kapıda dikilen adama adeta kükremişti. Kolumu tekrar çekiştirdim ama bırakmıyordu.

 

"Ne yapıyorsun! Bırak kolumu!"

 

"Hadi." Oralı olmadan kapının önüne gelen arabaya hızlıca adımladı ve benden tarafın kapısını açıp binmemi bekledi. Az önce geldiğimizde etrafta olan ve saniye başı flaş patlatan gazeteciler yoktu. Ama koruma ordusu yerli yerince duruyordu. Etrafta dizili ve muntazam bir şekilde bekliyorlardı.

 

"Ne yapıyorsun sen ya!"

 

"Sessiz ol." dedi sadece dişlerinin arasından. Bakışlarım sağ avunun içinde sıkmaktan bir hale gelmiş sarı zarfa kaydı. Hatta hızlıca zarfı açtığı torpidoya attı ve gaza bastı. Ben de sıkışan ciğerlerim için titreyen ellerimle çantamı açtım ve çıkardığım ilacımı üç kere sıktım. Ama araba o kadar hızlı gidiyordu ki ve ben de titreyen ellerimi o kadar kontrol edemediğimden elimdeki ilaç düşüvermişti. Onu almaya takatim bile yoktu. Elimi kapının kolundaki düğmeye attım pencereyi açmak için ama parmak uçlarımdan bile can kesilir olmuştu. Temiz hava almam lazımdı. Neden sonra cam açılırken kafamı dışarı uzattım ve ciğerlerime temiz havayı çekmeye çalıştım.

 

Bilekliğimi soramamıştım.

 

Leyla'ya durumumu anlatamamıştım.

 

Bir sürü rahatsız edici bakışa ve soruya gülümsemek zorunda kalmıştım.

 

Berbat bir gündü...

 

🔥

 

"Leyla ile konuştun mu?" Konağın mutfağında Şilan'la karşılıklı olarak oturuyorduk. Çarşıya çıkıyorum diye evden çıkıp yanıma gelmişti. Endişeden ellerimin içinde kabuk kabuk olan yaralarla oynuyordum bir yandan. Şilan'ın seslenmesi dikkatimi dağıtamamıştı ama endişeyle oynadığım ellerimi tutunca ona çevirdim bakışlarımı. "Elif?"

 

"Konuşamadım. Gece bir sürü mesaj atmış. Sabah da şantiyede işi varmış. Muhtemelen akşama gelir. Çok kızgın bana."

 

"Bence daha çok şaşkındır."

 

"Neye uğradığını şaşırdı dün. Haklı da. Her Allah'ın günü arayıp soruyor, mesaj atıyor. Ama evli olduğumu buraya tesadüf eseri gelmese öğrenemeyecekti."

 

"Eninde sonunda öğrenecekti ama. Leyla'nın sana düşkünlüğünü biliyorsun. Her fırsatta yanına gelmeye çalışıyor."

 

"İşte bu kadar vefalı bir dosta karşı yaptığım ne kadar ayıp değil mi? Evlendiğimi ondan gizledim." dedim dudaklarımdaki acı gülümsemeyle.

 

"Elif... Mecbur bırakıldığın bir şeyi nasıl normal bir şekilde anlatabilecektin ki? Yapma bunu kendine." Derin bir sessizlik çöktü üzerimize. Kendimi o kadar berbat hissediyordum ki. Omuzlarımda tuhaf bir suçluluk yükü vardı.

 

"Bir şey diyeceğim..." dedim derin bir nefes alıp. "Bilekliğim..."

 

"Kafan hâlâ onda biliyorum." Elimi güçlü bir şekilde sıktı. "Keşke bulabilseydik. Ben bir daha gideyim mi oraya? Belki gözümüzden kaçmıştır."

 

"Hayır. Gerek yok."

 

"Niye gerek yok? Bilekliğini aramaktan vazgeçmiş olamazsın." Şaşkın bir ifade oluştu bakışlarında.

 

"Vazgeçmedim tabi ki. Ama bilekliğimin nerede olduğunu biliyorum."

 

"Demiştim sana ya." Derin bir nefes alırken yüzüne gülümsemesi yayılmıştı. "Eşyalarının arasındadır demiştim."

 

"Hayır... Bilekliğim..." Kupkuru oluvermişti bir anda ağzım. "Maran'daymış..."

 

"Anlamadım? Ne demek Maran'daymış?"

 

"Bilekliğim ondaymış. O gece, o karanlık gecede kaçmaya çalışırken üzerime düşen atlı Maran'mış..."

 

"Şaka yapıyorsun? Nasıl ya? Gelip verdi mi? Dedi mi sana?" İri gözleri şaşkınlıkla daha da açılmıştı.

 

"Hayır. Dün gece şirket gecesine giderken cebinden düşürdü önümde."

 

"Ya yanlış gördüysen. Senin bilekliğin olmayabilir." Yüzündeki ifadeden aklının karıştığını anlamıştım.

 

"Eminim Şilan. Benim bilekliğimdi. Nerede görsem tanırım." Sıkıntıyla tırnağımın kenarını dişlemeye başladım.

 

"Peki ne olacak? Yani vermedi mi sana bilekliği?"

 

"Bir şey diyemedim. Hem ne diyeceğim ki?"

 

"Ne yani bileklik onda ama gelip sana vermiyor mu kaç gündür? O da senin o geceki kız olduğunu bilmiyor o zaman."

 

"Olabilir. Çok karanlıktı. Görmemiş olması normal. Ama bilekliğimi geri almam lazım." Sıkıntıyla iç çekerken Şilan tekrar tuttu ellerimi. Abimden kalan o yadigarı kimsede bırakamazdım.

 

"Oo muhabbetiniz bol olsun. Bir değil iki Bozan gelmiş oturuyor ne güzel." İkimizin de bakışları kapıda beliriveren Rojbin hanıma kayarken Şilan ellerini ellerimden çekip oturuşunu dikleştirmişti.

 

"Bir şey mi istediniz Rojbin hanım?" Huzursuzluk istediğini, rahatımızı kaçırmak istediğini biliyordum. Buna şüphe yoktu. Benimkisi öylesine bir soruydu.

 

"Bir şey isteyebilir miyim gelin hanım sen de? Sen zaten istediğini kafana göre yapıyorsun."

 

"Anlamadım?" dedim Bakışlarımı hafifçe Şilan'a kaydırıp sonra tekrar ona çevirirken.

 

"Kafana göre eve misafir kabul ediyorsun. Bir tane Bozan yetmiyor birini daha görüyoruz burada maşallah."

 

"Şilan benim misafirim Rojbin hanım." dedim oturduğum sandalyeden ayağa kalkıp. Hafifçe gülümsemeye çalıştım. Bu 'siz beni rahatsız edemezsiniz' gülümsemesiydi.

 

"Misafirlik adı üstünde. Bozanların misafirliği." Şilan da yerinden kalkmıştı. Bir şey demek için ağzını açmak istedi ama benim uyarıcı bakışlarımla derin bir nefes alıp vazgeçti. Rojbin hanımın istediği zaten buydu. O yüzden ona uymamak gerekiyordu.

 

"Haklısınız." dedi yerinde duramayan Şilan. "Misafirlik. Herkes kendi evinde kimi misafir etmek isterse eder öyle değil mi?" Yanıma doğru bir adım attı ve kollarını göğsünün altında birleştirdi. Burnundan soluyordu. "Kaynanan bu mu yoksa?" Kulağıma doğru eğilmişti.

 

"Kime sordun gelin hanım? Öyle İzol konağına istediğin herkesi alabileceğini mi sandın?" Tek kaşı havalanmıştı Rojbin hanımın. Aklınca benden hesap soruyordu.

 

"Herkes değil." diye düzelttim. "Amcamın kızı Şilan."

 

"Ben de onu diyorum ya zaten. Bozanlar ne zamandan beri buraya elini kolunu sallaya sallaya girer oldu?"

 

"Hala." Tam ağzımı açmıştım ki Bircan abla girdi araya. Yanımıza gelip halasını kolundan hafifçe geri çekmeye çalışmıştı. "Elif bu evin gelini. Ve istediği akrabasını davet edebilir."

 

"Bozanlar ne zamandır hanemizde cirit atar Bircan?" Sesi yükselmişti. Hemen yanımda hareketlenen Şilan'ı yakaladım kolundan. Sakin bir insan değildi ve kendisine söylenen bu kadına karşı sakin kalamayacağı yanımdaki kıpırtısından belliydi.

 

"Hala." Uyarmak istemişti Bircan abla halasını ama kadının durmayacağını onun benden daha çok bilmesi lazımdı.

 

"Neyse Elif." dedi sinirli solumalarının arasından Şilan bana dönüp. "Ben gideyim de daha fazla huzurun kaçmasın. Gerçi kaçacağı kadar kaçtı ama." Sandalyenin koluna astığı çantasını kapıp kapıya doğru yöneldi. Ben de bir şey demeden adımlamıştım arkasından.

 

"Şilan..." Hızlı hızlı yürüyordu büyük avlu kapısına.

 

"Var ya kadını yolmamak için kendimi çok ama çok zor tuttum Elif. Yemin ederim çok zor dayandım." Büyük avlu kapısından dışarı adım atar atmaz hiddetle dönmüştü.

 

"Bilerek yapıyor."

 

"Ben de bilerek yolmak istiyorum onu! Gören de evin hanımı o sanacak! Yemin ederim sen olmasan atlayacaktım üstüne."

 

"Şilan. Amacı da bu zaten. En ufak bir şeyde pürüz çıksın huzur kaçsın istiyor."

 

"Başlarım ona da pürüzüne de. Susma bu kadının karşısında ya! Sanki kendi evi!" Sinirle solurken bir yandan da kollarını bana dolamıştı. "Gidiyorum ama yine geleceğim. Hep geleceğim."

 

"Gel." Diyebildim sadece. Konağın önündeki yokuşu inerken dönüp dönüp sinirle bakıyordu arkasına.

 

"Gelin abla?" Avlu kapısının beş altı adım dışında Şilan'ın arkasından bakarken koluma dokunan elle geri döndüm. Hemen yanı başımda yedi sekiz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir oğlan çocuğu duruyordu. "Bu sana." Elindeki sarı zarfı aceleyle elime tutuşturdu. Daha ben 'kimsin, necisin' diyemeden koşa koşa Şilan'ın yürüdüğü yokuşu inmişti.

 

Çocuk tozu dumana katarak gitmiş ben de elime tutuşturduğu zarfa bakakalmıştım. Kafamı sağa sola çevirdim içime dolan garip endişeyle. Zarfı yavaşça yırtıp açtığımda beyaz bir kağıt çıkmıştı. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Kağıdın katlarını düzgünce açarken tekrar etrafa bakma gereği duydum.

 

'Her kaza aslında bir kaza mıdır? Acaba Hasan Bozan gerçekten bir kaza sonucu mu ölmüştür? Cevabı öğrenmek istiyorsan şehrin çıkışındaki eski halı deposuna gel. Yalnız."

 

Dizlerimde asla ama asla kontrol edemediğim bir titreme peydah olurken elimde tuttuğum kağıdı defalarca okudum. Zihnime ağır bir balyoz darbesi inmişti. Bu satırlar, bu kelimeler, bu zarf neyi ifade ediyordu peki?

 

Nefes almayı unutmuştum. Elimde tuttuğum kağıda anlam yüklemeye çalışıyordum zihnim ardı arkasınca 'neden' diye bağırıyordu. Bunların hepsi hepi topu yarım dakikada oluvermişti.

 

Yalpalayarak konağın içine kendimi attım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Nereye gideceğimi, kime ne diyeceğimi bilmiyordum. Bu kağıt bana nasıl gelmişti ve neyi ifade ediyordu bilmiyordum. Ama okuduklarımdan anladığım tek şey babamın ölümü vurgulanıyordu.

 

Her şeyin, her hayalimin toprağa gömüldüğü o gün bir kaza sonucu olmuştu her şey. Babam eve dönerken kaybetmişti hayatını. Aracın frenleri tutmamış, babam ne yaparsa yapsın altındaki o çok sevdiği siyah ama kendine tabut olacak o arabasını durduramamıştı.

 

"Nereye gelin hanım!" Ben merdivenleri yalpalayarak çıkarken koluma sertçe yapışan Rojbin hanım durdurdu beni. Ama sırası değildi.

 

"Rojbin hanım bırakır mısınız?"

 

"Sen kafana göre bu evde saltanat süreceğini falan sandın herhalde!" Benim derdim başkaydı ama onunkisi bambaşka. Acaba bıkıp usanmıyor muydu benimle uğraşmaktan. Çünkü neredeyse her gün aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyorduk da biz.

 

"Rojbin hanım lütfen bırakın!" Sesimi yükseltirken kolumu da çektim ama bırakmaya pek niyeti yoktu.

 

"Bozanların biri bu eve fazlayken ikincisine yer yok! Duydun mu! Sen öyle kafana göre bir şeyler yaparım sanarsın ama kimin evinde olduğunu unutuyorsun!" Gözlerinden fışkıran alevler sinirimi iyice tetikliyordu. "Babam güya bu düşmanlığı bitirdi ama sen yine de bu karar çok güvenme. Çok da kalıcı değilsin bu evde. Kendi kafana göre bu eve misafir çağıramazsın! Hele de o bozuk olan soyundan birini asla getiremezsin!"

 

"Buna siz karışamazsınız!" dedim kolumu tekrar ve daha hızlı çekip.

 

"Sen kime diklenirsin ha!" Tekrar koluma uzanmıştı ki başka birinin kolumu tutmasıyla afallayıp geri adım attı. "Baran?"

 

"Ne oluyor burada?"

 

"Karına bu konağın kurallarını anlatıyordum. Kendinin pek haberi yok. Nerede duracağını da ne yapacağını bilmiyor."

 

"Merak etmeyin. Bozanların kızı nerede duracağını da ne yağacağını da gayet iyi bilir." Kolumu bu sefer onun elinden kurtardım ama eli bileğimi kavramıştı çok sert olmayacak bir şekilde.

 

"Duyuyor musun neler diyor Baran!"

 

"Duyuyorum hala."

 

"Duyuyorsun da ne diye bir şey demiyorsun!" Sanırım azarlanmam hele de öyle ulu orta azarlanmam hoşuna gidecekti. Çünkü alt katta herkes bizi izliyordu.

 

"Bir şey mi demem gerekiyor hala? Sen karışma lütfen." Halasından cevap beklemeden basamakları adımlamaya başladı. Bileğimi de bırakmıyordu. Ben de onun hızlı adımlarına ayak uydurmaya çalışırken cebime tıkıştırdığım zarfı düşürmemek için uğraşıyordum.

 

🔥

 

Odanın banyosunda tam on dakikadır aynadaki aksimle bakışırken saçlarımı çekiştiriyordum bir yandan. Aldığım o sarı zarftan çıkan kağıda anlam kondurmaya çalışıyordum ama beceremiyordum. Zihnim allak bullak olmuştu. Derin bir nefes almaya çalışıp geçen gün onun poşetiyle birlikte çöpe attığı astım ilacıma uzandım. Üç fıs fısı ciğerlerime çekip rahatlamaya çalıştım ama pek faydası yoktu.

 

Babam bir kaza sonucu ölmüştü. Ama o kağıtta yazanlar neyi kastediyordu?

 

Yüzüme açtığım çeşmeden soğuk suyu ardı arkasınca çarpıp kendime gelmeye çalıştım. "Sakin ol Kamer... Yanlış..." Ama nasıl yanlış olacaktı ki? Kağıtta apaçık babamın adı ve soyadı yazıyordu.

 

Banyodan hızlıca çıkıp giyinme odasına girdim. Kendi kullandığım taraftaki askıdan çantamı kapıp çıkarken komodinin çekmecelerini karıştırdığı tarafa bakmadan kapıya doğru yürüdüm.

 

"Nereye?" Sert ve dümdüz sesiyle durdurmuştu beni. Açıklama yapmaya halim yoktu. Hem ona açıklama yapmak da istemiyordum.

 

"Anneme." Dedim onunki gibi düz tutmaya çalıştığım sesimle. Aslında anneme gitmiyordum. Aklıma Diyar abimden başkası gelmemişti ve onun yanına gidecektim.

 

"Kime sordun?"

 

"Kimseye. Birine sormam mı gerekiyor?" Sinirlenmeye başlamıştım. Anneme gitmek değil, bir yere gitmek için bu evden birinden izin almayacaktım. Kimse benden bir şeylerin hesabını sormamalıydı artık.

 

"Olmaz." dedi geçiştirir gibi. Tekrar komodinin çekmecelerinde ne arıyorsa aramaya devam etti.

 

"Pardon? İzin almadım. Sormadım. Zaten sormayacağım da." Tekrar geri döndüm ve kapının koluna uzandım.

 

"Olmaz!" dedi bu sefer yüksek bir sesle.

 

"Senden izin almadım! Kimseden izin almayacağım! Karışamazsın!"

 

"Gidemezsin!" dedi uğraştığı komodinden doğrulup.

 

"Hala yeğen sözleştiniz mi siz! Gelen misafirime karışın, gideceğim yere karışın! Başka! Nefes alırken de sorayım mı size!"

 

"Hiçbir yere gidemezsin." Dedi vurgulu vurgulu. Sanırım kulaklarında bir sorun vardı.

 

"Giderim! Buna ne sen ne halan ne de bu evdeki bir başkası karışabilir!" Gitmem lazımdı. Ya o halı deposuna ya da Diyar abimin yanına gitmem lazımdı ve buna kimse engel olamazdı.

 

"Gidemezsin!" dedi papağan gibi. Bana doğru bir adım atmıştı.

 

"Çok iyi ya! Gerçekten çok iyi! Hiçbir şeyime ne sen ne de bir başkası karışamaz! Ben bu eve zorla gelmiş olabilirim ama sığıntı değilim! Ben de bir insanım ve kimseden emir almam! Siz beni kendi istediğinize göre hareket edecek biri sandınız herhalde! Zaten her Allah'ın günü Rojbin hanıma karşı dayanabildiğim kadar dayanıyorum!" beni dinlemiyor gibi yan tarafıma yürüyüp makyaj masasına vardı ve üzerinde duran zarfı aldı eline.

 

"Gidemezsin..." dedi dişlerinin arasından. Bana bakmadan zarfla uğraşmaya devam etti bir yandan. Deminden beri ağzından sadece bu kelime çıkıyordu. Ama ben de insandım ve sabır çizgimi geçmiştim.

 

"Ben ne diyorum ya! İstediğim yere giderim! Karışamazsınız! Her gün bu evdeki herkese bunu özet mi geçmem gerekiyor!" Elindeki zarfı bırakmadan pencerelere doğru adımladı bu sefer de. Beni dinlemiyordu. Hışımla kalın fon perdeleri çekti ve odanın biraz olsun kararmasına neden oldu.

 

"Bugün evden bir yere çıkma. Gerekirse bahçeye bile çıkma tamam mı? Çıkma." Ses tonu az önceki sert tınıdan arınırken yanımdan hızlıca geçip kapıya varmış ve aynı hızda çıkıp gitmişti.

 

B A R A N D O R A İ Z O L

 

Altımdaki arabayla yeteri kadar hız yapardım. Gideceğim her yere sanki acelem varmış gibi hep hızlı gitmeye çalışırdım ama bugün başkaydı. Bugün her zamankinden daha hızlı kullanıyordum. Bir yandan da yandaki ekrandan Salim'in numarasını aramaya çalışıyordum.

 

"Efendim?" tek çalışta açmıştı. Hep böyle yapardı. Hazırda beklerdi.

 

"Kameralardan bir şey çıkmadı mı?" dedim boş yolu kontrol ederken.

 

"Dünkü kayıtlara tekrar baktım ama bir şey yok."

 

"Mekanın değil evin kameralarından bahsediyorum. Odaya aynı zarftan bir tane daha konulmuş?"

 

"Sen ciddi misin?" dedi şaşkın sesiyle. "Ne zaman?"

 

"İki üç dakika önce gördüm. Şimdi de depoya gidiyorum."

 

"O zarfta ne yazıyor? Yine mi ihaleyle ilgili? Sen niye bana haber vermeden çıkıyorsun?"

 

"Fotoğraf... Sadece fotoğraf vardı... Yatak odasının fotoğrafı..."

 

"Ben de geliyorum. Gürsel'e söyleyeceğim. Evin kameralarına baktıracağım." Bir yandan da hışırtı duyuluyordu arkadan.

 

"Evden kimse çıkmasın. Konak kapısından kimsenin çıkmasını istemiyorum. Kimseye bir şey de demeyin." Bir yandan da arkadan Maran aramaya başlamıştı. "Kapatıyorum." Dedim ve Salim'in cevap vermesini beklemeden kapattım telefonu. "Ne oldu Maran?" dedim gaza daha da yüklenip.

 

"İhale dosyasının üstünden geçelim diyecektim. Ama dosyayı bulamıyorum. Çalışma masası o kadar karman çormandı ki hiçbir şeyi bulamadım."

 

"En üst çekmecede."

 

"Bulabileceğimi sanmıyorum. Sanki burayı biri karıştırmış gibi. Her yer her yerde." Direksiyonu sıkarken sıkıntıyla iç çektim. "Baran bir sorun mu var?"

 

"Ben karıştırdım. Bulmam gereken bir şey vardı bulamadım. Sonra da çıkmam gerekti."

 

"Sesin iyi gelmiyor. Sen neredesin?"

 

"Araba kullanıyorum Maran." dedim bıkkınca. Gelmek üzereydim. Kapatmam lazımdı. Ama ben kapatmak için uğraştıkça sanki onlar sözleşmiş gibi aradıkça arıyorlardı. Şimdi de arkadan 'İlkkan'ın araması düşmüştü ekrana. Maran'ı beklemeden kapattım aramayı ve İlkkan2ın çağrısını yanıtladım.

 

"Kardeşim..." dedi coşkulu ve çok özlediğim sesiyle.

 

"Kardeşim..." diyebildim. Şehrin çıkışına yönelen kestirme toprak yola girmiştim ve bu yüzden hızımı azaltmam gerekmişti.

 

"Ben geldim. Neredesin?" Tamamen aklımdan çıkıp gitmişti onun bugün geleceği. Ona onu alacağıma dair söz vermiştim. "Gerçi beni unutacağını bildiğimden şimdi taksiyle şirkete doğru geliyorum. İyi yapmış mıyım?"

 

"Tamamen aklımdan çıkmış kardeşim. Kusura bakma." Dedim elimi direksiyona vururken.

 

"Bir sorun var sanırım. Bir şey mi oldu Baran?"

 

"Var ama halledeceğim." dedim arabayı daha da zorlayıp. Tek düşünebildiğim ihale uğruna karşıma çıkan ve kim olduğunu bilmediğim kişi ya da kişilerle yüzleşmekti.

 

"Neredesin?" dedi ciddileşen ses tonuyla.

 

"İlkkan sonra arayacağım tamam mı?"

 

"Bir sorunun var ve sonra mı arayacaksın sen beni? Neredesin?" dedi ısrarla.

 

"Halı deposuna gidiyorum. Yeni işle ilgili bir pürüz. Gelince konuşuruz tamam mı?" Beklemeden çağrıyı sonlandırırken karşıdaki eski depo da görünmüştü nihayet. Aracı düşünmeden deponun önüne sürerken bakışlarım etrafı tarıyordu bir yandan. Arabayı durdurup torpidoya uzandım ve iki sarı zarfı birden elime aldım.

 

Birinde 'ihaleden vazgeç' yazıyordu diğerinde de yatak odasının fotoğrafı vardı. Benim yatak odamın. Konağın karşısından içeriyi görecek şekilde çekilmiş bir fotoğraf. İlk zarf dün akşam şirket gecesinde gelmişti. Diğeri de nasıl ve nereden geldiğini bilmediğim bir şekilde odada duruyordu.

 

İki zarf vardı. Kimden geldiği belli olmayan iki sarı zarf...

 

Elimdeki zarfları sinirle sıkarken birden oturduğum taraftaki kapı açılmış ve şakağıma soğuk bir metal dayanmıştı. Silah...

 

"Aklından bile geçirme Baran İzol." dedi elimi belime atmama fırsat vermeden. Ama adımı eksik söylemişti. "İn bakalım." Yüzünde kar maskesi vardı. Bu sıcak havaya rağmen baştan sona simsiyahtı üstü başı. Elimde zarflarla birlikte arabadan dışarı adım atarken şakağımda tuttuğu namluyu biraz daha bastırdı.

 

"Zarfları almışsın." dedi bu sefer karşımda dikilen ve şakağıma silah dayayan gibi simsiyah giyimli adamlardan diğeri. Kar maskesinin altından sesi boğuk çıkıyordu. Sakin kalıp hareketlerine odaklanmaya çalışıyordum. Peki kimdi bu adamlar? Ne istiyorlardı benden?

 

"Hadi bakalım Baran İzol." dedi şakağıma silah dayayan. Kolumu sertçe kavrayıp beni itelemişti ama bu hareketi daha da dokundu sinirime.

 

"Eksik söyleme!" dedim dişlerimin arasından. Yüzüne kafamı gömmemle geri sendelemek zorunda kaldı. "Baran Dora İzol!"

 

"Onu da deriz merak etme!" dedi demin karşımda dikilen. Yüzüme attığı yumrukla başım yana düşmüştü. Kestirememiştim ama kendimi toparlayıp bu sefer ben kuvvetli bir şekilde vurdum ona. Hem de onunkinden epey sert.

 

"Kimsiniz!" dedim kaşımdaki adamın suratına tekrar yumruk atarken. Hatta kollarından tutup karnına güçlü, üç tekmeyi ardı arkasınca vurmaya başladım. "Kimsiniz lan siz!"

 

"İhaleden vazgeçeceksin Baran ağa!" diz kapaklarımın arkasına yediğim tekme tüm dengemi bozmuş ve yere diz çökmeme sebep olmuştu. Kendimi toparlamaya fırsat bulamadan da iki kişi kollarımdan aşağı bastırmıştı.

 

"Öyle mi?" dedim gülerek. Dudağımdaki tuzlu kanı tükürdüm. "Ne için!"

 

"Yaşamak istiyorsan ihaleden vazgeç!" dedi demin yüzüne kafamı gömdüğüm adam. Maskesinin üzerinden burnunu tutuyordu.

 

"Kimin köpeğisiniz lan siz! Kim yolladı sizi buraya!" Bu ihaleden çekilmemi isteyecek tonla adam vardı. Başladığımız bu proje değil burada tüm ülkede ses getirecek epey büyük bir yatırımdı. Bu işe başlayarak karşımıza birçok insanı almıştık. Ve ben bu projenin başındaydım.

 

"Kimse..." dedi demin karnına tekmelerimi attığım adam. Elindeki silahı tam alnıma dayamadan hemen önce karnıma şiddetli bir şekilde vurmuştu. Nefesim kesilse de kendimi sağlam tutmaya çalışıyordum. Ben öyle kolay boyun eğecek biri değildim. Bu sadece basit bir göz korkutmaydı. "Eğer ihaleden vazgeçip bu projeyi hemen sonlandırmazsan neler olacağını tahmin bile edemezsin."

 

"Öyle mi? Ne yani beni korkuttun mu? İki yumrukla beni korkutabileceğini mi sandın!"

 

"Sen bizim ciddiyetimizi anlamadın mı herhalde!"

 

"Siz asıl kime bulaştığınızı anlamadınız herhalde! Senin karşında kim var unutuyorsun sanırım!"

 

"Soyadına mı güveniyorsun Baran ağa? Yoksa ağalığına mı? İki kurşunluk canın var. Yerinde olsam bu makul teklifi kabul ederim."

 

"Korkmuyorum. Ne sizden ne tasmanızı tutandan ne de size kemik atandan!" Alnımdaki silahın namlusunu çekti ama beni hedef yapmaktan vazgeçmedi. Soğuk metalin ucunu bu sefer arkama dolaştı ve başımın ardına yasladı.

 

"Korksan iyi edersin." dedi kulağıma eğilip. "Bak burada kim var?"

 

Bakışlarım saniyenin onda biri kadar bir sürede karşıya çevrildi ve gördüklerimle dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

 

"Elif İzol... Merhaba demek istemez misin karına? Kaç ay oldu siz evleneli? Ya da şöyle diyeyim; kaç hafta oldu?"

 

Adamın birinin elinde bir silah vardı ve ucu onun tam boynuna yaslıydı. Boynuna silah yaslayan adamın zorlamalarıyla tam karşımıza üç adım atmış korku dolu olduğu metrelerce uzaktan belli olan bakışları beni bulmuştu. Kolunu sertçe tutan adam boynundaki silahı bastırınca da sol gözünden bir yaş kayıp gitmişti.

 

Peki onun burada ne işi vardı? Buraya nasıl gelmişti? Konaktan çıkma derken neyi anlamamıştı? Peki ya konaktan kimse çıkmasın diye talimat verdiğimde o nasıl olmuştu da çıkmıştı?

 

"Şimdi söyle Baran ağa. Hâlâ mı korkmuyorsun?"

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Elif'e ne olacak?

 

Baran'a ne olacak?

 

Zarflar kimden geldi??

 

Beni buradan (seydnrgrsu) instagramdan ve Tiktoktan takip edip editlere, duyurulara, videolara ulaşabilirsin.

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

 

Not: İnstagramdaki yeni bölüm videosunu izlemeyi unutmayın!!

 

Loading...
0%