Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Zi̇fi̇ri̇ Karanlik

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz. Beni buradan @seydnrgrsu Instagram ve TikTok'tan takip edip bölümle ilgili editlere, duyurulara ulaşabilirsin. Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Çünkü ne kadar beğeni ve yorum o kadar hızlı bölüm.


Not:Bir de bu bölüm TikTok'ta editlerini aylar önce gördüğünüz bölüm😉


🎶 Eylem Aktaş-Akşam Olur Karanlığa Kalırsın

 🔥


"SANA ZULÜM BANA ÖLÜM DEĞİL Mİ?"


Akşam olur karanlığa kalırsın


Akşam olur karanlığa kalırsın


İşaret parmağımın ucuyla durgun serin suya aklımdakileri nakşediyordum. Dilimde abimin çok sevdiği, sevdalısı olduğu ama kavuşamadığı, 'Ay yüzlüm' diye bahsettiği Berfin'ine hep okuduğu türkü vardı. O küçük yaşımda, ondan aklıma önümdeki berrak sudan daha net kazınmıştı.


Gün geçtikçe hafızamdan bir şeyler siliniyordu ona dair ama kalbimde, aklımda ona ait bazı şeyler kalıcıydı. Yer edinmişti ve sonsuza dek silinmeyecekti. Bir mıh gibi kazılıydı; aklımda değil kalbimde.


Derin derin sevdalara dalarsın


Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni


Derin derin sevdalara dalarsın


Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni


Aradan geçen on altı sene çok şey değiştirmişti hayatımızda. Zaman değişmişti, mekan değişmişti, insanlar değişmişti ama değiştiremediği tek şey aklımızda ve kalbimizde kazılı anılar olmuştu.


Ama en başta bu kuru toprakların kaderi değişmemişti. 'Kader' diye alnımıza yazılan şeye bağlamışlardı her şeyi. 'Töre' bu topraklarda kaderin anahtarıydı. Her ne kadar 'Allah'ın takdiri' deseler de yağlı urganlarla bağlı oldukları töreler ilmek ilmek sirayet etmişti hepimize. Bağnaz ve kördü hepsi.


Gün gün o yağlı urganlar tek tek birimizin boynuna geçiyordu...


İnsan alnına yazılandan kaçamazdı. Yazgı bu dünyaya gelmeden en başta belliydi. Ama bu topraklar ne o yazgıyı ne de insan oluşumuzu umursamıştı.


Bu toprakların kendine ait bir 'yazgısı' vardı.


On altı yıl önce ilk kez boyun eğdiğimiz sandığım 'töre' bugün gelip beni bulmuştu. Nereden bilecektim. Abimi kanıyla kurban ettiğim, babamı elem bir kazaya verdiğim, kuru, çorak toprakları o yaşta onların kanıyla suladığım bu topraklarda ne kurban bitecekti ne de töre.


Bu topraklar ne kana doymuştu o günden beri ne de göz yaşına.


Durgun sudaki elimi biraz daha derine daldırıp kendimden geçmiş gibi aklımda abim, dilimde abimin en sevdiği türküyü seslendiriyordum. Tenimi okşayan ılık rüzgar göz yaşlarımın yol kurduğu yanaklarıma yavaş yavaş dokunuyordu.


Akşam olur karanlığa kalırsın


Akşam olur karanlığa kalırsın


Derin derin sevdalara dalarsın


Oy gelin gelin sevdalı gelin


Öldürdün beni


Ölmüştük hepimiz. Abim on altı yıl önce o kör kurşunla can vermişti. Hem de daha o yaşta anlamını bilmediğim 'kan davası' dedikleri şeyin uğruna. Serçe parmağında asker kınası, yüzük parmağında sevdalısının nişanı, ela gözlerinde hayat ışığını söndürüvermişti o kurşun.


Ben o yaşımda insanın içinin 'kor' gibi yanmasını öğrenmiştim. Ama ateş bu topraklarda sönmeyecekti. Töre dedikleri şey bana bunu beş yıl sonrasında yüzüme çarpa çarpa öğretmişti.


Abime verdiğim sözü tutamadığım gibi hayatımdaki iki direği kaybetmiştim. Önce abim sonra babam...


Hayallerimden vazgeçmekle kalmayıp hayatımda çoğu şeyden feragat etmiştim. Ben hayatımın bedelini daha o yaşlarda ödedim sanırken asıl ağır bedelin yıllar sonra karşıma çıkacağından bihaberdim.


Beni koyup yad ellere varırsın,


Beni koyup yad ellere varırsın


Bana 'öde' dedikleri bedel yıllarca insan kanı dökmekten utanmadıkları ve usanmadıkları bu kan davasını bitirmenin bedeliydi. Karşılığında benden hayatımı istiyorlardı. Belki kalbime kör bir kurşun sıkılmayacak, dışarı al kanım akıtılmayacaktı ama parmağıma takacakları pranga kör bir kurşundan daha çok acıtacaktı. Kanım dışarı değil de oluk oluk içime akacaktı.


Benden ömrümün geri kalanını istiyorlardı.


Benden bu dava bitsin diye onlardan biriyle evlenmemi istiyorlardı.


Beni koyup yad ellere varırsın


Beni koyup yad ellere varırsın


Zaten şimdiye kadar yaşadığı ömründen hayır görmeyen biri geri kalanını nasıl yaşamış sayılırdı?


Dilimde abimin türküsü aklımda amcamın zehir zemberek sözleri yankılanıyordu. 'Evleneceksin Elif!' diye dikilmişti iki gün önce karşıma. 'Bu dava da bu düşmanlık devri de kapanacak bu sayede' demişti. Hayatımıza bir kara yılan misali çökmesi yetmiyormuş gibi benden istediği ağır şeye nasıl boyun eğebilirdim aklım almıyordu.


Benden onun kanından canındandım ama hayatımda ilk defa bu denli onun için 'hiç' olduğumu iliklerime kadar hissetmiştim.


İki gün önce benden aldığı 'hayır' cevabı da, ortalığı yıkıp geçmem de fayda etmemişti. Üzerimde koyu yeşil bir elbiseyle o prangayı parmağıma geçirmemi bekliyorlardı. Ama bu kaçana kadar sürmüştü.


Muhtemelen amcam kalp krizleri geçirmişti arkamdan ama umurumda değildi hiçbiri. Ne ben o prangayı parmağıma geçirecektim ne de 'töre' dedikleri bu kanlı davaya boyun eğecektim.


Nişandan kaçalı kaç saat olmuştu bilmiyorum ama epey bir saat olduğu su götürmez bir gerçekti. Çünkü hava epey kararmıştı. Bunu da daha yeni fark ediyordum. Yaşlı kirpiklerim zar zor birbirinden ayrıldığında üzerime bir örtü misali çöken karanlığa çevirdim bakışlarımı. Uzaktan köpek sesleri geliyordu bir tek. Konağa bir hayli uzak, insanların beni asla bulamayacağı bu yerde daha ne kadar kalırdım bilmiyorum ama konağa dönemezdim.


Sana zulüm bana ölüm değil mi


Oy gelin gelin sevdalı gelin


Öldürdün beni


Kulağıma at nalının kuru çalılarda çıkardığı sesler çalınır gibi olmuştu. Sesimi kesip pür dikkat kesildim ama sanırım her şey karmakarışık zihnimin içindeydi. Kafamda öyle bir curcuna vardı ki neyi doğru algılayıp neyi yanlış algıladığımı kestiremiyordum.


Bana zulüm sana ölüm değil mi


Oy gelin gelin sevdalı gelin


Öldürdün beni


"Kim var orada!" dedim yüksek çıkan sesimle. Etrafta bir çıtırtı duyduğuma emindim. Bir insan olmayacağına da emindim çünkü olduğum yer şehre epeyce uzakta, tarlaların arkasında kalan küçük tepenin oradaki göletteydi. Buraya ya kırk yılın başı birinin işi düşer de öyle gelirdi ya da ben gelirdim. Çünkü burayı benden başka pek fazla insan umursamazdı. Burası eski Süryani kilisesinin yakınlarında kalıyordu ve terk edilmiş bir yerdi.


Başımı göletin kıyısında bundan belki de asırlar evvel bitmiş şimdi de bir kuru odundan farkı olmayan büyük zeytin ağacına yaslamıştım.


Bu toprakların susuzluğu bu asırlık hazineyi de kurutmuştu.


Çobanların geçip gittiği, insanların buraya ulaşmak için çetrefilli patika yerine aşağıdaki yolu kullandığı ama benim 'saklı cennetim' olan bu yere öyle kolay kolay kimse uğramazdı. Buraya gelebilmek için dikenleri göze almak şarttı. İnsan illa düşerdi buranın yolunda. O dikenler batardı insanın ayağına. Taşlar yaralardı.


Karanlıkta gözlerim etrafı daha iyi görebilmek için epeyce bir açılmıştı. Nefesimi bile tutmuştum sesten emin olabilmek için. Duyduğumdan adımın 'Elif' olduğu kadar da emindim.


"Kim var orada?" dedim deminkinden biraz daha yüksekçe. Oturduğum kuru toprağın üzerinden kalkıp başımı bir sağa bir sola çevirmeye başladım. Öyle kolay kolay ne karanlıktan ne de yalnızlıktan korkardım ama içim ürpermişti bir kere.


Korku soğuk bir nefes gibi dolaşıyordu tenimde.


Hızlı adımlarımı kuru çorak toprağın üzerinde tedirgince basarak buradan uzaklaşmaya karar verdim. Her attığım adım ürpertimi biraz daha fazlalaştırıyordu.


Bastığım kuru toprak endişemin altında çatırdayarak eziliyordu. Tutmaya çalıştığım nefeslerim bir buhar olup karışıyordu zifiri karanlığa. Dönüp dönüp arkamı kontrol ediyordum bir gelen mi var gerçekten diye.


Kulağıma at nalının toprağı ezen sesi çalındı tekrardan.


O gece gök yüzünde bir tepsiyi andıran dolunay vardı fakat hırslı kara bulutlar ışığının önüne gerilmişti. O yüzden de etraf zifiri karanlıktı. Tamamen iç güdüsel olarak atıyordum adımlarımı. Geldiğim yönü bile zar zor kestiriyordum.


Attığı her adımım diğerinden daha büyükken sanki görebilecekmişim gibi de arkama bakınıyordum. Her yer kapkaranlıktı.


Az önce tenimi yavaş yavaş okşayan rüzgar şimdi biraz daha sert dokunuyordu. Rüzgar sesi kulaklarımda uğuldarken içimi kaplayan tuhaf korkumu dindirmek için kendime telkinler veriyordum.


Yüzüme sıcak bir şey üflendiğinde ise ne telkinlerimin ne de sakin kalışımın faydası oldu.


Adımlarım benden önce durunca neye uğradığımı anlamaya çalışıyordum. Korku bedenime bir elektrik dalgası misali yayılırken hareket etmeye çabaladım ama olduğum yere mıhlanmıştım sanki. Damarlarımda korku cirit atarken aynı sıcaklık tekrar temas etti yüzüme. Bir nefesti. Bir at nefesiydi. Anlamıştım.


Nihayet bir adım geri atabilmeyi başardım ama bu sefer de kulaklarımın zarını delen kişneme yankılandı gitti boşlukta. Adeta yarmıştı zifiri karanlığı.


Bir gök gürültüsü karıştı atın acı kişnemesine. Gökyüzü saniyeliğine tekrar aydınlanırken bir daha gürledi gök.


"Hoo!" dedi atın üzerinde oturan kişi. Kuru toprağın fütursuzca ezildiğini hissedebiliyordum. Fakat kişneme sesleri daha da şiddetli karıştı gök gürültüsünün sesine. Hatta gök gürültüsü sesinin önüne bile geçmişti.


"Ho! Yavaş oğlum!" diye bir kere daha seslendi atın sahibi ama atın acı kişnemesi bir kez daha çınladı kulağımda. "Dur!"


Ama at durmadı.


Olduğum yerde korkudan kımıldayamazken bedenim aniden kuru toprakla buluştu. Göz açıp kapayıncaya kadar olanlara bir anlam veremezken atın acı kişnemesi bir kez daha duyuldu.


Üzerimde bir bedenin ağırlığı vardı.


Attan düşmüştü. Düşerken de bana çarpmış, beni de kuru toprakla buluşturmuştu. Elleri can havliyle kollarımı kavramış, benim hareketlerim de bundan ötürü kısıtlanmıştı.


"İyi misin?" dedi nefes nefese demin atı durdurmak için bağıran ses. Zihnim donmuştu. İyi değildim bundan emindim. Ama şimdi berbat haldeydim. "Kimsin sen?"


Etrafa koca bir çarşaf gibi yayılan karanlık şimdi bir sis bulutu gibi zihnime sızmış ve düşünmeme engel oluyordu.


Üzerimde bedeninin ağırlığı varken çakan şimşek ve hemen ardından atın kişnemesini bastıran gök gürültüsü kendime gelmemi sağladı. Var gücümle onu ittirmeden hemen önce kulaklarımı tıkayan şekilde bir rüzgar esti.


Rüzgarın korkunç uğultulu sesi onun sık nefeslerine karıştı.


Çığlık atmak için dudaklarımı aralamıştım fakat dudaklarımdan çıkan sadece korku dolu bir nefes oldu. Hızlıca ayağa kalkmaya uğraştım ama ne etrafımı görebilecek kadar bir ışık ne de sakin kalabilecek bir durumum vardı.


Ayaklarım birbirine dolanırken kendimi atabildiğim kadar uzağa attım.


"Bekle!" dedi deminki ses.


Ellerime ve ayaklarıma batan dikenlere aldırmadan var gücümle koşmaya başladım. Ama adımlarım ne karanlığın ne de bedenimi ele geçirmiş olan korkunun önüne geçebiliyordu.


"Kimsin sen? Bekle!" dedi yine aynı ses. Aramızdaki mesafe iyiden iyiye açılmıştı. Sesi uzaktan geliyordu. Atın kişneme sesi bir kez daha çalındı kulağıma. "Payin! Tu kê yî!"


Belki de Türkçe bilmediğimi sanıp Kürtçe bağırdı bu kez.


"Payin! Tu kê yî!" Tekrarladı.


Hırslı kara bulutlardan hırçın damlalar düşerken üzerime koşabildiğim kadar koştum.


Kaçtım sandım kaderimden.


Ama kaderim daha doğmadan işlenmişti ömrüme bir pamuk ipliğiyle.


İpler elimde değildi.


İpler elimde hiç olmadı.


Kaçtım sandım kaderimden.


Oysa bu topraklar öyle kolay müsaade etmiyordu kaderimizden kaçmamıza. Ve bedel en ağır şekilde ödeniyordu burada.


🔥


B Ö L Ü M S O N U


Nasıl buldunuz bölümü?

Sizce ne olacak bundan sonra?

Karanlıktaki yabancı kim dersiniz?

Elif'in başına neler gelecek?

Loading...
0%