Yeni Üyelik
16.
Bölüm

Arslanoğlu

@seydnrgrsu

Herkese merhaba hoşgeldiniz. Beni burada (seydnrgrsu ), İnstagramdan ve TikToktan takip edip editlere, duyurulara ulaşabilirsin. Parlatın yıldızı gelin her satıra, unutmayın hepsinde Zühre'nin izi var

🐦

 

 

 

Enkazların toplanması toplasan birkaç saat ederdi. Hummalı bir çalışma, biraz özveri biraz da iş ahlakı tamamdı.

 

Bir yapıyı enkaza çevirmek tahmini ne kadar sürerdi? Bir yıl... Üç yıl...On beş yıl...

 

Yirmi üç yıl Zühre...

 

Şimdi ellerim beyaz alçak mermere yaslı, aynadaki enkaza bakıyordum. Karşımdaki enkazın mavi gözleri, biraz dağılmış saçları, rahat bir uykudan uyanmış şeffaf bir teni vardı.

 

Enkaz demek dağınıklıktı, harabeydi, yıkıntıydı. Ama karşımdaki enkaz görüntüsünde bunların hiçbiri yoktu. Hem toplanması da öyle birkaç saat sürmemiş, yüzüne biraz su çarpması yetmişti. Saçlarını da topladı mı tamamdı. Tek kalan işi üzerindeki duygularından ve aklından da karışık mavi elbiseyi değiştirmekti.

 

Hafifçe gülümsedim kendi kendime. Hatta güldüm de. 'Delirme çizgisini geçeceğim, delirme çizgisini geçeceğim' diye diye deli etmiştim kendimi. Şikayetçi değildim. Aksine her şeyi 'vur patlasın çal oynasına' vurdurarak hallediyordum. Ya da hallettiğini sanıyorsun Züh...

 

Hallolmayan işler benim suçum değildi. Ben üzerime düşeni halleder, halledemediğimi de deliliğe vurdurup sıyrılırdım altından hepsi bu. Yoksa duygularımın, beynime fazla gelen bu düşüncelerin ve yaşadıklarımın altında kalırdım.

 

Konuşmazsam çatlardım, düşünürsem yorulurdum, gülersem ağlardım ve ağlarsam ölürdüm... Serçe Kuşu'ydum ben yahu. Anlık yaşardım. Mottom bundan ibaretti. İçimde tutamaz söyler, her cümleme özenli özensiz yalan serpiştiremezsem de duramazdım. İçimde tutunca neler olduğunu da dün görmüştüm.

 

Babama ve abime söyleyemediğim her kelime bir eşyanın parçalanmasıyla can bulmuştu. Susup bir köşede pusamazdım ya da ezelden beri olmayan göz yaşlarımın akmasını bekleyemezdim. Genelde umursamaz bir insandım ama dün umursamamayı değil vurup kırmayı seçmiştim.

 

Bu ilk değildi.

 

Benim öfkem de takınmayı seçtiğim 'deli maskem' gibi katlanarak büyümeyi seçmişti. Önceleri arkadaşlarımla aramda olan küçük sözlü kavgalar saç yolmalara, saç yolmalar da vurup kırmalara dönüşmüştü.

 

'İnsan yaş aldıkça oturur' derdi Hamiş ama ben ya insan değildim ya da bu kural bana etki etmiyordu. Belki de oturmayı sevmediğimdendi hepsi.

 

Ama Serçe Kuşu'nun lügatinde kalıplara sığmak yoktu. Kaçar, uçar, daldan dala atlar ama asla birinin kalıbına giremezdi. Bunu da beni en iyi tanıyanlar bilirdi.

 

Babam ve abim beni iyi tanıdıklarını sanan dümdüz iki insandı hepsi bu. Kendi seçmediğim kan bağım mecburi bir bağ oluşturmuştu aramızda benden habersiz ve sonuçlarına da mecbur bırakmıştı beni.

 

Eğer ikisi de beni iyi tanıyabilseydi biri bana zorla bir şey yaptıramayacağını, diğeri de buna boyun eğmeyeceğimi tahmin etmesi gerekirdi ama işler tam da bu noktada benim de kontrolümden çıkıp gitmişti. Resmen hayatım çığırından çıkmıştı.

 

Güldüm.

 

Çığırından çıkan hayatıma güldüm. Benimle birlikte karşımda duran enkaz da güldü.

 

"Yeter bu kadar Serçe Kuşu." dedim kendimi frenleyip. Bu kadar delilik bana bile yeterdi. Eğer bu delilik işini biraz daha abartırsam gerçekten delirecek ve kafama huni takmak zorunda kalacaktım.

 

Dağınık saçlarımı nemli ellerimle sıvazladım geri doğru. Bileğimdeki lastik tokayla gevşekçe topladım. Sevmezdim öyle sıkı at kuyruklarını. Saçlarım çok acırdı benim. Dün bağlamasan bile acımıştı Züh...

 

Derin bir nefes alıp mavi irislerimi karşımda toparlanmaya çalışan enkazdan çevirdim. Korhan'ın banyosundaydım. Benim kaldığım odadakinden daha geniş, daha ferah ve daha aydınlıktı. Ve her şey ona göre dizayn edilmişti. Elimi yüzümü yıkadığım lavabodan tutun da geniş mermer küvete kadar. Her yer onun sandalyesiyle rahatça girip çıkabilmesi için yapılmış, ona zorluk çıkarmayacak şekildeydi. Hatta her yerde acil durum butonları vardı.

 

Ben yüzümü beyaz havluya kurularken içeriden sesler geliyordu.

 

"Kesinlikle hoşuna gidecek Sahir'in." Bakışlarım az önce üzerinde iki tane kitabın bulunduğu ama şimdi kahvaltılıklarla donatılmış masayı buldu. Ve Uraz da buradaydı.

 

"Oo Zühre günaydın." Ağzına bir dilim peynir atıp bana el salladı. "Sana da çay koydum. Geç."

 

"Günaydın." dedim yarım ağız. Hafifçe samimiyetsiz bir gülüşle bana ayrılan sandalyeye geçtim.

 

"Şu Dilva halam nasıl yapıyor bu kıymalı böreği aklım almıyor. Daha hiçbir yerde yiyemedim böylesini." Kıtlıktan çıkmış gibi büyük bir börek dilimini de ağzına atıp çiğnemeye başladı.

 

"Günaydın." Korhan'ın tabağında ise sadece bir dilim kepekli ekmek, üç tane domates dilimi ve yarım yumurta vardı. Bizim aksimize bardağında portakal suyu vardı.

 

"Günaydın." dedim ona doğru dönüp. Ben lavaboya girerken odada değildi. Hem o hem de Uraz ikisi de yoktu.

 

Önüme dönüp tabağıma biraz domates, bir dilim peynir ve yedi tane de zeytin koydum. Bir dilim kızarmış ekmeği bölüp hafifçe ısırdım. Bedenim olabildiğince dinlenmiş ama kafam olabildiğince yorgundu.

 

"Siz kavgalı mısınız?" Uraz ağzı dolu bir halde durup bakışlarıyla benim ve Korhan'ın arasında mekik dokumaya başladı. Korhan'la değil ama hayatla kavgalıydım o sayılır mıydı?

 

"Nereden çıktı?" Korhan'ın cevap vermesini beklemeden ifadesiz bakışlarımı ona çevirdim.

 

"İkinizin de ağzını bıçak açmıyor. Ayrıca evin içinden geçmişsiniz dün gece. Nurdan annem ve Dilber yenge hasar tespiti yapıyorlar." Utançla önüme çevrildi bakışlarım. Her ne kadar babam ve abime sinirlenmiş olsam da hıncımı alacağım yer başkalarının evinde başkalarının eşyası değildi.

 

"Bir sorunumuz yok." Korhan'ın sesi benim ifadesiz sesime göre daha ifadeliydi.

 

'Neyse' der gibi omuz silkip "Neyse." dedi Uraz. Kıymalı böreğin üzerine çilek reçelli ekmek yiyordu. "Ne demişler karı koca arasına girilmez. O sizin bileceğiniz iş. Ama Nurdan annem ve diğerleri kavgalı olduğunuzu düşünüyor." Hafifçe gülerek bakışlarını tekrar ikimizin arasında dolaştırmaya başladı.

 

"Sen neredeydin, iki gündür yoktun." Deminkinden daha az ifadesiz olan sesimle döndüm ona. Bir yandan önümdeki peyniri ellinci parçasına ayırıyordum.

 

"Çalışıyoruz be Zühre. Karın tokluğuna da olsa çalışıyoruz." Karın tokluğu dediği eğer böyle yemesinden ibaretse alacağı maaşın üç katını çıkarıyordu.

 

"Ne diyelim Allah ekmeğini verenlere kolaylık versin." Küçük bir parça peyniri ağzıma attım.

 

"İşim de kolay olsa be Zühre. Vallahi kolay olsa gıkımı çıkarmayacağım ama."

 

"Çok mu zor?"

 

"Çok zor da laf mı? Hem de nasıl zor." Çayından bir yudum alıp masada bana doğru eğildi ve sanki Korhan duymasın der gibi ona baka baka fısıltıyla konuştu. "Çok çalıştırıyor bu kocan beni."

 

"Gören de iş yapıyor sanacak? Şirketlerin sağlık sisteminin başına geçirdik hâlâ laf ediyorsun."

 

"Yuh sana da!" Uraz hiç bozulmamıştı Korhan'a. Aksine gülmeye başladı.

 

"Kolay mı sanıyorsun oğlum sen o işi de? Mekik dokuyorum şirketler arası. Tahir amcam bir de nasıl disiplinli gör."

 

"Bilmiyorsun sanki babamı." Korhan tabağındaki yarım yumurtanın yarısını, kepek ekmeğin de az birazını yiyip arkasına yaslanmış sadece portakal suyunu içiyordu.

 

"Aslında birinle sen ilgilensen böyle olmayacak." Uraz çay bardağını ağzına dayayıp Korhan'dan gelecek tepkiyi ölçmek ister gibi bakıyordu. Ağzından çıkanlar bir temenni bir dilek gibiydi. Gerçi kim Tahir ağayla çalışmak isterdi ki?

 

Benim de bakışlarım öylece Uraz'a bakan Korhan'a kaydı.

 

"Babam iyi." dedi kestirip atar gibi. Sesi net, keskin ve duygusuz çıkmıştı. Uraz'ın bakışları önüne çevrilirken neşesi sönüvermişti. Bu sessizlikten anladığım Korhan'ın artık şirkete gitmek istemiyor oluşuyla ilgiliydi. Halbuki bir insan bu yaşında kurduğu şirketini nasıl bırakırdı ki? Hem de yıllarca bunun için en iyi eğitimleri aldıktan sonra. Eğer ben de böyle imkanlar olsa bir dakika bile gelmezdim şirketimden. Hatta orada yatar orada kalkar orada nefes almaktan başka bir şey yapamazdım. Ama aç tavuk kendini darı ambarında görür misaliydi bizim hayaller. Ben de sınavdır strestir uğraşmaktan başka çare bulamıyordum işte.

 

"Sahi kulağıma bir şeyler çalındı. Tahir amcamdan bahsedince geldi aklıma. Sizi ciddi ciddi eve mi kilitledi o?" Yüzü birden aydınlanıvermişti Uraz'ın.

 

"Kahvaltını yaptıysan sen şu paket işiyle ilgilen. Sonra fırça yeme Tahir ağandan."

 

"Peki ya Korhan'ı hastaneden kaçırdığın doğru mu Zühre?" Korhan'ı umursamadan gülerek bana döndü. Keyfe gelmişti. Elini yandaki boş sandalyeye atıp geri yaslandı.

 

"Evet kaçırdım." dedim gülerek. Gülmeye, kafamın içindeki şeylerden uzaklaşmaya o kadar ihtiyacım vardı ki. Kelimeler ağzından gururla mı çıktı ne?

 

"İnanamıyorum!" Büyükçe bir kahkaha attı. "Sendeki de ne cesaret ha? Koca hastaneden adamı kaçırdın yani?" İnanmıyor muydu ne? Beni ne sanıyordu bunlar?

 

"Kamyonet de çaldım." Bunu gururla söylemiştim. Kamyonet şoförü beni şikayet etmese iyiydi ya. Tahir ağa araya girmese hapse girebilirdin Zühre.

 

"Yuh be!" Büyükçe bir kahkaha attı. Bu kahkaha beş yaşındaki bir çocuğa 'yapamazsın' dediğiniz bir şeyi yaptığında şaşkınlıkla attığınız kahkahalara benziyordu. "Valla göründüğün gibi değilmişsin sen de Zühre."

 

"Nasıl görünüyorum ben?" Bu bir soru değildi ona yönelttiğim. Tek kaşım feza yolcusu 'sen beni ne sanıyorsun' göndermesiydi.

 

"Vallahi gören sessiz sakin biri sanır. Seninle bir ekip kurmalıyız biz. Kaçmalık bir iş olunca sen ayarlarsın." Keyifli keyifli kahkaha atması az biraz sinirime dokunsa da oralı olmadım. Belki başkası olsa buna güler geçerdim ama söz konusu o olunca sezgilerim ona güvenmemem gerektiğini bas bas bağırıyordu.

 

"Yediysen sen kalk artık geç kalma." Uraz keyifli yayılmasını istemeye istemeye bozup ayağa kalktı.

 

"Zühre ben ekip işinde ciddiyim." dedi en laubali haliyle. Hafifçe göz kırpıp çıktı kapıdan. Bir müddet ekşimiş suratımla kapanan kapıya baktım.

 

"Sen güveniyor musun bu Uraz'a?" dedim dan diye. Ben güvenmiyordum. Ama onun nasıl güvendiğine anlam veremiyordum da. Hele o kalemi gördükten sonra hiç güvenmiyordum. Ani ortadan kayboluşlarına da güvenmiyordum.

 

"Niye sordun?" Sorduğum şey sanki dünyanın en saçma sorusuymuş gibi oralı olmadan bardağın dibinde kalan portakal suyunu içti.

 

"Bilmem. Ben kendime bile güvenmiyorum ya ondan sordum. Boş ver. Boş bir soruydu sadece." Bugün kendime ters bir şekilde fazla düşünüyor ve az konuşuyordum. Genelde düşünmeden konuşan ben kafamda dönüp duran düşüncelerin ağırlığından hareket de edemiyordum. Bedenim bir hayli dinç ama kafam epey ağır ve yorgundu. Derin bir nefes aldım.

 

"Sen iyi misin?" dedi tereddütle. Tuhaf bir biçimde iyiydim.

 

"Bilmem iyiyim sanırım." Güldüm kendime. Alaycı bir gülüştü bu.

 

"Seni ilk defa bu kadar durgun görüyorum. Dün gece-"

 

"Ben dün için özür dilerim. Çok öfkeliydim." Sanki anlatmaya fırsat arıyormuş gibi sözünü kesip dökülüvermiştim. Ama düşünmek istemiyordum. Düşündükçe beynim akacak gibi oluyordu ve ben beynimin akmasındansa kelimelerin saçılıp gitmesine izin vermeyi seçtim. "Öfkemi sizin eşyalarınızdan çıkarmak çok saçmaydı. Ben telafi etmeye çalışacağım. Nasıl yaparım bilmiyorum ama verdiğim zararı karşılayacağım."

 

"Dert değil." dedi beni şaşırtarak. Ben olsam 'sen nasıl böyle etrafı dağıtırsın, sen kimsin' diye diklenirdim. Ama o sakin ve bir o kadar umursamazca söyleyerek beni şaşırttı. Belki de zenginler insana böyle dikleniyordu.

 

"Dert değil mi?" şaşkınca irileşti gözlerim.

 

"Olur öyle insana arada. İçindeki öfke boşalmak için seni sıkıştırır. Eşyaların da yenilenmek için bahanesi olmuş oldu hem." Sandalyesindeki kolu itip geri çekildi. "Baban... Tüm öfken ona değil mi?"

 

"Aslında ona değil. Eskiden onaydı bütün öfkem ama artık ona değil. Ona alıştım çünkü. Tuhaf gelecek ama alıştım. Abime de ona da alıştım. Hayatımda bu yaşıma kadar etkisiz elemandı onlar fakat maşallah yirmi üç yılın acısını çıkarır gibi çok güzel etki ettiler." Elimdeki çatalı yavaşça bıraktım masanın üzerine. "Öfkem kendime."

 

'Anlat' der gibi bakıyordu gözleri. Ya da ben anlatmak istiyordum bilmiyorum. Çünkü kafam haddinden fazla dolu, düşüncelerim haddinden fazla karışıktı bugün. 'Anlatma' dese bile anlatmaya karar vermiştim.

 

"Öfkem kendime benim. İlk defa burnumun dikine gitmedim. İlk defa merhametimin esiri oldum. Bana bencil misin diyebilirsin fakat ne bileyim yapım böyle benim." Gözlerim masanın üstündeki tek bir noktaya sabitlenip kalmıştı. Benlik değildi bu kadar düşünmek. Az sonra beynim akıp giderse kimse şaşırmamalıydı. Gereğinden fazla yüklenmiştim kendisine.

 

"Bencillik değil Zühre." Yumuşak sesine elimin üzerine hafifçe koyduğu yumuşak eli eşlik etti. "Ne kadar büyük bir yükün altına girdiğini görebiliyorum. Hiç bilmediğin bir şehre abin ve hiç bilmediğin bir kız için geldin."

 

"Hayır. Ne abim ne de o ağlak kardeşin için değil. Doğmamış bebek için. Söylerken kendime bile inanamıyorum ama bebek için sadece." Yüzüme bakıyordu öylece. Ağzımdan 'abim ve ağlak kardeşin' cümlesi bir tiksinti misali çıkmıştı. Peki umurumda mıydı. Asla.

 

"Seni anlayamayabilirim. Sonuçta şehir değiştirip hiç tanımadığı insanların arasına giren sensin. Ama zorlanmanı istemem. Bunun için de elimden geleni yaparım."

 

"Teşekkürler." dedim belli belirsiz. "Nurdan hanım çok kızmış mıdır bana?" Aslında onu bile umursamıyordum. Kızan kızmış, olan olmuş pek de bir tarafıma takacak halde değildim. Benimkisi öyle kibarlığına sorulmuş bir soruydu hepsi bu.

 

"Kızmıştır." dedi ciddi bir şekilde. Elini elimin üzerinden çekip sandalyesine yaslandı.

 

"Valla?" Halbuki Nurdan hanım pek sevimli bir kadındı. Beni kendi kızı gibi bellemişti. Bu oyun bittiğinde belki de tek üzülecek kişi o olacaktı. Belki benim de tek üzüldüğüm kişi o olacaktı.

 

"Şaka yapıyorum. Takılma sen eşyalara. Doğru düzgün bir şey yemedin. Ye hadi." Elime çatalımı geri alıp un ufak olmuş peynirimden aldım biraz. Aklıma gelen şeyle kaldırdım kafamı tabağımdan.

 

"Bütün gün evde misin?" Ağzımdaki beyaz peyniri yavaş yavaş çiğnerken meraklı bakışlarım onun üzerindeydi. Arkadan Nevide ve Nurdan hanımın sesleri de duyuluyordu. Sanki ona dünyanın en garip sorusunu sormuşum gibi bakıyordu bana. Senin sorun boş taksiye 'boş musun birader' der gibi oldu biraz...

 

"Niye sordun?"

 

"Niye şirkete gitmiyorsun?" Öyle ölçmeden biçmeden dan diye deyiverdim.

 

"Bu cümleden şey mi anlamalıyım; sahte kocam bile olsan evine ekmek getireceksin." Ciddi ciddi başladığı cümlenin sonunda hafifçe gülüp yüz kaslarının çalıştığını belli etti.

 

"Yani ben o yönden dememiştim ama bak o da mantıklı. Demeye çalıştığım neden çalışmıyorsun? Çalışmaya neden ara verdin? Mis gibi hazır şirketin var. Kendin kurmuşsun bir de."

 

"Ee Zühre?" Ses tonu 'ağzındaki baklayı çıkar' diye mesajlar veriyordu bana.

 

"Eesi şu; emeklilik için henüz genç sayılmaz mısın? Yani para konusunda bir sıkıntın yok eyvallah ama benim kendime ait bir şirketim olsa vallahi orada yatar kalkarım. Gerçi dededen kalan on beş dairenin parasıyla geçinmeyi tercih ederdim ama nasibimizde yok." Hafifçe omuz silkip bir parça ekmeği de attım ağzıma.

 

"İlgileniyorlar şirketle. Benlik bir durum yok yani."

 

"Oh valla keşke ben de bu kafada olabilsem. Şirketim olacak ve gitmeyecek kadar kendimi zengin hissetseydim keşke."

 

"Bir 'Hanoğlu' olduğunu unutuyorsun ama." Ağzımdaki ekmeği yutarken suratımı ekşittim ona doğru.

 

"Ay kalsın. Bu yaşıma kadar yazmadım ben 'Hanoğlu' diye adımın yanına. İmzama bile kullanmadım. Ben Zühre'yim sadece. Babamdan gelecek bir şeyi istemiyorum." Elimi 'aman kalsın' der gibi salladım.

 

"Arslanoğlu soyadı sana bilmediğin kapıları açar ama." Böyle anlarda babasını andırdığı gözümden kaçmıyordu. Her ne kadar babasıyla ters düşseler de babası gibi sinirleniyor, babası gibi gururlanıyordu.

 

"Ay yok o da kalsın. Hanoğlu'na gerek duymadık bu yaşımıza kadar, Arslanoğlu'na da minnet etmeyiz." Parçalı bulutlar kaplamıştı bir anda masanın üzerini.

 

"Sen bilirsin." dedi pek de umurunda olmayarak. Gerçi niye umurunda olacaktı ki.

 

"Valla ben bu yaşıma kadar kendim çabaladım hep. Kendim okudum, kendim iş bulmak için uğraşıp didindim. Gerçi bu zamanda bize iş de yok. Zaten yaşadığımız yer küçüktü orada iş bulamıyordum, sınav desen hepten yaş. Boş ver sen beni." Masadan hızla kalktım. 'Zengin kalkışı' denirdi bu kalkışa ama ben pek de zengin sayılmazdım. Dedi Zühre Hanoğlu Arslanoğlu... Burnumu kıvırdım içimdeki çingene pembesine.

 

"Şu gazete işi..." Hafifçe boğazını temizlediğinde kapıya ulaşmıştım çoktan. Tuttuğum altın işlemeli kulpu bırakıp ona döndüm. "Şu geçen geceden ötürü saçma haber yapanları diyorum. Merak etme. Haber kaldırıldı." Merak ettiğim bir konu değildi.

 

"İyi olmuş. Senin açından yani. Haber benden çok seni ilgilendiriyordu zaten." Tekrar önüme dönüp kapının kulpunu tuttum. Omuzlarımı 'bana ne' dercesine silkip açtım kapıyı.

 

"Haberin olsun istedim." Cevap vermeden çıktım dışarı.

 

Peki Zühre Hanoğlu Arslanoğlu, bugünkü planımız ne? İçimdeki ben, benden de deliydi. Orası kesindi. Sinirle burnumdan solurken gözlerimi kapatıp sakin olmayı temenni ediyordum.

 

"Sana ne!" dedim yüksekçe. Sinirle gevşek şekilde bağlandığından dağılmış olan saçlarımı karıştırdım. Ne babamın soyadı ne de kibirden bir hal olacak bu ailenin soyadını duymak dahi istemiyordum. Hele de adımın yanına konmalarından nefret ediyordum.

 

"Zühre kızım?" Duyduğum sesle kendime gelirken endişeli bir şekilde karşımda dikilen Nurdan hanımla göz göze geldim. "İyi misin güzel kızım?"

 

İyi olmak göreceli bir kavramdı bence. Peki şimdi iyiliğimi neyle mukayese etmem gerekecekti?

 

Kafamı salladım sadece. Ama bu onun tarafından 'iyiyim' olarak algılanamadı.

 

"Sen hiç canını sıkma. Ben her şeyi halledeceğim. Sen iyi ol tamam mı? Ben konuşurum hallederim. Burayı da dert etme. Kızlar toparlayacak her şeyi." Göz ucuyla onun arkasından görünen odama baktım. Enkazdan farksız odama... Konakta çalışan kızlar hep bir elden toparlıyorlardı enkaza çevirdiğim odayı.

 

"Ben..." Bir açıklama yapacak oldum ama açıklayacak bir şeyim olmadığından dudaklarımı bastırıverdim birbirine öylece. Nurdan hanım şimdi bana gelse 'Sen kimsin de benim evimde böyle bir şey yapıyorsun' dese hakkıydı. Ama öyle demedi. Onun yerine sıcak elini yavaşça yanağıma koydu.

 

"Hiç sıkma sen canını. Tamam mı güzel yavrum. Sen Nevide ile çık toparla kafanı. O sana yardım edecek. Burası bende. Tamam mı?"

 

Gözlerim şaşkınlıktan iri iri açılırken Nevide ışık hızıyla yanıma gelmiş ve aynı hızda çıkarmıştı beni küçük konaktan. Bense öylece dönüp dönüp arkama bakıyordum.

 

   🐦

 

 

Şaşırma kotamı daha dolduramamıştım henüz. Belki gün yeni başladığından belki de bu son olduğundandı. Ama Nevide yanımdayken göz devirme kotamı doldurduğum kesindi. Çünkü Urfa'da en iyi kahve yapan yer, en güzel kumaşların bulunduğu dükkan, el işlemeli takıları almam gereken yerlerin hiçbiri umurumda değildi. Ama o sanki bunlar dünyanın en önemli bilgileriymiş gibi bir rehber edasında anlatıyordu her şeyi. Arada bir durup 'Sen dert etme yenge, olur böyle' diye de parantezler açıyordu.

 

Bugün bay Kapı yerine başka biri eşlik ediyordu şoför olarak bize. Ama o da en az Osman kadar suskun ve ifadesizdi. En azından durup durup bana 'yenge' demiyordu. Onun yerine Nevide diyor ya...

 

"Yenge gel hele bu dükkana gireceğiz." Kolumdan çekiştirirken gözlerimi bir kez daha devirdim. Ama kafam o kadar doluydu ki akışına bırakmıştım her şeyi. 'Olan olsun ölen ölsün' modum açılmıştı. Bugünkü mottom buydu.

 

"Buyurun Nevide hanım." Sıcak bir karşılama vardı Nevide'ye karşı. Bu mağazanın müdavimi olduğu belli olmuştu bu sayede.

 

"Merhaba Sümbül hanım. Tanıştırayım yengem." Evde bıraktığım altın bileziklerim bir anda koluma doluşup 'evet ben yengeyim' diye dile geldi bir anda. Saçlarını tepesinden sıkı sıkı at kuyruğu yapmış benim yaşlarımdaki kadın sıcak bir gülümsemeyle bana dönmüştü. Ama bakışları benim ve Nevide'nin arasında gidip geliyordu. Hafifçe boğazını temizledi Nevide. "Korhan abimin eşi. Zühre Arslanoğlu."

 

Adımın önüne, sağına, soluna, altına ve üstüne eklenen 'yenge' sıfatından daha ağır gelmişti bu. Daha eğreti, daha çekilmez. Yıllarca babamdan kalan ve sormadıkça söylemedikleri 'Hanoğlu' soyadım bile bu kadar rahatsız etmemişti beni.

 

"Hoşgeldiniz Zühre hanım. Lütfen şöyle buyurun." Kibar kadındı Sümbül hanım ama adımı öğrenince gösterdiği gereksiz hürmet epey can sıkıcıydı. Ben değil 'soyadım' hoşgelmişti. Samimiyetsiz olduğu kilometrelerce uzaktan belli olan bir gülüş atıp geçtim.

 

"Eksik bırakmayacağız yenge sen merak etme." O benim yerime alışverişe başlamıştı bile çoktan. Elini neye değdirse Sümbül hanım da alıyordu kolunun üzerine. Kollarımı göğsümde bağlayıp dünyanın en saçma manzarasını izliyordum ben de.

 

Nevide benim yerime benim için ne var ne yok alırken cebimde titreyen telefonu çıkardım.

 

Balca (9:58)

 

Neredesin Serçe Kuşu? Niye sesin soluğun çıkmıyor senin?

 

Balca(10:23)

 

Cevap versene be!!

 

Balca(11:14)

 

Senin bu umursamazlığın hiç geçmeyecek mi acaba? Bir cevap ver ya! Gelip basacağım o konağı tekrar!

 

Balca(14:26)

 

Aman sen cevap verene kadar kurudum burada ben Züh!

 

Sabahtan beri bir sürü mesaj atmıştı. Görmemiştim. Fark etmeye zamanım vardı ama ben fark etmemiştim.

 

Zühre

 

Alışverişteyim.

 

Kısa ve öz bir cevapla günü kurtardığımı sanıp telefonu cebime atıyordum ki anında cevap geldi.

 

Balca

 

Kafamı kopardım desen daha inandırıcı olurdu. Sen ve alışveriş?? Güldürme Serçe Kuşu 😊)

 

Zühre

 

Niye ben insan değil miyim? Allah Allah?

 

Balca

 

Serçe Kuşu'sun sen kendine gel. Alışveriş yapmak üşendiğin bir şey senin.

 

Zühre

 

Yoo. Zenginim ben unuttun mu :D

 

Arkamdaki elbiseleri de kadraja alıp anlık bir fotoğraf attım.

 

Balca 

 

Gerizekalı...

 

Kendi kendime gülüp telefonu cebime tıktım. Bakışlarım karşıdan nefes nefese gelen Nevide'ye ve hemen arkasında elleri kolları dolmuş olan şoförümüze kaydı.

 

"Bitti mi Nevide?" dedim bıkkınlıkla. Sanki bir köşede durup kılını kıpırdatmayan ben değilmişim gibiydi.

 

"Daha yeni başladık yenge. Sen de." Küçük bir kahkaha attı Nevide. Siyah parlak saçlarını geri savururken beni yine yakaladı kolumdan. Bir sonraki durağımızın başka bir mağaza olduğunu anlatmaya koyulmuştu bile.

 

"Vallahi yeter Nevide! Hint dizilerindeki boynunu perdeye dolayan kadın gibi sıkıldı vallahi ruhum! İstemiyorum alışveriş!" Hiddetle kolumu ondan kurtarmama şaşkınlıkla bakakalmıştı.

 

"Sen de haklısın yenge. Canın sıkkın tabi. Ama alışveriş yaptıkça açılırsın merak etme."

 

"Açılmıyorum Nevide. Bunalıyorum! Bunalıyorum."

 

"Bitirip hemen gideriz yenge. Daha bir sürü eksik gedik var. Baktım ben hep eşyalara. Bildiğim çok iyi bir gümüşçü var." Oralı olmadan yürümeye başladı önümde.

 

"İyi sen git ben şurada bir kahve içip geleceğim. Soluklanmak istiyorum." dedim kaldırımın tam ortasında durup. Ayaklarıma kara sular inmişti. Alışverişi sevmediğimden değildi. Çabuk yorulup çabuk sıkıldığımdandı hepsi.

 

"Ama yenge..." Sesi tereddüt doluydu. "Yalnız bırakamam ki seni. Beraber içelim." Afakanlarımın ilk kaynağı Nevide olduğundan istemiyordum onu. Değil onu kimseyi istemiyordum. Hızlıca kafamı iki yana salladım.

 

"Yok Nevide. Vallahi daraldım. Sen hallet işini ben şurada kahve içip geleceğim. Bu nedir ye. Kafamı dinlemek istiyorum. Yeter!" Konuşmasına fırsat vermeden önünde dikildiğim taş dükkana attım kendimi. Derin bir 'oh' çekmeliydim ama onun yerine öfke soluyordum.

 

"Yeter yahu! Bu ne böyle!" dedim kendi kendime. "Kahve var mı!" dedim sesimi ayarlayamayıp bana öylece bakan orta yaşlı adama doğru. Gözleri iri iri açılmıştı beni görmesiyle. 'Var' der gibi de salladı kafasını aşağı yukarı.

 

"Oh be!" dedim bu sefer sesli bir halde. Kafayı yememe ramak kala kendimi zar zor atmıştım bu dükkana. "Sade bir Türk kahvesi alabilir miyim?" dedim halen bana şaşkınca bakan adama doğru.

 

Hışımla arkamı döndüm ama ayarsızlığım, dengesizliğim ve sakarlığım aynı anda devreye girdiğinden epey sert bir şekilde arkamdaki adama çarpmıştım. Adamın elindeki kahve boydan boya üzerine dökülürken korkuyla ellerimi ağzıma kapattım. "Ayy!" dedim. Adamın elindeki kahve beyaz tişörtünü boydan boya boyarken kahvenin sıcaklığının verdiği etkiyle yüzü kasılıvermişti.

 

"Ay vallahi çok özür dilerim! Yaktım sizi ya! Çok özür dilerim!" Elimle yanı başımda duran masadan bir tomar peçeteyi alıp adamın tişörtünü silmeye çalışıyordum bir yandan. "İstemeden oldu gerçekten! Aniden dönünce fark edemedim sizi."

 

"Sorun değil hanımefendi. Sorun değil." Eliyle beni engelledi bir anda. Hafifçe gülümserken elimdeki peçeteleri alıp yandaki masanın üzerine bıraktı. "Gerçekten sorun değil. Olabilir kaza bu."

 

"Ama yandınız."

 

"Yok yanmadım. Kahve çok sıcak değildi. Sıkıntı yok." Tırnaklarımın kenarını kemirmeye başlamıştım. Ne kötü bir gündü bu böyle.

 

"Çok mahcubum size karşı. Kahvenizi de döktüm. Üstünüzü de mahvettim." Adam kibar bir şekilde gülümserken ben utancımdan girecek delik arıyordum.

 

"Gerçekten bir sorun yok. İnsanlık hali. Herkesin başına gelebilir." Telaşla tekrar masanın üzerine eğilip elime ne kadar peçete geçtiyse aldım. "Sakin olun iyiyim gerçekten." Nasıl sakin olabilirdi ki? Üzerine bir fincan kahveyi boca etmiştim. Ben olsam çemkirir 'Sen benim kahvemi nasıl dökersin' derdim. Demedi.

 

"Of ya! Çok sakarım! Çok özür dilerim!" Ne sesimi ne de davranışlarımı ayarlayabiliyordum.

 

"Bir sorun yoktur inşallah?" O sırada dükkanın sahibi olan orta yaşlı, kır bıyıklı adam elindeki tepsiyle bir bize bir de yere dökülen kahveye bakakalmıştı.

 

"Kusura bakmayın ben bunu döktüm."

 

"Kusur yoktur kızım. Olsun. Sen iyisin ya." Adam sert görüntüsüne zıt bir şekilde gülümseyip dönmüştü bana.

 

"Ben iyiyim de. Beyefendinin üstünü, yerleri hep mahvettim. Siz benim kahvemi alın lütfen." Hızla dükkan sahibin elindeki tepside duran fincanı kapıp adama doğru uzattım.

 

"Yok olur mu o sizin kahveniz. Ben yenisini alırım." Reddetmişti. Ben olsam reddetmez üstüne söve söve içerdim o kahveyi.

 

"Gerçekten içim rahat etmez. Hem üzerinizi mahvettim hem kahvenizi benim yüzümden içemediniz." Israrla fincanı ona doğru uzattım.

 

"Benim de içim rahat etmez. Şöyle yapalım ben bunu alayım. Ustam da size yeni kahve yapsın. Geçin şöyle. Ancak o zaman kabul edebilirim." Elimdeki fincanı alıp yandaki sandalyeyi çekmişti oturayım diye. Bakışlarım dükkanın açık kapısından dışarı kaydı. Ne Nevide ne de şoför ortalarda değildi.

 

"Peki madem." deyip sandalyeye oturdum.

 

"Ustam bize bir kahve daha getirebilir misin?" Orta yaşlı dükkan sahibi yerdeki fincan parçalarını eline alıp kafasını 'tamam' anlamında salladı.

 

"Pamir bu arada ben." Fincanı önüne bırakıp sıkmam için elini bana doğru uzattı. Bir eline bir de suratına öylece bakıp bana uzatılan eli sıktım hafifçe.

 

"Zühre. Memnun oldum. Gerçekten kusura bakmayın tekrar." Utana sıkıla gülümseyip elimi geri çektim.

 

"Yok gerçekten hiç sorun değil." Kahvesinden bir yudum alırken kendini geri yaslayıp gözlerini kapattı. "Bu yaşıma kadar sayısız kahve içtim ama bunun tadı apayrı. Halbuki Türk kahvesi her yerde aynı yapılır ama bu bir başka. Urfa'nın kahvesi gibi sıcağı da bir başka. Hep böyle sıcak mı olur burası?"

 

O sırada önüme konan fincanla ustaya küçük bir teşekkür ettim. "Bilmem. Sıcak oluyor sanırım hep."

 

"Buralı değil misiniz yoksa?" Kahvesinden bir yudum alırken soru soran kahverengi bakışları benim gözlerime sabitlendi. Babası buralı olan ama yirmi üç yıldır buraya hiç adım atmayan biri buralı sayılabilir miydi peki? Buralıyım desem yalan olacaktı, buralı değilim desem de.

 

Hamiş hep 'Doyduğun yer memleketindir' derdi. Ben de karnımı buralarda doyurduğuma göre buralı sayılabilirdim belki. "Evet buralıyım." Kahvemden bir yudum aldım. "Siz gezmeye mi geldiniz?" Kabalık olmasın diye ben de sormuştum. Zaten adamın üzerini mahvettin Zühre.

 

"Aslında hem iş hem gezme diyelim. Kardeşim burada bir hukuk bürosunda çalışmaya başladı. Ben de o vesileyle geldim. Ama ailem İzmir'de. Oralıyım."

 

"Ya... Ne güzel. Kardeşiniz avukat o zaman."

 

"Evet. Mesleğinde daha yeni sayılır ama epey azimli. Bakıp göreceğiz artık." Sürekli gülen yüzü beni bir nebze olsun gevşetmişti. O sırada cebimdeki telefonun melodisi doldurdu etrafı. Elimi cebime attım ve ekrandaki 'Nevide' yazan aramayı cevapladım.

 

"Yenge benim işim bitti. Haydi gidelim. Neler aldım görmen lazım. Bayılacaksın hepsine."

 

"Geliyorum hemen." Telefonu cebime tıkıştırırken önümdeki fincanı yavaşça ileri ittim. "Gitmem lazım. Beni bekliyorlar. Tekrardan özür dilerim üzerinizi mahvettim."

 

"Yo asla. Hatta sayenizde güzel bir kahve içmiş oldum." Ben ayaklanırken o da kalkmıştı. Cebimdeki küçük cüzdanı çıkarıp tezgahın önüne giderken o da geliyordu arkamdan.

 

"İyi günler." Dedim ona dönüp paranın üstünü alırken.

 

"Size de. Tekrar görüşür müyüz? Bu sefer üstüme kahve dökmezsiniz hem." Cevap vermedim. Hafifçe gülümseyip çıktım dışarı.

 

Nevide karşı kaldırımdan şoförle birlikte elinde hadsiz hesapsız poşetlerle gelirken beni görüp el sallamaya başladı. Baştan sona boş masraf yapmıştı.

 

                                               🐦

 

 

"Yani sana inanamıyorum Nevide. Gereğinden fazla şey almışsın. Ve bunları alırken hiçbirini bana sormadın." Kollarımı göğsümde bağlayıp çattığım kaşlarımla döndüm ona. Dün gece bir enkazdan farksız olan oda şimdi yenilenmiş mobilyalarıyla ve Nevide'nin aldığı poşetlerle duruyordu.

 

"Aaa yenge. Olur mu hiç? Hem Nurdan yengem eksik bırakma fazla fazla olsun dedi."

 

"Nurdan yengen müsriflik yap dememiştir ama." Dedim arkamdaki masaya popomu yaslayıp.

 

"Olur mu yenge? Vallahi ne bulduysam aldım. Eksiğin olursa ama hiç çekinme. Yine gider alırız."

 

"Ay yok kalsın. Giymem hem ben bu kadar şeyi. Bir tişört bir kot yeter. Rahat edemem ben." Ellerimi havada salladım ona doğru ama o hiç oralı olmamıştı. "Hem ben yerleştiririm bunları sen uğraşma. Çok yoruldun zaten bugün."

 

"Aaa yenge. Vallahi ben çok severim kıyafetlerle haşır neşir olmayı. Hem içimden geliyor senin için bir şey yaparken."

 

"Oh oh yerleşebildiniz mi kızlarım?" Kapı belli belirsiz çalındıktan sonra Nurdan hanım girmişti içeri. Beni beklemediğim bir şekilde kolları arasına alırken yanaklarıma küçük öpücükler koydu. Mavi irislerim şaşkınlıkla açılıvermişti. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Bayram değildi seyran değildi. Eniştem beni niye öpmüştü? Nurdan hanım senin enişten değil Zühre...

 

"Nurdan hanım?" dedim şaşkınlıkla.

 

"Nasıl Zühre beğendin mi aldıklarını? Varsa bir eksik kalanın söyle hiç çekinme. Biz eskisine benzer yerleştirdik odayı ama içine sinmeyen bir yer var mı kızım?"

 

"Yok. İyi."

 

"Madem bir eksiğin yok. Sen gel hele benimle. Nevide halleder buraları." Ben daha 'ne oluyoruz' diyemeden elimden tutup beni odadan çıkardı. Büyük koridoru onun peşinde giderken salona getirmişti beni. "İyi Korhan'ımda burada."

 

"Bir şey mi oldu anne?" Ben bir elimi tutan Nurdan hanıma bir de en az benim kadar şaşkın bakan Korhan'a bakıyordum.

 

"Gidiyorsunuz buradan." Dedi Nurdan hanım. Büyük bir coşkuyla söylediği cümle bende bir anlam oluşturmamıştı. Korhan'da da oluşturmamış olacak ki öylece bakıyordu annesine.

 

"Gidiyoruz mu? Nereye gidiyormuşuz biz anne?"

 

"Ben her şeyi ayarladım. Hüsamettin bey ile senin için konuştum. Pasaportlarınız, vizeleriniz tamam. Evleneli kaç zaman oldu bir tatil yapamadınız. Balayına gidiyorsunuz."

 

"Balayı mı?" dedim şaşkınca. Durup dururken bu nereden çıkmıştı böyle?

 

"Evet kızım. Balayı. Hem kafa dinlersiniz hem evden uzaklaşmış olursunuz. Hem aranızı düzeltirsiniz." Eliyle omzumu sıvazlamaya başlamıştı bir yandan.

 

"Aramızı mı düzeltiriz? Bozuk muymuş aramız?" Şaşkın bir gülüşle Korhan'a çevirdim bakışlarımı.

 

"Değilsiniz tabi canım. Ama dediğim gibi kafa dinleyin ya. Hadi benim güzel çocuklarım. Uçak falan her şey hazır. Osman size gerekeni anlatır." Daha da başka bir şey demeden gülerek çıktı gitti. Bakakalmıştım arkasından.

 

"Annen ne yapmaya çalışıyor?" dedim üzerimdeki şaşkınlıktan nihayet konuşabildiğimde.

 

"Bilmiyorum."

 

"Ne dediğinden senin haberin yok mu?"

 

"Yok. Hiçbir şeyden haberim yok. Ama sanırım aramızı bozuk sanıyor." Sağ eliyle sakallarının arasını kaşıdı.

 

"Çok garip." Dedim gülerek. Şaşkınlığıma gülüşlerim tercüman oluyordu.

 

 

Ama garip olan o değildi. Ne Nurdan hanım ne de bir başkası. Girdiği her ortamda sırıtan ben bile garip değildim o sabah. Garip olan evden kilometrelerce uzakta, saatlerce yaptığımız uçak yolculuğundan sonra kendimizi bulduğumuz ada olmuştu. Bence bu garipliğin bir tık üstü gelemezdi.

 

"Manzaraya bak. Kavuştuk." Uzun bir ıslık çalan Uraz elindeki küçük çantasını yere bırakıp kollarını iki yana açarak selamlamıştı etrafı. "Oğlum ne kadar özlemişim lan!" dedi coşkulu bir şekilde bize dönüp. Sonrada karşılık beklemeden hızlıca taş yoldan karşıda görünen eve doğru yürümeye başladı.

 

"İyi misin Zühre? Yolculuk mu sarstı?" Hemen yanı başımdaki Korhan'a çevirdim garip ve şaşkın bakışlarımı. Çantalarımız ve valizler evin önünde dizilmiş insanlar tarafından taşınmaya başlamıştı içeri.

 

"Yolculuk değil ama Nurdan hanım sarstı. Ben dün dalga geçiyor sanmıştım."

 

"Ne yalan söyleyeyim ben de." Kafamı etrafı bir sarmaşık misali saran büyük ağaç dallarına çevirdim. Urfa'dan daha serin esen rüzgar hafifçe yanağımı okşadığında gözlerimi kapatıp güzel havayı çektim içime.

 

"Çok güzel..." Mırıltı şeklinde çıkmıştı sesim. "Nerede olduğumuzu bilmiyorum ama adını bilmediğim bu yer çok güzelmiş."

 

"Her şeyden ve herkesten uzakta saklı bir ada burası. Hadi gel eve geçelim." Eve uzanan düz taş yoldan sandalyesini ilerletmeye başladığında bende takıldım peşine. Bir tarafı boydan boya cam olan üç katlı yapıya ağzım açık bakarken o kapının eşiğinde durup beni bekliyordu.

 

"Oha!" dedim hiç kibarlık yapmaya çalışmadan. Büyülenmiş gibi bakıyordum karşımdaki yapıya. Yeşilliklerin arasında bir inci gibi duruyordu koca görkemli yapı.

 

"Arslanoğlu malikanesine hoş geldin." dedi gülerek.

 

Ev desem az kalacak yere küçük bir saygı gösterisi yaparak girerken yavaş yavaş etrafımda dönüyordum.

 

"Vay be! Arslanoğlu malikanesi demek. Soyadının açtığı kapı bu muydu?" Ağzım şaşkınlık ve hayranlıktan bir karış açıkken gözlerimi muazzam bir biçimde döşenmiş evin içinden alamıyordum.

 

"Bu da onlardan biri sadece." Bana hafifçe göz kırpıp salonun tam ortasına kadar ilerledi.

 

"Şaka yapıyorsun!" dedim onun yanından koşar adım geçip bir sinek misali cam duvara yapışırken. Ellerimi kalın cama yaslayıp karşımda gördüğüm manzaraya ağzımın sularını akıta bakmaya başladım. Yemyeşil ağaçların arasında parlayan masmavi sulara bakakalmıştım. "Şaka yapıyorsun!" dedim coşkuyla ona geri dönüp.

 

"Yapmıyorum. Ne görüyorsan o."

 

"Burası çok güzel. Nurdan hanımın dediği kadar varmış." Kendi doğal ortamını bulunca nasıl da mutlu oldun be Zühre.

 

İçimdeki haklı olan çingene pembesine gülümseyip kendimi yumuşacık olan büyük beyaz koltuğa attım. İçeri esmer tenli kırklı yaşlarda bir kadın girmiş ve bilmediğim bir şeyler söylelemişti. Korhan da kafasını sallarken ben etrafı izlemekle meşguldüm.

 

"Zühre beğendin mi burayı?" Uraz demin yere attığı ama şimdi sırtında olan çantasını yine öylece bırakıp Korhan'ın sandalyesine koydu elini. Beğendin mi demek de laf mıydı? Bayılmıştım.

 

"Çok." dedim gülerek.

 

"Arslanoğlu nimetlerinden sen de faydalanmalısın. O zaman ben uzun zamandır gitmediğim odama gidip hasret gidereceğim. Beni mümkünse arayıp sormayın." İşaret ve orta parmağını birleştirip hafifçe kaşına değdirdi ve yere fırlattığı çantasını kapıp dışarı çıktı.

 

"Uraz pek mutlu geldiğine. Ama sen değil gibisin." Sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atıp iyice yayıldım rahat koltukta.

 

"Yol yorgunluğu sadece. Bir de uzun zamandır gelmemiştim. Beğendin mi gerçekten burayı?"

 

"Seninki de soru mu be Korhan Arslanoğlu. Yararlanalım şu soyadının nimetlerinden." Dalgaya vuracaktım bana dediği şeyi. Ama o da hak etmişti. Kafasını hafifçe iki yana sallarken güldü. Yüz kaslarında bugün de sorun yoktu. "Dışarı çıkabilir miyim? Merak ediyorum." dedim ona dönüp. Meraktan daha da fazlasıydı içimdeki duygu. Can atıyordum ağaçlara, toprağa ve suya dokunmak için.

 

"Aslında yemek hazırlanacakmış. Sonrasında da dinlenmek istersin diye düşünmüştüm." Sandalyesiyle büyük cam duvara doğru ilerledi.

 

"Yeşile ve maviye dokunursam dinlenirim herhalde." Oturduğum rahat koltuktan kalkıp mükemmel manzaraya açılan kapıya doğru ilerledim. Evin her ayrıntısı mükemmel bir işçilik ve sadelikle yapılmıştı. Fazla göze batmayan ve az denebilecek eşyalar rahat bir hava katmıştı büyük salona. Ve evin bir tarafının mükemmel manzarayı görmesi de atlanılmaz bir ayrıntıydı.

 

İki elimle birden cam kapıyı itip yeşil dünyaya adım attım. Yeşil tümden tüme etrafımı, ruhumu ve benliğimi sararken mavi de ileriden göz kırpıyordu. İşte şimdi yaşadığımı hissetmiştim. İşte şimdi nefes aldığıma emindim.

 

Ayakkabılarımı çıkarıp nemli otlarla temas ederken ruhuma yayılan bu garip hissin mutluluk olduğunu biliyordum. Serçe Kuşu ait olduğu ortamındaydı nihayet. Ağaçları, yeşili, çimeni, toprağı severdi Serçe Kuşu.

 

Taşlara, otlara aldırmadan ileride bana göz kırpan mavi göle adımladım. Ruhuma yayılan mutluluk, ciğerlerimi dolduran temiz hava ve duymaya hasret olduğum kuş sesleriyle yaşadığımı bir kez daha anladım. Aklımdaki karmaşıklık da, ruhumu sıkan o yıkıcı öfkede sinmişti kuytu köşelerine. Ayaklarım gölün serin sularına temas ederken maviliği kapayan gri bulutlara çevrildi başım. Her ne kadar bulutlu olsa da hava soğuk değildi. Ama Urfa'daki gibi de yakmıyordu.

 

Arkamdan gelen çıtırtıya döndüm.

 

"Uraz dinlenecekmiş. Sen de buradasın madem yemeği burada yeriz." Sandalyesiyle dikkatli bir biçimde yanıma geldi. Sulara az bir mesafe kala durdu. O sırada deminki gördüğüm esmer kadın ve ona çok benzeyen bir adam masa kurmaya başlamışlardı.

 

"Çok güzel. İçimi dolduran hisleri sana anlatamam." Temiz havayı bir kez daha çektim içime.

 

"Öyledir. Cennetten bir parça bence burası."

 

"Varsa başka böyle cennet parçaların bilelim." Elimle hafifçe omzuna vurdum. Hayalini bile kuramayacağım bir yerde kanlı canlı duruyordum ve hücrelerim 'bu gerçek mi' diye sorup sorup duruyorlardı. Bende soruyorum; bu gerçek mi Zühre!

 

Masada yemek yerken bakışlarımı asla ayıramıyordum karşımdaki manzaradan. Hava kararmaya başlamıştı ama dert değildi. Hata deminki gri bulutlar sanki geldiğimizi anlamış gibi yerlerine çekilmiş ve muazzam dolunayın gökyüzünü aydınlatmasına izin vermişlerdi.

 

"Valla dönünce Nurdan hanıma ayrı teşekkür edeceğim." dedim tıka basa doyan karnıma elimi sıvazlayıp. Sandalyemden kalkıp doldurduğum karnımı rahatlatmak adına gerindim. "Onun bahanesiyle sen evden çıkmama yeminini bozdun ben de böyle şahane bir yer görmüş oldum."

 

"Evden çıkmama hakkında bir yeminim yok."

 

"Ay hemen de düzelt beni!" Burnumu kıvırıp bakışlarımı diğer tarafa çevirdim. Ben ne bulsam yerken o kendisine özel hazırlanan yemeklerden yemişti. Özel bir diyet listesi vardı. Şaka yapıyorum." Dedim sandalyemi elime alıp onun yanına çekerken. "Gerçekten burası çok güzel."

 

"Geldiğinden beri en az yüz kere dedin." Güldü hafifçe.

 

"Yüz birinciyi de diyorum bak; çok güzel! Ama ne yapayım çok güzel. Valla Nurdan hanım iyi etti bizi buraya göndererek. Üç gün de olsa böyle bir yeri görmeden ölmeyeceğim. Şans."

 

"Sanırım bizim kavga ettiğimizi sanıyor. Demeye çalıştım ama inanmadı. Küs olduğumuza emin." Sırtımı sandalyenin arkasından ayırıp hafifçe eğildim ona doğru.

 

"O yüzden de dün ne var ne yok aldırdı bana. bir de gerçeği bilse." Küçük bir kahkaha atarken o gülmedi. Hatta ciddileşti suratı. "Yani bu evliliğin sahte olduğunu duyunca tek üzülecek kişi o ya. Ondan dedim."

 

"Çok duygusal bakıyor. Ama kırılsın da istemiyorum. Fena mı oldu konağın kasvetli havasından ayrılmış olduk. Hem kaç yıldır gelmemiştim ben buraya." Gözlerini kapatıp derin bir iç çekti.

 

"Kaç yıl oldu?" dedim.

 

"En son kazadan önce gelmiştim. O zaman hava biraz daha serindi. Bir hafta kadar kaldım diye hatırlıyorum. Tek başımaydım. Burası gerçeklerden uzaklaştırır insanı." Yüzünü bana çevirdi. "Olduğundan, olmaktan korktuğundan, pişman olduklarından." Gözleri dolunayın ışığında bir cam misali parlarken buraya ayak basar basmaz tüm sıkıntılarımı unuttuğumu fark ettim.

 

"Büyülü bir yer o zaman burası." Sesim fısıltı gibi çıkıyordu. Onun ses tonuna indirgemiştim. Gölden kurbağa sesleri, uzaklardan bir yerden baykuş sesi geliyordu.

 

"Belki de. Büyülü olmasa bile insana iyi geldiği kesin." Hafif bir rüzgar esti. Açık bıraktığım ve artık acıdığını umursamadığım saçlarım ona doğru savruldu. Ellerimle saçlarımı geri iteleyip bileğimdeki tokayla gevşekçe bağladım ensemde. Kafamı sandalyemin başlığına yasladım. Yıldızlar şimdi daha belirginleşmişti.

 

Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden öylece gökyüzüne bakıyordum. Her şeyi geride bırakmıştım üç günlüğüne de olsa. Babamı, abimi, çocukluğumu ve diğerlerini.

 

"Kaç yıldır buraya gelmeden nasıl dayanıyorsun ki? Ne bileyim insan özler burayı?" Bakışlarım ona çevrildi.

 

"Özledim. Ama içimden gelmiyordu gelmek. Hata ediyormuşum."

 

"Kesinlikle. İyi ki döndün bu hatandan." Hafifçe gülerken bastıran uykumla esnedim. Ama buradan hiç gidesim yoktu. Tam burada uyuyabilirdim. Hiç düşünmeden başımı onun omzuna yasladım. "Mesela bu hatandan dönmesen şimdi konakta o bomboş dört duvar arasında sıkılıyor olabilirdik. Ya da baban yine bizi odaya kilitleyebilirdi." Esnemeyle karışık güldüm.

 

"Sen de halay çekerek yine kurtarırdın bizi."

 

"Konakta kamyonet bulamazdım ama helikopterle kaçırırdım bu sefer seni." Gülmem şiddetlenirken o da kahkaha attı. İlk defa kahkaha atıyordu yanımda. Çok az gülüyor ama ilk defa kahkaha atıyordu. Kafamı kaldırıp bakakaldım.

 

"Çok tuhafsın Zühre." Dedi kahkahasının arasında. "Yapmam diyorsun ama yapıyorsun."

 

"Ben bile daha tam tanımıyorum kendimi. Kendimden her şeyi bekliyorum." dedim gözlerimiz kesiştiğinde.

 

"Peki benden bekliyor musun?" Bir soru gibi değildi dediği. Cevap bekliyor muydu emin değildim. Ama şu ana kadar tanıdığım en şeffaf insanlardandı. Bilinmeyen yönleri vardı ama onu şu kısa sürede tanıdığımı hissediyordum.

 

"Nasıl görünüyorsan öylesin bence." Gülümsemesi büyüdü. Kirpikleri usulca kapadı gecenin karanlığını andıran irislerini. "Sadece kapatmışsın kendini. Sahip olduğun her şeye kapatmışsın. Ama sen de haklısın. Ailelerimizi seçemiyoruz, yaşadıklarımızı seçemiyoruz. Mesela bak bana ben ne babamı ne abimi seçebildim. Ne de bu durumda ol-"

 

"Hişşş.." dedi ve işaret parmağı usulca yol kurdu yanağımda kendine. "Bugün kimseden bahsedip bu huzurun bozulmasını istemiyorum. Herkesten ve her şeyden uzakta." Nefesini daha çok hissettim yüzümde. Sıcak dudakları hafifçe değdi dudaklarıma. Gözlerim fal taşı gibi açılırken göz kapaklarıma ani bir baskı çöktü. Nefes alamadığımı biliyordum. Oksijene ihtiyacımın olduğunu biliyordum.

 

"Ben..." dedim o geri çekilirken. Bayılacağımı hissetmiştim. Eliyle ha düştü ha düşecek olan başımı yakaladı. "Bayılacağım sanırım."

 

"Her öpüştüğümüzde bayılacak mısın Serçe Kuşu?" Yakın çevremden başka kimsenin bilmediği ismim döküldü dudaklarından.

 

Ve Serçe Kuşu klasik kapanışı yaptı.

 

Bayıldım.

 

                                                                                                   🐦

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

 

 

Nasıl buldunuz yeni bölümü?

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Sizce Pamir kim?

 

'Cennet parçası'nda neler göreceğiz?

 

Ve son olarak kaos durağına gelmiş bulunmaktasınız.

 

okuduğunuz için teşekkürler. sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%