Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Çürük Elma

@seydnrgrsu

Bölüm şarkısı: Alice Merton-No Roots







'ÇÜRÜK ELMA'



🐦









Bir varmış bir yokmuş. Diyarlar eski, zamanlar gecik, duygular yitik ve kırıkmış. Asıl masalın başlamasına ise daha çok varmış.


Hesaplar masala, intikamlar ise kursakta kalmış.


Bundan yıllar önce bir ağaç yeşermiş. Dalları tazecikken, yaprakları yemyeşilken, üzerinden hiç güneş eksik olmazken bir gün olduğu yeri kara bulutlar kaplamış. Toprak kurumuş, yapraklar önce sararmış sonra siyaha çalmış. Dalları günden güne zayıflamış, yaprakları dökülmeye başlamış. Bir adam gelip kuruyan toprağına su vermek için günlerce uğraşmış. Zamanlarını bu günden güne kuruyan ağacı kurtarmak için harcamış. Önce dökülen yaprakların yerine yenisi çıkmış, sonra siyahtan yeşile dönmüş hepsi. Adam başarmış. En sonunda da bu ağaçta bir elma yetişmiş. Ama adam bilememiş. Yasak, yanlış ve yalan olduğunu. Koparıp cebine atmış. Keşke atmaz olaymış.


Bir varmış bir yokmuş. Diyarlar eski, zamanlar gecik, duygular yitik ve kırıkmış. Asıl masalın başlamasına ise daha çok varmış.


Asıl masal başladığında adamın cebindeki elma kurtlanıp çürüyecek ve yok olacakmış. Bir gün o elma yere düşecekmiş. Yere düştüğünü adam fark etmeyecek, yokluğunu hiç hissetmeyecekmiş.


O elma bir masala yuvarlandığını sanırken çekildiği kabusu asla bilmeyecekmiş.


Kırmızı kapaklı defter bizim evlendiğimizi büyük bir yankıyla duyurmuştu güya sessiz sedasız gecede.


'Biz evlendik.' Cümlesi iki aileyi ne kadar sarsabilirse o kadar da sarsmıştı. Sarsmak konusunda şaka yapmıyordum. Gerçekten ne kadar sarsılabilirse o kadar sarsmıştı herkesi bu haber. Çünkü bir sonraki durağımız eve en yakın hastane olmuştu.


Sol omzum koridordan biraz soğuk beyaz duvara yaslıyken 'Acaba bu hastane daha önce bu kadar insanı bir arada görmüş müdür' diye düşünüyordum. Bana kalırsa görmemişti. Hatta görmediğine koridordan güç bela geçen ve şaşkın gözleriyle dönüp bir daha bakan hemşire sayesinde emin olabiliyordum.


Akşamın saat bilmem kaçı olduğunda bir hastane koridoru bu kadar kalabalık olamazdı. Olmamalıydı. Ama olmuştu o akşam. Tribünden hallice iki aile birleşince stadyuma dönmüştü burası. Az sonra hakem gelip kırmızı kartını havaya kaldıracak ve teker teker bizi oyun dışı bırakacaktı büyük ihtimalle.


Kimseden ses çıkmıyordu ama nefes alış verişleri bile büyük ama bize dar gelen koridorda yankı yapıyordu. Sırtım ağrımaya başlamıştı. Şöyle bir koltuğa uzanıp gözlerimi kapatmak ve artık dinlenmek istiyordum. Lakin bir hastane koridorunda bu pek de mümkün değildi.


Teyzem yaslı olduğum taraftaki odada yatarken babam da hemen onun karşısındaki odaya alınmıştı. Tahir ağa ise koridorun en sonundaki, bize en uzak odaya alınmıştı.


Omzumu dayandığım duvardan çekerken geldiğimden beri Günce'deydi bakışlarım. Ellerini kumral saçlarına daldırmış bir vaziyette eğmişti başını önüne. Ayakkabılarım zeminde tok bir ses çıkarmış ben de altı adımda yanına varmıştım onun. Buraya geleli yaklaşık on dakika oluyordu ama bu on dakika herkese epey uzun gelmişti. Sonuçta zaman göreceli bir şeydi.


"Günce..." dedim kısık bir sesle. Yaz kış soğuk olan ellerimi onun çökkün omuzlarına koyduğumda hafifçe hareketlenmişti. Eğik başını kaldırırken önüne düşen saçlarını geri doğru savurup yüzünü sıvazlamıştı yavaşça. Göz kapakları çok sevdiğim ela gözlerini halen perdelerken kirpiklerinin arasından bir yaş tanesi kayıp gitmişti sol yanağından aşağı.


Derin bir nefes çekti içine. Sanki ciğerleri bomboşmuş gibi derin bir nefes daha çekti. Dudakları ince bir çizgi halini alırken dişlerini sıktığını ve kendini epey kastığını biliyordum. Epey öfkeliydi ama o öfkesini şu an kontrol altında tutmak için elinden geleni yapıyordu.


Ben şu an ağlamasından ve susmasından ziyade bana bağırıp çağırmasını tercih ederdim. Ayağa kalkmalı ve 'Sen nasıl bir aptalsın!' diye bana bağırmalıydı. Hatta çoğu zaman yaptığı gibi saçımı tutup çekmeliydi. Ama o bunların hiçbirini yapmıyordu. Keşke yapsaydı. Sana küstü bence Zühre.


"Çok aptalsın..." dedi dişlerinin arasından. Nihayet bir tepki alabildim diye sevinmeye başlamıştım. Sence sevinmek için doğru bir zaman mı Zühre?


"Aptalın önde gidenisin...." Elinin tersiyle yanağından süzülen göz yaşını silip sinirli harelerini benim ne yapacağını bilemez bir halde bakan gözlerime kilitlemişti.


"Günce bak ben..." dedim demesine de cümlemi nasıl tamamlarım hiç bilmiyordum. Yani bunu öyle refleks gibisinden aniden deyivermiştim. Kendimi açıklayacak, savunacak bir gücüm yoktu. Sokrates'in savunmasını bilir misin Zühre?


Ama Günce başka bir şey demeden, benim başladığım ama tamamlayamadığım cümlemi tamamlamamı beklemeden kollarını güçlü bir şekilde dolayıvermişti boynuma.


"Sana öyle öfkeliyim ki seni yolmak istiyorum. Ama çok korkuyorum." İşte deminden beri içimi kemiren şeyin ne olduğunu bende biliyordum. Korku...


Teyzeme bir şey olma düşüncesi yiyip bitiriyordu beni. Hele de benim yüzümden olacak düşüncesi mahvediyordu. Ya suçluluk?


Kollarını bana güçlü bir biçimde saran kardeşime ben de aynı şekilde karşılık verdiğimde içimde eriyip giden ve midemin üst kısımlarını rahatsız eden duyguyu bastırmak istedim. Korkuyu sadece bir anlığına bastırabilirsin Zühre...


Teyzem her şeyimdi benim. Arkadaşım, sırdaşım, dostum... Ama en önemlisi iki yaşımdan beri annemdi. Ben bu hayata kaybederek başlamıştım zaten. Herkesten bir adım değil de beş on adım geride başlamıştım. Yere düşmüş, dizleri kanayan küçük bir kızken onun sayesinde ayağa kalkmıştım.


"Annem içeriden bir çıksın saçını yolacağım." dedi Günce boğuk çıkan sesiyle. Boğazındaki yumruyu hissedebiliyordum. O, o yumruya rağmen göz yaşlarını akıtabiliyordu ama ben her ağlayamayışımda boğazımdaki yumruyu büyütüyordum.


Güç bela kendimi geri çekip derince bir nefes aldığımda, oksijen öylesine zor ulaşmıştı ki ciğerlerime.


"Mahfer Gündoğu'nun yakınları?" Elindeki dosyayla dışarı çıkan orta boylu, otuzlu yaşlarının sonunda olduğunu tahmin ettiğim bir doktor açılan kapıdan dışarı yavaş bir adım atmıştı. Elindeki dosyayı hemen arkasından dışarı çıkan hemşireye verdiğinde gözlerini şaşkınlıkla koridordaki kalabalığın üzerinde gezdirmişti. Adam da haklıydı tabi. Bu kadar kalabalığı akşam akşam görmemişti zannımca.


"Evet evet ben kızıyım." Günce telaşla öne atıldığında ben de destek olmak ister gibi ya da ondan destek almak ister gibi tutmuştum kolunu.


"Mahfer hanım iyi. Sadece biraz tansiyonu yükselmiş o kadar. Yanına geçebilirsiniz fakat..." Adam emin olamayarak bakışlarını benden ve Günce'den çekip arkada merakla doktorun ağzından çıkanları dinleyen kalabalığa bakmaya başlamıştı. Sanırım rahatsız olmuştu. E yani Zühre. Hastane burası.


Günce çoktan içeri koştuğunda ben olduğum yerde mıhlanmış gibi duruyordum. Adımlarım sanki beynime isyan edercesine ileri atılmak istemiyorlar gibiydi. İstemiyorlar demek doğru olmazdı fakat ben hemen arkamda kalan babamı da merak ediyordum ne yalan söyleyeyim. Yani düşününce adam kalbini tutarak yığıldı yere. Baban o Zühre!


Kafamın içindeki puslu sesi susturmak ister gibi kafamı iki yana sallayıp durduğum yönün tam zıddına dönüp kapalı olan beyaz kapıya çevirmiştim bakışlarımı. Hemen kapının sağ tarafında kalan koltukta başı ellerinin arasında oturuyordu Hicran hanım. Onun hemen yanı başında adını hatırlayamadığım bir halam duruyordu. Hala çok tabi. Nasıl hatırlasın bu kız?


Diğer tarafta duranların kim olduğundan ise zerre fikrim yoktu. Maşallah kalabalık üstüne epey kalabalıktı ve ben en gergin olduğum anlarda yaptığım gibi yine zihnimi gereksiz bir sürü düşünceyle meşgul ediyordum. Aklıma bir espri geldi. Yapsam nasıl olur Zühre? Tam da bu kalabalığa uygun. Hani şu hindili olan.


Kafamı tekrar iki yana sallarken çorbadan halliceliği bırakmış sudan duru hale gelmiş beynimi yerine getirmeye uğraşmıştım.


"Vah vah..." dedi kapının sol tarafında dikilen kısa boylu tombiş kadın. Gözleri hastanenin soğuk beyaz zemininde fütursuzca dolaşıyordu. Eliyle arada bir hafif hafif bacaklarının yanlarına vuruyordu. Gözlerim onun yanı başında dikilen ince uzun ellili yaşlardaki adama denk geldiğinde gözlerimiz kesişmişti bir anda.


Kendisiyle göz göze gelmemden cesaret almış gibi omzunu dayadığı duvardan çekip kucağında bağladığı ince uzun kollarını çözmüştü. Bana doğru adım atmaya başladığında da bakışlarını asla başka yöne çevirmemişti. İstemsizce ben de bir adım geri atıvermiştim.


"Çekinme kızım. Amcanım ben. Adım Cevat." Elini omzuma yerleştiren adama şöyle bir yeğen gözüyle bakmıştım da babamla pek de birbirlerine benzemedikleri kanaatine varmıştım. Babam ona nazaran daha kalıplı bir adamken, amcam aksine olabildiğince zayıftı. Ama yüzü nenemi andırıyordu ve bunu inkar edemezdim.


Size amcanım ben diyen bir adama ne derdiniz benim yerimde olsaydınız? Malumunuz ben onunla yirmi üç yıl kadar geç tanışmıştım da. Sanki diğer herkesle daha önce tanıştın. Alemsin Zühre.


"Korktun sen de değil mi?" Bir eli omzumu babacan bir tavırla kavradığında bakışlarım onun omzumu tutan eline kaymıştı istemsizce. Yaşadığım duyguya bir isim vermek gerekecekse eğer evet şu an korkuyordum. Ama ne için, kim için korktuğumu pek de anlamlandıramıyordum.


"Ben bir teyzeme bakayım." dedim acele bir tavırla kendimi geri çekerken. Şimdi 'Nasıl oldu, ne oldu' diye soracaklar ve kalabalık da muhtemelen etrafımı saracaktı. Ben ne diyecektim peki? 'Ben herkesten gizli evlendim de onu öğrendi. Çok önemli bir şey değil' mi diyecektim? Sonra başlardı 'eyvahlar, vahlar'. Halasına ayrı, baldızına ayrı, eniştesine ayrı açıklama gerekirdi. Vallahi işim yaştı.


Gerisin geri adeta kaçar gibi karşı odaya adımlayıp kapının kolunu indirmiştim ki babamın yattığı odanın kapısı da açılmıştı. Orta boylu, kızıl saçlı bir kadın önce maskesini indirmiş sonra da şaşkın bakışlarıyla kendisine endişeli bir şekilde bakan kalabalığa çevirmişti bakışlarını. Sanki herkes bu anı bekliyormuş gibi aynı anda kapının önüne ilerlediğinde kendini bir adım geri çekmek zorunda kalmıştı doktor hanım.


Ömrünce bu kadar kalabalığı sadece mitinglerde ve tribünlerde görmüştü zannımca çünkü bir hastane koridoru bu kadar kalabalık olmamalıydı. Her kafadan da bir ses çıkınca koridor bir anda bir uğultuyla kaplanmıştı. Yazık kadın ellerini iki yana açıp susmalarını işaret etmişti en sonunda.


Ben de meraklı bir şekilde onun ağzından çıkacaklara dikkat kesilmiştim. Bir elim kapıyı açmaya hazırlanmıştı ama olduğum yerde kalakalmıştım.


"Cahit Hanoğlu. Durumu iyi. Sadece..." Ama kalabalık da en az benim kadar meraklıydı. İçeride yatan adam her birinin bir şeyiydi ve herkes ne olduğunu duymak istiyordu. Haklılardı. Ama daha çok meraklılardı.


"De hele doktor hanım neyi var ağabeyimin?" Telaşla öne atılmıştı kendini halam olarak tanıtan ama adını hatırlayamadığım zayıf kadın. Adı Cevriye olabilirdi.


"Söylesene doktor hanım. Kardeşim iyi mi?" Öne atılan diğer hafif kilolu kadının da adını hatırlamıyordum.


"İyi merak edilecek bir durumu yok. Basit bir sıkışma. Ama yalnız kalıp dinlenmesi lazım. Gürültü ve stres kesinlikle yasak kendisine."


'Oh' diye derin bir nefes verdiğimde elim kendimden istemsiz göğsümün üzerine gitmişti. Sanırım rahatlamıştım doktorun dudaklarından dökülen o cümleden sonra. Sonra kalabalık ne yaptı, içeri önce kim girdi, doktor o hengameden nasıl çıktı diye oralı olmadan tuttuğum kapı kolunu açtığım gibi girmiştim içeri.


Ben öyle içimdeki tuhaf duyguya hükmetmekle uğraşırken adımlarım beni çoktan teyzemin yatağının kenarına ulaştırmıştı bile. Kendimi açıklayacak bir cümlem yoktu maalesef. Bana dehşetle karışık esefler ederek bakan teyzeme de, hemen yanı başında sinirli harelerini vücudumun her noktasında dolaştıran kardeşim Günce'ye de verecek tek bir cevabım yoktu. Peki ya kendine?


"Teyze..." dedim kendi sesimden epeyce uzak, ton olarak benimkiyle alakası olamayan kuru ama içinde kopan fırtınaları bastırmaya çalışan sesimle.


Aslında ne duygularımı bastırabilen ne de buna ihtiyaç duyan biri olmuştum bunca zaman. O an ne hissediyorsam öyle davranır, asla içinde olmadığım bir duyguya yapmacık bir şekilde bürünemezdim. Elimle kafamı kaşıyıp yatağın tam yanında durduğumda teyzem iri gözlerini bir iki kere kapatıp sinirle karışık bir nefes üflemişti havaya. Kumral saçları şimdi daha tel teldi.


"İnanamıyorum Zühre. İnanamıyorum kızım." Kafasını iki yana sallarken sinirle koluna takılı ve eline dolaşan serum hortumunu itelemişti. Valla ne yalan söyleyeyim ben de pek inanamıyorum be teyze.


"Hayır seni bu adamlar buraya zorla getirdi. Ama senin yaptığına bak! Zühre sen beni delirtme peşinde misin be yavrum!"


"Annem haklı. Ya kızım sen ne cins bir manyaksın ha! Adamlar seni kaçırıyor, biz peşinden seni kurtaralım diye buralara geliyoruz, ama Zühre hanım koşa koşa evleniyor!"


"Yahu şu hale bak! Şu hale bak!"


"Tamam!" dedim ellerimle onlara susmasını işaret ederken. İkisii birden konuşmaya başlayınca kafamdaki dört gündür asla susmak bilmeyen uğultu daha da artmaya başlamıştı. Konuşsalar da vaziyet aynıydı. Cafer sıçmıştı, bez yoktu, ortalık batmıştı. "Tamam anlatacağım."


"Neyi anlatacaksın acaba! EVLENMİŞSİN! Neyi anlatacaksın daha kızım sen!"


"Ya ben senin teyzenim teyzen! Sen nasıl gidip habersizce seni kaçıranlara razı olup evlenirsin ya!"


Ellerimle kafamı daha sert biçimde kaşıyıp derin bir nefes çekmiştim içime. Aslında nereden ve nasıl başlayacağımı asla bilmiyordum. Öncelikle kestane balının diyarı Zonguldak'tan selamlar. "Ben..ben.. Açıklaması yok. Gittim evlendim." Dedim dan diye. Demez olaydım. Kafama yediğim yastık ve bacağıma yediğim fiske yüzünden acıyla yüzüm buruşmuştu.


"Evlendim diyor ya bir de. Görüyor musun anne!" Günce sinirle karışık büyükçe bir kahkaha atarken teyzem de ona katılmış ikisi de ortada çok komik bir şey varmış gibi gülmeye başlamışlardı. Zira sinirleri epeyce bozuktu.


"Evlendim dedi duydun mu?" Teyzem bir eliyle karnını bastırıp gülmesini hafifletmeye çalışırken bir yandan da Günce'ye beni işaret ediyordu.


"Evet evet. Evlenmiş." Günce'de teyzemden farksızdı maşallah. Şaşkın bakışlarım ikisinin arasında gidip gelirken hafifçe ben de gülmüştüm. Zira benim de sinirlerim bozuktu.


"GERİZEKALI!" dedi ikisi de aynı anda susup. Ben ne numara yapabiliyordum ne de bana yapılan numaradan anlıyordum. Onlar gayet iyi yapardı ana kız. Ne vardı bu yönüm onlara çekseydi. Ama hakları da var desem yalan olmazdı sanırım. Şu an bana ne deseler haklılardı.


"Yahu kızım." dedi teyzem az önceki siniri bozuk halinden bir anda arınarak. Eliyle beni çekip yatağına oturtmuştu. "Bak işin ucunda abim var diyorsan anlarım anlamasına da kendini ne diye ateşe attın onu anlamadım işte. Madem töredir adettir diyeceklerdi ondan önce sana 'kızım' da demeleri gerekmiyor muydu? Dediklerimi hoş gör Zühre. Sen beni anlarsın. Ama bu son yaptığını ben anlayamadım kızım." Sesi yumuşacık ve sorgular bir tondaydı.


E haklıydı kadın. Ben ki bu yaşıma kadar her sorduklarında bir kardeşim var o da Günce derdim. Ama şimdi kalkmış yıllarca beni herkesten saklayan abim için gidip bilmediğim bir adamla evlenmiştim. Kim olsa anlam veremezdi. Kim olsa önce kızar sonra bunu niye yaptığımı sorgulardı. Gerçi ben bile bunu yaptığıma pek anlam veremiyordum ya.


"Kızım seni tehdit falan mı ettiler?" Gözlerinin en içindeki korkuyu çok net görebiliyordum. Yeşile çalan ela gözleri o korkuyla titriyordu. Benim tenimden daha sıcak olan üzerinde yakından bakınca güneş lekesi olduğu belli olan ellerinin ikisini de yanaklarıma yerleştirmişti. "Doğru söyle Zühre. Zorla mı evlendirttiler seni?"


"Kafana silah dayamaları lazım Züh. Sen hayatta kabul etmezsin böyle bir şeyi. Bir şey söyle. Neyle tehdit ettiler seni?" İri gözlerimi bir Günce'ye bir de teyzeme çevirmiştim çaresizce. Aslında kimse tehdit etmemişti. Ben bellerinde taşıdıkları silahları eninde sonunda kullanırlar demiştim ama kimse o silahları bellerinden çıkarıp benim başıma dayamamıştı. Yani ortada zorla olan bir şey yoktu.


"Hayır. Kimse tehdit etmedi." Sesim cılız ve kuruydu.


"E o zaman ne oldu Zühre? Abimi düşündüm demeyeceksin herhalde?"


Aslında onu da düşünmemiştim. Eğer abimi düşünecek olsaydım muhtemelen kaçar ve 'Ne hali varsa görsün' derdim. Sanırım bunu yaparken zerre de pişmanlık duymazdım. Çünkü o da bazı şeyler için olması gerektiği zamanda pişman olmamıştı. Zaten pişman olunacak zamanları çoktan geçmiştik.


Ne Gülnare ne abim ne de 'berdel' diye tutturdukları ama benim sözlüğümde karşısında saçmalıktan ibaret olan şey umrumdaydı. Yıllarca umursanmayan biri olarak umursamamayı da artık kolaylıkla yapabiliyordum.


Ama ortada doğmamış bir bebek vardı. Ki ben buradan arkama bakmadan bile gidersem o bebeğe de yazık olacaktı.


Evet, bunca şeye aldırmayıp doğmamış bebeği düşünmüştüm ben de. Ağlamadığını nadiren gördüğüm ve hayatımı tümden değiştirmek için hayatıma girmiş olan Gülnare, kıvırcık saçları günün en yolunası olduğu saatlerinde yine ağlayarak bebeğinin ultrason fotoğrafını göstermişti. Belki 'Hamileyim' demesi bile bu kadar içime dokunmamıştı ama o fotoğrafı görmek içimde bir şeylerin titremesine neden olmuştu.


Şimdi sen tüm bu evlilik saçmalığını gördüğün bir ultrason fotoğrafına dayanarak mı kabul ettin dediklerinde sanırım 'Evet' demekten başka da çarem kalmayacaktı. O gün orada Korhan gelip de 'Vazgeçmeyecekler. Ve ben de ne yapacağımı bilmiyorum' dediğinde tamamen şakadan ortaya attığım bu fikri ikimizde onaylamıştık.


Evet, evlenelim diye ben demiştim.


4 gün önce


"Ben Gülnare'nin abisiyim. Korhan. Biraz konuşabilir miyiz?" dehşete düşmüş bir halde karşımda konuşan adama değil de onun oturduğu tekerlekli sandalyeye bakakalmıştım. Halbuki adımı atacak ve esip gürleyecektim ama diyeceğim her şey dilimin ucunda birbirine çarpıp tökezlemişti.


"Aman." Dedi halam şaşkınca. Zaten beni gördüğünden beri şaşkın şaşkın konuşmadığı bir an bile yoktu. 'a' harfini de epey bir uzatmıştı şaşkın ses tonuyla. "Demek Korhan sensin." Bu sefer de şaşkın şaşkın bakma sırası bana geçmişti.


Aynı şehirde yaşayıp, tanınan iki aile olduktan sonra birbirlerini bilmemeleri epey bir garip gelmişti ne yalan söyleyeyim. Ne bileyim böyle nüfuzlu iki ailenin her ferdi birbirini tanımalıydı bana göre. Yani halamın şaşkınlığına şaşırmam da haklıydım.


"Evet. Ben Korhan. Korhan Arslanoğlu. Gülnare'nin abisiyim." Bu ailenin hepsi soyadlarını bastırarak söyleme gereği duyuyordu sanırım. Çünkü Tahir Arslanoğlu da aynı şeyi yapmıştı.


"Memnun oldum oğlum. Ben de Zeynel'in halası. Cahit'in küçük kardeşiyim. Ne konuşacaksın de hele." Halam anında içine düştüğü şaşkınlıktan sıyrılıp bu sefer de meraklılığı bürünmüştü üzerine. Ona doğru bir adım atıp meraklı bir şekilde de eğilmişti ona doğru. Bense halen olduğum yerde onun oturduğu sandalyeye bakıyordum.


Elbette hayatımda ilk defa tekerlekli sandalye görmüyordum. Elbette daha önce çok kez görmüştüm ama şu an öyle garip hissetmiştim ki kendimi. Aslında ne garipsenecek ne de şaşırılacak bir durumdu.


"Ben de memnun oldum fakat ben sizinle değil de Zühre hanımla konuşmak istiyorum. İzniniz olursa tabi." Yani yirmi üç yıl sonra tanıştığım halamdan izin istemek içimden kahkaha atma isteğini coştursa da dişlerimi dudaklarıma batırıp şaşkın bakışlarımı ona çevirmiştim.


"Geç oğlum tabi konuş." Halam anında merakından da arınıp kapının önünden birkaç adım yana kayarak onun geçmesi için yol açmıştı. Ben gözlerimle halama 'neler oluyor' desem de birbirimizi tanımamamın verdiği şeyle halam ona yaptığım kaş göz işaretini asla anlamamıştı. O ise halamı kibar bir şekilde selamladıktan sonra yavaşça bizim çıkmak üzere olduğumuz odaya girmişti.


"Ne konuşacaksınız benimle?" dedim sesim sert bir şekilde çıksın diye uğraşırken. Sanırım bu karşımdakini korkutmak için uğraşlarımdan biriydi. Aslında şaşkınlığım konuşmak istemesine bağlıydı biraz. Sonuçta ben buraya kendi rızamla gelmemiştim. Avlu ana baba gününe dönüvermişti. Vuran da kıran da belli değildi. Ama şimdi 'kibarca' konuşmak isteyen biri çıkınca şaşırmıştım elbet. Sandalyesine şaşırdığım gibi.


"Kusura bakmayın. Rahatsız ve tedirgin ettim sizi ama. Böyle olmasını istemezdim." Eğer gözlerimi oturduğu sandalyesinden çekebilseydim belki yüzünde kurduğu cümleye eşlik eden bir mahcubiyet olup olmadığını görebilirdim.


"Anlamadım." dedim zorla bakışlarımı kaldırırken. Kendisi böyle olmasını istemezdim diye niye girmişti ki konuya?


"Yani kardeşim ve senin abin. Babamın diretmesi. Bu şekilde burada bulunmak istemezdiniz elbet. Ama..."


"Aması ne pardon?" olduğum yerde mıhlanmış olan ayaklarım nihayet yerinden kımıldayıp ileri doğru bir adım attığında kollarımı göğsümde bağlamıştım. Çenemi hafifçe yukarı dikerken olabildiğince sinirle bakmaya uğraşıyordum. "Kabul etmişsin şu 'berdel' denen saçmalığı ve gelip 'burada bu şekilde bulunmak istemezdiniz' mi diyorsun. Ya güldürme." Delirme çizgisini geçmek üzereydim.


"Zaman kazanmak için dedim ben onu. Zaten tansiyon yüksek. Amaçları bu işi kabul ettirmek. Uzadıkça uzuyor görmüyor musun?" Sandalyesini tam odanın ortasındaki halının üzerine ilerletip durmuştu. Asla bana bakmazken dışarıdan sesleri gelen kalabalığı izlemeye başlamıştı pencereden.


"Valla ben anlamıyorum sizin adet töre dediğiniz şeyleri. Abim de kardeşin de asla umrumda değil. Acayip ağlayan biri. Neyse. Yanisi bana ne. İlgilenmiyorum."


"Aslında bakarsan benim de ilgi alanım değil bunlar. Ben de pek anlamıyorum."


"Gülnare hamile." dedim dan diye. Zaten burada bu kadar oyalanmamın sebebi de bu değil miydi?


"Biliyorum." Ve şaşkınlığım da katlanmıştı bu vesileyle. "Sadece ben biliyorum aileden." Diye de ekleyip benim soru işareti dolan aklıma bir nebze olsun nefes aldırmıştı. "Kabul ettim dedim çünkü bu curcunayı hafifletip düşünmem gerekiyordu. Ama vazgeçmeyecekler ve ben ne yapacağımı bilmiyorum."


Delirme çizgisinde dolaşıyordum ya geçmiştim de artık. Beynim koyu çorbadan halliceyken dayanamayıp gülmeye başlamıştım. Elimi 'pardon' der gibi kaldırmıştım ama durduramıyordum da kendimi. Deliriyordum. "Oldu olacak evlenelim bu curcuna bitsin diye. Fırlatalım yüzlerine aile cüzdanını ve 'Ne gerek var adam öldürmeye' diyelim. Nasıl olur ama? Millete iyi şok olur."


Kurduğum cümleye bir kahkaha daha atarken kendimi frenlemiştim güç bela. O ise bana 'Deli' herhalde bu kız diyerek çattığı kaşlarıyla bakıyordu. Hele bir de tanısaydı kesin deli derdi. Sağ elinin işaret parmağıyla alnını kaşıdıktan sonra bir müddet gözlerini yerde dolaştırıp bana çevirmişti bakışlarını.


"Fena fikir değil aslında." dedi benim deliliğime katılarak. Sanırım onun da benden pek farkı yoktu. Az önce bastırdığım kahkahalarım yine can bulurken ağzımda bu sefer de onun beni ciddiye almasına gülüyordum. Güldüm... Güldüm... Güldüm... Ama o ne güldü ne de 'şaka yapıyorum' dedi. Yüzü epey ciddi bir hale bürünmüştü. En son kahkaham ağzımda yarım yamalak dışarı fırladığında öksürerek durdurmuştum kendimi.


"Şaka yapmıştım." dedim halen bana ciddi halde bakan adama.


"Onu anladım ama bebek doğana kadar sadece. Ne bileyim en azından bebeğin başına bir şey gelmemiş olur." Ciddiydi. Şaka olabilecek kadar komik bir şekilde ciddiydi. Ortaya öylesine attığım ve tamamen ironi amaçlı cümlemi ciddiye almıştı.


Zaten ne geliyorsa da bu boş boğazlığımdan geliyordu başıma.



5 gün sonra


Öylesine ortaya attığım fikir can bulup ayaklarıma dolaşmak için hazırdı artık. Kırmızı kapaklı defter salonda yankılanıp herkesi sarstıktan sonra beş gün su gibi akıp geçmişti.


Yirmi üç yıllık hayatımın sonlarına yaklaşırken birçok şeyi bu kadar hızlı yaşayacağım aklıma asla ama asla gelmezdi.


Yirmi üç yıl boyunca dümdüz bir yolda zaten güç bela yürürken şimdi benden dağa tırmanmamı istiyorlardı. Ben ki dümdüz yolda bile şaşabilen biriyken dağ tepe de ne yapardım kim bilir?


"Kızım karar veremedin mi?" dedi sol tarafımda oturan Cevriye halam. Artık isimlerini aklımda tutmaya başlamıştım. Mesela boyu biraz daha kısa olup kilosu biraz daha fazla olan Cevriye halamdı. Her ne kadar Hayriye halam ona ikizi kadar benzese de boyu ona nazaran daha uzun ve daha güleç bir suratı vardı. Ayşe halam ise ailenin en kısası ve en tombişiydi. Yanakları geldiğim günden beri kırmızıydı. Sürekli şalının ucuyla kendisine rüzgar yapıp serinlemeye uğraşıyordu ve onun hakkındaki yargımda da yanılmamıştım. Menopozdaydı.


"Fark etmez ya." dedim önümdeki koltuklara serilmiş birbirinden beyaz gelinliklere bakarken. Ne bileyim gelinlik böyle seçilmemeliydi bana göre. Eğer manavdan karpuz alıyor olsaydım daha az zorlanırdım ama bu farklıydı. Yani hepsi birbirinden güzel olduğundan değil de hiçbirini giymek istemediğimden karar veremiyordum. Kot tişörtle gelin olunmuyor muydu yani?


"Aa bak bu modellerin hepsi daha yeni. Cavidan hanımın özel parçalarından yollatmışlar sana." Bayağı bir kabarık ve süslü olan gelinliği güç bela kaldıran halam bana doğru özenle gösteriyordu elindeki ağır parçayı. Bence elindeki benim kilomun bilmem kaç katıydı ve gereksiz süslüydü.


"Aa bak bu da en beğenilen parçaymış." dedi Cevat amcamın karısı. Nedense onun adını unutup duruyordum. Elindeki öncekinden daha da kabarık gelinliği bana doğru özenle göstermişti o da.


Acayip sıkıcıydı bu iş. Ertesi gün düğünü olacak biri için son dakika gelinlik seçmek bence dünyanın en mantıksız işiydi. Tabi bizim işte mantık aramak apayrı bir mantıksızlıktı. Çünkü geçen hafta nikahı kıyılan biri olarak böyle bir şeye asla gerek duymuyordum. Bir umut teyzem ve Günce'ye çevirmiştim bakışlarımı. İkisi de somurtarak bana gelinlik gösteren kadınları izliyorlardı.


"Neyse ya gelinlik kolay iş." Ellerimi birbirine çarpıp ayağa kalkarken sahte bir gülümseme kondurmuştum yüzüme. "Giyiveririz birini olur biter."


"Aman." dedi Hayriye halam 'a' harfini gereksiz bir şaşkınlıkla uzatırken. "Olur mu hiç öyle? Sanki gelinlik değil de tişört seçiyor kendine."


"Ne var canım gelinlik bulamazsak tişört giyerim. Sorun yok hanımlar. Ben sıkıldım. Sonra bakarız artık." Onları güç bela odadan çıkarırken tek istediğimin biraz yalnız kalmak olduğuna inanıyordum. Ne halalarım ne de yengelerim bu duruma saygı duyuyordu. Onlara göre o gelinlik seçilmeli, eksik bir şey kalmamalıydı. Ama tak etmişti be canıma. Yeni bir akım şart bu düğünlere Zühre. Hatta düğünsüz evlenme adet olmalı bence. Ya sence?


Yirmi üç yıl sonra tanıdıkları yeğenlerine telli duvaklı düğün yapma derdindeydiler. Olanlara bakılırsa sular durulmuş, şiddetli yağmurlar durmuş, şimşekler çakmıyordu artık. Ne abim ne de Gülnare ölecekti. Geriye her kötü anıyı yutup düğün yapmak kalmıştı. Tabi ki böyle nüfuzlu iki aileye de bir düğün yakışırdı. Ne gerek var diye avazımız çıktığı kadar bağıralım mı Zühre?


"Oh be." dedim derin bir nefes verirken. Onları güç bela odadan çıkarmış kapıya zorla kendimi dayamıştım. "Nihayet gittiler. Bir an hiç bitmeyecek sandım. Ay ben ne anlarım canım gelinlikten." Yavaş yavaş az önce oturduğum el işlemeli koyu kahve koltuğa geri oturmuştum. "Teli ayrığı duvağı ayrı. Ne gerek var yani. Boş. Bomboş."


"Değil mi bomboş Zühre. Sen ne güzel kaçmıştın halbuki bu kadar işten. Zaten sırf gelinlik hengamesi olmasın diye de gidip gizli gizli evlendin." Günce o gün yine formundaydı. Aslında her kelimesinde de haklıydı ya.


"Biz kimiz ki zaten değil mi Zühre? Ne ben senin teyzenim ne de bu kız senin kardeşin? Öyle danışmadan etmeden evlenmek oldu yani?" Teyzem de ne dese haklıydı. Ve ben bu kadar haklı sözün altında ezildikçe eziliyordum. Verecek tek bir cevabım yoktu. Olmayacaktı da.


Yerimden yavaşça kalkıp ikisinin olduğu koltuğun önüne bağdaş kurarak oturmuştum. Bir elimi birinin dizine diğerini de diğerinin dizine yerleştirip ezgin bakışlarımı ikisinin üzerinde dolaştırmaya başlamıştım.


"Çok kızdınız haklısınız. Belki beni affetmeyeceksiniz. Onda da haklısınız. Ne deseniz de ne yapsanız da sonuna kadar haklısınız. Ama şimdilik. Lütfen. Beni de anlamaya çalışın."


"Anlayamıyoruz kızım. Sen ki sana zorla bir şeyi asla yaptırtmazsın, bir tarafını kesseler bunu kabul etmezsin ama bunu anlayamıyorum Zühre. Sen benim elimde büyüdün. Ben bir gün seni Günce'den ayırmadım. Seni ben doğurmadım ama ben büyüttüm kızım. Sen annenin, kardeşimin emanetisin bana. Biz senin ciğerini biliriz. Ama bu yaptığını anlayamadık. Günlerdir kafa patlatıyorum ama cevabını bulamıyorum."


"Haklısın teyzecim. Hem de dibine kadar ama öyle gerekti. Abim için." Yalandan kimse ölmemiş belki ama biri evlenmiş. Tanıdık geldi mi Zühre?


Kafamı teyzemin dizine yaslayıp derin bir nefes çekmiştim içime. Günlerdir aldığım nefesin bile bir anlamı yokken içime giren oksijenler beynime gitmeyi tümden reddediyordu artık. Hal böyle olunca benim çorbadan hallice beynim artık daha da salmıştı kendini. Kendime gelmem için kafama saksı değil balkon düşmesi şarttı.


Günce'nin tenimden daha sıcak eli yanağımla buluşmuştu. Biz oluşan bu derin sessizlikle birbirimize bir şeyler anlatıyorduk. Ve ben bana her 'neden' diye sorulduğunda derin bir sessizliğe bürünecektim belki.


Odanın kapısı belli belirsiz tıklatıldıktan sonra Gülnare ve kıvırcık saçları odaya giriş yapmıştı. Şaşırtıcı derecede gözleri ne nemliydi ne de ağladığına dair bir iz vardı yüzünde. Hayrete değil hayretlere düşmeliydik.


"Gelebilir miyim?" dedi cılız bir sesle. Girmişti bir kere odaya şimdi gelme desek ayıp olur muydu ki? Girdin ya zaten de diyebilirsin bence. Sence?


Gülnare her ne kadar sinir bozucu, yolunası biri olsa da gözlerinin içine baktığımda içimi tuhaf yapan bir şeyler vardı. Bunda belki hamileliğinin belki hala olma isteğimin belki de o masum iri ela gözlerinin payı vardı. Koyu kumral, kıvırcık gür saçları tam yolunasıydı. Ve ne yalan söyleyeyim güzeldi de. Hatta ben onu ilk gördüğümde fazla güzel bulmuştum.


Her ne kadar güzel olsa da, masum görünse de bu onu teyzem ve Günce'nin öldürücü bakışlarından kurtarmayacaktı. Çünkü o abimle kaçmak gibi bir eylemde bulunmasaydı şartlar bu şekilde asla olmayacaktı.


"Ne var ne istiyorsun?" Günce aklımdan geçen diğer şeyleri sesli bir şekilde dile getirip oturduğu yerden yavaşça ayağa kalktığında arka planda çalan gerilim müziğini bir tek ben duyuyor olamazdım herhalde. Sol elini aheste bir şekilde beline koyarken aynı ahestelikle de saçlarını geri savurmuştu. Bu 'seni yiyeceğim' demesinin hazırlıklarıydı.


"Şey ben... Ben ... Zühre'ye şey diyecektim..."


"Şey ney?" Dişlerinin arasından konuşarak ona doğru adım attıkça Gülnare'de bir adım geri atmaya başlamıştı.


"Şey..." Korkmuştu yazık.


"Tamam korkutma kızı." dedim yerimden kalkarken. Günce bunu hep yapardı. Sevmediği, zıt gittiği biri olduğunda yüzündeki o memnuniyetsiz ifadeyle kurbanlarının üzerine yürürdü. Bazı durumlarda kim kurban bilinmezdi ama burada kurbanın kim olduğu açıktı vallaha. "Ne istiyorsun Gülnare?"


"Şey... Ben seninle konuşacaktım da..." Aslında şu an burada olması garip bir durumdu fakat şimdi durup da bunu sorgulamayacaktım. Sadece benimle konuşmak için buraya gelmiş olamazdı. Ne bileyim gidip yarın ki düğününe hazırlık falan yapması lazımdı. Çeyiz hazırlıkları bana kalırsa tamdı. Abimle kaçmadan önce epey bir geçmişleri olduğunu düşünürsek ohoo hazırlıklarının bitmiş bile olması lazımdı. Sor bakalım bir eksiği var mıymış Zühre?


"Ay daha fazla duramayacağım ben. Gidip nefes almam lazım." Ellerini kendine yelpaze yapan teyzem oflar puflar ederek yerinden kalkıp çıkıp gitmişti odadan. Tahammül etme sınırını çoktan aşmıştı zaten. Yıllarca bana tahammül eden kadın bir an olsun bile sabrının taşmasına izin vermezken benim bu son yaptığım epey taşırmıştı sabrını. Günce'nin zaten doğduğundan beri sabrı taşık olduğundan o da annesinin peşi sıra terk etmişti odayı. Ölümcül bakışlarını da yanına alarak.


"Ne var Gülnare?" Ellerimi siyah kot pantolonumun arka ceplerine sokup kaşlarımı hafifçe kaldırmıştım. Eğer ağlamadan anlatmayı becerebilirse bir şeyler diyecekti bana.


"Ben sana teşekkür etmeye geldim Zühre. Malum kaç gündür çıkamıyorum da evden." İri ela gözlerini yerden kaldırmıyor, bakışlarını benim kendini yolmak için bağıran bakışlarıma asla değdirmiyordu. Madem konuşmaya bu kadar çekinecekti ne diye gelmişti ki?


"Teşekkür ediyorsun?" Ellerimi ceplerimden çıkarıp göğsümde birleştirdiğimde adımlarım ağır ağır onun etrafında dolanmaya başlamıştı. "Ne için peki? Beni zorla buraya getirttiğiniz için mi? Yoksa beni bu boktan duruma mecbur bıraktığınız için mi? Ya da beni boka sokup da kendiniz mutlu mesut bir yuva kuracağınız için mi? Söyle bakalım Gülnare. Hangisi için? Dur ben cevap vereyim. E hepsi."


Etrafında bir tur atıp tam önünde durduğumda bir elimle kolunu kavrayıvermiştim. Ben bana bakmadan konuşan insanları sevmezdim. O da kafasını kaldırıp ben konuşurken bana bakmalıydı.


"Özür dilerim Zühre. Özür dilerim." Ve işte o herkesin merakla beklediği an. Ellerini yüzüne kapatan Gülnare yine başlamıştı ağlamaya. Sanırım dünyaya ağlamak için gönderilmişti. Kaçsan mı Zühre?


"Tamam ağlama. Ağlaman için söylemedim." Ya ne için söyledin Zühre? Kız zaten ağlamaya bahane arıyor be. "Tamam belki biraz öyle yapmış olabilirim ama ağlama lütfen. Dayanamıyorum. Bak ben ağlayan birine acayip sinir oluyorum. Sinir oldukça da düşünemiyorum. Kısır döngüye giriyorum anladın mı? Lütfen sus!"


Burnunu çekip susmuştu ama göz yaşları halen akıyordu aşağı aşağı. Bu sefer de içine içine ağlamaya başlamıştı.


"Haklısın Zühre. Her şey benim yüzümden. Çok özür dilerim. Ben böyle olsun istemezdim."


"Maşallah istemediğin halin buysa. Yahu gidip çocuk yapmışsın abimden!" Ses tonum kontrolümden çıktığında Gülnare'nin iri ela gözleri daha da açılmıştı korkuyla. Biri duyacak diye ödü kopuyordu. Ama çıkmayacak mıydı bu işin kokusu canım.


Bir bebek dokuz ayda doğardı en normalinde. Az biraz zaman sonra karnı şişmeyecek miydi bu kızın? Ay gaz var bende mi diyecekti? Ya da bizim çocuk erken doğmaya karar verdi mi diyeceklerdi? Sonunu düşünmeyen görmüştüm ama bu kadarına da pesti.


"Zühre..." dedi hıçkırıklarının arasından.


"Bak her şeye karnındaki bebek için katlanıyorum. Sırf onun başına bir şey gelmesin diye gidip evlendim ben. Yoksa ne sen ne de abim umrumda. Hiçbir şeyi umursamıyorum ama o masum bebek için tüm bu olanlar."


"Teşekkür ederim." dedi fısıltıyla. Bu fasılları geçmeliydik. Eğer teşekkür etmek istiyorsa ağlamamalı ve gözüme görünmemeliydi.


"Hiç anlamıyorum ama nasıl oluyor da abim gibi bir insanı sevebildin?" Bu da benim alem sorumdu. Kız sevmekle kalmayıp çocuk yapmış Zühre.


"Gönül bu Zühre. Kime konacağını bilmiyor işte. Ama abini çok seviyorum ben. Böyle onu düşününce bile kalbimde tuhaf şeyler oluyor." Elini kalbinin üzerine koyup yarım yamalak gülümsemişti. Güzel kızdı. Şiş ve kızarık gözleriyle bile güzel kızdı. En azından ağladığında ağzı yüzü kayanlardan değildi. Bense uzun zamandır ağlamamıştım ama heralde ağlasaydım ağzı yüzü kayanlar derneğinin başkanı olurdum.


"Ne Bileyim Gülnare. Yalan söyleyemeyeceğim valla. Güzel kızsın. Hatta abime fazla güzelsin. O buzdolabının teki. Çok farklısınız ondan dedim." Valla abinin buzdolaplığı bir sana herhalde Zühre. Yoksa maşallah Gülnare'yle pek sıkı fıkı.


"Sen de zamanla anlarsın beni. İnşallah sen de benim gibi seversin de o zaman ne hissettiğimi anlarsın." Yüzündeki sımsıcak gülümseme sinirimi nedense artırmıştı.


"Aman kalsın." dedim. Sevmeye de sevilmeye de kafa patlatamazdım. Halim haraptı bir de buna asla gerek yoktu. "Siz sevin sevilin. Ben sadece bu bebek doğsun ve bu çile bitsin istiyorum o kadar."


Çile çoktu bu dünyada. Biri bitmeden biri başlardı elbet. Büyük konuşmamak lazımdı. İleride yaşayacağımız çileler belki şimdi yaşadıklarımızın kat be katı olacaktı. Kim bilir.



🐦




"Neyse ya. Daha çok sürecek mi şu davul zurna işi?" Elimi sıkıntıyla saçlarımın arasından geçirip dirseklerimi dizlerime dayamış, yanaklarımı da sıkıntıyla ellerimin arasına bırakmıştım.


"Ne o gelin hanım. Acelen mi var? Kocan mı bekler evde?" Günce yine formundaydı o sabah. Sıkıntıyla siyah elbisesinin eteklerini çekiştirip omuzlarının hemen altında biten doğuştan fönlü saçlarını geri savurmuştu. Teyzem ve ikisi bugün simsiyah giyinerek matemlerini açıkça belli etmeye çalışıyorlardı.


"Sıkıldım. Sabahtır davul zurna çalmaktan yorulmadılar mı acaba?" Yazık değil miydi canım o adamlara da. Tüm nefesini bir düğün uğruna harcamak zor işti. Ciğerleri epey kuvvetli olmalıydı zurna çalan kişinin. Yoksa bunca saat kimse dayanamaz, Denizli horozu misali baygınlık geçirirdi.


"Valla ben de sıkıldım Zühre. Tüm yaşadığımız bu saçmalıklardan sıkıldım. Şuraya bak ya. Evleniyorsun resmen." Saçlarını bir kez daha savuran Günce perdeyi sinirle geri kapatmıştı.


"Yalnız ben evlendim." dedim umursamazca. Cidden buna mı takıldın Zühre?


"Geri zekalı." diye mırıldanan Günce makyaj masasının üzerindeki sürahiden iki bardak dolusu suyu tek dikişte içmişti. Normalde de fazla su tüketen biriydi ama bu sefer içindeki yangını bastırmaya çalışır gibi bir hali vardı.


"Teyzem nerede?" dedim ellerimle yanaklarımı daha çok bastırırken. Sabah bir ara görmüştüm ama sonra ortadan kaybolmuştu.


"En son abin ve babanı haşlıyordu aşağıda. Gerçi iş işten geçti ama. Hele bir de Balca duyunca olacaklara bak."


"Aman demedin değil mi bir şey." Yerimden hızlıca kalkarken ayağıma dolanan gelinliğin eteğini geri savurmuştum ama yürümeyi yine becerememiştim. Ya Allah deyip etek uçları iki alimle bir kaldırıp güreşçi edasıyla Günce'ye doğru adımlamıştım.


Allah'tan gidip halalarımın bana gösterdiği o kabarık etekli gelinliklerden birini giymemiştim. Ben dümdüz, bir elbiseden farksız duran üzerimdeki beyaz kumaşı zaten zar zor taşıyordum.


'Bunu öylesine getirmiştim ben. Hatta getirdiğimin bile farkında değilim. Nikah elbisesi olarak kullanılan bir parça aslında.' Kabarık ve süslü seçenekler arasında en gösterişsiz ve sade olan elbiseyi elime alıp 'Bu olsun.' deyivermiştim. Kollarında geniş bir tül parçası olan, v yaka beyaz elbise üzerime ne kadar bol gelse de, halamlar 'olmaz' çok sade deseler de ben dinlememiştim.




Yumuşak bir kumaşı olan elbiseyi kırışacak endişesi bile olmadan eteklerinden toplayıp yürümüştüm Günce'ye doğru. "Aman duymasın Balca. Ortalığı birbirine katar tutamayız sonra onu."


Balca Günce'den sonra kardeşim dediğim bu dünyadaki ikinci en iyi arkadaşımdı. Aynı mahallede beraber büyüdüğüm biriydi.


"Ne kadar saklayacaksın peki? Söyleyecektim ama ta oradan kalkıp buraya gelmesin ve ortalığı ateşe vermesin diye ses etmedim. Zaten yokluğunu fark edecek."


"O şimdi yoga matıyla aşk yaşıyordur. Pilatesinden yogasından alıkoymayalım onu. Bir ara söylerim ben ona." Baş parmağımın kenarını sıkıntıyla dişlemeye başlamıştım.


Stresli anlarımda bayılmak gibi olan özelliğimin yanında bir de tırnaklarımın kenarındaki etleri de dişlerdim. Bilinçsizce yaptığım bu eylem kim bilir ne zaman başlamıştı ben de. Parmağını yesen geçmez o stres Zühre. Ben sana diyeyim.


"Ay bir araba topluluğu geliyor Zühre!" Heyecanla perdeyi geri açan Günce bir elini dizine vurmuştu sinirle. "Gidip hepsinin tekerini kesmek lazım." O biraz sıkar yalnız Günce. Adamlar çok. Çok olan adamların bellerinde de silahlar çok.


"Neyse ben ineyim bari aşağı." dedim gelinliğimin eteği kucağımda kapıya doğru ilerlerken. Küçük Emrah misali kafamı da yatırmıştım yana. Demiştim ya, ölümden kaçamazdı insan. Ben buradan da kaçamayacağımı öğrenmiştim. Sadece birazcık sabretmem gerekecekti. Bebek doğacak ve tüm bu katlanmak zorunda kaldığım saçmalık bitecekti.


"Saçmalama!" dedi Günce kolumdan beni geri çekerken. "Sen de dünden razısın ha gelin olmaya. Ne bu acele hayırdır?"


Ben ne bilecektim canım. Gitmem gerekiyorsa gitmeliydim. Ben ne anlardım tüm bu saçma düğün sürecinden. Davulcusu zurnacısı şimdi de düğün konvoyuna basmazdı benim aklım.


Günce'nin çekiştirmesiyle gerisin geri yerime oturup kollarımı bağlamıştım göğsümde. Şimdi aşağıdan davul ve zurna sesleri daha yüksek ve daha hızlı duyulmaya başladığında bu sese kalabalık olduğu anlaşılan insan sesleri de karışıyordu. Arada çığlıktan daha tok ama bir melodi biçiminde çıkan ve genellikle kadınların yaptığı şeyin adı da 'zılgıt' tı.


"Hele gelelim biz." dedi kapıyı açıp bastonuyla içeri adım atan nenem. Hemen arkasında babam, Hicran hanım, Zeynep, abim ve teyzem vardı. Bu seferlik sanırım halalar ve yengeler karışmayacaktı.


"Kızım..." dedi babam ezgin bir ses tonuyla. Koyu kahve harelerinde gördüğüm şeye bir isim koyamıyordum. Ne yerimden kalkacak ne de bir şey diyecek gücüm vardı benimde. Göz kapaklarımdaki baskı kendi belli ederken derin bir nefes alıp ayağa kalkmıştım.


"Böyle olmamalıydı kızım. Senden beni affetmeni istemeyeceğim. Zaten ben kendimi affetmeyeceğim. Ben açtım tüm bu işleri başına. Hepsi benim suçum." Sol gözünden kaçan yaşı elinin tersiyle acele bir şekilde silerken boğazımdaki o koca yumruya rağmen güçlükle yutkunmuştum. Belki ona olan sinirim hiç geçmeyecekti. Ama kalbimde ona karşı hissettiğim şeyin bir babaya duyulan sevgi olduğunu biliyordum.


Yıllar önce yaptığı bir 'yanlış'ın meyvesiydim ben. Hayatım başlamadan yanlışlarla örülmüştü. Ve ben doğmadan boynuma geçmişti bu. Ne yapsam da ne kadar çabalasam da asla kurtulamayacaktım bundan. O yüzden bundan sonra attığım yanlış adımlar maruz görülmeliydi.


Onu affedecek kadar ona küskün bile değildim. Her ne kadar çocukluğumdan beri ona küstüğümü söyleyip dursam da ne yazık ki asla becerememiştim bunu. Keşke becerebilseydim.


"Hele yeter!" dedi babamın bana gözleriyle anlatmak istediği şeyleri bastonun sesiyle bölen nenem. "Torunumu yeni bulmuşken gelin ediyorum şu işe bak. Bu kız her şeyi sizin için göze aldı sizin için. Ağlaşmanın ne yeri ne zamanı." Titreyen elleriyle ellerimi tuttuğunda onun ilk defa ellerinin titrediğini görmüştüm. Sıcacık olan elleri yaz kış soğuk olan ellerimi sıkıca tuttuğunda parıl parıl olan harelerini benim mavi irislerime kilitlemişti.


"Başın dik dursun! Sakın eğme o boynunu. Sakın kendini de küçük hissetme. Ne olursa olsun ben varım. Arkamda dağ gibi duran bir nenem var diyeceksin tamam mı? Kimseye de güvenmeyeceksin. Ben seni geç buldum geç öğrendim ama sen de benim evladımsın tamam mı? Sen ne olursa olsun bir 'Hanoğlu'sun. Bunu unutma sakın tamam mı torunum." Yıllarca reddettiğim soyadım bana pek de güç veremeyecekti ne yazık ki. Buruk bir şekilde gülümserken yanaklarından öpmüştüm onu.


Hayatımda ilk defa bir nene sıcaklığı tadarken bunun çok da kötü bir şey olmadığını düşünmüştüm.


Teyzem ve Günce'yle daha sıkı sarılırken bunun bir veda olmadığını basa basa söylemiştik birbirimize. Ne olursa olsun ben aynı Zühre aynı 'Serçe Kuşu'ydum.


Abimin yüzüne bile bakmazken yüzündeki ezikliği bir kez daha görmüştüm ama içim cız dahi etmemişti. Hicran hanım bile oğluna o günden sonra mesafeli davranıyordu. Gerçi onun hiç suçu yoktu. Aldatılmış, oğlu kız kaçırmış bir anne olmak dünyanın en zor şeyi olmalıydı. Ama o buna rağmen ellerimden tutup oğlu adına benden bir kere daha özür dilemişti. Odadan çıkmadan da boynuma bir kolye iliştirmişti.


"Bunu aslında annem bana ilk evladın evlenirken ona ver diye vermişti ama Zeynel bunu hak etmiyor. Bu senin hakkın. Ben oğlum adına bir kez daha özür dilerim."


Duvaksız gelin mi olur diyen Cevriye halam son anda açık bıraktığım ama gelin olduğum bir nebze belli olsun diye dalgalandırılan saçlarıma duvak iliştirmişti. Her yerimi kapatan duvakla avluda birbirinden çok çalan davul ve zurnaların arasından geçip kapının önünde beni bekleyen beyaz Mercedes minibüse babamın kolunda varmıştım.


Gereksiz hiçbir adet yerine getirilmesin diye ettiğim tembihler tutulmuştu sağolsunlar. Bir kapı tutup para alsaydık be Zühre. Dolar plss.


Sayılı gün çabuk geçer dedikleri inşallah doğruydu. Gerçi Gülnare ne zaman doğururdu Allah bilir ya bebek doğana kadar inşallah zaman su misali akıp geçerdi. Ucu bucağı görünmeyen konvoy beni almaya geldiğinde Tahir ağa ve karısı Nurdan hanım yavaşça inmişti arabadan. Tahir ağa yine başı dik bir şekilde kendini kasarken Nurdan hanım gülümseyerek ellerimi tutmuş, araca binmeme yardım etmişti.


Yol çok uzun değildi. Ama konvoy kalabalık olduğundan ağır ağır ilerleyen arabalarla varmıştık 'Arslanoğlu' konağına. Gerçi bu benim için yine de pek bir şey ifade etmeyecekti. Ben yıllarca adımın yanına 'Hanoğlu' diye yazmamıştım. Şimdi tutup da Arslanoğlu diye de yazmazdım.


Gereksiz davul zurna sesleri onların avlusunda da pek çoktu maşallah. Berdel berdel diye tutturan Tahir ağa elbet oğluna ve soyadına yakışır bir düğün yapmalıydı ama değil mi. Bir sürü kalabalığı es geçip konağın giriş kapısından Tahir ağanın kolunda giriş yapmıştım.


Üç katlı büyük konak çok fazla olmasa da kalabalıktı. Zaten üç kişiden fazlası kalabalık değil mi senin için Zühre?


Zılgıtlar, davullar, zurnalar ardı ardına çalarken kalabalığın arasından nihayet içeri girmiştim.


Tül perdenin ardından bakıyormuş gibi duvağın altından çevreyi de izlemek epey bir garip hissettiriyordu insana. İnsanlara filtre koyulmuş gibi oluyordu. Göz kapaklarımdaki baskı, kulaklarımdaki uğultu gittikçe artarken ben çevremde olan biten her şeyi es geçip saçma sapan şeylerle kendimi rahatlatmaya çalışıyordum.


Mesela ayağımdaki beyaz stilettonun topuğu haldır huldur oturmamdan mütevellit gelinliğimin eteğine takılmıştı. Yerimden bir hışım kalkmaya çalışsam muhtemelen ikinci adımı atamadan yüzüm yerdeki pahalı halının desenine bürünürdü.


Ya da duvağım üzerine oturduğumdan biraz daha çekiştirsem kafamın üzerinden saçlarımı yola yola çıkardı muhtemelen. Aferin Zühre. Bayılmamak için başka saçmalıklar da düşünmelisin.


"Hele gel bakalım kızım takalım şunları sana." Nurdan hanım duvağımın altından da gördüğüm kadarıyla yüzündeki o büyük gülümsemesiyle gelip. Elindeki kutuları yanı başındaki sehpaya bıraktıktan sonra benim tenimden sıcak olan elleriyle ellerimi tutup beni yavaşça ayağa kaldırmıştı.


"Hoş geldin evine." Dedi büyükçe gülümsemesiyle. Sehpanın üzerindeki kutudan çıkardığı ve üzerinde kaç tane altın olduğunu sayamadığım bir zinciri dikkatlice boynuma takmıştı.


"Adet neyim istememişsin. Hakkındır kızım. Curcunaya da gerek yok. Sen nasıl istersen öyle olacak her şey." Dikkatle taktığı artık adına kolye desem küçük kalacak olan ve ne desem bilemediğim altın dolu zinciri düzeltmişti elleriyle. Duvağımın altından kaç tane altın olduğunu saymaya çalışıyordum bir yandan. Ayıp Zühre.


"Aslında herkes gelip kendi takmak istemişti takılarını ama hem sen hem de Korhan'ım evin içinde kalabalık istemiyoruz deyince böyle oldu. Ama için ferah olsun sen nasıl istersen öyle." Bir yandan da sağ elimi kendi elinin içine alıp kutudan aldığı bilezikleri takmaya başlamıştı.


Altın insanın hem gözünü hem de nefsini kör eder derlerdi. İnşallah benimkini etmezdi. Zira bileğimde ve boynumdaki ağırlıklar arttıkça artıyordu.


"Bir kızım vardı benim. Gelin olup gidecek az sonra ama Allah bana bir kız evlat daha gönderdi." Elinin tersiyle gözlerini kurulayıp bu sefer de sol elime takmaya başlamıştı altınları. Bense nemrut misali duygusuzca bana bir şeyler diyen kadını izliyordum. Hazır yüzün kapalı. Ağlama taklidi mi yapsan Zühre?


"Bir sıkıntın olunca hiç çekinme e mi? Ne istiyorsan çekinmeden iste, söyle. Aman bir şey derler diye bir çekinmen sakın olmasın e mi?" Yaklaşık on dakikanın içinde bir kuyumcudan daha fazla altına sahip olmuştum. Boynumda sayamadığım kadar altından oluşan kolyeden tutun da dirseklerime kadar da bilezikle dolmuştum. Bu konuda sıfır şakaydı. Gerçekten dirseklerime kadar bilezikle dolmuştum. Bana şuradan şuraya birkaç adım at deseler bu sefer gelinliğime dolanmak yüzünden değil altınları taşıyamadığımdan yığıp kalırdım. Acaba ben de kalabilir mi desem ayıp mı olur?


"Bazen bazı şeyler istediğimiz gibi olmuyor maalesef kızım ama sen kendini hiç farklı hissetme e mi? Burası da senin evindir artık. Gönül isterdi şartlar böyle gelişmeseydi ama. Sen sakın kendini rahatsız hissetme olur mu? Korhan'a da yardımcı ol. Olur mu?"


Tahir ağanın suskunluğu, Nurdan hanımın güleç halleri, tanımadığım birkaç kişinin soru sormaya çalışmaları altında biraz daha oturmuştum olduğum yerde. Bana afakanlar da yavaş yavaş gelmişti bu süreçte. Normalde çok da suskun olmayan ben buraya geldiğim yaklaşık bir saatlik şu zaman diliminde kendi bünyeme aşırı ters bir şekilde susmuştum. Susmaktan ötürü dilim damağıma yapışmıştı da. Zaten hava sıcaktı. Urfa daha bir sıcaktı. Bir klima falan olmalıydı bu konakta. Bunlar da pinti ondan taktırmamışlardır bir klima diyecek olmuştum ama üzerimdeki kuyumcu dükkanından hallice altınlara bakınca yutmak zorunda kalmıştım diyeceklerimi.


Ne zahmetli işti şu düğün. Hadi ben öylesine gelin olmuştum ama Allah gerçek gelinlere kolaylık versindi. Asla benlik bir iş değildi. Zira gerçekten evlenmek isteseydim biriyle sade bir nikah neyime yetmezdi. Bir bu adetlerin yapılmayan haliydi. Bir de yapılsaydı ne olurdu kim bilir?


Üzerime takılan altınlar yetmezmiş gibi bir de ağırlığımca altın mehir etmişlerdi. Tabi zavallı Zührecik ne bilecekti bu kadar şeyi. İmam sormuştu ben cevaplamıştım. Belki imam gitmezdi de akşam namazına müteakip kılınırdı cenaze namazım.


Nurdan hanımın yardımıyla konaktan dışarı tek katlı büyük taş yapıya götürülmüştüm davulların arasından. Fazla kalabalık olmaz inşallah dediğim, 'ama onlar aileden' dediği insanlar da maşallah epey bir vardı.


"Siz birbirinize emanetsiniz." deyip kapıyı arkasından kapatıp çıkmıştı dışarı.


"Ayh!" dedim basan afakanlarıma cevaben tül perde misali beni tümden örten duvağımı bir hışım kaldırırken. "Geldiler bana!" dedim şangır şungur odadaki halının ortasına yürüyerek. "Ne zor şeymiş canım bu!"


"Haklısın." dedi sandalyesini o da ilerletip tam karşımda durduğunda. Sağ eliyle boynundaki papyonu gevşetmişti memnuniyetsiz bir şekilde.


"Allah kolaylık versin canım gerçekten gelin olanlara." dedim duvağımla bir savaş haline girdiğimde. Bir türlü ucunu bulamıyordum. Ben bulamadıkça kolumdaki altınlar da şangırdıyordu. "Ay şunu da taktılar kafama."


"Yardım etmemi ister misin?" Olduğu yerden kımıldamamış tereddütlü bir şekilde bana bakmaya başlamıştı. Kafamı aşağı yukarı salladığımda bu sefer de boynumdaki altınlar şangırdıyordu. Umarım ömrünün sonuna kadar bu sesi duyarsın Zühre.


Önüne gidip arkamı döndüğümde hafifçe eğilmiştim yetişebilmesi için. "Tül perde gibi mübarek." dedim kıkırdarken. Sabahtan beri bir perde arkasından etrafı izliyordum resmen.


Duvağımdan kurtulduğumda derin bir 'oh' çekip atmıştım onu da bir kenara.


"Bu seninmiş." dedi yerinden halen kımıldamayan Korhan. Dizlerinin üzerinde duran siyah büyük kadife kutuyu bana doğru uzatmıştı.


"Ne ki bu?"


"Bilmiyorum. Yani buraya gelmeden annem tutuşturdu elime. Yüz bir şeyliği miymiş neymiş?" O da elinde ne tuttuğunu bilmeden kafasını hafifçe yana yatırmıştı. "Takı sanırım." diye de tahminini eklemişti.


"Ay kalsın." dedim kollarımı iki yana açarken. "Baksana şu halime. Daha fazla takı kaldırabilir mi sence bu beden?" Bir müddet şaşkınca bana baktıktan sonra benim deli gibi gülmeme yarım ağız eşlik etmişti o da.


"Ben çıkayım sen de dinlen. Karşı odada olacağım. Dolapta senin için eşyalar hazırlanmıştı gelmeden." Eliyle yatağın tam ayak ucunda buluna boydan boya ayna olan dolabı işaret etmişti. Sonra da eliyle yatağın sağ tarafında kalan kapıyı gösterip "Orası da banyo. Oradaki eşyalar da yeni. Bir şey olursa seslenebilirsin." Sandalyesini tam döndürüyordu ki seslenmem üzerine durmuştu.


"Şey..." dedim göz kapaklarımdaki baskıyı hissetmemeye çalışırken. Birkaç kere gözlerimi kırpıştırıp normal bakmaya uğraşmıştım. "Altınlar?" dedim kollarımı havaya kaldırıp. Çünkü her ne kadar bunlar bana takılsa da kabul edemezdim sanırım. Sen beni dinle Zühre!


Gelinliğimin eteğine takıla takıla attığım dört adımda onunla aramızdaki mesafeyi kapatırken birkaç kere de üst üste yutkunmak zorunda kalmıştım. Şimdi sırası değil Zühre!


"Onlar senin. Sen de kalabilirler yani."


"Hepsi mi?" dedim hafif yüksek çıkan sesimle. Sanki ses tonunda müthiş bir coşku var Zühre? Hayırdır sevindin altınların sende kalması fikrine.


"Evet. Sonuçta sana verdiler." Bir değil iki değildi bu da. Kilolarca altından bahsediyorduk. Birini al gerisini ver dese hiç şaşırmayacaktım halbuki.


"Ama ne bileyim çok bu." Onlardan ayrılmak istemediğini belli etmesen mi acaba Zühre?


"Kalsın. Ben de takmam ki hem." Hafifçe gülümseyip sandalyesindeki kola uzatmıştı elini. "Bir şeye ihtiyacın olursa seslen. Görüşürüz." Ben de görüşürüz demek için elimi havaya kaldırdığımda altınlarım ve bileziklerim benden önce davranıp 'Görüşürüz' demişlerdi. Ama bana hiç yabancı olmayan bir şey olmuştu tam o anda. Gözlerimdeki baskı yerini göğsümdeki ağırlığa bıraktığında altınlarım ve ben yeri boylamıştık bile.


Stres, kaygı ve bunalım. Hoş geldin bayılma.




🐦


Bölüm sonu


nasıl buldunuz bölümü


sizce ne olacak bundan sonra


beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın


sizi seviyorum Allah'a emanet olun 🐦

Loading...
0%