Yeni Üyelik
24.
Bölüm

Dönence

@seydnrgrsu

Şarkılar

Melike Şahin-Öpmem Lazım

Sena Şener - Teni Tenime

Sena Şener-Porselen Kalbim

Barış Manço-Dönence

 

💧

 

 

Bölüm upuzun. Arayı uzatmamızın şerefine iki bölüm uzunluğunda bir bölüm okuyacağız.

 

Ve demeden geçmeyeyim, sezon finaline birkaç bölümcük kaldı. Ve bu kalan bu bölümlerin hepsini sezon finali tadında okuyacaksınız. (Gözyaşım pıt🥲)

 

Bunun şerefine lütfen satır aralarını dolduralım, minik yıldızı aydınlatalım ve SERÇE KUŞU ailemizi genişletelim. Bence büyütmeyi hak ediyoruz.

 

Size küçücük bir spoi; sezon finalinden önce Kuzgun kimmiş öğreneceğiz.

 

 

 

Ve küçücük bir sitem;

Hani geçen demiştim ya size konu benzerliği olan bir arkadaşımız vardı ve Serçe Kuşu'ndan haberi olmadığını yeminler ederek söyledi diye. Aslında arkadaşın haberi varmış 😢 kurgusunun yayım tarihi Kasım ama Eylül ayında Serçe Kuşu'nun editlerine yorumlar yapmış TikTok'tan. Kurgu birebir değil sadece baş karakterlerimiz aynı özelliklere sahip. Ayrıca Serçe Kuşu 2021 yılında yazılan bir kurgu. Ama arkadaş bana yeminler edip görmediğini, bundan haberi olmadığını ısrarla söyledi. Yalana gerek yok. Kızmadım ama kırıldım haberiniz olsun. Ayrıca kurgusuna da 'bu şekilde yazılan ilk ve tek kurgu' falan demiş. Lütfen yapmayalım ya. Bu moral bozukluğuyla iki gün bir şeyler yazamadım ben.

 

Serçe Kuşu Korhan'ın yaşadıklarıyla, Zühre'yle kendine has, bu platformda tek kurgu. Lütfen bunu unutmayın. Taklitlerinden sakının. ❤️❤️

 

 

 

💧

 

'Simsiyah bir gecenin koynundayım...'

 

 

💧

 

 

Ilık bir rüzgar vardı. Tenimi okşayan yumuşak dokunuşlara eşlik eden ılık bir rüzgar. Rahat bir uykunun tam içindeydim. Bunu ayırt edebiliyordum. Gecede miydim yoksa gündüzde miydim emin değildim. Nerede olduğumu da bilmiyordum ama zihnim uzun zaman sonra ilk defa bulanık değildi.

 

Nerede olduğumu umursamayacak kadar rahat ve hafif hissediyordum.

 

Göz kapaklarımda dolaşan tatlı bir kızıllık vardı. Kirpiklerimi zorluyordu. Kuş cıvıltılarının arasında kulağıma düzenli yankılar da ulaşıyordu. Bir kalbin yankıları...

 

Saç tellerimde dolaşan ılık bir nefes vardı. Ara ara saç tellerime konan küçük öpücükler hissediyordum. Saç tellerim bile huzurluydu.

 

Kirpiklerim benden bağımsız hafifçe aralanırken gündüz olduğunu hatta sabahın erken saatleri olduğunu ayırt etmemi sağlayan güneş ışıklarına göz kapaklarımı sıkıca yummak istedim ama bedenim buna 'hayır' diyerek engellemişti beni.

 

"Günaydın..." dedi kulağıma hafifçe üflenen ve tüm tüylerimi diken diken eden yumuşak ses. Burnunu da hafifçe kulağıma sürtmüştü. Korhan'ın sesi...

 

"Günaydın..." diye mırıltıyla cevap verirken gözlerimi tekrar ve sımsıkı yummaya çalıştım. Güzel bir rüyadaydım ve uyanasım yoktu. Çok rahattım.

 

"Kalkmayacak mısın?" Burnunu kulağımın dininde tutmaya ve ılık nefesini boynuma üflemeye devam ettikçe tüm bedenime engel olamadığım bir elektrik dalgası yayılıyordu.

 

"Uyuyorum ben..." dedim tekrar mırıltıyla.

 

"Uyumadığını biliyorum Serçe Kuşu..."

 

"Yoo..." dedim kafamı hafifçe kaldırıp. Onun göğsünü yastık olarak kullanıyordum. "Nereden bilebilirsin ki?"

 

"Bakışlarım gökyüzünde, kulaklarımda bir serçenin cıvıltısı var. Bilebilmiş miyim?" Önüme düşen saçlarımı eliyle geri itelemiş, baş parmağıyla elmacık kemiğimi okşamaya başlamıştı. "Hiç uyanmayacaksın sandım..." Sesi halen daha kısık çıkıyordu.

 

İki elimi göğsünün tam üstüne koyup çenemi de hafifçe ellerime yasladım ve ben de onun koyu kahve ışıltılarına odakladım bakışlarımı. "Çok rahat uyuyordum. Sanki günlerdir uyumamışım gibi. Böyle kendimi en az bir haftadır uyumuş gibi hissediyorum."

 

"Bir hafta değil ama..." Gözümün önüne bir tutam saçım düşünce yavaşça onu kulağımın ardına iteledi. "Yirmi dört saati geçti uyuduğun."

 

"Yirmi dört saati geçti mi?" dedim şaşkınca. Gözlerim iri iri açılmıştı. Hey maşallah Züh.. yirmi saatlik rekorumuzu kırdık desene... "Niye uyandırmadın beni?"

 

"Çok güzel uyuyordun."

 

"Allah Allah? İnsan bunun için uyandırılmaz mı be? Aşk olsun Korhan ya..." Hafifçe dudak büzüp kafamı göğsüne bıraktım. Bir eli halen daha saçımda dolanıyordu.

 

"Olsun..." Dudaklarıma onun görmediği ve benim engel olamadığım bir gülümseme yayılıvermişti. Onun kalbinin düzenli ritimleri kulağımı doldururken kendi kalbimin paldır küldür atmasına derin bir nefes almam gerekiyordu.

 

"Ben şimdi yirmi dört saatten fazladır uyuyorum öyle mi?" dedim kafamı göğsünden kaldırmadan. Maşallah Zühre...

 

"Evet Serçe Kuşu... Bayıldığından beri uyuyorsun."

 

"He bir de bayıldım ha?" dedim aynı şaşkınlıkla. Kafamı göğsünden bir türlü kaldıramıyordum. Yanaklarıma anlam veremediğim bir sıcaklık yayılmıştı.

 

"Hatırlamıyor musun?"

 

"Yoo..." Kafamı göğsünden kaldırıp bakışlarımı yüzüne çevirdim.

 

"Seni oradan aldığımızı, Uraz'ın arabaya taşıdığını?" Kolay bir gün geçirmemiştim ve yaşadığım öyle kolay bir şey değildi. Diğer stresli anlarımdan biraz belki daha fazla bile denilebilirdi. Ve genelde böyle durumlardan sonra zihnim hiç olmadığı kadar bulanık olurdu. Şimdi de beynimde bir sis bulutu kira vermeden mülteciler hesabı yaşıyordu.

 

Kafamı hızlıca iki yana sallayıp kafamdaki sis bulutunu dağıtmaya çalıştım.

 

"Turhan denen o şerefsizi hatırlıyorum. Uraz'ın geldiğini de hatırlıyorum. Hatta o halde bile benimle dalga geçmeye de çalışmıştı dövmeli it..." Kendi kendime hafifçe gülümsedim. En başta güvenmemek için direndiğim, aklımda yerli yersiz şüphelere sahip olan Uraz gelip kurtarmıştı beni.

 

"Sonrasını?" Yüzündeki gülümsemeye eşlik eden küçük de bir soru işareti vardı. Gözlerime 'hatırlamalısın' der gibi de bakıyordu bir yandan. "Söylediğin türküleri?"

 

"Zihnim o kadar bulanık ki... Küçükken bizim mahalledeki dana Meryem'in yaptığı bisküvili çaydan bile bulanık."

 

"Bisküvili çay mı?" dedi şaşkınca. Yine ayrı tellere geçip konuşma çabasına girmiştik.

 

"Evet. Sebze çorbası demedim farkındaysan. Bisküvili çay. Sen düşün artık." Yüzündeki soru işaretleri gittikçe çoğalırken öylece bakıyordu bana. "Bilmez misin bisküvili çay. Hani çaya bandırılan bisküvi vardır. Sıcak çaya banıp tam ağzına atacakken laps diye dizine düşer. Hayal kırıklığıyla bakakalırsın sonra."

 

"Biliyorum tabi."

 

"Ay onu da bilmeseydin zaten..." Kendi kendime gülmeme yine aynı şaşkınlıkla bakıp tepki vermeyince gülüp gülüp susmak zorunda kalmıştım ben de. Bir süre, uzun denilebilecek bir süre kalbinin düzenli ritimlerini dinledim. Benim paldır küldür düzensiz atan kalbimin aksine belli bir ritimde atıyordu. "O adamlar ne istiyor senden?" dedim kendimi toparlayıp. Çenemi göğsüne koyup gözlerimi gözlerine diktim.

 

"Bu konuyu konuşmak istiyor musun gerçekten?" Sıcak parmaklarıyla yanaklarımı okşamaya başladı.

 

"Konuşmayalım mı Korhan? Başıma gelenleri, başına gelenleri konuşmayalım mı? Ben ne yaşadım öyle?"

 

"Geçti bitti..."

 

"Geçti bitti? Bu mu yani? Korhan beni kaçırdılar... Ayrıca beni kaçıran bu adamlar daha önce aynısını kardeşime, Zeynep'e de yaptılar bunu."

 

"Artık başka bir şey yapamayacaklar."

 

"Bu adamların derdi ne benim ne de babam. Bu adamların derdi sensin değil mi? Bu adamların derdi Kuzgun'un intikamı. Ya yaparlarsa?" Gözlerindeki parıltılar yerli yerindeydi fakat ifadesi ciddileşmişti birden. Ne zaman konu 'Kuzgun' denen adamdan açılsa yüzü hep aynı ifadeyi alıyordu.

 

"Kuzgun sana hiçbir yapmaz."

 

"Ölü bir adam zaten bana ne yapabilir Korhan? Ama onun intikam meşalesini taşıyanlar bir şeyler yapmak istiyor belli ki. Ve dertleri ben değilim. Dertleri sensin. Sana zarar vermek istiyorlar. Dün Turhan denen o şerefsiz 'Kuzgun intikamını elbette alır' dedi."

 

"Sikmişim Turhan'ını." Göz kapaklarını sinirle kapatırken derin bir nefes almıştı. Ben de işaret parmağımı şişen göğsünde dolaştırmaya başlamıştım. "Küfür etmek istemedim kusura bakma..."

 

"Ne kusuru sen de..." dedim hafifçe gülüp. Bir salon beyefendisiydi ve küfür ağzında epey eğreti duruyordu. Ama ben ona göre epey küfürbazdım. Ben diğer herkese göre belki de fazla küfürbazdım. "Korhan..." dedim işaret parmağımı göğsünden boynuna doğru yavaşça çıkarırken.

 

"Bu hep böyle mi olacak. Yani sen hep bu yapmadığın şeyden ötürü birilerinin tehdidiyle mi uğraşacaksın?"

 

"Hayır Serçe Kuşu. Ve senin de bu yaşadığın son olacak. Bundan sonra böyle bir şey yaşanmayacak."

 

"Ya sen?" Endişe dolmuştu bir anda sesim. Nedenini bilmiyordum ama yaşadığım o birkaç saatlik bir şeyde kendim için gram korku duymamıştım.

 

"Bana da bir şey olmayacak Serçe Kuşu. Ne bana ne de benim çevremdeki kimseye." Yüzündeki ciddi ifade yerine bakmaya doyamadığım o gülümsemesi gelivermişti.

 

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun Korhan? O adamların derdi sensin ve hiç mi tereddüt etmiyorsun?" Ben de parmaklarımı yavaşça uzatıp sakallarına dokunmaya başladım.

 

"Etmiyorum. Ne Kuzgun ne de onun gölgelerinden korkmuyorum." Sesinde ölçülemeyecek kadar fazla bir kararlılık vardı.

 

"Adamın evinde, oturduğu masanın ardında kocaman bir tablo vardı..." Parmaklarımı usulca elmacık kemiğine doğru çıkarmıştım. "Tavus kuşu tüyünün olduğu. O yüzden o gün de sana tavus kuşu tüyü yolladı değil mi?" Zihnimde her parçayı ayrı ayrı inceleyip birbiriyle bütünlemeye çalışıyordum.

 

"Sanırım..." Bir tutam saçımı parmakları arasında burnuna doğru götürmüştü.

 

"Tavus kuşu..." dedim kendi kendime. "Kuzgun... Ne kadar değişik lakaplar. Kuşlar aleminden fırlamışlar gibi? Acaba nereden akıllarına geldi?"

 

"Bilmem..." dedi. Ses tonu sanki beni dinlemiyormuş gibi ve hafif mayışıktı.

 

"Mesela neden Tavus Kuşu? İnsan kendine neden bu lakabı koymak ister?" Parmaklarım usulca kaşlarına dokunmaya başladı. Bakışlarım sık ve kıskanılası uzun kirpiklerindeydi. Benim kirpiklerim ne sık ne de onunkiler kadar uzundu. Sağ kaşının hemen bitiminde küçük bir yara izi vardı. Çukurlaşmış, uzun yıllar önce olduğu belli olan bir iz. Belki de kazadan kalmıştı. Çünkü kulağının hemen üstündeki dikiş izleri de duruyordu ve dikkatli bakınca görülüyordu.

 

"İhtişam... Şaşa ve kibir... Turhan'ı tanımlayan üç kelime. Onu da elbette onun gibi bir şey anlatabilirdi öyle değil mi?" Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken aklımdaki soru işaretlerine bir nebze olsun cevap vermişti.

 

İhtişam... Şaşa... Kibir...

 

Hepsi Turhan Akyüz'de mevcuttu. Son derece göz alıcı bir evi, göz alıcı bir takımı ve takımına yaraşır, bastona yaslansa bile kibirli bir duruşu vardı.

 

"Her ne kadar bunlara sahip olsa da Tavus Kuşu'nun da eksikleri vardır. Adem ve Havva'ya cennetteki yasak elmayı yedirdiğinden ötürü cennetten kovulduğu rivayet edilir. Güzelliği, ihtişamı kalsa bile ayakları ve sesi çirkindir. Böyle cezalandırılmış." Parmaklarının arasında tuttuğu saçlarıma küçük bir öpücük bırakırken hayranlıkla dinliyordum onu.

 

"Vay canına..." dedim üzerine biraz daha ağırlığı verirken. "Peki Turhan da tavus kuşlarıyla aynı kaderi mi yaşıyor?"

 

"Aynı kaderi mi yaşıyor bilmiyorum ama benim aileme el sürdüğü için pek güzel şeyler yaşayamayacağı kesin." Elini tekrar yüzüme koyunca gözlerimi kapattım onun elinden yayılan sıcaklıkla. Huzurlu bir şekilde iç çektim. Gözlerimi geri açarken yüzümü biraz daha yaklaştırdım yüzüne.

 

"Polise teslim etmeyecek misin?" dedim kısılan sesimle. Burnumu hafifçe burnuna sürttüm. İçimde bir yanım tuhaf bir biçimde ona yakın olmak için yanıp tutuşuyordu. Bize ne oluyor Züh??

 

Bilemiyordum ne olduğunu. İçimde tuhaf bir kıpırtı, adını koyamadığım tuhaf bir çırpınış vardı. Ben Serçe Kuşuydum yahu!! Ne oluyordu bana!!!

 

"Cık..." dedi kendini geri çekmeden. Hatta dudaklarını değdirmişti burnuma.

 

"Ne olacak? Yoksa sen de mi illegal birisin?"

 

"Konu ailemse evet." Dudakları hafifçe dudaklarıma değince ensemden tüm vücuduma korlar saçılıverdi. Yanaklarımda bilmem kaç bin derecede lavlar akıyordu. "Ama adalete hesap verecek. Aklın kalmasın."

 

"Ya bir daha aynısı yaşanırsa?"

 

"Yaşanmayacak."

 

"Nasıl bu kadar eminsin peki?" Dudaklarım onun dudaklarına çarpıyordu. "Mafya mısın yoksa sen? Yeraltı dünyasının karanlık adamlarından mısın? Ne bu karanlık cümleler?"

 

"Sence öyle miyim?" Parmakları saç diplerimi acıtmayacak şekilde çekiştirmeye başlamıştı.

 

"Bilemiyorum." dedim kucağına iyice yerleşip. Hava sıcaktı evet ama ben kor ateşler içinde yandığımdan bana daha çok sıcak geliyordu. "Zeynep'i bu kadar kısa sürede bulman, beni bu kadar kısa sürede bulman? Ve onlara dair bu denli kararlı konuşman? Onlar gibi... Ne düşünmem gerekiyor?"

 

"Eğer öyle olsaydım ne yapardın? Yani karanlık, yeraltı dünyasından bir adam olsaydım?"

 

"Bilmem..." dedim kısılan sesimle. Sıcak nefesleri tenime çarptıkça cayır cayır yanıyordum. "Hiç öyle biriyle tanışmadım ki daha önce." Gülmeye çalıştım. "Aaa Turhan var, sayılır mı?"

 

"Siktir et şu içi geçmişi..." Güldükçe hareket eden göğsünden yavaş yavaş ensesine çıkardım parmaklarımı.

 

"Korhan... Basit bir şey yaşamadık. Ama sen... Sen basitmiş gibi yapıyorsun ya... Ya bir şey daha yaparlarsa bu kuş kafilesi?"

 

"Yapamazlar." Dudaklarını hafifçe dudaklarıma sürttü tekrar.

 

"Ya Tavus Kuşu değil de başka kuşlar bulursa seni?"

 

"Biri şimdi tam da beni öpmek üzere. Sayılır mı?" Ben değil ama o daha hızlı davranıp dudaklarımı kendi dudakları arasına alıvermişti. Dudaklarımdan yanaklarıma, yanaklarımdan tüm vücuduma korlar yayılıyor zihnim bu korların altında küle dönüyordu.

 

Yumuşak, yavaş ve bir o kadar da yakıcıydı.

 

Ve ben her seferinde daha fazla teslim oluyordum ona. Tuhaf bir çekimi, üzerimde bıraktığı ve anlam veremediğim bir etkisi vardı. Tarif edemiyordum. Dudaklarımda kalan tatlı bir acıydı tadı. Her seferinde ürperiyordum ama bu ürpertiden son derece tat alıyordum. Tatlı mayhoş arası nefeslerinin yüzümde, ciğerlerimde olmasını seviyordum.

 

Ellerimi saçlarının arasına daldırırken bir bacağımı da üzerinden diğer tarafa atıp ağırlığımı daha çok verdim üzerine. Narin başlayan öpücükleri her nefesinde daha sert bir hal almaya başlamıştı. Nefesleri hızlanmıştı.

 

Mümkünse zaman durabilir, dünya durabilir, hayat durabilirdi.

 

"Zühre..." dedi acıyla karışık bir şekilde ne kadar zaman geçtiğini fark etmediğim anda. "Zühre dur lütfen..." Ama o kadar bırakmıştım ki kendimi bu ana bırakamıyordum. "Zühre." dedi uyarırcasına beni hafifçe itip. "Lütfen..."

 

"Yanlış bir şey mi yaptım?" dedim şaşkınca. Yüzündeki acı çeker ifade beni afallatıvermişti. "Korhan? Canını mı yaktım?"

 

"Hayır Serçe Kuşu. Ama duralım olur mu?"

 

"Neden?" Zihnimin aksine dilim çok farklı söylüyordu o gün. Zihnim duralım, yapma diye bas bas bağırıyor ama dilim onun tam aksini konuşuyordu.

 

"Lütfen Zühre... Ateşe barutla gelme." dedi fısıltıyla.

 

"Tamam..." diyebildim kendimi tamamen geri çekip. Bedenimi tuhaf bir utangaçlık sarmıştı. Onun tabiriyle barut muydum bilmiyorum ama ateşler içinde yandığım kesindi. Kendine gel Züh... Utangaç bakışlarımla onun yatakta oturmaya çalışmasına baktım öylece. Peki o ateş miydi? Daha ne kadar yakacaktı beni?

 

Ayaklarımı sarsak bir şekilde yataktan indirip ayağa kalkmaya çalıştım. Sersemdim ama bir o kadar da utanıyordum. Belki de hayatımda ilk defa utanıyordum. O yüzden bu kadar sersemlemiş bile olabilirdim.

 

"Zühre..." dedi arkamdan. Kapıya doğru atıyordum tam o sırada adımlarımı. "Zühre dur..."

 

"Acıktım..." dedim kapının kolunu yakaladığım sırada. Oysa aç mıydım değil miydim farkında bile değildim. Tek istediğim bu odadan bir an önce çıkıp gitmekti.

 

 

 

💧

 

 

 

 

1 hafta sonra

 

 

 

 

"Ne yapacaksın bugün?" Çatalıma taktığım yedinci zeytinimi ağzıma atarken düşünür gibi bir ifade aldı suratım. Ağzımdaki zeytini çiğnedim çiğnedim ve çiğnedim.

 

"Bilmem. Konaktan çıktığım yok. Sen söyle ne yapayım?" Önündeki kepekli ekmekten bir parça alıp ağzına attı ve tuzsuz peynirinden bir parça böldü. Bugünkü kahvaltısında sadece tuzsuz peynir, kepek ekmek ve bir dilim salatalık vardı. Siyah çay yerine yarım bardak yeşil çay içiyordu. Ve bu görüntü bana Balca'nın diyet yaparken yediklerini anımsatıyordu.

 

Ama alışmıştım onun öğünlerine. Bağışıklık sistemi yeterince kuvvetli olmadığından ve kaslarının tam çalışmamasından ötürü özel bir yemek programı vardı. Onun yemeklerini Uraz itinayla kontrol ediyordu.

 

"Yapma ama böyle. Biliyorsun tedbir için."

 

"Ee hani kimse bir şey yapamıyordu. Tehlike yoktu. O zaman ben niye konaktan dışarı adım atamıyorum?" Elimdeki çatalı sert denilebilecek bir şekilde masaya bırakırken dikkatle yaptıklarıma bakıyordu. Az sonra masayı dağıtacak gibi bir halin var Zühre...

 

"Evet tehlike yok. Ama ne olur ne olmaz diye. Hem sadece sen değil. Herkes için geçerli bu."

 

"Sıkılıyorum. Sıkıldım. Serçe Kuşu'yum ben yahu! Duramam öyle sürekli durduğum yerde!"

 

"Biliyorum Serçe Kuşu..." Ses tonu yumuşacıktı ve benim aniden parlayan sinirlerimi de yumuşacık yapıveriyordu. Peki nasıl yapıyordu?

 

"Sen şirkete mi gideceksin?" dedim ellerimi masanın üzerinde birleştirip. İki gündür şirkete gidiyordu ve eski gittiklerinden daha çok vakit geçirir olmuştu orada. Ferda ile çalışmaları sıkı sürüyorsa...

 

"Evet." dedi tekrar tabağına dönüp. Peynirinden küçük bir lokma aldı. "Yeni bir proje üzerinde çalışıyoruz. İşler yoğun."

 

"Ferda hanım da çalışıyor mu bu projede?"

 

"Evet." Bakışları ve dikkati halen tabağındaydı ama sorumla bakışlarını yavaşça bana kaldırdı. "Niye sordun?"

 

"Hiiiç... Genel müdür ya."

 

"Eee?"

 

"Pek bir genel. Ondan dedim. Neyse..." Hafifçe omuz silktim 'bana ne' der gibi. Gözümün önünde beliren yüzüne yüzümü ekşitmekten geri kalmamıştım ama. "Genel genel çalışıyordur." Hafifçe gülümsedi ve çayına uzandı. "Artık hep şirkete mi gideceksin?" Yanağımı avcumun içine yasladım.

 

"Bir süreliğine. Şirketin Rusya'daki bağlantılarıyla olan bu proje tamamlanana kadar."

 

"Yani o zaman şirkete döndün?"

 

"Dönmek değil Serçe Kuşu. Bu projenin ana hatları tamamlanıncaya kadar. Birkaç haftalık bir şey sadece."

 

"Olsun dönmek sayılır bu. Altı yıllık inadı kırdın."

 

"İnat değil Serçe Kuşu." Elindeki çatalı yavaşça masaya bırakırken bakışlarını tamamen bana çevirdi. Yüzü düşüvermişti birden. Sevmiyordu bu konuyu.

 

"Ne peki? Korhan bilmem farkında mısın ama çok başarılı bir kariyerin, kendi imkanlarınla kurduğun bir markan var. Ama sen-"

 

"Ama ben elimin tersiyle itiyorum bu mu? Durumum ortada değil mi?" Gözlerinde bariz bir kırgınlık vardı. Bana değildi bu kırgınlık biliyordum. Ama bu sefer geri durmayacaktım.

 

"Ne varmış durumunda?" dedim oturduğum yerden ayaklanırken.

 

"Görmüyor musun sen? Ben bu sandalyeye bağlıyım Zühre. Hayatım bu sandalyenin üzerinde." Yine aynı konulara yine aynı hararetimizle başlamıştık.

 

"Ee ne olmuş?" Yavaş adımlarla tam onun yanına ulaştım önünde dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimi beni hissetmeyeceğini bile bile dizlerinin üzerine bıraktım.

 

"Zühre ben yürüyemiyorum." Israrcı bir dille bastıra bastıra söyledi. Ve sesi uzun zaman sonra ilk defa titredi.

 

"Bu senin Korhan olmanı değiştirmiyor ama. Bak, etrafına. Kaçırdığın şeylere bir bak. Kendini nelerden mahrum bıraktığına bir bak."

 

"Annem ve Gülnare gibi başlama lütfen."

 

"Senin o sulugöz kardeşin gibi olamam zaten merak etme." Yerimden hışımla doğruldum fakat bileğimi kavramasıyla geri adım atamadım.

 

"Serçe Kuşu... Benim için o kadar zor ki. Lütfen sen bari yapma."

 

"Kendine haksızlık ediyorsun. Çok küçük de olsa o umut ışığına tutunmayı nasıl reddediyorsun anlayamıyorum. Tekrar çimlere basmak, sahilde koşmak senin de hakkın değil mi?"

 

"Sen bilgisayardaki videoları mı izledin?" dedi yüzünde kırık bir gülümseme belirirken.

 

"Evet." dedim çenemi yukarı dikip. "Ne farkın o Korhan'dan? Niye kendini mahrum bırakıyorsun bunca şeyden?"

 

"Benim istemediğimi mi sanıyorsun?" Sesi hafifçe titrerken beni kendine çekip dizlerinin üzerine oturmamı sağlamıştı. Eliyle şefkat dolu bir biçimde önüme düşen saçlarımı geri kulağımın ardına sıkıştırdı. "Bedenimin çekeceği acı umurumda bile değil. Ama ruhum... Ruhum bir daha aynısını kaldırır mı bilmiyorum. Evet küçücük bir umut ışığı var doktorlara göre. Milyonda bir. Annem gibi, Gülnare gibi ben de tutunabilirim o ışığa. Ama olmayacağını bile bile tekrar aynı acıyı çekebilir miyim bilmiyorum."

 

"Ben inanıyorum." Elimi yavaşça sakallarının üzerine koydum. "Bir gün tekrar ayağa kalkacağına inanıyorum. İstiyorum." Bir şey demedi ve uzun uzun baktı öylece. Uzandı ve saçlarımın arasına uzun bir öpücük bıraktı.

 

"Geç kalıyorum." dedi. Saçlarım sakallarına takılmıştı.

 

"Patron değil misin sen?" dedim gülmeye çalışıp. "Canın istediği saatte git."

 

"Rusya'dan bu proje için iki arkadaşım gelecek. Onları karşılamazsam ayıp olmaz mı?"

 

"Rusya'dan?" dedim şaşkınlıkla. Neye şaşırıyorsun ki Züh... Adamın hayatının bir kısmı orada geçmiş zaten.

 

"Evet." Beni kucağından indirmeden sandalyesini kapıya doğru ilerletmeye başlamıştı.

 

"Korhan?" dedim aklıma gelen şeyle heyecanlı bir biçimde. Hem onu bürüdüğüm bu kasvetli havadan çıkarmak hem de uzun zamandır aklımda olan şeyi sormak için genişçe gülümsedim.

 

"Söyle Serçe Kuşu'm."

 

Elimi yavaşça tişörtünün omzundan ensesine doğru ilerlettim ve dövmesinin görünen kısmına parmağımla dokundum. "Ne zaman dövmeciye gideriz?"

 

"Sen istediğin zaman." Uzanıp kapıyı açtı ve yatak odasına doğru ilerlemeye başladı.

 

"Hemen şimdi!" dedim heyecanla. "Hemen gidebilir miyiz!"

 

"Şimdi mi?" Sandalyesini durdururken şaşkınlıkla çevrildi bakışları bana.

 

"Evet. Demiştin unuttun mu yoksa? Ben ne dövmesi yaptıracağıma çoktan karar verdim."

 

"Tamam gidelim ama şimdi gitmesek olur mu?"

 

"Peki ne zaman?"

 

"En kısa zamanda. Hatta sana söz dövmeciyi sana getirteceğim. Ama şimdi şirkete gideyim olur mu? Osman beni bekliyor."

 

"Söz verdin bak." dedim kucağından inerken.

 

"Söz Serçe Kuşu. Bütün sözlerim sana."

 

 

 

 

💧

 

 

 

"Yahu deli oğlan!" salonun mutfağa uzanan kısmında beni durduran şey omzuma çarparak geçen iri bir beden ve hemen arkasından tam önümden geçen terlik olmuştu. "Çiğ çiğ sarma yendiği nerede görülmüş!" Hemen arkasından bir terlik kayıp gitmişti gözümün önünden. Ve sanırım tam isabet etmiş olmalıydı ki Uraz'ın ağzından acı bir 'Ah!' döküldü.

 

"Vallahi Berivan! Aşk olsun sana! İki sarmayı çok gördün ya bana!"

 

"İki sarma diyor bir de eşek sıpası! Komple bir sırasını aşırmışsın! Hem de çiğ çiğ!"

 

"E ama ne yapayım! Çok güzel olmuş." Yanakları sincaptan hallice geçtiği büyük vazonun ardında Berivan haladan kendini korumaya çalışıyordu.

 

"Sen böyle yersen akşam misafirlere ne ikram edeceğiz biz!"

 

"Ya senin daha yaptığın ne mükemmel yemekler vardır. İki sarmayı çok mu görüyorsun oğlancığına?" Hafifçe boyun eğmesine yarı kızgın yarı gülerek çekip gitmişti Berivan hala. Belki de onunla uğraşılamayacağını, yorulacağını hesapladığından kendine sabırlar dileyerek gitti.

 

"Gerçekten çiğ sarma mı yiyorsun?" tek kaşım havada kollarım göğsümde birleşikti.

 

"Evet?" dedi boğuk sesiyle. "Hiç yemedin mi daha önce?"

 

"Yemez olur muyum! Bayılırım!" dedim gülerek. Bir kere sarma öyle bir lezzetti. Ya pişerken ocağın üstünde ağzın yana yana yerdin ya da çiğ şekilde kıtır kıtır tüketirdin.

 

"Hele yenge çekil çekil!" Ben Uraz'ın haline gülmekle meşgulken Nevide paldır küldür omzuma çarpıp geçmişti. Onu da peşinden giden iki konak çalışanı takip ediyordu. Ve hepsinin elleri doluydu.

 

"Ne oluyor?" dedim şaşkınca Uraz'a bakıp.

 

"Ne olacak kız?" dedi bu sefer Dilva hala. Elindeki minderlerle bu sefer de o diğer omzuma çarpmıştı. "Hele şunları taşı çardağa." Elindeki minderleri kızı Dilşah'a verdi nefes nefese. "Akşama misafirler var ya. Haberin yok mu?"

 

"Olması mı lazım?" dedim biraz şaşkın biraz da umursamaz bir tonda. Bu konağa gelen gidenle asla ilgilenmiyordum. Gerçi bunu tüm konak ahalisi biliyordu. Ben ve Korhan bu büyük konaktan kopuk bir şekilde yaşıyorduk avlunun diğer tarafında. Ne 'gelin görmesine' gelenler ne de diğer tüm konukları bilmiyordum o yüzden. Allah'tan Nurdan hanım bu konuda son derece anlayışlı davranıyordu da bir de başıma misafir çıkmıyordu.

 

Hem ben öyle pek anlamazdım misafirden. Küçükken eve misafir geldiğinde ya hasta numarası yapar odamdan inmezdim ya da ödev yapacağım tutardı. Yani ne konuk ağırlamak ne de konuk olmak bana göre değildi. Ee buraya konuk olarak gelmedin mi sen??

 

"Hele bir de soruyor?" dedi kınayan bakışları iri iri açılırken. "Hala geliyor." Bu benim için yeterli ve anlamamı sağlayan bir cevap değildi. Her yerde hala çoktu. En nihayetinde kendisi de bir halaydı. O yüzden gelen kişinin 'hala' olması benim için pek de bir şey ifade edememişti.

 

"Şahsultan hala mı?" Uraz ağzındaki lokmaları zar zor yutarken gözleri iri iri açılmıştı.

 

"He ya." dedi Dilva hala. Sanırım bilinmesi gereken biriydi. Peki ben niye bilmiyordum.

 

"Şahsultan Arslanoğlu? Emin miyiz?" dedi Uraz aynı iri şaşkın bakışlarıyla. Beti benzi mi atmıştı onun?

 

"Oğlum başka kim hala var? Hadi dolanmayın ayak altında. Çok işimiz var!" Dilva hala elindekilerle Uraz'ı itekleyip çıktı kapıdan.

 

"Kim bu Şahsultan hala?" dedim yüzümdeki soru işaretleriyle.

 

"Büyük hala. Şahsultan Arslanoğlu. Tahir amcamın halası."

 

"Ee ne olmuş yani? Ne bu hazırlık, sendeki bu şaşkınlık?"

 

"Sen onu tanımıyorsun tabi. Büyük hanımağa." Sözlüğümde karşılığı olmayan kelimeye hafifçe yüzümü buruştururken anlayabilmek için tekrar "Ee?" dedim.

 

"Eesi Şahsultan hala ailenin en büyüğü. Değil bu aile tüm Rıha çekinir ondan."

 

"Rıha?"

 

"Urfa yani. Geleceğini duydum ya ben de bir tuhaf oldum." Kendi kendine hafifçe gülüp karışık olan sarı saçlarını daha da karıştırdı. "Bakma öyle yenge. Seni görmeye geliyor büyük ihtimalle." Yüzümdeki soru işaretlerine biraz daha güldü.

 

"Ne görecek ki?"

 

"Düğünde yoktu ya. Gelip gelinini görecek. Yandık valla."

 

"Allah Allah. Ne bitmez gelin görmesiymiş bu. Kaç ay oldu düğün olalı. Sizin de ne çok adetiniz var."

 

"Diyene bak. Sen sanki buralı değilsin."

 

"Pek sayılmadığım kesin." dedim hafifçe omuz silkip. Yirmi üç yıldan fazla bir zaman sonra bir yere ayak basınca oralı sayılamazdı bir insan.

 

"Hele artık tamamen buralısın kızım sen. Koskoca Arslanoğlu gelinisin. Has buralısın." Nurdan hanım hafifçe omzumu sıvazlarken elindeki tepsilerle girmişti salona. "Akşama Şahsultan hala da tanışınca seninle bak o da diyecek."

 

"Der tabi." Uraz kendine dalga edecek bir konu bulmuştu nihayet.

 

"Beni tutmayın çocuklar. Çok iş var. Şahsultan hala gelmeden her şeyi düzenlemeliyiz."

 

"Bu kadar korkulması gereken biri mi bu ya?" dedim yanıma gelen Uraz'a dönüp. Nurdan hanım koşar adımlarla çıkıp gitmişti.

 

"Daha da fazlası. Tanışınca görürsün. Gideyim de Korhan'a diyeyim. Şahsultan Arslanoğlu geliyor."

 

"Şirkete mi gideceksin?" dedim heyecanla atılıp. Bu fırsatı kaçıramazdım.

 

"Evet?"

 

"Ben de geleceğim."

 

"Yenge... Sen konaktan çıkmasan daha iyi ya."

 

"Niyeymiş?" dedim sesim en sinirli tonuna bürünürken. Bir haftadır yaşadığım esir hayatı canıma tak ettirmişti. Hem kendim garajdan bir araba almaya kalksam 'olmaz, Korhan abim kızar' diyorlardı. Beni siz götürün desem ona da hayır diyorlardı.

 

"Yenge sen kolay bir şey atlatmadın ya?" etrafı kolaçan edip sesini fısıltı seviyesine indirmişti. Evdeki kimsenin geçen hafta yaşananlardan haberi yoktu. Bu kaçırılma olayı kimseye duyurulmamıştı.

 

"Eee?

 

"Sen geçen hafta olanları unuttun herhalde?"

 

"Unutmadım. Ama sırf bu yüzden bu konağa tıkılı da kalamam. Ben de geleceğim."

 

"Yenge. Beni Korhan'la muhatap etme."

 

"Balca'ya sen buradan gider gitmez kızlarla geziyor derim." En güçlü silahım tehditlerimdi. Ve kimse benim tehditlerimle karşılaşmak istemezdi. Ağzı şaşkınlıkla açılırken rengi daha da beyazladı.

 

"Yok artık yenge! Bunu da yapmazsın."

 

"Bana ne." dedim omuz silkip. "Eğer beni de yanında şirkete götürmezsen Balca'yı arar bire bin katarım. Balca da pek dengeli biri değil malum. Beş saatlik yolu beş dakikada gelir. Canına okur." Umursamazca gülümsedim.

 

"Balca buna inanmaz. Hem öyle bir şey yapmıyorum ki!" dedi kekelemesini gülerek bastırmaya çalışıp.

 

"Balca bana hep inanır. Seçim senin."

 

"Korhan seninle nasıl baş ediyor acaba." dedi bıkkınca bir nefes üfleyip. Yaslandığı yerden kendini çekip kapıya doğru adımladı. "Gelmiyor musun?"

 

Büyükçe gülümsedim ve uçarak gittim peşinden.

 

 

 

💧

 

 

 

Ön yüzü tamamen siyah camlarla kaplı önünde metal harfle 'ARS Tekstil' yazan binanın tam önünde dururken sanki yıllardır o konaktan çıkmamışım gibi çekebildiğim kadar havayı ciğerlerime çekiyordum.

 

Ben Serçe Kuşuydum. Uçardım, kaçardım, daldan dala gezerdim. Asla ama asla dört duvarın arasına kapatılamazdım. Yapıma tersti bir kere.

 

"Gelmiyor musun yenge?" Uraz somurta somurta gelmişti tüm yol ve şimdi de bana tribini sürdürüyordu. Bakışlarımı binadan çekip onun peşinden giderken geçen geldiğimde beni içeri almayan ve adını bir mıh gibi aklımda tuttuğum korumaya ters bir bakış atarak girdim içeri. Geçen sefer kolumdan sürüklemesine ramak kalmışken şimdi ceketinin önünü özenle iliklemek zorunda kalmıştı.

 

Hayat işte, bir anda değişiveriyordu tüm dengeler. Gerçi adımızın yanında 'Arslanoğlu' yazmasa oralı bilme olmaz ama neysss...

 

En üst kata çıkmış, uzun koridoru adımlamıştık. Korhan'ın odası koridorun en sonunda en geniş kapılı odaydı.

 

Uraz iki adım önümde gidip kapıyı açmış ama ısrarcı somurtkanlığını elinden bırakmıyordu. Sanırım onu tehdit edişimde ciddi olduğumu düşünüyordu. Gerçi bana belli olmazdı. Canımı sıkarsa Balca'yı aramam sadece bir dakika sürerdi.

 

"Zühre? Ne işin var senin burada?" Biz Uraz'la arkalı önlü içeri girerken o Erdem'le masasında elindeki dosyaya bakıyordu. Şaşkın bakışları beni bulmuştu.

 

"Hiiiç." dedim hafifçe omuz silkip. "Canım sıkıldı. Geldim. Kötü mü ettim?" Bakışlarımı açık tonlarda döşenmiş geniş odada dolaştırmaya başladım. Büyük bir dairenin geniş salonundan hallice oda bir çalışma odasından ziyade yaşam alanı gibiydi. Sıkıcı, toplantı kokan şirket odalarından daha samimi bri havası vardı.

 

Öğrenciyken bir yıl, mezun olduktan sonra bir ay yaptığım stajda iki farklı şirket görmüş ve plaza hayatının bana göre olmadığına yeminler etmiştim. Gerçi hangi hayat bana göreydi ondan da emin değildim ama zaten bana yazılan bu hayatta başarıyla yan rol görevimi sürdürüyordum.

 

Ama gözlerinde hafif şaşkınlık ve bakmaya doyamadığım parıltıların olduğu adamın yanını tercih edebilirdim.

 

"Konaktan çıkmamalıydın." Ses tonunda sözünü dinlemeyen çocuğuna bakan birinin tonu vardı.

 

"Dua et kendi yöntemlerimle çıkmadım. İstesem biliyorsun nasıl çıkacağımı."

 

"Biliyorum. Biliyorum ama ne konuştuk sen de biliyorsun." Hafifçe bir kez daha omuz silktim dediğine. oralı olmadan bana hâlâ somurtan Uraz'ın yanından geçip beyaz geniş koltuğun kenarına yaslandım.

 

"Neden Batikon?" dedim ne ona ne de Uraz'a oralı olmadan. Birden Erdem'in bakışları beni bulmuştu. Sanki sormamam gereken bir şeyi sormuşum gibi bir hava çöküvermişti içeri. "Lakabını diyorum. Neden Batikon?"

 

"Lakap."

 

"Çok açıklayıcı." dedim hafifçe burun kıvırıp. Bakışlarımı duvarı tümden kaplayan kitaplığa çevirdim.

 

Korhan ve kitapları...

 

Evin her santimi gibi burayı da kitaplarıyla donatmıştı.

 

"Neden Zühre'yi getirdin?"

 

"Kolaysa sen getirme! Bana neler dedi bir görsen! Karın beni tehdit etti!"

 

"Sen de hemen şikayet ediyorsun." Bakışlarımı omzumun üzerinden beş karış surat asan Uraz'a çevirdim. Tek kaşım havadaydı. Bir elimle cebimdeki telefonu işaret ettim.

 

"Bak yine tehdit ediyor! Karına bir şey de Korhan!" İşaret parmağı beni gösterirken suratı da kızarmıştı.1-A sınıfından Uraz az sonra ağlayacak.

 

"Tamam... Gelmek istemiş gelmiş artık."

 

"Zaten geçen kulağımı ısırınca da bir şey demedin. Şuna bak iz kaldı kulağımda!"

 

"Ne tatlı canın var senin de..." Utanmasam dil çıkaracaktım bu haline. "Duruyor işte kulağın yerinde." Daha da sinirlendi hem benim hem de Korhan'ın umursamaz haline.

 

"Ne haliniz varsa görün." dedi Uraz somurta somurta kapıya doğru giderken. "Ha bu arada." Dedi aklına gelenle geri dönüp. "Akşama Şahsultan hala geliyor haberin olsun." Korhan'dan cevap beklemeden çıktı dışarı.

 

Erdem de bir şey demeden takip etti Uraz'ı.

 

"Şahsultan hala mı geliyor?" Korhan'ın kaşları şaşkınlıkla havalanırken önündeki bilgisayarı kapatıp kenara itelemişti.

 

"Kim bu Şahsultan hala?" Ben de kendimi yaslandığım yerden çekip onun yanına doğru gittim ve sanki çok anlıyormuşum gibi kağıtlardan birini elime aldım. Alınan kumaşları gösteren bir makbuzdu.

 

"Babamın halası." Saçlarımın ucunu parmaklarının arasına alıp küçük bir öpücük bırakmıştı.

 

"Peki niye herkes ondan bu kadar çekiniyor? Evdeki o hummalı hazırlığı görsen."

 

"Şahsultan hala ailenin en büyüğü. Farklı ve kıyaslanamaz bir hürmete sahip." Saçlarımı bırakmamıştı.

 

"Olsun yine de bu onu korkulası biri mi yapmalı yani?"

 

"Öyle biri birazcık. Dilinin kemiği yoktur. Herkes o yüzden çekinir ondan." Elimdeki kağıdı geri masanın üzerine bıraktım. "Ne yapacağı pek bilinmez."

 

"Çok uzadı saçlarım." dedim parmaklarının arasında tuttuğu saçlarıma bakıp. Belimi geçmişti neredeyse. Hep uzun kullanırdım ama belimi pek geçmezdi. Gerçi ben ne saçımı sıkı sıkı toplayan ne de farklı şekillere sokan bir kızdım. Saç diplerim hep acırdı ve ben o yüzden hiç dokunmazdım onlara. Banyodan banyoya anca. "Kesilme zamanı gelmiş."

 

"Böyle de güzel. Kalsın."

 

"Tabi demesi kolay. Hep ağzıma burnuma giriyor."

 

"Acıyorlar mı peki?" Biraz daha saçımı avcunun içine aldı ve bir kez daha öptü.

 

"Yok." Gülümsemeye çalıştım. Aslında birazcık şaşkındım da.

 

"Acımasınlar." Benim saçlarım her daim acırdı. Babam öpmediği için daha da artardı dibindeki sızılar. Ama o öptükçe hafifliyordu. Geçmiyordu ama ben geçti sayıyordum. Ve artık 'geçti' diye yalan söylemek zorunda hissetmiyordum kendimi.

 

"Korhaan!" Ben anın büyüsüne kapılmış onun parıltılı gözlerinde kendi yansımamı izlerken sevilmeyen reklam arası gibi dahil olmuştu bir ses. Biraz yayık, biraz gevşek, fazla laubaliydi tonu. "Aaa. Yalnızsın sanıyordum."

 

Yine aynı kırmızı tondaki ruju, üzerinde çok hoş duran siyah elbisesi kendinden önce geldiğini belli eden ağır, vanilyalı parfümüyle Ferda girmişti odaya. Hem de kapı çalma gereksinimi bile duymadan. Normalde medeni insanlar bir yere girmeden oranın kapısını çalarlardı.

 

"Bir şey mi oldu?" Korhan elindeki saçlarımı bırakırken ben de bir adım uzaklaştım ondan.

 

"Rusya'dan misafirlerimiz geldi. Onu diyecektim ama." Bakışları bir anlığına beni bulup tekrar Korhan'ı odağına almıştı. Sanırım genel müdürler sekreterlerin yaptığı işe de yarıyorlardı. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade mi var onun??

 

Amacım asla insan yermek, statü demek değildi. Ama Ferda hanım maşallah İsviçre çakısı gibiydi.

 

"Tamam gelsinler."

 

"Toplantı odasını hazırlayayım mı?"

 

"Niye?" Korhan'ın ses tonunda bariz bir umursamazlık vardı. Bu hareketlerine de yansımış sanki Ferda'yı dinlemiyor gibi önündeki kağıtlara dönmüştü.

 

"Korhaaan." dedi esefle kınayan tonda. "Önemli misafir bunlar."

 

"Ama gelenler hem arkadaşım. Gerek yok. Buraya gelebilirler." Sonra bakışları bana çevrildi. Uzanıp hafifçe kolumu sıvazladı. "Çok uzun sürmez. Ferda seni Uraz'ın yanına götürsün."

 

"Peki." dedim gülümseyip. Bakışlarım bakışları bende olmayan Ferda'nın üzerindeydi. Belki de geçen sefer dilenci sandığı kızı karşısında görmek hoşuna gitmemiş bile olabilirdi. Ona oralı olmadan çıktım dışarı.

 

 

 

💧

 

 

"Hele yenge bir bakayım." Nevide boy aynasının hemen yanında hayranlıkla süzüyordu beni. Bense aynadaki sıfatı bana benzeyen yabancıya tuhaf bakışlar atıyordum. "Ay pek bir yakıştı bu elbise sana."

 

"Ne gerek vardı..." diye mırıldandım aynadaki şaşkın suretime bakıp.

 

"Hele olur mu? Şahsultan halanın karşısına nasıl çıkacaktın başka?"

 

"Kot tişört?"

 

"Bakayım gelinime?" dedi o sırada coşku dolu ses. Nurdan hanımın sesi. "Zühree.... Maşallah sana. Su gibi olmuşsun."

 

"Abartmayın." Yapılan iltifatlar mı yoksa üzerimdeki bu elbise mi bilmiyorum ama rahatsız etmişti bir şeyler beni. Bakışlarımı nurdan hanımdan çekip aynadaki üzerinde beyaz pul işlemelerin olduğu Zühre'ye çevirdim bakışlarımı.

 

"Şunları da taktık mı tam bir Arslanoğlu gelini olacaksın." Daha ben ne oluyor diyemeden Nurdan hanım boynuma Nevide ise kollarıma altınları geçirivermişlerdi.

 

"Ama oldu mu şimdi?" dedim sitemle. Üzerime geçen ağırlıklar belimi büküvermişti bir anda.

 

"Oldu oldu. İşte şimdi tam bir Arslanoğlu gelini oldun. Maşallah maşallah. Hadi Şahsultan hala geldi. Seni bekler." Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyecektik ama bu kadarı da fazla değil miydi. Attığım her adımı bırak aldığım her nefeste şıngır şıngır ötüyordum. Ve kendimi Balca'nın küçükken saçma sapan süslediği bebekler gibi hissediyordum.

 

Büyük konağın en üst katında, 'gelin katı' diye anılan katta hazırlamıştı Nevide beni. Bana kalsa küçük konaktan dışarı adım dahi atmayacak eğer atmak zorunda kalırsam da pijamalarımla çıkacaktım. Ama Korhan 'Şahsultan hala gidene kadar idare edelim' deyince hayır diyememiştim. O kadar işi gücü arasında, Rusya'dan gelen misafirleri olmasına rağmen Şahsultan halayı düşünüyorsa vardı bir bildiği.

 

Büyük konağın basamaklarını ağır ağır inerken bileklerime yakın biten elbiseyi de tutmaya çalışıyordum. Nevide'nin dediğine göre bu elbise tamamen el işçiliğiyle, Nurdan hanımın isteğiyle gelinine uygun yapılmıştı. Eğer bir gün oğlu evlenirse düğünün ertesi günü bunu giysin diye hazırlanmıştı. Ama ben bu elbiseyi birkaç ay rötarlı bir şekilde giyiyordum.

 

Altınlarım ve ben basamakları ağır ağır inerken kafamın içinde İbrahim Tatlıses'ten 'Ağam da şimdi gelir, Paşam da şimdi gelir, Güzel de şimdi gelir' çalıyordu. Peki benim kafamın içinde neden sürekli bir şeyler çalıyordu? Mübarek beyin değil türkü bardı.

 

"Bu mudur gelin?" dedi ağır aksanlı yüksek tonda bir ses. Sol tarafımdan gelmişti. Basamakların sol tarafına kalan yeni kurulmuş çardağın baş köşesinde oturuyordu meşhur Şahsultan hala. Görünce tüylerim diken diken olmuş adımlarım duruvermişti bir anda.

 

"Hele çekinme Zühre. Geç." Nurdan hanım sıcak bir şekilde omzumu sıvazlayınca etrafımı süzüp çardakta oturan kadına doğru attım adımlarımı. İşlemeli bir bastona yaslıydı. Başında bol işlemeli siyah bir şal, üzerinde lacivert pahalı kumaştan bir takım vardı. Baştan ayağa asalet ve ihtişam kokarken bana doğru uzattığı eline baktım ve öptüm yavaşça.

 

"Demek Hanoğlu'nun sakladığı o meşhur kız sensin? Pek de cılız..." Ela bakışları rahatsızlık vericiydi. Gülnare'nin gözlerinin aynısıydı. Cevap vermek için kuruyan dudaklarımı araladım ama ne diyeceğimi ilk defa bilemiyordum. Tutulup kalmış gibiydim.

 

"Evet hala." Diye söze karıştı Tahir ağa. Hemen halasının yanında oturuyordu. "Cahit Hanoğlu'nun kızı Zühre. Gelinimiz."

 

"Almışsınız madem diyeceğiz gelinimiz." Bakışları milim milim geziyordu tüm vücudumda. Kendimi sergilenen cansız mankenler gibi hissediyordum karşısında. Çok saçma bir noktadaydık.

 

"Ee yemeğe geçelim biz." dedi Berivan hala gerginleşen ortamı yumuşatmak için. Kurulan çardağın yanına büyük bir sofra hazırlanmıştı. Arslanoğlu ailesi en büyüğünden en küçüğüne oradaydı o akşam.

 

"Birkaç gün idare edeceğiz sadece." Herkesin masaya geçmesini beklerken Korhan sandalyesini yanıma getirip fısıldamıştı. İdare edebilir miydik bilmiyorum ama daha ilk dakikadan rahatsızlık duygum katlanmaya başlamıştı. "Elbise yakışmış." dedi parıl parıl bakışlarıyla. Gülümsemem yüzüme yayılırken kolumdaki şıngırtılara aldırmadan eline uzandım.

 

"Bebek ne zamandır gelin hanım?" Sulanmış beynimle pek sulu olmayan çorbaya tuz dökecektim ki masanın en başına oturan Şahsultan halanın sesi sağolsun tuzlamıştı çorbamı.

 

"Hala daha genç bunlar." Nurdan hanım gülerek mani olmak istedi ama Şahsultan halanın bakışlarını görünce susuverdi.

 

"Ne genci Nurdan? Bunların yaşlılık zamanlarını mı bekleyeceğiz?" Sesindeki otorite masada buz gibi bir dalga olmuştu. "Bebek ne zamandır gelin hanım?" dedi bu sefer sadece ve sadece beni muhatap alarak. Pas deme hakkım yok muydu ya da 'siz kimsiniz' diye çıkışamaz mıydım? Bakışlarım usulca yan tarafımda oturan Korhan'a çevrildi güç almak istercesine.

 

"Vakti vardır elbet hala." dedi benim cevap vermemi beklemeden Korhan. Masanın altından elini bacağımın üzerine koymuştu.

 

"Ne vakittir bu? Bir ay, iki ay, üç ay? Ne kadar? Zaten dokuz ayda doğuyor bebek dediğin."

 

"Uygun zamanı gelince."

 

"Uygun zamanı gelince öyle mi? Sen unutuyorsun herhalde. Bu aşiretin soyu senin üzerinden yürüyecek! Soyadımızı sen sürdüreceksin! Daha neyi beklersiniz siz!"

 

"Hala..." Bu sefer de Tahir ağa girdi söze ama durmadı Şahsultan hala.

 

"Berdel oldu! Ne vakittir ailemizin yapmadığı bu adet getirildi yerine! Peki bebek için neyi beklersiniz!"

 

"Hala vakti saati vardır elbet. Hem Zühre kızımız evine iyice alışsın. Öyle değil mi?" Berivan hala gülerek bana çevirdi bakışlarını ama gülümsemesi fazla uzun süremedi.

 

"Neyine alışacakmış! Berdelle geldi bu kız bu eve! Daha neyini beklerler!" Gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi açılmıştı. Ben nasıl bir ortamda nasıl bir sohbetin ortasındaydım Allah aşkına. Buna sohbet de denmezdi gerçi. Bildiğiniz azarlama seansındaydık.

 

"Korhan'ın sağlık durumunu biliyorsun hala." dedi bu sefer düşen sesiyle Tahir ağa. Bakışları bir anlığına oğluna çevrildi.

 

"Ne olmuş? En nihayetinde aşiretin başına bu oğlan geçmeyecek mi! Geçecek! Ee o zaman! Soyumuzu o yürütecek! Ağalık onun hakkı! Baktınız bu kızla değil kumayla gelir o bebek. Olur biter."

 

Kafamda bir anda şimşek çakarken tam sol kaşımın üstünden giren ağrı hızlıca sol omzuma doğru ilerlemiş ve sol kolumu tümden uyuşturuvermişti. Beynimde ardı arkasınca aynı kelime yankı buldu.

 

Kuma...

 

Kuma...

 

Kuma...

 

"Asla!" dedi yanımdaki katı ses. "Olmaz öyle şey!"

 

"Sizin keyfinize göre değil bu işler! O bebek doğacak! Bu aşiret soyunu sürdürecek! Bu kadar!" Elini masaya vurup ayağa kalktı hışımla. Yaşına zıt bir çevikliği vardı. "Elinizi çabuk mu tutarsınız ne yaparsınız bilmem. Ama ben diyeceğimi dedim!"

 

O demişti belki diyeceğini ama benim diyeceklerim dizili kalmıştı boğazımda. Bakışlarım uyuşan parmak uçlarımdaydı.

 

 

 

💧

 

 

 

"Canın sıkkın mı daha Şahsultan halaya?" Parmak uçları çıplak kolumda dolaşıyordu.

 

"Cık..." dedim bakışlarım karşı boş duvarda sabitken.

 

"Bakma sen onun sözlerine. İnsanı yorar, bıktırır."

 

"Fazla emirci. Dediğim dedik..."

 

"Çoook" dedi 'o' harfini uzatıp. "Daha bu ne ki? Kulp takmadığı tek bir şey yoktur. Dün dedikleri seni üzmesin ya da sinirlendirmesin olur mu?" Başımın üzerine tüy kadar hafif bir öpücük bıraktı.

 

"Aman ne üzüleceğim?" dedim başımı göğsünden kaldırıp. Kollarımı iki yana açıp vücudumu esnettim. "Ne yapacaksın bugün? Yine gidecek misin şirkete?"

 

"Yok bugün gitmeyeceğim. Akşama misafirim var." Dudaklarına geniş bir gülümseme kondu. Gözleri yine parıl parıldı. Elimi uzatıp güneş ışıklarının ahenkle dans ettiği saçlarını sıvazladım. Belki kendi fark etmiyordu ama değişiyordu. En başta tanıdığım yorgun bakışlı, umutsuz, soluk adam yerine şimdi kendi sınırlarını aşan adama bakıyordum.

 

"Şahsultan hala mı yine? Buna bu kadar sevinemezsin?"

 

"Yok o değil. Hani dün Rusya'dan gelen misafirler var demiştim ya. Onlar aslında üniversiteden arkadaşım Kutay ve Alp. Gelmek isteyince kıramadım."

 

"Ooo o zaman önemli misafirler desene."

 

"Evet. Bu yüzden konakta bizden başka kimse olmayacak. Kendim ağırlamak istiyorum."

 

"Kimse olmayacak mı?" diyebildim şaşkınca. Ben konağın boş olmasını nasıl karşılayacaktım acaba? Alışmıştım sanırım bu curcunaya.

 

"Evet. Herkes çiftliğe gidecek. Böylesi daha rahat. Küçük bir yemek, biraz sohbet."

 

"Niye karşımda çok heyecanlı bir adam görüyorum?" dedim onun gibi genişçe gülümserken parmaklarımı yüzüne çıkartıp.

 

"Bilmem öyle miyim. Yeni uyandığımdan sana öyle gelmiştir."

 

"Duvarlarını aşıyorsun. Önce işine döndün şimdi de arkadaşlarına dönüyorsun yavaş yavaş."

 

"Bilemiyorum Serçe Kuşu. Basit bir yemek sadece. Abartmayalım."

 

"Ben bu Korhan'ı çok sevdim haberin olsun." Uzanıp burnuna küçük bir öpücük bıraktım.

 

"Bunun farklı bir versiyonunu geçen hafta seni kurtarınca da söylemiştin." dedi fısıltıyla. Sıcak nefesleri dudaklarıma çarpıyordu ve dudaklarım korlar içinde yanmaya başlamıştı.

 

"Anlamadım?" dedim geri çekilmeden. Neyi kastettiğini anlamıyordum ama anın verdiği büyüye kapılmak üzereydim.

 

"İbrahim Tatlıses... Kim bu gözlerindeki yabancı..." O benden önce davranıp dudaklarımı kendi dudakları arasına alıverdi. Bence benden çok şey bildiği kesindi. Bir sürü ülke bir sürü farklı şey görmüştü. Ama bilmediği bir şey vardı: Bana her temasında en ufak parçam bile kor alev içinde kalıyordu. Ve tuhaf bir şekilde ne o ne de ben birbirimizden ayrı kalamıyorduk.

 

Gün o gün çok erken başlamasa da Korhan'ın misafirlerine yapılacak hazırlık için uğraşıyorduk dört bir yandan. Nurdan hanım bu duruma çok şaşırmış ama bir o kadar da sevinmişti. Çünkü altı yıldan fazladır konağın dışına çıkmayan oğlu önce şirkete gitmeye başlamış şimdi de arkadaşlarını evine davet eder olmuştu. Buna sadece Nurdan hanım değil ben de çok şaşırıyordum.

 

O gün aynı bir gün önce Şahsultan halaya yapılan hazırlık gibi bir hazırlık yapılıyordu. Masa bahçeye kurulacak, isterlerse yemekten sonra kahvelerini arka bahçedeki çardakta içeceklerdi. Hava serin olabilir diye içeri de hazırlanmıştı. Yemekler hızlıca yapılıyor, tüm yöresel tatlar birden sofraya konulmaya çalışıyordu. Mutfaktaki kızların yanı sıra hem Berivan hem de Dilva hala kolları sıvayıp börek açmaya girişmişlerdi. Arada bir bana da hâlâ daha adını öğrenemediğim yemekleri öğretmeye çalışıyorlardı.

 

"Ee heyecan var mı heyecan?" dedim odasında sandalyeye yerleşmek için uğraşan Korhan'ın yanına hızlıca varıp. Bacaklarını koymasına yardım ederken giydiği siyah pantolonun dizlerine bulaşan tozları silkeledim. Mavi polo yaka tişörtünün yakalarını da düzelttim. Konaktaki o hummalı hazırlıktan son anda kurtulabilmiştim akşam olurken.

 

"Mavi yakışmış." dedi bana bakarken. İkimiz de sözleşmiş gibi mavi giymiştik. Ben dolapta gözüme çarpan ve en sevdiğim renk olan mavi, dizlerimde biten belden oturtma elbiseyi giyerken onun da mavi giyeceğini hesap etmemiştim açıkçası.

 

"Misafirlerine uygun olur mu bilemedim." dedim bakışlarımı üzerime çevirip. Son anda Nevide beyaz spor ayakkabılarımı elimden alıp yerine pek yüksek olmayan krem stiletto ayakkabıları vermişti.

 

"Misafirler sana uygun olsun." dedi güzel gülümsemesiyle.

 

"Ee ne zaman gelirler?"

 

"Yoldalarmış. Osman aradı. Birazdan burada olurlar. Herkes gitti mi?

 

"Gitti gitti. Aslında Nevide ben kalayım dedi ama annesi götürdü zorla. Masa hazır, içecekler hazır, tatlılar mutfakta." O sandalyesini kapıya doğru ilerletirken ben de yanında gidiyordum. "Servisi ben yapacağım."

 

"En azından biri kalsaydı."

 

"Neden? Tamam yemek yapamıyorum ama servis edebilirim. Niye güvenmiyorsun bana?" Yalancı bir sitemle döndüm ona.

 

"Ondan demedim. Yorulma diye."

 

"Ne olacak? Kocamın arkadaşlarını en iyi şekilde ağırlayalım öyle değil mi?" Küçük kahkaha atarken büyük avlu kapısında Osman belirdi. Kapının kanadını açarken içeri siyah bir Mercedes girdi yavaşça. İşte misafirler tam onun içimdeydi. Hemen yanı başımda duran Korhan heyecanla kıpırdanmıştı.

 

"Korhan Arslanoğlu!" dedi coşkuyla arabadan önce inen genç adam. Korhan yaşlarında, kumral uzun boylu biriydi. Hızlı adımlara yanımıza gelip samimiyetle sıktı elini. Diğer inen sarışın adam öncekine göre biraz kısa boylu ve kilolu sayılırdı.

 

"Hoşgeldiniz. Tanıştırayım eşim Zühre."

 

"Alp Kıroğlu. Memnun oldum." dedi kumral olan adam. Samimi bir gülümsemesi vardı. İçtenlikle sıkmıştı elimi.

 

"Kutay Ergün." dedi diğeri.

 

"Lütfen geçin."

 

Kendimizi bahçeye kurulan ve üzerinde bin bir çeşit yemeğin olduğu masada bulurken ben daha oturmadan başlayan sıcak sohbete gülümsemekle yetiniyordum sadece. Konu üniversite yıllarıydı.

 

"Biliyor musun Zühre?" Alp beni de dahil etmişti bir anda sohbete. Önümdeki kırmızı şaraptan küçük bir yudum alırken meraklı bakışlarım onu buldu. Son anda Korhan'ın isteğiyle konmuştu şarap masaya. Evdekiler duysa kalpten gider diyordu herkes için. "Bu Korhan okulun kayak takımındaydı. Nasıl havası var ama görmen lazım."

 

"Evet evet!" dedi aceleyle Kutay. Ağzındaki lokmayı zar zor yutup dahil olmaya çalıştı. "Tüm kızlar hastaydı bu yüzden ona." Gülümseyerek küçük bir bakış attım Korhan'a.

 

"Sırf o takımda ve takımın kaptanı diye havalı ya. Dayanamadım ben de girdim takıma. Ama maharetli değiliz onun gibi tabi. Kırdık ilk maçta ayağımızı."

 

"Üç hafta girememişti derslere bu yüzden." Masaya oturduğumuzdan beri bir an olsun solmuyordu yüzünde gülümsemesi Korhan'ın.

 

"Derslere giremediğimi bırak üç hafta drama dersine de gidememiştim."

 

"Olga vardı değil mi orada? Zaten sırf o yüzden o sıkıcı adamın drama dersini almıştın." Kutay önündeki etten büyük bir lokma attı ağzına. "Sana asla pas vermiyordu."

 

"O zamanlar o kadar havamız yoktu be oğlum. Ama Korhan öyle miydi? Her daim gözler üzerindeydi Türk prensin."

 

"Türk prens mi?" dedim araya girip.

 

"Evet Zühre. Lakabı öyleydi Korhan'ın."

 

"Geçip gitmiş şey boşver." Dedi Korhan.

 

"Niye boşverelim? Sınıftaki tüm kızlar hayrandı Korhan'a. Kısa sürede de namı yürüdü 'Türk prens' diye."

 

"Tabi. Evine gelen postaların haddi hesabı yoktu. Okuldaki dolabından aşk mektubu eksik olmazdı Türk prensin."

 

"Abartmayın." dedi Korhan. Rahatsız olmuş gibiydi ama gülümsemesiyle bastırıyordu rahatsızlığını. Rusya'daki Korhan bambaşkaydı sanırım. Ne ilk tanıştığım Korhan'a ne de şimdikine benziyordu anlattıklarına göre. Peki kaç tane Korhan vardı?

 

"Zühre'den mi çekiniyorsun Korhan?" dedi alayla Alp.

 

"Benden çekinmesine gerek yok." dedim gülerek. "Hatta o zamanlardaki Korhan'ı dinlemek isterim fazlasıyla." Sesimdeki meraklı tını kaçmamıştı Korhan'ın dikkatinden. Ama kafasını gülerek iki yana salladı.

 

"Karizması sadece yakışıklılığıyla da sınırlı değildi elbette. Okulun en çalışkanı en zekisiydi. Zaten şimdiki konumundan belli değil mi?"

 

"Şanslıyım ki şimdi de arkadaşlarımla iş yapabiliyorum."

 

"Bir de hep böyle mütevazıydı. Hem bu kadar başarılı olup hem de nasıl her şeye yetişiyordu aklım almıyor. Yanlış anlama bizim dersler epey zordur. O yüzden. Malum Korhan'ın yapmadığı aktivite de yoktur."

 

"Sadece planlıydım."

 

"Seninle burada iş yapmak çok güzel." dedi Kutay. Şarabından büyük bir yudum aldı. "Ama keşke seni asıl yerinde, Rusya'da görsek artık."

 

"Memleketimde iyiyim."

 

"Hiç evlilik insanı değildin. Evlilik değiştirmiş bence seni. Evine bağlı bir adam olmuşsun." Alp büyük bir kahkaha attı Kutay'ın dediğine. Gerçi ben de evlilik insanı değildim. Sayılır mıydı? Bir de bu kardeşlerimiz için olan bir evlilikti. Ayrıntıyı atlamamak lazımdı.

 

"Zamanla her şey değişiyor. Şimdi bile değiştik baksanıza."

 

"Ama Rusya'da başkaydı be Korhan. Değil mi? Oranın atmosferini değişemezsin şimdi. Tekrar dönmeyi düşünmez misiniz?"

 

"Hayır." Hiç düşünmeden, tereddütsüz yanıtladı Alp'i. O sırada telefonu çalmaya başladı. Masanın üzerinde duran telefonda 'Ferda' ismi belirmişti. Genel müdürler demek ki sadece adıyla kayıt ediliyordu rehbere. Soyadlarına ihtiyaç duyulmuyordu. "Efendim?" diye yanıtladı. O Ferda'nın konuşmasını dinlerken sessizleşti masa. Dinledi, dinledi ve dinledi. "Nasıl?" derken bakışları beni buldu. Sonra da "Tamam" deyip kapattı.

 

"Sen ne işle meşgulsün Zühre? Ne yapıyorsun?" Kutay'ın sorusu üzerine önce şarabımdan küçük bir yudum aldım. 'Mezun olalı çok olmadı, işsizim' desem olur muydu? Ya da 'Abimin bebeği doğana kadar kağıt üstü bir evlilikle meşgulüm' desem aşırıya kaçar mıydı?

 

"İşletme mezunuyum ben."

 

"Ooo. Çok iyi. Hazır ARS gibi bir marka da elinin altında. Orada mı çalışıyorsun?"

 

'Yok, ne gezer' diyecektim ama yan tarafımda Korhan benden önce girdi söze. "Evet."

 

"Evet mi?" diye şaşkınca soramam alp ve Kutay'ın birbirlerine bakmasına sebep oldu.

 

"İnsan kaynaklarına dün bıraktığın CV. Onaylandı." Dudaklarındaki gülümseme ben de şaşkınlık yaratırken buna ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Ve evet dün şirkette onu beklerken gidip insan kaynaklarına bir CV bırakmıştım. Tamamen öylesine yapılmış bir şeydi. Hatta dalga geçercesine yapmıştım.

 

"Tatlılarınızı burada mı yoksa çardakta mı almak istersiniz?" dedim heyecanımı bastırmak için oturduğum yerden ayaklanırken.

 

"Çardak olur Zühre. Büyük konağın her köşesini görmek istiyorum." Alp heyecanla atılırken onlar da ayaklandı. Korhan önde sandalyesiyle onlar arkada bahçedeki çardağa ilerlerlerken ben de peşlerinden gidip mutfağa açılan kapıdan girdim içeri. Çardak tam mutfak kapısının yanında kalıyordu.

 

Nevide'nin gitmeden hazırladığı tabakları tek tek tepsiye koymaya başladım.

 

"Yardıma ihtiyaç var mı?" Korhan da gelmişti arkamdan. Sandalyesini tam yanımda durdurdu.

 

"Gerçekten kabul edildi mi CV'm?" dedim elimdeki tabağı tepsiye bırakıp.

 

"Ee CV'ni bırakmışsın. Baktık ihtiyaç da var. Ne yapalım. Kabul ettik biz de."

 

"Şaka yapma?" dedim gülerek. Çoktan kollarımı boynuna dolayıvermiştim.

 

"Neden gelip önce bana demedin? CV ile uğraştın?"

 

"Sürpriz oldu fena mı?" dedim gülerek geri çekilirken. "Ee hangi pozisyonda başlarım?"

 

"Sekreterlik?"

 

"Ciddi olamazsın ya?" dedim sitemle.

 

"Ne bekliyordun Zühre? Deneyimin çok az."

 

"Genel müdürlük falan demiştim ben ama... Neyse... Tamam bu da olur. En azından evde sıkılmam."

 

"Genel müdürlük? Bu başlangıçla?"

 

"Sen beni küçümsüyor musun?" dedim kollarımı göğsümde birleştirip kaşlarımı çatarken. Biz o diplomayı süs diye almamıştık! O kimdi ki beni küçümsüyordu! Okulu birincilikle bitiren, yüksek lisans yapmış, kendi şirketini kurmuş biri...

 

"Elbette hayır. Ama deneyim şart. Emeklemeden koşamazsın. Hem benim özel bir sekretere ihtiyacım vardı. İstemezsen başka birilerine de bakarız tabi. Başvuru çoktu."

 

"Yok yok isterim." Hızla atıldım. "Ne zaman başlarım?"

 

"Hemen yarın. Bir hafta bir deneriz. Baktık uygunsun tamam deriz."

 

"Bak ya... Buldun bunuyorsun sen de!" Hışımla tabakları tepsiye yerleştirmeye geri döndüm.

 

"Benlik bir şey yoksa gidiyorum." Elimle 'Git' der gibi yaptım. aklınca benle dalga geçiyordu. Varıp tezgahın üzerinde duran ve Nurdan hanımın kendi hazırladığı şerbetleri de bardaklara döktüm. Korhan içmiyordu. Tatlı da yemiyordu. Onun öğünü bugün bitmişti.

 

Tepsiyi dikkatle alıp kapıdan çıktım ama beni durduran Korhan'ın tam köşede duruyor oluşuydu. Yüzü bembeyaz, sandalyesinin kolçaklarını tutan elleri boğum boğumdu. Bir şey olmuştu.

 

"Korhan..." dedim fısıltı gibi çıkan sesimle ama sonra hemen çardakta oturanları dinlediğini fark ettim.

 

"Şans bu oğlum." diyordu Alp. "Şansın ağa babası hem de."

 

"Sadece şans mı? Para para? Doğuştan zengin olacaksın bunun gibi. Baksana şu yaşantıya."

 

"Doğru. Şu lüks... Şu para... Oğlum işte para olmasa olmayacağını bir kez daha gördün sen de. Aileden gelen o para olmasa nasıl tutsun o şirketi ayakta bu haliyle Korhan?" Alaylı bir ton vardı Alp'in.

 

"Sadece o mu? Bu haline bakmadan evlenmiş bir de."

 

"Diyorum ya lan. Paranın getirdiği şans bu. Hani söyle hangimizde var o şans. Tırnaklarıyla kazıyanlarda mümkün mü? Parası var ki evlenmiş." Kulaklarım neler duyuyorum diye isyana geçmişti.

 

"Ulan bakar mı o kız parası olmasa buna?" Kim kime neden bakmıyormuş Zühre?

 

"Tabi oğlum." Demişti Alp. "Çekilecek çile mi? Kim sandalyeye bağlı bir adamın kahrını çeker?" Ben miydim bu kahır çeken? Hem de Korhan'ın?

 

"Yalnız kız ya çok akıllı ya da çok salak. Ama salak olamayacak kadar güzel." Küçük gülüşmeler eşlik etmişti ağzından akan iğrenç sözlere.

 

"Harbi." dedi Kutay. "Kütür kütür. Yatakta düşünemiyorum."

 

"Reva mı bu şimdi?" dedi Alp. "Böyle sandalyeye bağlı bir adamın yatağını cennete çevirmesi reva mı?"

 

"Değil elbette. Ama kızın da istemediğine kalıbımı basarım. Ah o para yok mu o para. Bunca para için onunla birlikte olmuyorsa ben de bir şey bilmiyorum. Sence Korhan ona zevk verebiliyor mudur Allah aşkına? Belden aşağısı tutmayan bir adam nasıl zevk verebilir bir kadına?"

 

"Önemli Allah aşkına? Paranın kaynağıyla evli kalması yetiyor işte. Zevk alacak birilerini buluyordur illa."

 

"Korhan..." Korhan sıklaşan nefesleriyle sandalyesini hızlıca geri döndürmüştü. Yüzü kireçten daha beyaz bir halde, boynundaki damarlar ise yeşil yeşildi. "Korhan."

 

"Çekil..." dedi bana oralı olmadan. Hızlıca sandalyesini yanımdan içeri sürdü. Ben de aldığım her nefeste artan öfkemle geri döndüm. Elimdeki tepsiyi epey sert bir biçimde çardağın ortasına kurulmuş masanın üstüne koyarken derin ve sesli bir nefes aldım. Az önce ağızlarından zehirler akan iki adam şimdi sus pus bana bakıyorlardı şaşkınca.

 

"Zühre?" dedi oturduğu koltuktan kalkan Alp. "Bir şey mi oldu?"

 

"Yemek de misafirlik de bitti!" dedim nefretle. Ne masanın üzerine önceden hazırlanmış ikramlıklara ne de şimdi koyduğum tepsiye aldırmadan örtüyü iki kenarından tutup bohça misali topladım. "Bitti!"

 

"Zühre bir şey mi oldu?" dedi aynı şaşkın ifadeyle ayaklanan Kutay.

 

"OSMAN!" dedim var gücümle. Üç saniye geçmeden koşarak gelmişti Osman. Alev püsküren bakışlarım bir Alp'in bir de Kutay'ın üzerinde dolaşıyordu.

 

"Yenge?"

 

"Bu iki ite Urfa'nın sınırlarını terk edene kadar eşlik ediyorsun! Gittiklerinden emin olacaksın!" dedim sert bir tınıda.

 

"Anlamadım?" dedi Alp. Bir bana bir de Osman'a bakmıştı şaşkınca. Ya fazla iyi rol yapıyordu ya da çok ağır bir aptaldı. "Neden?"

 

"Duydun Osman! Bu iki şerefsizi bu şehirden çıkarıyorsun! İzleri dahi kalmayacak!"

 

"Zühre Allah aşkına ne oluyor?" dedi kolunu tutan Osman'dan kendini çekmeye çalışan Kutay.

 

"Siz ne olduğunu iyi biliyorsunuz. Bir daha sizi ne Korhan'ın ne de onun şirketinin etrafında göreceğim. Duydunuz mu? Değil Korhan'ın etrafında görmek bu şehre ayak basmayacaksınız hatta! Hadi Osman! Götür şunları!" Elimde bohça misali topladığım sofrayı sertçe yere çarptım. Tabaklar, yemekler büyük bir şangırtı eşliğinde etrafa saçılırken Osman ikisini de kolundan tutup avlu kapısına doğru sürüklemeye başlamıştı.

 

Derin bir nefes almam gerekiyordu. Duyduklarım zihnimde bir balyoz etkisi yaratmıştı. Ben duyduklarım karşısında böyleysem Korhan'ı düşünemiyordum. Oysa ne kadar heyecanlıydı onlar gelecek diye. Sabah uyanır uyanmaz başlamıştı hazırlıklarına. Bu onun altı yıl sonra kendi arkadaşlarıyla olan ilk yemeğiydi.

 

"Korhan..." dedim zihnimi toparlamaya çalışıp. Apar topar kendimi evin içine atıp Korhan'ın nereye gittiğini görmeye çalıştım. Mutfakta yoktu, salonda yoktu, salonun yanındaki odalarda yoktu. Tam büyük konaktan çıkıp küçük konağa koşacakken üst kattan gelen sesle asansörü bile beklemeden taş basamakları koşarak tırmanmaya başladım.

 

En üst kattaki 'gelin odası' denen odadan geliyordu sesi. Ben kapıya ulaşıp açmaya çalışırken içeriden ardı arkasınca kırılma sesleri ulaştı kulağıma.

 

"Korhan!" kapıyı var gücümle açıp girdiğimde donun kalmıştım. Korhan eline ne geçiyorsa etrafa fırlatıyor dudaklarından acı bağırmalar dökülüyordu. Büyük boy aynası yerle bir olmuştu. Köşelerde duran büyük vazolar paramparçaydı. Sehpaların üzerindeki biblolar yerlerde bin bir parçaydı. Elinin uzanabildiği her şeyi paramparça etmişti.

 

"Çık Zühre!" dedi eline makyaj masasından geçen parfüm şişesini karşı duvara fırlatıp. Hızını alamayıp diğer şişeyi de fırlattı. "ÇIK!"

 

"Korhan sakin ol..." diyebildim onun hararetine ters bir sakinlikte. Kapıyı yavaşça kapatıp ona doğru adım atmak istedim ama masanın üzerindeki kitabı yere fırlatınca korkuyla sıçradım yerimde. Eliyle tişörtünün yakasına yapışıp çekiştirince iki düğmesi de fırlayıp gitmişti.

 

"YALNIZ BIRAK BENİ ÇIK DIŞARI!"

 

"Çıkmayacağım. Sakin ol olur mu?" Dehşet içindeydim ama onu sakinleştirmem de gerekiyordu. Düşünmeden yerdeki kırık parçalara aldırmadan ona doğru yürüdüm.

 

"Çık Zühre Çık!"

 

"Korhan sakin ol tamam mı? Gittiler." Ellerimi kaldırıp sakin olmasını istedim. Ama beni duymuyor gibiydi. Gözlerinden alevler saçılıyor derin solukları öfke alıp veriyordu ciğerlerine.

 

"YALNIZ KALACAĞIM! ÇIK DIŞARI ÇIK! GİT!"

 

"Gitmeyeceğim..." dedim ona bir adım daha atıp. Ellerimi titrekçe dizlerine koydum.

 

"Nefret ediyorum kendimden!" dedi acı bir şekilde. "Nefret!"

 

"Hayır etmiyorsun..."

 

"Berbat bir adamım ben! Şu siktiğimin sandalyesine bağlı berbat bir adam! Aciz! Acınası! Zavallı!" Sol gözünden bir damla yaş kaydı.

 

"Hayır Korhan!" dedim ellerimi telaşla yüzüne çıkarıp. "Asla öyle biri değilsin!"

 

"ÖYLEYİM! GÖRMÜYOR MUSUN ÖYLEYİM! BAK! HAKLI ONLAR HAKLI!"

 

"Hayır Korhan..." Ses tonumu olabildiğince sakin ve yumuşak tutmaya çalışıyordum.

 

"NEFRET EDİYORUM ANLIYOR MUSUN! KENDİMDEN NEFRET EDİYORUM! KORHAN'DAN NEFRET EDİYORUM!"

 

"Ben etmiyorum. Sen de etmiyorsun! İki gerizekalı adamın seni bu kadar yıpratmasına izin veremezsin. Kendine gel!" Elimi yanaklarına bastırdım. Öfkeli nefesleri yüzüme çarpıyordu. "Sen nefret edilesi biri değilsin."

 

"ÖYLEYİM! ZAVALLININ TEKİYİM!"

 

"Değilsin." Dedim onun gibi ısrarla.

 

"Ölmek istiyorum tamam mı! Ölm-" Dudaklarımı sertçe dudaklarına bastırırken tek istediğim susmasıydı. O ne nefret edilesi bir insandı ne de aciz biri. Onun hakkında böyle düşünenler acizin tekiydi asıl. Ve ne yaşadığını bilmeden onun hakkında atıp tutanların onun 'ölmek istiyorum' diye haykırmasından ben nefret ediyordum asıl. Aksine yaşamayı en çok hak eden biriydi Korhan. Hayatı bir gecede dakikalar içinde mahvolmuş, yılları alınmıştı elinden. Yeni yeni kendine gelirken daha o kazanın izleriyle uğraşıyordu bir de. Ve bu kadar acıya katlanan bir adamın acısını katlamak kimsenin haddine değildi.

 

 

 

Sertçe ellerini saç diplerime daldırmasıyla bedenimi kucağına çektim. Dudakları beni daha önce öptüklerinden kat be kat sert, kat be kat hırçındı. Öfkesini dudaklarımda dindirmeye çalışıyordu belki.

 

"Zühre..." dedi anlık. Ama tekrar dudaklarıma kapanmıştı. Elleri saç diplerimi çekiştiriyordu en sert haliyle. Canım yanıyordu ama şikayet edemiyordum. "Yatak..." dedi nefes nefese. "Yatağa geçelim." Cevap vermemi beklemeden sandalyesini yatağa ilerletti. Ben ondan önce kendimi yatağa atarken o da hızlıca sandalyesinden yatağa çıkmış ve beklemeden yine beni kendine çekmişti. Bacaklarımı iki yana açıp tam kucağına yerleştim. Nefes almama fırsat bırakmadan dudaklarım dudaklarını bulmuştu tekrardan.

 

Susuzdum, açtım ve en önemlisi bunları nasıl geçireceğimi çok iyi biliyordum. Onun da benden farkı yoktu.

 

Ne kadar zaman geçmişti, nasıl olmuştu bilmiyorum ama o büyülü kar küresinin içinde ikimizin durdurduğu o zamanın içinde anı yaşıyorduk. Etrafımda milyonlarca yıldız vardı. Göğsümün tam ortasında milyonlarca serçe kuşu kanat çırpıyordu. Hiç olmadığım kadar savunmasız ama hiç olmadığım kadar 'ben' olarak hissediyordum kendimi.

 

Mavi elbise yırtılırcasına üzerimden çıkarılırken de, saçlarımın her bir teli onun ellerinde yanarken de, dudaklarının değdiği yerlerde korlar kalırken hiç olmadığım kadar 'Serçe Kuşuydum.' Bu minicik yaralı kanatlarım onun kanatları altında yer buluyordu kendine. Ne kadar sabırsız ve acemi olsam da ona dikkat etmeye çalışıyordum.

 

"Zühre..." diye inledi dudakları göğüslerimi talan ederken. Her bir zerrem onunla birlikte yanıp tutuşuyor, eriyip bitiyordu. Tırnaklarım sırtından omzuna, omzundan kollarına dökülen ve her bir noktası özenle yapılmış dövmelerde geziyordu.

 

"Bunlar..." diyebildim güç bela göğsündeki ve karnındaki yara ve dikiş izlerine. "Çok canın yandı mı bunlar yüzünden?"

 

"Cık..." diyebildi nefes nefese. Solukları iyice düzensizleşmişti.

 

"Yanmasın..." dedim dudaklarımı her bir yara izine dokundurup. "Kimse yakmasın canını..." Üzülmesine gönlüm asla razı değildi. Onu üzmelerine de dayanamıyordum.

 

"Zühre..." dedi tekrar inlemeyle karışık. Bedeni boncuk boncuk terlerken kalp atışlarımı bedenimin her bir noktasında duyuyordum artık. Gözlerim kararıyordu.

 

"Bayılabilirim..." dedim nefes nefese omuzlarına tutunmaya çalışıp. "Her an bayılabilirim..."

 

"Ben varım..." dedi dudaklarını boynumda arzuyla gezdirirken. Bedenim onunla bir olmak için yanıp tutuşuyordu. Ruhum onun ruhuna katılmak, ruhuyla bir olmak için can atıyordu.

 

"Serçe Kuşu..." dedi bedenlerimiz bir olmadan hemen önce. Saçlarım tüm bedenine dökülmüş, bedenim kaskatı kesilivermiş. Ama bu yaşadığım tarifi olmayan bambaşka bir şeydi.

 

Birdik... Bütündük... Kaynayan ruhlarımız birbirine karışmış, gökyüzü yeryüzüne inmişti bir anda. Zihnim hiç olmadığı kadar berrak, yaşadıklarım hiç olmadığı kadar gerçekti. İçimde patlayan, tüm dermanımı çeken bir volkan vardı.

 

"Hatırlıyorum..." dedim onun omuzlarına zar zor tutunup gel gitlerine ayak uydurmaya çalışırken. "Sana o gün ne dediğimi hatırlıyorum. Sana aşığım Korhan..."

 

 

 

💧 

 

 

Soğuk denebilecek bir esinti tüm hücrelerimi titretirken göz kapaklarım hafifçe aralanmıştı. Kulaklarıma yağmur sesleri doluyordu. Üzerimde tatlı bir yorgunluk, bedenimde tatlı sızılar vardı. Ellerimle hafifçe gözlerimi ovuşturup genişçe esnedim.

 

Bakışlarım yatağın ilerisinde, pencerenin hemen önünde sırtı bana dönük olan Korhan'a takıldı. Yataktan yavaşça doğrulurken üzerimde duran siyah çarşafı çıplak bedenime çektim ve "Günaydın." dedim.

 

"Uyandın mı?" dedi bana dönmeden. Üzerini değiştirmişti. Yanımdan kalktığını fark etmemiştim bile.

 

"Evet..." dedim tekrar esneyip. Hâlâ bana dönmemişti. Bakışlarım darmadağın odada dolaştı bir süre.

 

"Komodinin üzerinde ilaç var." dedi. Ses tonundaki ifadesizlik hoşuma gitmemişti.

 

"Ne ilacı?" dedim onun demesiyle yan tarafımdaki komodine dönüp. Bir tablette tek bir hap ve yanında bir bardak su duruyordu.

 

"Dün gece için."

 

"Anlamadım." Bana doğru dönmemesi dikkatimi çekerken bakışlarımı tekrar ilaca çevirdim.

 

"Korunmadık." dedi yine ve yine bana dönmeden. Ses tonundaki ifadesizlikten ne anlamam gerekiyordu.

 

"Anlamıyorum Korhan." diyebildim öylece.

 

"İstenmedik bir durumla karşılaşmak istemeyiz. Bir an önce içsen iyi edersin."

 

"İstenmedik durum?" Kalktığımdan beri ilk defa döndü bana doğru. Sesindeki ifadesizliğin daha büyüğü suratındaydı. Gözünde anlam vermediğim bir bakış vardı. Dün geceki o yanardağı andıran öfkesi gitmişti.

 

"Dün gece aniden oldu. Hesaplayamadık."

 

"Aniden?"

 

"Öfkeliydim. Ne yaptığımı bilmiyordum." Sözleri zihnimdeki her bir düşünceye balyoz darbesi gibi iniverdi birden. Sırtımdan aşağı soğuk sular döküldü.

 

"Sen ne diyorsun ya?" Dudaklarım kuruluktan birbirine yapışıvermişti.

 

"Bir hataydı Zühre..." Eğer onun yüzünün her bir santimini ezbere bilmesem karşımda Korhan yok derdim. "Bir daha tekrarlanmayacak bir hata."

 

Göğsümün tam ortasındaki serçe kuşları birer birer ölürken ben de oturduğum o yatakta can çekişmeye başladım sözleri karşısında.

 

Kapıya doğru ilerliyordu bana bakmadan. Bir şey demeden açtı kapıyı ve çıktı gitti. Öylece...

 

Bir başıma, bedenim siyah bir çarşafa sarılı, dizlerim karnımda kalakalmıştım. 'Hata' demişti. Dün yaşadığımız, rüya gibi o ana hata demişti.

 

Serçe Kuşu bu sefer tam kalbinin ortasından almıştı darbesini. Kanatları yaralı, kalbi yaralı Serçe Kuşu bundan sonra nasıl dayanırdı? Peki Serçe Kuşu hatasını nerede yapmıştı? İlk defa kalbini birine açması mı yoksa kendini ona teslim etmesi miydi hatası?

 

Simsiyah bir geceydi koynundan çıktığım... Yapayalnız bırakmıştı beni bu yatakta...

 

Yanılmıştım. Yuvam sandığım kanatları birer hançer olup batmıştı serçe kalbime.

 

Biz dünyanın iki ayrı kutbundaki enlemlerdik. Nasıl ki o iki enlem birlikte olamıyorsa biz de olamayacaktık. Oysa ben oluruz sanmıştım.

 

Biz dönenceydik...

 

Duvarların dili olsa ne derdi halime? Gözümden akamayan yaşlar mıydı bu batan ciğerlerime? Yoksa benim gözümden süzülmeyen yaşlar mıydı gökyüzünden düşenler? Gökler bile benim için mi ağlıyordu? Gökyüzü bile acımış mıydı halime?

 

Peki yağmur siler miydi bedenimdeki izlerini? İzlerini silerken kalbimden akan kanı da alıp götürür müydü?

 

Peki Serçe Kuşu ne yapacaktı bundan sonra? Zühre ne yapacaktı? Neresi kalmıştı gideceği? Babasının saçlarını bile öpmediği evi mi yoksa kalbini delik deşik eden adamın yanı mı?

 

Daha kaç yere kabul edilmeyecektim ben? Daha kaç yerden kovulacaktım? Daha kaç yere sığdırılamayacaktı şu serçe bedenim?

 

Ben bundan sonra nasıl yaşayacaktım?

  

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü??

 

Sizce ne olacak bundan sonra??

 

Korhan niye böyle yaptı??

 

Zühre ne yapacak??

 

Tüm bu yaşananlar neydi böyleeee😢

 

Hadi herkes satır aralarına gelsin ve neler oluyor konuşalım❤️

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%