@seydnrgrsu
|
G Ü N C E Ç A K I R
"Ethem dede Ethem dede! Gömleği keten dede!"
"Ethem dede Ethem dede! Gömleği keten dede!" Ellerimi Balca'nın elleri gibi havaya kaldırıp sağ bacağım önde popomu sağa sola sallıyordum.
"Eğer Zühre'nin tokasını bulursan sana üç göbek atarım dede!"
"Eğer Zühre'nin tokasını bulursan sana üç göbek atarım dede!" Balca bir sağa bir sola kıvırtırken adımlarımı ve hareketlerimi ona uydurmaya çalışıyordum. On bir yaşımızdaydık. On bir yaşımızda gram olmayan aklımızla Ethem dedenin ruhuna göbekler atıyorduk.
"Allah aşkına!" demişti tepemizden bir ses biz sağa sola popomuzu kıvırtırken. "Sizin hiç mi aklınız yok! Bulunmadan ne diye elin dedesine götünüzü başınızı sallıyorsunuz!" Tüm gün evin içinde fırtınalar estiren sanki o değilmiş gibi şimdi ağacın tepesinde elindeki büyük bir dilim karpuzu kemiriyordu. Biz saatlerdir onun için uğraşmıştık.
"Hiii!" demişti Balca aniden durup. "Ne dediii! Seni Mahfer teyzeme diyeyim de gör."
"Aman dersen de! Ben de elin adamına oralarını sallıyorlar derim ki! Demem mi sanıyorsun!"
"Biz kim için-" Tam ağzımı açtığım sırada susmama neden olan alnımın ortasına damlayan karpuz suyu olmuştu. "Dalın tepesinde ne diye karpuz yiyorsun sen! Senin tokanı arıyoruz biz!"
"Elin adamına göt baş sallayarak mı!"
"Çok ayıp! Vallahi diyeceğim Mahfer teyzeme! Gelsin de koparsın etlerini!"
"Senin de oranı koparır merak etme! Kocaman ya zaten!" Balca ondan geri kalmaz hatta onu bastırırdı ama konu kilosu olunca dudakları titreyiverir olmuştu.
"Ben şişman değilim bir kere! Kemiklerim iri!" Dolu dolu olan gözlerini ona dikmişti.
"Hı hı!" Ağzını şapırdata şapırdata karpuzunu kemirirken oralı olmuyordu bize Zühre. "Sizin bulamadığınız tokayı elin dedesi mi bulacak!"
"Öyle deme!" demiştim alnıma düşen karpuz suyu damlasını elimin tersiyle silerken. "Ruhuna şarkı söylersen buluyor ama göbek atarsan veriyor!"
"Kesin kesin! Elin Ekrem dedesinin işi gücü yok benim tokayı bulacak."
"Ekrem değil Ethem!" Ha ağladı ha ağlayacak bir haldeydi Balca ama Zühre'yi düzeltmekten de geri kalmıyordu. Konu kilosu olunca
"Her ne karın ağrısıysa! Bence şeytan aldı götürdü!" Elindeki büyükçe karpuz diliminden bir ısırık daha alırken bize doğru hafifçe omuz silkmişti. Oturduğu dal epeyce inceydi. Bana kalırsa düşmesi an meselesiydi.
"İn kız aşağı!" Tam o sırada kafamın üzerinden bir şey 'fiyuuu' ederek yukarı fırlamıştı. Annemin ayağındaki 'şıpıdık' terliği Zühre'nin şortunun açık bıraktığı bacağına 'şap' diye yapışıvermişti. "Başka yer mi kalmadı karpuz yiyecek!"
"Ya ne yapıyorsun teyze ya! Füze atsaydın!"
"Onu da atarım inmezsen! İn kız aşağı! Getirme beni oraya! Dal maymunu!"
"Maymun değil! Serçe Kuşu! Hem inmeyeceğim! Tokamı kaybettiniz inmiyorum işte!" Oturduğu dal onun tepede tepinmesiyle 'çat' edince annem o anda küçük bir kalp krizi de geçirivermişti.
Annem bir gün önce daha kargalar bokunu yemeden eline aldığı süpürgeler ve toz bezlerini kafamıza atıp 'temizlik yapacağım yardım edin' diye hepimizi uyandırmış, saatlerce evin her köşesini temizlemişti. İşte o hengamede de Zühre'nin babasının doğum gününde aldığı tokalar kayboluvermişti.
"Ay bu kız beni kalpten götürecek! Rezil rüsva olduk mahalleye! Kime diyorum insene kız!" Eliyle kalbini tutardı annem onu her dal tepesinde gördüğünde. Hep de bu cümleyi kurardı; 'bu kız beni kalpten götürecek'. Onun bu denli korkusuzca dal tepelerinde dolaşmasına biz öyle korkuyla bakardık ki...
"İnmeyeceğim ya! Gitsenize işinize!" Mahalle hep bu kavga sesiyle inlerdi her Allah'ın günü. Artık tüm mahalleli alışmıştı bu rutin kavgalarımıza. Arada bir dahil de olurlardı.
"Yine mi dal tepesinde bizim Serçe Kuşu?" diye girerdi Ayfer teyze araya. Eski ahşap evinin balkonu tam da bizim bahçeye bakardı. Gerçi onun evi öyle bir konumdaydı ki her yeri görebiliyordu. Bu yüzden mahallede arkadaşlarla aramızda ona 'Foto Ayfer' adını takmıştık.
"Nerede olacak başka! İndiği mi var şu dalın tepesinden! Kestirecek bana bu ağacı o olacak!"
"Onu kesersen başka ağaç mı yok teyze! Onlara çıkarım!"
"İn kız!"
"Bırak kızı be Mahfer, ne olacak! Hep çıktığı yer!"
"Öyle deme Ayfer abla! Düşüp bir yerine bir şey olacak!"
"İnmeyeceğim!"
"Aman düşmez sen de!"
"Ethem dede Ethem dede! Gömleği keten dede! Zühre'nin tokasını bulursan sana üç göbek atayım dede!"
"İn kız!"
"İnmem!"
"Bırak Mahfer çocuğu!"
"Ödüm kopuyor abla! Öyle deme! Onu kaybedeceğim diye ödüm kopuyor!"
Ne annemin feryatları, tehditleri ne de bizim dediklerimiz ikna ederdi onu. Bence bizim sülalede bir inat özelliği varsa hepsini Zühre almıştı. Hep Nuh derdi peygamber demezdi. Böyleydi... Biz onu böyle kabul etmiştik. Ama kabul etmezdi hiçbir şeyi. Düzene düzenli bir şekilde karşıydı.
Her gün bambaşka biri olarak çıkardı karşımıza. Neye nasıl tepki vereceğini bilemezdik hiçbirimiz. Tek bir noktası değişmemişti ömründe. Üşengeçlik...
Her şeye, herkese, her duruma ve her duyguya üşenirdi.
Ben de öyleydim. Ve sanırım üşengeçlik kanımızda vardı Zühre'yle. Ama Balca öyle değildi. O hiçbir zaman hiçbir şeye üşenmez, her şeyi tastamam yapar ve en ince ayrıntısına kadar düşünürdü. Bazen o kadar çok düşünürdü ki Zühre 'ben sana yetişemiyorum, beynim akıyor sonra' diye hayıflanıyordu.
Biz üç kız kardeştik. Üç ayrı beden ama tek bir ruh gibiydik. Ve kardeş olmak için de aynı anne babadan doğmaya gerek duymuyorduk. İnsanlar arasında kan bağına gerek yoktu kardeşlik için. Ben bunu bilir bunu söylerdim.
Mesela Zühre'nin bir abisi vardı. Her şeyi aralarında güçlü bir kan bağı ama hiç olmayan da bir kardeşlik vardı. Peki kardeşlik için kan bağına tam bu noktada ihtiyaç duyuyor muyduk? Asla...
Zühre abisine kan bağıyla bağlıydı. Biyolojik olarak onun kardeşiydi. Ama Zühre her şeyiyle Balca ve bana bağlıydı. Biz her şeyimizle kardeştik. Yani Zühre sadece bizim kardeşimizdi.
Abisi ve babası onu hafta sonundan hafta sonuna görmeye gelirdi. Sevmezdim gelmelerini. Zühre'nin iki gün öncesinden bahçe kapısına uzanan taşlı yolda boynunu bükerek oturmasını sevmezdim. Onların geleceği saati beklerken üzerine çöken o tedirgin heyecanı sevmezdim. Kardeşimin kollarını abisine ve babasına sıkıca sarmasını sevmezdim.
Kıskandığımdan sanırdı bunu. Ama ben Zühre'yi kıskanmazdım. Onu böylesine buruk ve yarım bırakmalarını sevmiyordum. Hafta içinde hafta sonunu beklemesini, yaz kış demeden o taşlı yolda oturmasını, gideceklerine yakın üzüntüsünü kahkahalarıyla bastırmaya çalışmasını sevmezdim işte.
Zühre biricikti... Kanatları yaralı bir Serçe Kuşu'ydu. Ama ne abisi ne de babası görüyordu bunu.
Biz o gün Ethem dedenin ruhuna epey bir göbek atmıştık. Biz göbek atarken tepemizde umursamazca karpuz kemirmişti Zühre. Annem krizler geçirmiş, mahalleli alışık olduğu bu duruma gülüp geçmişti. Ama umursamaz değildi Zühre. Babasının aldığı tokalara ne kadar önem verdiğini bildiğimden içinde kopan fırtınaları umursamaz görünmeye çalışarak kapatmaya çalıştığının farkındaydım da. O yüzden Balca'dan daha çok göbek atıyordum Ethem dedeye.
"Ethem dede Ethem dede! Aaaa!" dedim heyecanla avlunun iki beton basamağından füze misali fırlayıp. Evin arka tarafına dolanan küçük taş kaldırımın kenarındaki sarı kurdeleli tokalar çarpıvermişti gözüme. "BULDUK ZÜHRE VALLAHİ BİLLAHİ BULDUK!"
"Ay nerede!" Balca ve ben tüm heyecanımızla tokalara koşarken tırmandığından daha hızlı yere inmiş yanımıza ulaşmıştı Zühre. Biz sevinçle kollarımızı birbirine dolarken Zühre eline aldığı tokalara en içten gülümsemesiyle bakıyordu.
"Bak gördün mü! Getirdi işte Ethem dede tokalarını!"
"Bu kadar göt baş sallamaya dayanamadıysa!" gülüp geçmiştik dediğine.
"Bak işte! Efsane gerçekmiş! Buluyormuş Ethem dede kaybolan her şeyi!"
Ben o gün o yaşımda buna inanıvermiştim. Belki yaşımın küçüklüğü belki de Zühre tokasını bulsun diye ettiğim dualar inandırmıştı buna beni. Belki de gerçekti nereden bilecektik. Belki de gerçekten kaybolan şeyleri bulan bir 'Ethem dede' vardı.
"Bence Gürkan kesinlikle hak etti! Etmedi mi Günce! Sen söyle! Gürkan ona yazdığım bu mesajı hak etmedi mi?"
"Hani bu çocuğu baştan reddetmiştin sen?" Bacaklarımı yataktan sarkıtıp sırtımı yatağa bırakmıştım yavaşça.
"Evet!" dedi coşkuyla. "İşte reddettiğim için o da hazmedemedi ve o kızla fotoğraf attı."
"He yani seni bu kadar önemsiyor?" Balca kesinlikle erkekler konusunda şanslı bir insan değildi. Karşısına kim çıkarsa çıksın mutlaka bir pürüz çıkıyor ve bir türlü mutlu sona erişemiyordu. Ya Balca'yı fazlaca darlıyorlardı ya da Balca en ufak bir şeyden nem kapıyordu.
"Sence önemsemese bana ikizim kadar benzeyen kızı bulup niye fotoğraf atsın?" Tam tepeme gelip eğildiğinden sarı uzun saçları yüzüme bir süpürge misali dökülüvermişti.
"Ay ne yapıyorsun be! Hep ağzıma girdi çalıların."
"Benzemiyor mu bana? Baksana bir Allah aşkına! Sence de benzemiyor mu! Bak! kızım baksana ya!" Elimle saçlarını iteleyip kalkmaya çalıştım ama burnumun içine kadar soktuğu telefonu hareketlerimi kısıtlıyordu.
"Benziyor benziyor." dedim bıkkınca. Ayağıma terliklerimi geçirip darlamalarından kaçmaya çalıştım.
"Burnu sürtüyor işte..." dedi telefona geri dönüp. "Kız bana benziyor ama benim tırnağım bile olamaz. Bir kere balık etli. Ben zapzayıfım." Elleriyle uzun saçlarını geri atıp hafifçe omuz kırıttı.
"Sen şu Uraz'la konuşmuyor musun? Ne diye elin adamlarını takıyorsun kafaya?" Sorduğum soru yüzünden şekilden şekile girerken rengi önce kırmızı sonra mor en son da yeşil olmuştu.
"Ne!" dedi abartılı bir bilmemezlikle.
"Üf biliyorum Balca. Geceleri nasıl takır takır mesajlaştığını, evin köşelerinde buluştuğunuzu biliyorum. Sen hoşlanıyor musun ondan?"
"Yoo..." Yalan söylediğinde kulakları kızarırdı. Ve şimdi kulakları bir domatesten farksızdı.
"Yalancı..." Kendi kendime mırıldanırken cebimde titreyen telefonu aldım elime. Ekranda gördüğüm isim kaşlarımı çatmama sebep olmuştu.
Babam...
"Tamam hoş çocuk. Tamam belki şans vermiş olabilirim. Ama aramızda bir şey yok! Vallahi bak! Hem olursa söylerim ki zaten!"
"Beni ilgilendirmez. Ama sonra aşk acısı çekiyorum diye başımın etini yeme sakın." Cebimdeki telefon yeniden titremeye başlamıştı.
"Ay ne aşık olacağım sen de..."
"Zühre pek haz etmiyor o dövmeliden. Bana kalırsa da tahtasının birkaçı eksik. Yani senin bileceğin iş." Cebimdeki telefon ısrarla yine titremeye başlayınca bileğimdeki tokayla saçlarımı sıkı bir şekilde yukarıdan topladım ve kapıya doğru yürüdüm. "Ben Zühre'ye bakacağım. Geldi mi merak ettim."
"Tamam gelirim ben de." Onu beklemeden hızlı adımlarla bizim için hazırlanan ve kaldığımız odadan çıktım. Zühre buraya 'evlenme' bahanesiyle geldiğinden beri yol kurar olmuştuk. Artık beş saat uzaktaki kendi kasabamız ve Urfa arasında mekik dokuyorduk sağolsun.
"Oo günaydın Günce kızım." Dedi terasta oturan Zahide nine. Tüm güler yüzüyle selamlamıştı beni.
"Günaydın. Nasılsınız?"
"Hele iyiyim sen nasılsın?" Cebimdeki telefon ısrarla çalmaya devam etmese belki ben de iyi olabilirdim ama değildim işte. Konaktan biraz uzaklaşıp cebimde artık çalmaktan bir hale dönen telefonu aldım elime ve yanıtladım aramayı.
"Ne var!"
"Günce..." demişti karşıdan gelen yorgun ses.
"Ne diye ısrarla arıyorsun beni! Açmadıkça ne diye arıyorsun!"
"Günce bak... Yapma böyle kızım..." O kadar yabancıydım ki karşıdan gelen sese. Tınısını unutmuştum bile. O kadar uzun zaman olmuştu ki duymayalı. Olduğum yerde durup derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim.
"Bana kızım deme. Arama beni ya! Ne beni ne de annemi arama tamam mı!"
"Günce bak-"
"Hem ne diye arıyorsun ki sen ya! Ne yüzle arıyorsun beni! Utanmıyor musun!" Eğer konağında bahçesinde olmasam ve çevrede beni duyacaklar diye endişe etmesem muhtemelen avaz avaz bağırırdım da.
"Günce izin ver konuşayım. Lütfen kız-"
"Gerek yok! Arama ya arama! Bunca yıl arayıp sormadın şimdi de arama! Numaranı engelleyeceğim! Sakın başka yerlerden de aramaya kalkma tamam mı!" Ne diyeceğini ne tepki vereceğini beklemeden de çat diye kapatmıştım telefonu. Burnumdan soluyordum. Sinir tüm damarlarımda oluk oluk akar olmuştu. Geçen gün aradığında numarasını kaydetmiştim eğer bir daha ararsa açmayayım diye.
Herkesin bir yarası, kanayan bir yeri vardı.
Benim babamın bende açtığı yaralar kanamıyordu artık. Hatta iyileşmişti bile. Ama ara ara böyle bir yerlerden çıkmasa rahatım da bozulmayacaktı.
Yıllar önce aşık olduğu annemi aşık olduğu kumar uğruna terk etmiş, o günden sonra da bizi silip atmıştı. Kazandığı paralarla gezmedik ülke bırakmamış, elde ettiği tüm servetini de her gece başka bir pavyonda bambaşka kadınlarla yemişti. Dünya küçük yerdi, Hamiş hep böyle derdi. Haberleri de hep kulağımıza gelirdi. Annem onunla ilgili bir şey olduğunda beni Zühre'yi odadan çıkartırdı. Ona dair şeyleri duymamı istemezdi. Haklıydı da. Kim kendisini terk eden adamın yaptığı namussuzlukları çocuğu duysun isterdi ki.
Bizi terk ettiğinde ben daha dört buçuk yaşındaydım. Sağını solunu karıştıran, sümüğünü tutamayan bir çocuktum. Zaten o zamana kadar onunla doğru dürüst zaman geçirdiğimizi bile hatırlamazdım. Fotoğraf albümlerinde bile ya bir fotoğrafta ya da iki fotoğrafta yanımdaydı. Diğerlerinde hiç olmamıştı.
Bir gece yarısı annemin ağlama seslerine uyanmıştım. Soğuk bir aralık günüydü. Bizim oralarda kış daha soğuk geçerdi hem. Ayaz sert olurdu. İnsan iki kat üşürdü. Ama annem o soğuğa rağmen ayaklarında çorap bile olmadan evin önündeki kar yığılmış kaldırıma oturmuş bağıra bağıra ağlıyordu. Elinde saman kağıdından bir mektup hemen yanında karların üstünde az miktar bir para.
'Gitmiş' demişti hıçkırıklarının arasından. 'Baban bizi bırakıp gitmiş'. Zaten eve doğru düzgün gelmeyen bir adam nasıl oluyordu da gidiyordu anlamamıştım o yaşımda. Evin içinde, salonda, yemek masamızda, bahçemizde onu o kadar az görmüştüm ki annem 'gitmiş' deyince bir anlam yükleyememiştim.
O gece annemin en uzun gecesi olmuştu. Hamiş'e sarılıp bağıra bağıra ağlamasını, saçlarını yolmasını Zühre ile beraber kapının kenarından izlemiştik saatlerce. İlk defa önümde böylesine dövüne dövüne ağlamıştı annem. İlk ve son olmuştu o gece onu öyle görüşüm. Ondan sonra bir daha asla öyle ağladığına da şahit olmamıştım.
O gece sabah olana kadar o karlı kaldırımın üstünde ağlamış, sonra kıpkırmızı olmuş yüzü, darmadağınık olmuş saçlarıyla kalkıp yerdeki paraları sobaya atmış ve sonra gelip bana uzun uzun sarılmıştı.
'Ben varım' demişti. Saçlarıma uzun uzun öpücükler bırakmış bir koluyla beni bir koluyla da Zühre'yi sarmıştı. 'Bundan sonra sadece biz varız' diye eklemişti.
O gün o yaşımda, ondaki sonraki zamanlarda pek koymamıştı bu durum bana. Okulda sorduklarında bile rahatsız olmuyordum ta ki lise ikide lüks bir arabayla okula gelene kadar. İşte o gün ilk defa o denli rahatsız olmuştum ondan. Yanında sarışın manken gibi de bir kadın vardı. Ne görüntüsüyle ne sahte gülümsemesiyle ne de duruşuyla 'babam' gibiydi. Benim babam ben dört buçuk yaşındayken bizi terk ettiği o karlı kaldırımda kalmıştı. Saman kağıdına yazılmış bir mektuptan ibaretti.
Şimdi de arayıp 'kızım' demesi ne kadar doğruydu peki? O günden sonra bir kere bile halimi hatrımı sormayan adam şimdi aramış olsa ne yazardı?
Hasta olduğum günlerde yanımda değildi. O zamanlar annem ve Hamiş sabahlara kadar beklerdi başımı. Veli toplantılarımın hiçbirinde olmamıştı ya da okulda disipline gönderildiğimde beni savunmaya gelmemişti. İlk aşkımı bilmiyordu, ilk kavgamdan haberdar olmamıştı. Hangi yemeği severim hangisinden nefret ederim zerre fikri yoktu. Hayatımın hiçbir noktasında izi olmayan bir adamın aramalarına da cevap verecek değildim.
Elimde telefon kendi kendime hem söyleniyor hem de yolda önüme çıkan irili ufaklı taşlara tekme savuruyordum. Sinirliydim. Bu benim genel halimdi. Kafamdan, kulaklarımdan duman çıkmayan zaman neredeyse hiç olmazdı. Belki yaradılışım böyleydi belki de hayat bana bunu veriyordu. Ve bana sadece sinir olunası şeyler veren hayata da pek gülümseyemiyordum ne yazık ki.
Hayli yürüdüm. Daha sabahtan sıcak olan hava beynimi sulandırmaya başlamıştı bile. Durup tüm ihtişamıyla parlayan güneşe en ters bakışlarımı attım. Böyle anlarda içime Zühre kaçmış gibi olurdu ve hafifçe gülümseyip yürümeye devam ettim.
Epey bir yürüdükten sonra kapısında metal levhayla 'Arslanoğlu Konağı' yazan devasa büyük yapının önünde durup derin bir nefes aldım. Zühre'yi asla hak etmeyen bir ailenin evinden başka hak etmeyen bir ailenin evine gelmek nasılsa öyle hissediyordum kendimi.
Belki Korhan ona karşı bu denli anlayışlı olmasa, bu denli kibar olmasa ve özel durumu olmasa bu cüsseme aldırmadan şu devasa yapıyı başlarına yıkardı ya. Gerçi ben parmağımı oynattığım anda köpek sürüsü gibi olan adamları da çullanırdı üzerime.
"Buyrun?" dedi gözünde güneş gözlüğü olan ve bu sıcak havaya rağmen takım elbisesinin ceketinin önünü bile düzgünce bağlayan koruma. Buraya ilk gelişim değildi. Ama sanki beni ilk defa görüyormuş gibi davranması da ayrı bir ironiydi.
"Açar mısın kapıyı?" Bu denli kibar olduğuma şükretmeliydi. Zira küfredip çemkirmemek için çok zor tutuyordum kendimi. Beynim de yavaştan haşlanmaya başlamıştı.
"Kime geldiniz? Kimsiniz?"
"Sen şaka mısın?" dedim en az iki katım olan adama doğru bir adım atıp. "Tanımıyor musun beni? Aç şu kapıyı!"
"Açamam kusura bakmayın."
"Kardeşim!"
"Tamam Eyüp. Bayan, Zühre yengenin kardeşi." Kapı açılmış ve en az kapının boyunda olan hödük dikilmişti kapıya. Evet, ona ismiyle değil de 'hödük' diye seslenmeyi daha doğru buluyordum. Çünkü olabildiğince kaba, olabildiğince hödüktü.
"Sensin bayan! İkide bir deyip duruyorsun! Kaç kere dedim sana şunu deme diye!" Koluna çarpıp içeri geçtim. Omzuna çarpmayı yeğlerdim fakat boyum yetişmezdi. Ben bir elli yedilik biriydim yahu! "Zühre nerede!" dedim ters ters.
"Yenge ve Korhan abim yoklar.. Eğer beklemek isterseniz içeri alayım sizi."
"İşine gelince nasıl da kibar konuşuyorsun." dedim küçük konağa doğru attığım adımdan vazgeçip. Eğer Zühre yoksa burada durmanın da bir alemi yoktu değil mi? "Arada bir beceriyorsun bu kibar olma işini." Hızlı hızlı adımlarla girdiğim avlu kapısına bu sefer yavaş adımlar atmaya başladım. Cebimdeki telefon yeniden titremeye başlamıştı. Büyük bir hırsla telefonu çıkarıp ekrandaki isme baktım. Yine o arıyordu. Babam...
"Bayan istersen bırakabilirim."
"Sokacağım ama bayanına!" dedim koluna bence sert ama onca sert olmayan bir şekilde vurup. "İki dakika kibar oldun ya güya..." Elimdeki telefonu titreyen ellerimin izin verdiğince cebime tıkıştırırken arama yeniden tekrar etmeye başlamıştı.
"Bayan yol uzak bırakayım." Yanıma attığı bir adımda aramızda açtığım mesafeyi kapatmıştı.
"Ulan sabah sabah bedava mı veriyorlar sizi bana!" Cebimdeki telefon tekrar titremeye ve ekranda yine aynı isim göründüğünde artık tüm devrelerimden duman değil alev çıkar olmuştu. Elimdeki telefonu hiç düşünmeden karşıdaki taş duvara fırlatmıştım. Telefon bin bir parçaya ayrılırken tek yaptığım onu susturabildiğim için derin bir nefes almak olmuştu.
Tüm öfkem hırsım parçalara ayrılan bir telefonla son bulmayacaktı. Biliyordum. Babamın varlığı parçalara ayrılan bir telefonla da son bulmayacaktı.
"Bayan?" Avlu kapısından ne ona ne de kapıda şaşkınca bana bakan korumalara aldırmadan hızlı adımlarla çıkıp geldiğim yönden ters yöne ilerlemeye başlamıştım. Ama yerdeki taşlar ayağımdaki terliklerden dolayı canımı acıtıyordu.
"Ne diye ararsın ki..." dedim zemine tüm hırsımla adımlar atarken. "Ne diye arıyorsun! Hangi yüzle!"
"Bayan!"
"Ne bayan bayan! Ne var!" Elinde paramparça olan telefonumla peşimden gelmişti. Gerçi artık o parçalara nasıl telefon diyecektik orasını bilmiyordum ya. Elindeki parça pinçik olan telefonumu bana doğru uzattı.
"Şey..."
"Ne yapacağım ben bunu? İhtiyacın varsa sen kullan." Dedim oralı olmayıp tekrar yürümeye başladığımda.
"Bayan..." dedi tekrar hızlı adımlarıyla bana yetişip. Gerçi bir adım bile atmış olabilirdi.
"Bak bana bayan deme! Deme ya! Deme!" Sinirliydim. Hem de çok. Hıncımı karşı duvara fırlattığım telefonumdan alamamıştım. Yetmemişti. O yüzden onun duvardan farksız hatta daha sert olan göğsüne yumruk attım iki üç kez. "Deme!"
"Tamam Günce." Göğsüne çarpmaya çalıştığım yumruklarımı havada yakaladı birden. "Sakin ol."
'Sakinim ben' diye bağırsam olmazdı. Kendim bile sakin olmadığımın farkındaydım. En sakin zamanlarımda bile kafamdan, kulaklarımdan dumanlar çıkardı ama bu sefer tüm devrelerim alev almıştı. İçimdeki öfke cayır cayırdı. Zühre ve Balca 'saman alevi gibi öfken var' derdi. Ama bu sefer samanlar epeydir yanıyordu.
"İyi misin?" yolun alt tarafında kalan kalın taş duvarın üzerinde oturuyorduk. Onun ayakları yere değiyordu ama benimkiler duvarın yarısına bile gelmemişti.
"Hayır..." dedim sinirle saçımdaki tokayı çekiştirip. "Sence iyi miyim?"
"Değilsin..." Kalın sesi benim delirmem karşısında incelivermişti. Sanırım bu cüssesine rağmen onu bile korkutmuştum. "Yanlış anlama, kimdi arayan?" Elindeki telefonumdan kalan küçük bir parçayla oynuyordu.
Derin bir nefes aldım ve kafamı tepemizdeki çınar ağacında öten serçe kuşlarına doğru çevirdim.
"Sevgilin miydi?" dedi yine aynı incelmiş sesiyle. Bana doğru bakmıyordu. Bakışları parmaklarının arasında duran o parçadaydı.
"Baban var mı?" Eğer Hz. İsa değilse elbette bir babası olacaktı. Dal kovuğundan çıkacak hali yoktu ya. Gerçi bu cüssesiyle dal kovuğuna nasıl sığabilirdi onu da bilmiyordum.
"Yok..." İncelen sesi bir anda hissiz bir tınıya büründü.
"Benim de yok..." dedim kafamı ondan tarafa çevirip. "Yok ama arayabiliyor... O zaman 'babam var' sayılır mı?"
"Bilmem. Benimki beni arayabilecek bir yerde değil."
"Keşke benimki de beni arayabilecek bir yerde olmasaydı." Bakışlarımı tekrar tepemizde oynaşan serçe kuşlarına çevirdim. "Ama arıyor işte... Arama dememe rağmen arıyor."
Sessizlik oluştu. Bir süre ne o bir şey dedi ne de ben. İçimdeki öfke de samanlarım da cayır cayırdı ama. Öfkem bir nebze olsun bile dinmemişti.
"Yanlış anlamazsan... Ne yaptı sana bu kadar?"
"Ne yapmadı diye sorsan o kadar uzun anlatırım ki... En başta babalık yapmadı. Anneme kocalık yapmadı. Adamlık yapmadı. İnanır mısın yüzünü hatırlamıyorum, hatıralarımda yok ama aradığında o kadar rahatsız oluyorum ki... Ona dair anlatacak hiçbir şeyim yok ama yokluğuna dair sana romanlar yazabilirim." Bakışlarımı karşıdan gelen kediye çevirdim. Etrafına bakına bakına ağaca doğru ilerliyordu. "Senin baban nerede?"
"Öldü..." Sesi buz gibi bir hal alıvermişti. Ama öyle üzüntü falan asla yoktu sesinde. Hatta o kadar hissiz söylemişti ki öldüğünü.
"Ya annen? Kardeşin? Kimsen yok mu senin?"
"Korhan ve Uraz var kardeşim. Nurdan annem var. Baba olarak da Tahir ağamı bilirim. Ama illa soruyorsan annem de öldü."
"Başın sağolsun..." diyebildim kısılan sesimle. Annesinden bahsedince omuzları düşüvermişti bir anda. Sesi ilk defa titremişti. Ve gören kimse inanmazdı ama sanırım bu koca cüssesinin altında ailesi tarafından yaralı bir çocuk vardı.
Bakışlarımı tekrar yukarı serçe kuşlarına doğru çevirdim. Dalın ucundaki yuva ilişti o sırada gözüme. Bir serçe yuvasıydı. Başında da dönüp duran iki serçe kuşu vardı. Muhtemelen o yuvanın içinde ya yumurtalar ya da yumurtalardan yeni çıkmış yavrular bulunuyordu. Sonra dala sinsice tırmanan kedi takıldı gözüme. Hedefinde o yuva ve serçe kuşları vardı.
"Hey!" dedim olduğum yerden kalkıp. Ayağımdaki terliğin birini çıkarıp yukarı doğru fırlattım kedi yuvaya yaklaşamasın diye.
"Ne yapıyorsun Günce?" O da benimle birlikte ayaklanmıştı.
"Kedi..." dedim öbür terliğimi çıkarmaya çalışırken. "Yuvadaki yavruları yiyecek! Hey!" O da benim baktığım yere bakıp kediyi görmüştü. Kolunu uzattı ve var gücüyle dalı sallamaya başladı. Kedi hem kendine fırlatılan terliklerden hem de onun ağacı var gücüyle sallamasından ötürü miyavlayarak kaçmıştı. Ben rahat bir nefes alırken o çalan telefonuyla bir adım öteye gitti.
"Efendim abi? Ne! Zühre yenge mi!... Tamam! Tamam! Geliyorum ben!"
"Ne oldu?" dedim. Konuşmada Zühre'nin adı geçince heyecanla. Duvarın üzerinden yere hoplayıp telaşla telefonunu cebine sıkıştırmıştı.
"Gitmem lazım!" dedi telaşı artarken.
"Zühre'ye ne oldu!" gidemeden yakasına yapışıvermiştim. Duvarın üzerinde olduğumdan boyumuz hizalanmıştı.
"Günce bırak gitmem lazım!"
"Telefonda 'Zühre yenge' dedin! Ne olmuş benim kardeşime!" Zaten o sabah benim için iyi başlamamıştı. Devrelerim yanıktı. İçimde sönmeyen harlı bir ateş vardı. Çabuk cevap verse iyi ederdi.
"Günce..." dedi yalvarır gibi. Yakasını çekiştirmek istedi ama öyle yapışmıştım ki devlet kuvveti gelse fayda etmezdi.
"Söylesene be! Bırakmam! Vallahi de billahi de söylemezsen bırakmam!"
"Zühre yenge... Kaçırılmış..."
"NE! NE DEMEK KAÇIRILMIŞ!"
"Hişşşş hişşşş!" Elini ağzıma kapatıvermişti aniden. Onun eli gerçi tüm yüzümü kaplıyordu ya. "Yüksek sesle deme. Kimse duymamalı!"
"Sen ne diyorsun be!" dedim elini sertçe çekip. "Senin ne dediğini kulağın duyuyor mu! Ne demek kaçırılmış!"
"Oyalama! Gitmem lazım!"
"Ben de gelirim! Kardeşim söz konusu!" Yüzündeki telaşlı ifadeye bir de dehşete düşmüşlük ekleniverdi. "Bakma öyle! Hem terliğim yok indir beni!" İtiraz etmeden kollarımın altından tutup beni duvardan yere indirdi. Koşarak ağacın ilerisine vardı ve etrafa saçılan terliklerimi hızlıca getirdi.
O önde ben arkada konağa doğru koşmaya başladık sonra...
🐦
"Kaç saat oldu Korhan!" Hışımla açtığım kapı geri duvara öyle sert çarpmıştı ki. "Kimse niye bir şey söylemiyor! Nerede benim kardeşim!"
"Günce... Önce sakin ol."
"Sakin olayım öyle mi!" Ellerimle saçlarımın dibini çekiştirdim sertçe. "ZÜHRE YOK! ZÜHRE KAYIP! ZÜHRE TAM TAMINA DÖRT SAATTİR YOK! BENİM KARDEŞİM YOK!"
"SAKİN OL! SENİN KARDEŞİNSE BENİM KARIM!"
"O zaman karını bul Korhan! Ben polise gidiyorum! Kaç saat oldu!" Eğer telefonumu sabah duvara çarpmamış olsaydım muhtemelen şu an arıyor olurdum. Arkamda dikilen Osman'ın koluna çarpıp kapıya doğru yürümeye başladım.
"Kimse bir yere gitmiyor!" dedi buz gibi sesiyle. Ne demek kimse bir yere gitmiyordu ya! Zühre yoktu, benim kardeşim kaçırılmıştı!
"Ne demek kimse bir yere gitmiyor ya..." Sesimdeki inanamazlık onun yüzünde mimik oynatmamıştı. Hatta yüzündeki bu ifadesizlik o kadar yabancıydı ki. Kibar ve güleç beyefendi yerine duvara bakıyormuşum gibi hissediyordum ona baktıkça.
"Günce geç istersen..." Osman kolumu tutmak istemişti. Bu kısık sesle yapılan 'yapma' uyarısıydı. Koluma uzanan eline sertçe vururken bakışlarımı çekmedim Korhan'ın duvar gibi olan yüzünden.
"Bu akşam Zühre evinde uyuyacak. Sana bunun sözünü veriyorum."
"Öyle mi Korhan? Eminsin yani onu bulacağından? Pardon ama bu kadar saattir polise gitmeyişimizin sebebi ne! Nasıl bu kadar kendinden eminsin! Ya bulamazsan! Ya başına bir şey gelirse!"
"Gelmeyecek!"
"Zühre çok korkar... Belki bayıldı... Belki bir şey yaptılar..." Gözümden sabahtan beri ilk defa bir damla yaş süzülmüştü.
"Günce, içini rahat tut. Zühre'ye hiçbir şey olmayacak." Bu sefer Osman'ın kolumu tutmasına mani olamamıştım. Hatta dizlerimdeki derman kesiliverince ona tutunmak zorunda bile kalmıştım. Onun yardımıyla yan odaya geçtim. "Onu bulacağız. Yengeyi bulmadan gelmeyeceğiz."
Zühre'nin kaldığı odaya getirmişti beni. 'Sakin olmamı' tekrar tekrar tembihleyip çıkmıştı hızlıca.
"Balca..." dedim odanın içinde varlığını görebilmek için etrafıma bakınıp. "Burada mısın?" Haberi aldığından beri ortalıkta yoktu. Duyduğu anda donup kalmış sonra kendini hızlıca atmıştı yanımdan. "Neredesin?"
Az biraz sonra odada kulağıma derinden gelen hıçkırık sesleri çalınır olmuştu. Eğilip yatağın altına baktım ama orada değildi. Buradaydı. Bir yere sinmiş ağlıyordu. Biliyordum. Hep böyle yapardı. Korktuğu anda bir yere siner öyle ağlardı.
"Balca?" dedim dolabın kapağını hızlıca açarken. Doğru bilmiştim. Buradaydı. Dolabın içinde, dizlerini karnına çekmiş omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu. "Ne yapıyorsun burada?"
"Günce..." dedi ıslanmaktan bir hal olmuş ve kırmızı bir pancarı andıran yüzünü kaldırıp.
"Gel buraya..." Onu kollarından çekip dolaptan çıkarmış ve sıkıca kollarımı sarmıştım.
"Serçe Kuşu'nun başına ya bir şey geldiyse..."
"Gelmeyecek..."
"Ama ya gelirse... Ya bulamazsak onu..."
"Hişşş..." Onu biraz uzaklaştırıp ellerimle yüzünü kavradım. "Serçe Kuşu bu... Sence kendi başına bir şey gelmesine izin verir mi? Merak etme. Korhan bulacak onu."
"Nasıl olacak o Günce? Korhan nasıl bulacak ki onu?"
"Bilmiyorum... Ama bulacağım dedi. Bulunacak tamam mı? Hem Serçe Kuşu seni böyle görse nasıl dalga geçerdi. Sümüklü derdi sana."
"Desin. Evine gelsin de ne derse desin." Başını omzuma koyuverdi. İçin için ağlıyordu. Ben de onun göz yaşlarıyla ıslanmış saçlarını sıvazlıyordum. "Ethem dede..." dedi neden sonra başını omzumdan çekip.
"Anlamadım?" diyebildim.
"Hani küçükken yapıyorduk ya... Ethem dede... Kaybettiğimiz şeyleri getiriyordu. O gün onun tokasını öyle bulmuştuk hatırlıyor musun? Belki bu sefer bize Serçe Kuşumuzu getirir..."
"Yapma Balca... Küçüktük o zaman."
"Ama öyle deme. Kaç kere kaybettiğimiz şeyleri bulduk o sayede. Belki bu sefer Zühre'yi öyle buluruz." Yerden elleriyle destek alıp ayağa kalktı. Yüzünü ıslatan yaşları sildi yavaşça. Ben oturduğum yerde ne yapacak diye öylece izliyordum onu. Derin bir nefes aldı.
"Ethem dede... Ethem dede..." Boğazından bir hıçkırık koptu. Ama ona rağmen ellerini yukarı kaldırdı. "Gömleği keten dede..."Öne doğru bir adım atıp poposunu sallamaya çalıştı. "Eğer Zühre'yi bulursan..." Daha da ağlamaya başladı. Ben de ayağa kalktım ve onun yarım bıraktığı sözleri tamamladım.
"Sana üç göbek atarım dede..."
Dış kapının sertçe açılma sesini duyunca ikimiz de önce şaşkınca birbirimize bakıp koşarcasına çıkmıştık dışarı. Uraz açtığı kapıyı kapatma gereği duymadan Korhan'ın olduğu odaya adeta dalmıştı. Önündeki bilgisayarları yanındaki iki adamla tarayan Korhan onun bu ani gelişine kaldırdı bakışlarını.
"Dışarıda bir çocuk var!" Nefes nefeseydi Uraz. "Zühre'yi götürenleri gördüğünü söylüyor!"
"Gelsin hemen." Korhan önündeki bilgisayarı yana doğru itti ve sandalyesiyle odanın ortasına doğru ilerledi. O sırada Osman yanındaki sarı saçlı oğlan çocuğuyla girmişti içeri.
"Çocuk bu abi..."
"Gel bakalım delikanlı." Sesi ve duvardan farksız suratı bir anda yumuşarken gülümsemeye çalışarak bakıyordu Korhan oğlan çocuğunun suratına. "Adın ne senin?"
"Eren." Çenesini hafifçe yukarı kaldırmıştı çocuk. Şaşkın mavi gözlerini hepimizin üstünde dolaştırmıştı.
"Söyle bakalım Eren. Bu abiye sen bir şey demişsin." Geri doğru uzandı ve masanın üzerinde duran telefonu eline aldı. Sonra Zühre'nin fotoğrafını ona doğru çevirdi. "Bu ablayı gördün mü?"
"Gördüm tabi abi!" Çocuk heyecanla atılmıştı.
"Peki nerede gördün? Bize tarif edebilir misin?"
"Sabah satacağım peçeteleri almak için çıktıydım yola. Eğer erken gidersen daha çok alabiliyorsun. Tam almaya gidiyordum önümde siyah bir minibüs durdu. Sonra bu ablayı çekiştirerek o minibüse bindirdiklerini gördüm abi. Kasaplar çarşısı var ya hani etlerin geldiği. Tam onun köşedeydi abi."
"Emin misin?" Yumuşak ifadesini sürdürdü Korhan. Hepimiz pür dikkat ikisinin arasında geçen diyaloğu dinliyorduk. "O muydu?"
"Emin olmak ne demek abi. Ta kendisiydi. Ben zaten daha önceden tanıyorum bu ablayı. Geçenlerde hastane bahçesinde tanıştıydık. Abisi kaza geçirmiş, çok üzülüyordu."
"Gerçekten Zühre!" diye atıldım. Ondan bahsediyordu.
"Evet abla. Ben gördüğüm yüzü unutmam. Çok iyi ablaydı. Hatta bana benim evime gel dedi. Ama iş güç çok, gelemedim. Bana burayı tarif etmişti."
"Eminiz yani..." Korhan parmağıyla alnını ovalamaya başladı.
"Evet abi. Hatta plakayı da aldım. Ablayı öyle görünce başının dertte olduğu aklıma geldi. Sonra da size geldim işte. Bu kadar uzak olmasa daha erken gelirdim."
"Sen yaz şuraya delikanlı bu plakayı." Uraz eline bir kağıt parçası ve bir kalem alıp ona doğru uzatmıştı. Çocuk kağıt parçasına plakayı yazdı.
"Sağol Eren. Çok işimize yarayacak bu. İyi ki varsın."
"Abla bulunsun da."
Sanırım Ethem dede gerçekten kendine şarkılar söyleyip göbek atınca kayıp şeyleri veriyordu insana...
🐦
Z Ü H R E A R S L A N O Ğ L U
İnsan bazen zaman kavramını yitirebiliyordu. Ben bu durumu çok yaşardım. Hele de bayılıp ayıldıktan sonra. Kaç saat baygın kalmışım, nerede uyanmışım, tarih ne hepsi birbirine girerdi. Bazen yılları karıştırır, gece ve gündüzü de ayırt edemediğim olurdu.
Olsun varsındı. Ben böyleydim. Etrafımdakiler de buna zaten alışkındı. O yüzden pek yadırganmazdım. Belki de her halin yadırgandığından yadırganmıyorum sanıyorsundur Züh?
Olabilirdi. Ama kimin umurundaydı? Benim değildi.
Şimdi de zaman algımı yitiriverecek kıvama gelmiştim. Beynim bu sefer işkembe çorbasından halliceydi. Zihnimin içindeki filler buram buram gelen sarımsak kokusundan burunlarını tıkamaya çalışıyorlardı ama pek beceremiyorlardı. Belki de sarımsak kokusu zihnimde değil de gerçekten önümdeki tabaktan geliyor olabilirdi.
"İşkembe severim de sarımsağı bu kadar koymaya ne gerek vardı..." Kendi kendime söylenirken önümdeki sehpada duran çorba kasesini elimin tersiyle geri iteledim. "Allah'ım sen affet. Nimet nimettir de bu pek nimet de değil. Her önüne gelen de yemek yapmasın mümkünse."
"Zühre hanım?" Ben önümdeki çorbaya içimden kasideler düzerken baştan aşağı siyah giyimli uzun boylu adam girmişti içeri. Beni buraya zorla getirdikten sonra 'Zühre hanım' demek de ayrı bir ironiydi. "Turhan bey sizi görmek istiyor."
"Ne yapabilirim? Hayatta her istediğimiz olmuyor maalesef." dedim oturduğum sandalyede geri yaslanıp.
"Hemen görmek istiyor." Sesindeki tınıda 'emir' vardı. Ama bilmediği bir şey daha vardı; bir Serçe Kuşu emir almazdı, nefret ederdi.
"Görme problemi varsa çözebilecek kişi ben değilim." dedim aynı umursamazlıkta. Sen sabah bir şey de yemedin ama ne bu yürek yemiş edaları? Vallahi onu ben de bilmiyordum. Sanırım deli cesareti vardı üzerimde.
"Zühre hanım." Dişlerinin arasından konuşmaya başladı. Sanırım sabrı hemen taşıveren biriydi. "Zor kullanmak istemiyorum." Derken bana doğru da iki büyük adım atmıştı.
"Allah Allah... Beni buraya getirirken zaten yeterince zor kullandın ama!"
"Lütfen." Kolumu tutacak oldu ama nedense vazgeçti. Belindeki silah gözüme ilişti.
"İyi... Bakalım sahibin ne istiyormuş." dedim belinde görünen silahtan bakışlarımı çekip. Ben önde o arkamda yürümeye başladık.
Bir evin bodrum katındaydım. Hiç penceresi olmayan, dışarıdan ışık almayan bir yerdeydim. Şimdi de o bodrum katındaki odadan ışık alan üst kata doğru tırmanıyordum. Bakışlarım koridorda ilerlerken ışık alan pencerelere kayıyordu. Öğleden sonradaydık. Bunu anlayabilmiştim.
"Buradan." Gösterdiği geniş, çift kanatlı kapıdan girerken bakışlarım önce içeride olan bir sürü siyah giyimli adamı taramış en son da epey geniş olan masanın ucundaki ellili yaşlardaki adamı bulmuştu.
Benim içeri girmemle adam oturduğu sandalyeden yavaşça kalkıp elindeki işlemeli bastona dayanarak bana doğru yürümeye başlamıştı. Eğer ayağı aksamasa onun neden bastona yaslandığını sorgulardım.
"Merhaba Zühre hanım." Bana uzattığı eline baktım tiksinti dolu ifadeyle. Elinin üzerinde çok eskiden kaldığı belli olan yara izleri vardı. "Ben Tuhan Akyüz. Namı diğer 'Tavuskuşu'." Elini sıkmamı bekliyordu. Ela gözlerinde istekli pırıltılar vardı.
Turhan Akyüz...
Kardeşim Zeynep'i kaçıran adam. Bana bilinmeyen numaradan mesajlar atan adam. Babama ihanet etmem karşılığında kardeşimi vereceğini söyleyen adam.
"Prensip olarak orospu çocuklarıyla el sıkışmıyorum." Dedim sahte bir gülümsemeyle. Sanırım ben kendimden habersiz yürek yemiştim. Bu ne cesaret Züh! Bu kadar silahlı adamın arasında!
"Bu hamlenizi bekliyordum." Kendi kendine hafifçe güldü. Gülünce boğazından hafif hırıltılar çıkmıştı. Çok sigara sağlığa zararlıydı be! "Korhan'ın karısı da kendi gibi olacak elbette." Keyifli gülmesini sürdürüp bastonuna yaslanarak masanın diğer ucuna ilerledi. Yanındaki adamı ondan önce davranıp sandalyeyi çekti ve oturmasını sağladı. "Oturun lütfen." Dedi kendi oturduktan sonra bana eliyle işaret edip.
"Kimsiniz siz! Ne istiyorsunuz benden? Ne diye buradayım ben?"
"Oturun lütfen. Zamanımız çok. Konuşabiliriz." Yanındaki adamına eliyle işaret ettiğinde masanın üzerinde duran bardağa biraz içki dökülmüştü.
"Kimsiniz?" dedim bastıra bastıra. "Benim ne işim var burada?"
"Bakın misafirliğinizin kısa olduğunu söyleyebilirim." Bardağındaki içkiden küçük bir yudum aldı. "Siz de ister misiniz?"
"Misafirlik? Beni buraya zorla getirmenize misafirlik mi diyorsunuz!"
"Haklısınız. Bizim çocuklar o konuda acemice davrandılar. Onlar adına özür dilerim."
"Pardon ama siz benimle alay mı ediyorsunuz! Siz kardeşimi kaçırdınız! Yetmedi kardeşim karşılığında bana babama ihanet etmemi istediniz! Şimdi de beni zorla buraya getirdiniz! Kimsiniz siz ya!"
"Dedim ya. Zamanımız çok. Konuşabiliriz. Hatta size anlatacak o kadar çok şeyim var ki. Ama olay örgüsü biraz geniş, isimler fazla. Sorgulama gereği duyacaksınız. Büyük hesaplaşmaya çok az kaldı." Keyifli gülümsemesini sürdürürken bardağından bir yudum daha aldı. Bakışlarım hemen ardındaki duvarı neredeyse baştan başa kaplayan tabloya kaymıştı. Tavus kuşu tüyü...
Beynimde o anda şimşek çakarken kardeşimin kaçırıldığı sabah Uraz'ın telaşla Korhan'a getirdiği kutu geldi gözümün önüne. Kutunun içinden çıkan tavus kuşu tüyünü hatırladım sonra. Derdi ne babamdı ne de benim ailemden birine zarar vermekti. Mesajı Korhan'aydı. Hesaplaşması Korhan'laydı.
"Kimsiniz siz?" dedim alçalan sesimle. Bakışlarımı yavaş yavaş robot gibi dizilmiş tam on adamın üzerinde gezdirdim. En son bakışlarım hemen kendini 'Tavus kuşu' olarak tanıtan Turhan denen adamın tepesinde dikilen ve bakışları bende sabit olan adamı bulmuştu. Diğer herkes bakmazken onunla göz gözeydim.
"Anlatacağım acele etmeyin Zühre hanım." Bardağındaki içkiyi kafasına dikti ve eliyle tepesinde dikilen adama yenilemesi için işaret etti. "Kuzgun efsanesini duydunuz mu?" dedi bardağını tekrar eline alıp. "Bence duydunuz." Bakışlarındaki ifadede 'hadi ama' der gibi bir şey vardı. "Kocanızın öldürdüğü adamdan bahsediyorum."
"Bir kazaydı..." dedim bakışlarımı Turhan'ın yüzünde sabitleyip.
"Emin misiniz? Sadece kaza mı?"
"Evet... Sadece bir kaza."
"Nasıl bu kadar eminsiniz? Evet o gece orada bir kaza oldu, o kazada biri öldü."
"Kaza işte. Ne öldürmesi!" Yüzüm kasılırken göğüs kafesimde sıkışma vardı. Göz kapaklarıma hafif hafif bir baskı çökmeye başlamıştı. Bayılmanın sırası değil Züh!
"Kocanızı korumanız normal. Anlayabiliyorum. Ama size şunu belirtmek isterim. Evet o gece orada biri öldü ama bu 'Kuzgun' değildi. Kuzgun yaşıyor ve intikamını alacak."
Derin bir nefes alma ihtiyacı hissetmiştim.
"Öyle değil mi Erdem? Sen söyle?" Başını hafifçe yukarı çevirip gözünü benden ayırmayan adamına döndü. Ondan onay beklediğinden değildi tekrarlamak içindi yaptığı.
"Evet Turhan bey. Kuzgun intikamını alır."
"Alacak da zaten." Turhan keyifle önüne döndü ve içkisinden bir yudum daha aldı. Elimi göğsüme koyma ihtiyacı hissetmiştim. Bakışlarım kararıyordu. Sonra burnumdan inen ıslaklığa dokundurdum parmaklarımı. Burnum kanıyordu.
"Söylesene Erdem. Kuzgun bu güne kadar kimde bir şeyini bıraktı?"
"Kimsede bırakmadı efendim."
"Peki Kuzgun nefes almasaydı bile biz onun intikamını bırakır mıydık yerde?"
"Bırakmazdık efendim." Parmaklarıma bulaşan kanı silmeye çalıştım. Çok nadir kanardı burnum. Çok heyecan yaptığımda olurdu genelde. Bayılmalarımdan bile üstün bir şeydi.
Ben burnumdaki kanı silmeye çalışırken birden kapı sertçe açılmış ve önümde robot misali dikilen adamlar ellerini beline atmıştı.
"Kimse kıpırdamasın!" dedi tanıdık bir ses. Osman'ın sesi. Bulmuşlardı beni. "İndirin silahlarınızı!"
"Ooo Osman. Hoş geldin. Korhan abin de burada mı?"
"Burada burada!" Uraz da girmişti içeri. "Hatta seni dışarıda bekliyor kendisi!" Elindeki silah ve üstündeki çelik yelekle artık karşımda bir sağlıkçı olarak durmuyordu. "Naber yenge?" dedi bana dönüp. Eğer üzerime doğrulmuş bir sürü namlu olmasaydı belki iyi olabilirdim. "Bu ne cesaret Tavus Turhan! Hangi aslanın yüreğini yedin Korhan abinin karısını kaçırmak için!"
"Kaçırmak demeyelim." İstifini bile bozmamıştı. Oysa onun da üzerine bir sürü namlu doğrultulmuş vaziyetteydi. "Biraz sohbet ettik Zühre hanımla."
"İt..." diyebildim dişlerimin arasından.
"Silahlarınızı indirin!" diye yineledi Osman. Ama kimse oralı olmamıştı.
"Aaa!" diye araya girdi Uraz. Sahte ve abartılı bir şaşkınlık vardı üzerinde. "Çok ayıp! Kaç yaşında adamsın! Bu aleme yeni girmedin sen! Ama götünü de kollamayı hiç bilmiyorsun be Tavus Turhan!"
"Sen öyle san yeni yetme." Keyifle gülümsemesini sürdürdü Turhan.
"BA-Tİ-KON!" dedi sanki tezahürat yapacakmış gibi Uraz. O böyle der demez Turhan'ın arkasında duran ve bu odaya getirildiğimden beri bir an olsun bakışlarını benden çekmeyen adam elindeki silahı Turhan'ın kafasına dayamıştı.
"Erdem! Ne yapıyorsun sen! Erdem!" Şaşkınla debelendi olduğu yerde Turhan.
"Erdem değil Tavuscum. Batikon Erdem. Tanıştırayım!" Kafasına dayalı silah afallatmıştı Turhan'ı. Debelenmeye çalıştı ama Erdem sertçe kavramıştı ensesinden.
"Adamlarına söyle indirsinler silahlarını." Uraz ona doğru bir adım attı. "SÖYLE!"
"Tamam! Tamam! Allah kahretsin tamam! İndirin! İndirin silahları!" Ha ağladı ha ağlayacaktı. Demin benimle kibirli kibirli konuşan adam gidivermişti bir anda. Uraz tam dibine vardı. Elindeki silahın kabzasıyla suratına epey güçlü bir şekilde vurduğunda Turhan ağlamaya başlamıştı.
"Kuralı da aslını da unutuyorsun Turhan! Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara dokunulmaz öğrenemedin mi! Ama en önemli kuralı unutuyorsun! Korhan'a ilişemezsin! Ailesine değil dokunmak bu fikri aklına bile getiremezsin! Dokunduğun o eli işte böyle sikerler!"
Burnumdan akan kanı tekrar silerken içeri giren adamlar Turhan'ın adamlarını tabiri caizse paket etmeye başlamışlardı.
"Yenge!" dedi ben olduğum yerde sallanırken Uraz yanıma gelip. "İyi misin! Burnun kanıyor!"
"Olur hep böyle..." dedim üzerinde büyük bir baskı olan göz kapaklarımı bir iki kez açıp kaparken. Elini cebine attı ve bulduğu mendili burnuma tuttu.
"Yenge senin de bu stresini ne yapacağız biz?"
"Kaçırıldım lan ben." dedim gülmeye çalışıp. "Azıcık stres yapmayayım mı?" Elimi onun koluna atıp dengemi sağlamaya çalıştım.
"Yap be Zühre yenge! Tüm stresler sana kurban olsun!" Gülmeye çalışırken dengemi sağlayamadım ama Uraz sağ olsun yakalamıştı beni. Bacaklarımın altından ellerini geçirdi ve beni kucağına aldı.
"Kulağın acıyor mu?" dedim yarı baygın bir halde dışarı çıkarken. Bakışlarım bantladığı kulağındaydı.
"Acıyor tabi. O nasıl tırnaklamaktır ya!"
"Yalan söyleme! Ben yapmamışımdır." Elimi güç bela kaldırıp omzuna vurmaya yeltendim ama yapamadım. Kollarımdan güç kesiliyordu.
"Ne demek yapmadım! Dün neler neler yaptın sen bir bilsen! Psikolojim bozuldu be!"
"Normal miydin sanki. Tahtan eksik bir kere senin!"
"Haklısın." Gülmeye başladı. Üzerindeki çelik yelek rahatsız ediyordu her adımında. "Ama bir daha o manzaraya şahit olmak istemiyorum. Ne yapacaksanız ben yokken yapın."
"Neyi?" Bana cevap vermeden beni bir minibüse bindirmişti.
"Zühre!" dedi geriden telaşlı ve heyecanlı diyebileceğim bir ses. Aşinaydım bu sese.
"Korhan..." dedim güçsüzce. Uraz beni onun kucağına bıraktığında kuvvetlice sarmıştı kollarıyla. Dudakları saçlarımın arasında yer bulmuştu kendine aceleyle.
"Neyi var! Bir şey mi yapmışlar!"
"Stres... Her zamanki gibi..."
"Korhan..." dedim güç bela. Bayılacağımı hissediyordum. Ama bayılmadan önce sormak ve söylemek istediğim şeyler vardı. Mesela beni bu kadar kısa sürede nasıl bulmuştu? çünkü Zeynep'i de bu kadar kısa sürede bulmuştu? Kuzgun denen adam gerçekten yaşıyor muydu ve en önemlisi gerçekten ondan intikam mı almak istiyordu??
"Söyle Serçe Kuşu'm..."
"Zorla ele avuca sığmaz aşk. Kop gel günahlarından..."Onun kulağına doğru mırıldanmaya başladım.
"Anlamadım..." diyebildi. Ben de anlayamıyordum ama.
"Nazın sitemin belli değil... Ben senin neyinim anlayamadım..."
"Karımsın Serçe Kuşu..." dedi başını bana doğru çevirip. Mırıldandığım şarkı sözlerine hafifçe gülümsemişti de. Alnıma küçük ama uzun bir öpücük bıraktı.
"Sevda ateşin aynı değil... İlk defa üşüyorum kollarında..."
"Benim kollarımın arasında asla üşümezsin Serçe Kuşu."
"Korhan..." diyebildim bayılmadan az önce. "Ne var biliyor musun?" Nefeslerim iyice daralmıştı.
"Söyle Serçe Kuşu..."
"Ben aşık oldum... Sana..."
Ve klasik kapanışı yaptım.
Bayıldım.
🐦
B Ö L Ü M S O N U
Nasıl buldunuz bölümü??
Sizce ne olacak bundan sonra??
Kuzgun başka neler yapacak?
Korhan'a ne olacak?
veeee aşk itirafı aldıııık!! (çok kalp)
Artık Zühre ne yapacak??
Hadi yorumlara :))
Beni buradan (seydnrgrsu), instagramdan ve Tiktok'tan takip edip bölüm duyurularına, editlere ve alıntılara ulaşabilirsiniz.
Sizi seviyorum Allah'a emanet olun :))) :* |
0% |