Yeni Üyelik
12.
Bölüm

Kabuk Tutmayan Yara

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldin

 

Beni buradan, instagramda ve TikTok'tan takip etmeyi unutmayın

 

Satır araları bizim

 

 

Bölüm biraz uzun. Uzattığımız arayı telafi etmek için uzun tuttum haberiniz olsun 🖤

 

 

 

 

 

 

 

Aslında her insanın bastırdığı, baskıladığı , yutkunduğu bir tarafı vardır. Çoğu zaman dilinizi ısırmak, ağzınızı kapatmak, gözlerinizi yummak zorunda kalırsınız.

 

Haykırışların, çığlıkların, acıların, sevinçlerin bastırılması, kursakta kalması bazen öyle acı verici olur ki. Yumrudur boğazında ve bir türlü gitmez.

 

Ama ne kadar bastırsan da, ne kadar yutkunsan da, sussan da boğazında kalan yumrulardan daha sert bir şekilde durur geçmişi insanın arkasında.

 

Arkasındadır çünkü asla önüne geçmez, geçmesine müsaade etmez. İnsan kendi göremez ne yapacağını ama bir ayna misali belirir orada.

 

Ve insan geleceğini çizerken geçmişin gölgesinden nasibini muhakkak alır.

 

Benim geçmişle acayip bir alıp veremediğim vardı. Ne o bana geleceğimi çizeceğim özgür yollar veriyordu ne de ben ondan mutlu anılarımı çekip alabiliyordum. Aramızdaki borçlu alacaklı ilişkisi epey hararetliydi.

 

Ben geçmişimi değiştiremeyeceğimi öğrendiğimde üniversiteye yeni başlayacaktım. Tercihler açıklanmış ama bir türlü sonuç sayfası açılmamıştı önümdeki bilgisayarda. Günce bir köşede zırlarken Balca çakralarındaki açıklıktan enerji yolluyordu sonuç sayfasına. Bence çakraları değil çatlakları vardı. O zamandan beri de açmaya uğraştığı çakraları yerine hep çatlakları fazlalaşmıştı. Ama çatlaklarından dışarı hep saf duyguları sızmıştı.

 

Bir yandan da elimdeki telefon çalıyordu zır zır. Babam duruyordu abim arıyordu. O durunca tekrar babam başlıyordu. Sanırım aralarında sözleşmişlerdi. Yan yanalarmış ya ya Zühre.

 

Ekranda adımın olduğu sayfa belirdiğinde hiçbir tepki veremeden telefonu kulağıma götürmüştüm.

 

"Serçe Kuşu'm! Hadi çatlatma insanı! Açıldı mı sayfa!"

 

"Ankara..." demiştim mırıltıyla. Sonrasında tek duyduğum telefondan gelen sevinç çığlıkları, teyzemin ağlamaları, Hamiş'in şükürleri olmuştu. Kızlar benden daha sevinçliydi. Çünkü üçümüz aynı şehri kazanmıştık.

 

Herkes sevinçle evin içinde birbirinin boynuna atlarken ben elimle yavaşça boğazımdaki yumruyu tutmuştum. İlk defa hissettiğim bir şey değildi ama ilk defa bu denli rahatsız etmişti.

 

"Heyt be kimin kardeşi!" Cümlesi düştüğüm o derin, rahatsız edici bataklıktan çekip çıkartmıştı beni. İnsan hiç bir boşluktan çıkarılıp daha derinine düşebilir miydi?

 

Sahi kimin kardeşiydim ben? Hafta sonundan hafta sonuna görüştüğüm, aramızda kan bağından başka bir bağ bulunmayan ve aynı babadan doğduğumuz için abim sayılan abimin mi yoksa doğduğumdan beri yan yana olduğum önümde sevinçle tepinen şu deli kızların mı?

 

İşte o gün çok şeyi anlayamamış olsam da bir tek şeyi çok net anlamıştım. Her şeyim geçmişimin gölgesinde kalacaktı. Ve gölgede kalan hiçbir meyve tam olgunlaşamazdı.

 

O yüzdendir ki ne sevinçlerim olgunlaşmıştı ne de hüzünlerim. Bir şeylerim hep yarım yamalak ve yamalıydı. Ama bu kızlarla olan bağım ne yarımdı ne de yamalı.

 

Karşımdaki üçlü geniş koltukta oturan ve gözleri geleceğimden daha parlak olan kızlardan biri bana alev püskürterek bakarken diğerinin yeşil harelerinden bana kalpler yağıyordu. İkisiyle de aramda olan bağ ne kan bağıyla geçen bağdan ne de arkadaşlıkla oluşan bağdan ibaretti. Aramızda kalplerimizden doğan bir bağ vardı. Hepsine bedeldi.

 

"Sana gerçekten inanamıyorum Züh!" Bunu geldiğinden beri en az yüz kere söylemişti.

 

"Sen deli olmalısın!" Bunu küçüklüğümden beri hep söylerdi.

 

"Sen deli değil zır delisin!" Bunu hiçbir şey yapmadığım anlarda bile söylerdi.

 

"Kızım evlenmek ne ya!" dedi oturduğu koltuktan bir hışım kalkarken. Beline yaklaşan doğuştan sarı saçları hızıyla beraber geri savrulmuştu. Ben onun çimen yeşili gözlerine ve doğuştan sarı, şampuan reklamlarında oynayanları bile kıskandıran saçlarına bakarken hep 'acaba İngiliz kraliyet ailesiyle bir bağı mı var' diye sorgulardım. Ama şimdi karşımda İngiliz prensesinden ziyade çalı süpürgesi gibi duruyordu. Kalp çıkan gözlerinin alev püskürdüğünü de öğrenmiş oldum.

 

"Sakin mi olsan?" dedim yumuşak bir şekilde. Ama o pek yumuşayacak gibi görünmüyordu bu haliyle.

 

"Evlenmişsin..." Sesindeki hayal kırıklıklarının parçaları gelip bana batarken ellerini kıskanılası saçlarına daldırıp çekiştirmişti. Harareti yüzüne vurmuş, yanaklarında toplanmıştı tüm kanı. Birkaç gün önce konuştuğumuzda Almanya'da olan bu kız ne ara dönmüştü ülkeye? Hadi onu geçtim benim evlendiğimden ne ara haberi olmuştu da almıştı soluğu Urfa'da?

 

"Bir gün bu deliliğinin başına bir iş açacağını biliyorduk ama benim kardeşimin bu sefer yaptığı bir delilikten daha öte!" Balca'nın ses tonu hayal kırıklıklarıyla, Günce'ninkiler ise iğnelerle doluydu.

 

"Delilik değil bu! Akıl noksanlığı!" Arada bir beynim sulanırdı fakat akıl noksanı demek de fazlaya kaçıyordu sanki. Senin alınacağın şeye Zühre ya..."Allah aşkına Zühre ya nasıl yaparsın böyle bir şeyi? Hayır mesajda dedin inanmadım delidir diye. Ama Hamiş deyince neye uğradığımı şaşırdım!"

 

"Hamiş mi söyledi sana?" Pamuğum günlerdir benimle görüşmeyi reddediyor, yüzüme bile bakmıyordu. Kırgınlığını susarak gösteriyordu bana ve susması canımı daha çok acıtıyordu. Keşke konuşsaydı.

 

"Zühre nasıl böyle bir şey yaparsın sen kendine?" Öfkeli adımları tam önümde durdu ama gözlerinde deminki hararet değil nedenini merak ettiği sorulara cevap almak isteyen bir kızın meraklılığı vardı.

 

"Kendisini asla düşünmeyen abisini düşünesi geldi de ondan." Hayır abimi düşünmemiştim. Her ne kadar aramızda sadece kana dayalı bir bağ bulunsa da ölmesine de razı gelemiyordum. Ama önceliğim ne abim ne de onun göz pınarları cömertçe göz yaşı dağıtan karısıydı. Merhametim doğmamış bir çocuk için devreye girivermişti. Ve hayatımda ilk kez ettiğim merhamet tüm her şeyimi değiştirivermişti. Belki dahası bile vardı. Bilemiyorum...

 

"İnanamıyorum Zühre..." Sesindeki hararet söndü, bakışlarındaki alevler kısıldı. İnanamaması benim bu denli büyük bir delilik yapabileceğimden değildi. Çünkü her anı kestirilemeyen benden kimseye haber vermeden evlenmek beklenilesi bir hareketti. Her ne kadar evliliğe sıcak bakmayı bırakın kör olsam bile. Çünkü evlilik yaştı ve aşk şarttı. Ama ben evlenmek için hiçbir kriteri bulamıyordum ne kendimde ne de karşımdakinde.

 

"...Abini sevdiğini biliyordum ama bu... Bu çok büyük bir şey..."

 

"Biliyorum." dedim tebessüm etmeye çalışıp. Aslında bilmiyordum. Haberdar olmadığım öyle çok şey vardı ki.

 

"Hayatında nelerden feragat ettiğinin farkında mısın sen?" Balca coşkulu kızdı. Konuşurken şakır, sustuğunda bile bir tebessüm bırakırdı insanın yüzünde. Bahar yeli gibi bir havası vardı. Çocuk sevincini andırırdı her şeyi. Ciddi olduğunu gördüğüm zamanlar çok yoktu. Ama şimdi hiç olmadığı kadar ciddiydi. "Abini ne kadar sevdiğini biliyoruz-"

 

"Ama abisi onu onun kadar sevmiyormuş!" Günce haklıydı belki. Sinirinde, siteminde, söylediklerinde... Her konuştuğunda içime bir tonluk öküz oturuyordu. Abime yaptığım şey için bir kıskançlık yoktu haklı siteminde. Aksine ne kadar haksız olduğumu vurguluyordu her şeyiyle.

 

"Onlar kardeş-"

 

"Böyle mi kardeşler! Allah aşkına kabul mu ediyorsun bu durumu!"

 

"Etmiyorum tabi ki!"

 

"Kızı resmen kaçırdılar be! Bu kız gidip bilmediği bir adamla evlendi! EV-LEN-Dİ!" Burun buruna gelmişti ikisi de. Aralarına girmeye çalıştım ama Günce'nin öfkesi benim bile boyumu aştı. "Kimseye bir şey demeden gidip çat diye evlendi!" Konu bendim ama orada ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. "Evlilik cüzdanını çat diye çarptı suratımıza! Kimsenin haberi olmadan gidip evlendi!"

 

"Zır delisin sen!" Nihayet varlığımı hatırlamışçasına bana döndü hararete bürünüp. "Nasıl böyle bir şey yaparsın! Bilmediğin bir adamla nasıl olur da gizlice evlenirsin! Ya çok aşık olmuş olman lazım ki bu mümkün değil. Ya da abini canından bile çok seviyorsun. İkinci dediğime ben bile hayrete düşüyorum!"

 

"HEPSİ KAĞIT ÜSTÜNDE!" dedim ayağımın birini yere vurup. Zeminde çıkan tok ses ikisinin de birbiri üzerinde olan dikkatinin bana dönmesini sağlamıştı. "Hepsi kağıt üstünde."

 

Alnında derin bir çizgi oluşan Balca döndü bana ilk. "Ne!" döküldü dolgun dudaklarından. Günce'nin bakışlarına da şaşkınlık serpiştirilmişti.

 

"Evet abim ölmesin istedim çünkü 'töre' dedikleri şey gereği yaptığı bu mallıktan ötürü öldüreceklerdi onu. Hem onu hem de o sulugözü!"

 

"Sen de onlar ölmesin diye gidip evlendin yani! Tüm açıklaması bu mu Zühre!" Aslında tüm açıklaması bu değildi. Dediklerim eksikti. Ben evlilik kararına da bu 'berdel' diye tutturdukları şeye de acayip karşıyken kendimi bir anda evli bulmama neden olan şey dünyaya bir bebeğin gelecek olmasıydı. 'Hala' olmaya henüz hazır değilken 'evli bir hala' olmak daha garipti tabi... Şimdilik bu bir 'sırdı'.

 

"Allah aşkına aklım almıyor ve almayacak! Hiç bilmediğin bir şehre bunca yıl senin için oralı olmayan insanlar için geliyorsun ve saçma bir şekilde bir evlilik yapıyorsun ve sonra buna 'her şey kağıt üstünde' mi diyebiliyorsun? Hiç bilmediğin insanların içine nasıl bu kadar kolay atabildin kendini sen!"

 

"Ben de onu anlamıyorum ya. O kadar çabuk alışmış ki Zühre hanım onlara." Ellerimle saçlarımı çekiştirip kafamdaki doluluğu bir nebze olsun hafifletmek istedim ama saçlarımı kökünden yolsam da pek fayda sağlayacağı söylenemezdi. Komple kafa koparmak şart...

 

"Sadece birkaç ay. Birkaç ay sonra ne evlilik ne de başka bir şey kalacak tamam mı? Ve bu sayede kimse ölmeyecek." Doğmamış yeğenim bile.

 

"Kolay mı sanıyorsun sen birkaç ayı?" Günce geri yerine otururken bana değil de kendi kendine konuşuyor gibi yüzüme bakmadan mırıldanmıştı. Parmakları sinirle koltuğun kolçağında ritim tutuyordu bir yandan. Balca ayakta diken diken saçlarıyla öylece bana bakıyordu.

 

"Kolay olduğunu söylemedim zaten."

 

"Bir idam mahkumunun öleceği gün için duvara çentik atması gibi bir şey yani." Çok tepkisel. Ama haklı.

 

"İdamlık bir durum yok. Kimse ölmesin diye oynanan küçük bir oyun hepsi bu." Yaşanan bu kaosu bu denli basitleştirmem ikisinde hoşuna hiç gitmemişti.

 

"Seninle evlenen adamın da en az senin kadar mantıksız ve deli biri olması şart. Aklım almayacak yoksa." Geldiğinden beri aklının almadığı o kadar çok nokta olmuştu ki Balca'nın. Korhan'ın mantıksızlığına dahi normal bakacaktı artık. Ama Korhan bana sana nazaran daha mantıklı sanki. Bence de mantıklıydı. Belki de bu durum daha da çok şaşırtırdı Balca'yı.

 

"Teyzem nerede?" Sesim kuru ve çatlak çıkmıştı. Bana en az bu kızlar kadar tepkili olan teyzemi görmeye ihtiyacım vardı.

 

"Konakta." Günce bana cevap veriyordu fakat beni umursamıyor gibi suratıma bakmıyordu.

 

"Buraya mı geldi?" Kuru sesime heyecan serpiştirilivermişti bir anda. "Hamiş de var mı?" Kafa salladı sadece.

 

"Muhtemelen Tahir bey ve ailesini paylıyor yine. Kadın bilmiyor ki kendi yeğeni iflah olmaz en baştan. Gerçi günlerdir baban ve o abin denecek herifi de paylıyor ama eline ne geçiyor baksana!" Ritim tutan parmaklarını sertçe vurdu koltuğun kolçağına. Bu benim kafama kafama vurmak istemesi ama yapamaması yüzünden sinirinin yer değiştirmesiydi.

 

"Sahte yani bu evlilik?" Balca kafasında bir şeyleri birleştirmeye uğraşıyordu. Bir yapbozdan daha parçalı olan hayatımın birleştirilmesi ne kadar sürerdi peki? Kafa salladım yavaşça.

 

"Sen sırf abin ölmesin diye kabul ettin yani?" Parçanın biri buydu ama fazlalıktı bana kalırsa. Çünkü en başta kimsenin ölümünü umursamamıştım. Ona da kafa salladım.

 

"Benim tanıdığım Zühre'nin böyle bir şeyi kabul edebilmesi için kafasına silah falan dayanması şart. Doğru söyle zorladılar mı seni? Tehdit mi ediliyorsun? Polise gidelim!"

 

"Kız gidip kendi rızasıyla evlenmiş. Hem de kendilerini zorlayanlardan bile habersiz. Ne diyorum ben sana 'çat' diye önümüze attılar evlilik cüzdanını!"

 

"Sana her fırsatta her yaptığına hayret ediyordum ama bu... Bu yaptığın beni şoka değil bambaşka bir şey soktu. Ne diyeyim ben sana be Zühre..." Halime diyecek pek bir şey kalmamıştı. Öküz ölene dek sürecekti bu ortaklık. Ve ben bu hikayede kimse ölmesin diye bilmediğim bir şehre gelerek ne öküzün ölmesine ne başkalarının ölmesine müsaade etmiştim. Bu cümledeki 'öküz' abimdi.

 

"Ben anneme bakacağım. Hem duramayacağım burada daha fazla." Afakanlar mı basmıştı yoksa bana mı dayanamamıştı bilmiyorum ama hışımla yerinden kalkıp çıkışa doğru adımladı Günce. Balca da onun arkasından çıkmadan hemen önce hayal kırıklıklarını bana bir kez daha bakışlarıyla saplayarak gitmişti. Derin bir nefes alıp ben de çıktım arkalarından. Günlerdir aynı terane dönüyordu bana karşı. Gelip gidip mantıksızlığıma mantıklı bir cevap arıyorlardı.

 

Onlar önümde hem yürüyor hem de konuşuyordu.

 

"Allah vere de annem bir olay çıkartmamış olsa." demişti Günce. Çıkartabilirdi. Öfke damarına itinayla çektiğim teyzemden her şeyi beklerdim. Zaten ilerlediğimiz konaktan ses gelmeyişi de beni şüphelendirmemiş değildi. Bir vukuat çıkmış ve insanların leşleri önümüze serilmiş bir manzarayla karşılaşabilirdik az sonra. Abartma Zühre.

 

Hem sıcaktan hem de yediğim azardan mütevellit beynim daha da sıvı bir hal alıp gözlerime baskılar uygularken derin bir nefes çektim içime.

 

"Anne!" dedi konağın büyük işlemeli kapısından adım atan Günce. Kapıda bekleyen korumaların da, konakta çalışan kadınların da şaşkın bakışları bizim üzerimizde toplanmıştı. Korkarak bende içeri adım attım arkalarından. Görmeyi beklediğim manzara teyzemin birilerinin yakasına yapışmış kavga eden haliyken benim gözlerim teyzemin, Hamiş'in, Nurdan hanımın ve Korhan'ın beraber kahve içtiğini görüyordu. Korhan kahve içmiyordu ama eşlik ediyordu onlara. O ne ara gelmişti bunların yanına?

 

'Yuh!' dedim içimden. İçimden yüksek tonda dediğim hayret kelimem yüzümde tuhaf bir ifade oluşturmuştu. Günce ve Balca da en az benim kadar şaşkınken Nurdan hanım şakıyarak kalktı yerinden.

 

"Hele gelin kızlar. Size de kahve yapsın Nevide. Hoş gelmişsiniz hoş gelmişsiniz." Bakışlarım sırayla yüzünde yumuşak bir ifade olan teyzemde, rahat görünen Hamiş'te ve en son bana hafifçe tebessüm ederek bakan Korhan'da dolaştı.

 

Bu ortam inanılamazdı.

 

Bu ortam benden de mantıksızdı.

 

 

 

 

 

🐦

 

 

 

 

Ben her an gerilmeye hazır, patlama sınırına gelmiş bir balondan hallice olabilirdim çoğu zaman. Dokunsalar hemen patlar hatta dokunmalarına bile zaman tanımazdım o an.

 

Ama şu an patlayamamanın verdiği bu gerginlikle şiştikçe şişiyordum içime içime. Göz kapaklarımdaki baskıyı da arttırıyordu bu şişlik. Sevmemiştim. Bu gergin ortamda böyle gergin gergin oturmayı hiç sevmemiştim.

 

Zaten günlerdir doğru düzgün alamadığım temiz havadan mıdır bilinmez beynimde fazladan bir sululuk vardı. Her an akabilirdi. Bekliyordum.

 

"Tanıştığıma memnun oldum." Sesi de kurduğu cümleyi desteklercesine 'memnun' bir şekilde çıkarken hafifçe bir tebessüm etmişti Korhan. Tam karşımızda ellerini tekerlekli sandalyesinin iki yanına yerleştirmiş bir şekilde bize bakıyordu.

 

"Ben de memnun oldum..." Balca'nın sesi bir mırıltıdan biraz yüksek çıkmıştı. Şaşkındı. Sanırım daha farklı, daha gergin bir ortama düşmeyi bekliyordu. Bana kalırsa burası bir ateş hattıydı. Dahası var mıydı? Bakışları da Korhan'ın üzerinde oturduğu sandalyenin üzerindeydi.

 

"Ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim. Sizin konuşacaklarınız vardır. İyi günler." Sandalyesini yavaşça sola çevirip küçük bir tebessüm daha ettikten sonra salonun büyük işlemeli kapısından kendisini bekleyen Osman'la birlikte çıkıp gitti.

 

"Züh..." dedi Balca bakışlarını Korhan'ın yaklaşık bir dakika önce çıkıp gittiği kapıdan çekmeden. Belki de bakışları takılı kalmıştı orada. "Çok şaşkınım şu an..."

 

"Niye?" diyebildim kuru çıkan sesimle. Şaşılacak epey şey vardı fakat neye daha fazla şaşırmıştı merak etmiştim.

 

"Gördüklerime. Ben... Ben ilk duyduğumda böyle bir manzarayla karşılaşacağımı beklemiyordum."

 

"Nasıl bir manzara bekliyordun pardon?" dedi Günce suskunluğunu salona geldiğinden beri ilk defa bozarken. Ben de şaşkındım ama benim şaşkınlığım bambaşkaydı. Ben şu an Nurdan hanım ve teyzemlerin dışarıda beraber olmalarına şaşırıyordum. Hala takımı da eşlik ediyordu ayrıca onlara.

 

"Böyle bir manzara beklemediğim belli değil mi? Çok şaşkınım şu an. Yani karşımda böyle bir adam görmeyi beklemiyordum. Hatta ben karşımda bir insan bile görmeyi beklemiyordum."

 

"Ne bekliyordun Allah aşkına Balca?"

 

"Yani ne bileyim kızım? En azından böyle kibar bir adam görmeyi beklemiyordum. Bu kadar beyefendi duruşlu birini görünce afalladım. Ben kana kan dişe diş kavga ederim diye senaryolar kurarak gelmiştim buraya fakat ne bileyim. Telefonda Hamiş 'şu töre denen şeyden ötürü büyük bir aşiretin oğluna vereceklermiş bizim kızı' deyince kafamda ne tür senaryolar canlandı sen biliyor musun? Açıkçası yaşı senden epeyce büyük kaba saba bir adam vardı benim senaryolarımda."

 

"Eee beklediğin gibi değil miymiş?" Sesinden iğneler saçılan Günce bana hiç yöneltmediği bakışlarını Balca'ya sabitlemişti.

 

"Değilmiş ne yalan söyleyeyim. Bu iş zorla olunca ben senin burada daha farklı şartlarda olacağını sanmıştım."

 

"Bak bu onların 'töre' dedikleri şey gereği yapılmış gibi görünse bile onun da benim de anlaşmalı olarak yaptığımız bir evlilik o kadar." Kendim bile inanamıyordum böyle saçma bir açıklama yaptığıma. Açıkçası yüz yılda bir gerçekleşen güneş tutulması misali merhamet tutulması yaşayıp bir anlık saçmalamayla verdiğim epey ağır bir karardı bu. Bunun farkındaydım ama farkında olamayacak kadar da normalleştirmeye çalışıyordum.

 

Büyük salonda büyük bir sessizlik çevrelerken bizi bakışlarım desenli halının her bir detayında karış karış dolaşmıştı.

 

"Peki bir hastalığı falan mı var?" Balca'nın sesi çöken uzun sessizliği böldüğünde bakışlarımı desenlerden çekip ona çevirdim. Bir değil birden fazla rahatsızlığı olduğunu düşünüyordum ama ne oldukları hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sormamıştım da bu güne kadar. "Yani tekerlekli sandalyede ya."

 

"Kaza yapmış..." Bir gün önce yemek yediğimiz yerde merakıma yenilip sorduğumda fazla hissizce cevaplamıştı sorumu. Zaten o hissizlik bana yetip artmıştı.

 

"Hadi ya... Peki nasıl olmuş ki? Ne zaman olmuş?"

 

"Altı yıl olmuş sanırım." Altı yıl önce demişti. Dahasını getirmemişti. Benim sorum yersiz olmuştu zaten o da cevaplamak istememişti pek.

 

"Neden olmuş ki?" Omuzlarımı silktim yavaşça 'bilmiyorum' der gibi. "Nasıl bilmiyorsun kızım? Hiç mi sormadın?"

 

"Bilmem. Yani neden olduğunu sordum bir kez ama dahasını sormadım." Zaten o gün de merakıma yenilip de sorduğuma pişman olmuştum.

 

"Gidelim Balca." Günce oturduğu yerden ayaklanırken asla çevirmemişti bana bakışlarını. Yine. Sanırım da bu gidişle bakmayacaktı asla yüzüme. "Daha eşyalarımı toplayacağım."

 

"Bir dakika bir dakika ne eşyası!" dedim onun gibi ayaklanırken.

 

"Gidiyoruz biz Zühre. Eve geri dönüyoruz."

 

"Ama neden?" dedim ona doğru adımlayıp. Elini tutmak istemiştim ama gözlerindeki öfkeyi görüp vazgeçtim.

 

"Ne yapalım Zühre? Ne istiyorsun? Kaç gündür tanımadığımız insanların evinde kalıyoruz zaten. Belki seni vazgeçiririz dedik ama bu işin geri dönüşü yok. Ne yapacaktık buraya mı yerleşecektik? Çok bile kaldık."

 

"Ama Güncekuşum..." Sesimdeki kırıklığa oralı bile olmadı. Daha fazla konuşmadan dışarı çıkarlarken bende peşlerinden çıkmıştım. Teyzem ve Hamiş avluda Korhan'la konuşuyorlardı. Saçma manzara bugün ikiye katlanmıştı.

 

"Hadi Günce geç kalacağız." dedi bizi görünce. Bana bakma gereği bile duymamıştı.

 

"Teyze..." dedim yanına ulaşıp. İfadesiz görünen ama epey ifadeli suratını bana çevirdi. "Gidiyormuşsunuz."

 

"Evet. Ne kadar daha kalacağız bu bilmediğimiz yerde. Kaç gün oldu geleli." Haklıydı. Aslında dediği her şeyde de iğneler saçıyordu bana. 'bilmediğimiz' dediği yere neden geldiğimi kabul etmeyişini bir kez daha vurgulamıştı.

 

"Biz sizi misafir ederdik daha. Ne kadar kalmak isterseniz burada da kalabilirdiniz." İrice açtığım gözlerimi Korhan'a çevirdim.

 

"Yok sağol. Kendi evimize dönelim artık."

 

"Osman sizi bırakacak eve kadar."

 

"Yok gerek yok. Biz kendimiz döneriz. Hem ben aldım otobüs biletlerini." Benim şaşkın bakışlarım Korhan'da takılı kalırken teyzemin bu denli sakin kalışına da apayrı şaşırıyordum.

 

"Gerçekten böyle bir şeyi kabul etmem. Size uygun bir vakitte Osman kesinlikle eşlik edecek size."

 

"Ay bu kaba herifle de yola mı çıkılır Allah aşkına." Çok sesli olmasa da kendi kendine mırıldanmıştı Günce. Diğerleri duymasa da ben ve Balca duymuştuk.

 

"Hangisi şu iki adım ötede bekleyen mi?" dedi Balca ona doğru eğilip. Beğeniyle süzüyordu bir yandan da bizim Kapı'yı. Gerçi Balca yakışıklı erkek dedektörüydü maşallah. Radarından kimse kaçmazdı.

 

"Burada başka kaba biri mi var Allah aşkına?" dedi Günce sinirle. Sanırım yıldızı asla barışmayacaktı Kapı'yla.

 

"Hoş çocuk..." Hafifçe omuz silken Balca'ya çimdik atmıştı Günce. Acıyla suratı kasılan Balca ise onun koluna vurup ağzında bir şeyler geveledi.

 

"Tamam o zaman yarın sabah çıkarız yola." dedi teyzem. Bakışlarımı kızlardan çekip teyzeme çevirdim. Ne yani Korhan'ın dediğine tamam mı dedi şimdi?

 

"Gideceksiniz yani?" dedim üzgünce. Bir elimi teyzemin diğerini de Hamiş'in koluna koymuştum.

 

"Gitmeyelim mi yani deli kız? Elalemin üstünde mi kalalım? Bir alem bu da?"

 

"Ama ne bileyim..." dedim küçük çocuklar misali dudağımı büzüp. Onlardan ayrı kalacak olma fikri pek hoşuma gitmemişti. Ama dediği her şeyde haklıydı. Sırf doğmamış yeğenim uğruna kendim geldiğim yetmiyormuş gibi bir peşimde sürüklemiştim onları. En fazla yorulan da üzülen de onlar olmuştu.

 

"Bana bak kız!" dedi Hamiş koluma hafif bir çimdik atarken. Bakışlarım dehşetle açılmıştı ona doğru. "Hiç sevmedim o Tahir midir her neyse ama bu çocuk efendi, saygılı."

 

"Yani?" dedim kolumu ovalarken. Hafif attığı çimdik bile acıtmıştı etimi.

 

"Vallahi durumu ortada görüyorsun. Madem bize sormadan gittin aha evlendin bu oğlanla o zaman daha fazla deliliğin lüzumu yok. Benim bu çocuğu gözüm tuttu."

 

"Senin? Gözün tuttu?" dedim şaşkınca. Sesim kontrolsüzce çıkmıştı.

 

"Bana bak Zühre!" dedi bu sefer diğer kolumu çimdikleyen teyzem. "Ben her ne olursa olsun asla onaylamıyorum bu evliliği. Ama vazgeçmiyorsun da! Hem Korhan düzgün çocuk."

 

"Sizin kafanıza saksı mı düştü?" dedim acıyla karışık. Kollarımın acısı bana yeterken içine düştüğüm dehşete anlam yüklemeye çalışıyordum.

 

"Babasını sevmiyorum, sevmeyeceğim de. Bu evliliği de onaylamıyorum ama bundan sonrasında arkanda durmaktan da vazgeçmem. Sen de düzgün olacaksın, haşereliklerini bir kenara bırakacaksın. Tamam mı?" Koluma bir kez daha çimdik attığında acıyla kafamı sallamıştım. Teyzem bir garipti, kızlar daha garip. Hamiş de uymuştu onlara. Ben ise her zaman gariptim. Garipsenirdim.

 

Ama bugün daha da garipti. Daha ne kadar garip olabilirdi ki?

 

 

 

 

🐦

 

 

 

 

 

"Kızım sen manyak mısın?" dedi Günce en son dayanamayıp. Eliyle Balca'nın kendine uzattığı telefona vuracak oldu ama vazgeçip yumruğunu sıktı. Umursamaz bakışlarım ikisi arasında gidip geliyordu.

 

"Hayır fıstık gibi kızsın. Kapında kul köle olacak bir sürü adam tanıyorum. Ama sen gidip bu Şam şeytanı suratlı vitaminsize taktın kafayı ya!"

 

"Ama yakışıklı çocuk şimdi öyle deme..." Sesindeki incelikten Selim'e nasıl da toz konduramadığı anlaşılıyordu. Hülyalı bakışlarını elinde tuttuğu telefona çevirdi.

 

"He he çok yakışıklı. Kızım biz tipten mi bahsediyoruz! Adam adam değil bir kere. Bak benim gözüm hiç tutmuyor bu çocuğu haberin olsun." Anaç tarafı tekrar devreye girmişti Günce'nin. Bu özellik ona teyzemden aktarılan genetik bir şey olmalıydı. Yoksa Günce anında teyzemin hal ve hareketlerine bürünüyor olamazdı.

 

"Ya senin gözün kimi tutuyor Allah aşkına. Her flörtleştiğim çocuğa bir kılıf takıyorsun. Senin yüzünden evde kalacağım." Dudaklarını bir çocuk edasıyla büzmüştü Balca. Burun kıvırarak bakıyordum ikisine.

 

"İnsan gibi birini bulup gelsen tutacak gözüm ama nerede? Bizim kızın bulduğu tipler ya mağara ayısı ya Şam şeytanı."

 

"Ama güceniyorum Günce. Hepsine bir kılıf takma kızım. Her ilişkim senin sayende bitiyor çok sağol. Kimisi başlayamıyor hatta."

 

"En sonuncusu benim yüzümden bitmedi haberin olsun." Önündeki elmalardan kırmızı olanı kapıp büyük bir ısırık aldı Günce. Omuzlarını silkmesi daha da sinirlendirmişti Balca'yı.

 

"En sonuncusu dediğin şu mimarlık okuyan esmer çocuk mu?" dedim ayaklarımı Günce'nin kucağına uzatıp. Tip tip baksa da elmasını kemirmeye devam etti.

 

"Yok o değil." Ağzı dolu bir halde araya girdi Günce. "Senin dediğin bir önceki. En sonuncusu inşaattaki son sınıf olan sarışın çocuktu."

 

"Hayır. En sonuncusu psikoloji okuyan Ertan'dı." Yüzünde 'nasıl bilmezsiniz' der gibi bir ifade vardı.

 

"Yuh sende. Maşallah ne bölüm ne tip ayırt etmişsin. Türlü çorbası gibi. Benim hayatımdan da karışık. Bir sonu gelecek mi yavrum senin bu aşk hayatının? Var mı bir durağın?" Hey maşallahtı valla Balca'ya. Millet birini bulamazken onda yok yoktu. Cidden yoktu.

 

"Eğer bu uyuz bana mani olmazsa olacak. Bütün ilişki hayatım onun yüzünden başlamadan bitiyor."

 

"Ben ne yapıyorum be!" Elindeki yarısı yenmiş elmayı fırlatıp cırladı Günce. "Ben mi bitirdim sanki. En sonuncusunda falcıyı dinlemedin mi sen?"

 

"Ama ne yapayım. Adam bana çektiğim kartlara göre falımda coşkulu, renkli gözlü biri olduğunu tarif etti. Ama Ertan ne coşkulu biriydi ne de renkli gözlü. Yani o değildi."

 

"Sen ciddi misin?" dedim şaşkınca. Fala inanması bambaşka bir komediydi.

 

"Evet. Yani inanmadım başta ama sonraki günlerde kafama yattı benim de. Doğru kişi o değildi."

 

"Ya ya. Ondan falcıya 'şu kartları düzgün karıştır' diye çemkirmedin zaten."

 

"Günceee!"

 

"Ne be!" Elleriyle ayaklarıma vurdu Günce. Balca'ya sinirini benden çıkarıyordu.

 

"Korhan..." dedi Balca telefonundan kafasını bana çevirip. Nasıl, ne zaman, ne şekilde kaza yaptığını söyledi mi sana?" Yeşil hareleri merakla ışıldıyordu. Bu konuda sınırlı bilgim olduğunu biliyordu aslında. Kafamı iki yana salladım. "Peki ya ne iş yapıyor, nereden mezun?"

 

"Bilmiyorum Balca. Yani sormadım da."

 

"Ne gailesiz kızsın sen de. İnsan evlendiği adamı merak eder sorar. Hayır sormasan bile gir internete araştır. Hiç mi araştırasın gelmedi canım." Esef dolu bakışlarını tekrar önüne çevirdi. Umursamazca kafamı geri yasladım ben de.

 

"Vay canına... " Dudaklarından hayret nidası dökülürken Günce de ben de ona döndük. "Standfort Üniversitesi'nde Yönetim bilimi ve Mühendisliği bitirmiş ayrıca yüksek lisans da yapmış." Ekrana bakarken gözleri iri iri açılmıştı. "Sonrası Rusya'da büyük bir şirketin başına geçmiş ve ayrıca ARS Holding'in yönetim kurulu başkanlığına getirilmiş. Vay anasını hayatlara bak be..." Bu kadar basitti işte. arama motoruna girince dökülmüştü her şeyi ortaya.

 

"Olabilir..." dedim umursamazca.

 

"Evlendiği adamı merak etmeyen kız konuştu. Ne kadar kağıt üstünde evli de olsanız insan bir merak eder. Çok da tuhaf aslında. Fazla bir bilgi de yok. Birkaç başlık altı yıl önce yaptığı kazayı yazıyor. O kadar. Hatta inanır mısınız?" Hafifçe güldü kendi kendine. "Şu an hayatta olmadığını yazan bir sayfa bile var. Adam evlendi bile." Kendi kendine kahkaha atarken biz de gülmüştük.

 

"Bakın bakın ne diyor." dedi gülerek. Sırtını dikleştirip telefonu yüzüne daha çok yaklaştırdı. "Ünlü iş adamını ve Türkiye'yi sarsan akıl almaz kaza. Dün gece saat iki sularında İstanbul'un Avrupa yakası çıkışında akıl almaz bir kaza meydana geldi. Tekstile yön veren markalardan biri olan ARS Holding'in kurucularından olan ünlü iş adamı Tahir Arslanoğlu kendi gibi iş adamı olan oğlu Korhan Arslanoğlu'nun acı haberiyle yıkıldı." Oturduğum yerde doğrulup dikkatimi ona vermiştim.

 

"... Feci kaza gece saat iki sularında meydana geldi. Ünlü iş adamının oğlunun karıştığı kazada büyük maddi hasarın yanı sıra can kaybı da meydana geldi. Ağır yaralandığını bildirilen Korhan Arslanoğlu'nun kaldırıldığı hastaneden ise açıklama yapılmadı. Ama hayati tehlikesinin olduğu biliniyor. Olay yerinde hayatını kaybeden ve gerçek kimliği bildirilmeyen şahsın ise yer altı dünyasına yön veren ve kırmızı bültenle aranan 'Kuzgun' lakaplı mafya lideri olduğu ileri sürüldü. Kaza yerinde alınan üst düzey güvenlik ise bunu doğrular nitelikteyken henüz emniyetten bir açıklama yapılmadı."

 

"Kuzgun mu?" dedim yerimden iyice ona doğru eğilip. Duyduğum isim dikkatimi epey çekmişti.

 

"Evet. Öyle yazıyor."

 

"Ölmüş mü?" dedim merakla.

 

"Evet. Olay yerinde vefat etmiş." Çok tuhaftı. Çok çok tuhaftı. Eğer 'Kuzgun' lakaplı adam öldüyse geçen gün selam yollayan kimdi. Peki ya Uraz'ın kalemi neydi öyle. Kafam sebze çorbasından epey hallice bir kıvam almıştı akşam akşam.

 

"Hadi hadi gidelim biz. Geç oldu." Günce hızla ayaklanırken Balca'yı da kaldırmıştı yerinden. Onlar apar topar çıkarlarken Osman kapı misali dikilmişti kapının önüne.

 

"Yenge ben bırakayım eve." dedi. Günce onu öldürecek gibi bakıyordu.

 

"Biz gideriz kendimiz." dedi sinirli bir tonda.

 

"Olmaz. Korhan abim kesinlikle benim bırakmamı istedi. Araç kapıda hazır." dedi bakışlarını benden çekmeden.

 

"Korhan abine söyle biz gideriz." Dedi Günce dişlerinin arasından. Ama Osman asla muhatap almıyordu onu. Bakışları benim üzerimdeydi.

 

"Ay gidelim ne olacak." dedi Balca şakıyarak. İşine gelmişti. Günce'yi de o saatten sonra asla dinlemedi.

 

Bende onlar gittikten sonra geri odama adımlarken sesler gelen salonun önünde duraksatmıştım adımlarımı. Tahir ağa buradaydı ve oğluyla tartışıyordu.

 

"Basit bir iş yemeği olacak sadece. Hem hakkında yapılan asılsız haberlere cevap niteliğinde. Birkaç saatliğine oğlum."

 

"Altı yıldır kulak asmadım şimdi mi asacağım baba? Kimin ne dediği umurumda mı sence benim?"

 

"Değil biliyorum ama sence de yetmedi mi bu kadar zaman? Hakkında 'ölü' olduğun yazıyor." Bunu daha demin Balca da okumuştu.

 

"Haksız da sayılmazlar."

 

"Korhan. Onlar asla haklı değil. Ayrıca senin saklayacak bir durumun da yok. Neyin inadı bu?"

 

"Allah aşkına baba. Sence yok mu?" Sesindeki tını rahatsızlığını epey dile getiriyordu.

 

"Yok tabi. Bak yılda bir kere yapılan bu gece bu sene burada yapılacak. Sadece birkaç saatliğine görünüp geleceksin. Hepsi bu."

 

"Bu değil." dedi itiraz edercesine. O sırada bakışları kapının önünde kendilerini dinleyen beni buldu. "Zühre?"

 

"Aaa ben... Kızları geçirdim de. Odaya gidiyordum." Çevir yanmasın Zühre...

 

"Zühre." dedi arkamdan Korhan tekrardan. Geri geri iki adım atıp salonun ortasında duran iki adama çevirdim bakışlarımı. "Yarın benimle davete gelir misin?"

 

"Davet?" dedim suratımı buruşturup.

 

"Evet davet. Ne dersin baba? Seninle değil de Zühre'yle giderim."

 

Gidemezdik. Ben asla anlamazdım öyle şeylerden.

 

 

 

🐦

 

 

 

 

 

 

 

 

"Muhtemelen tekerlekli sandalyede olmasam benimle böyle ilgilenmezdin." Hafifçe gülmüştü.

 

Bende aynı şekilde gülüp daha dikkatli bakmaya başladım ona. Siyaha çalan kahveleri önümüzdeki sehpada dolaşıyordu. Gür saçları özenle fönlenmişti. Elimle yamuk duran papyonunu düzelttim. Yamuk şeylere asla tahammülüm yoktu. Takıntılı değildim ama yamukluk sevmezdim. Hele birinin bana yamukluk yapmasına asla tahammül edemezdim.

 

"Evet ilgilenmezdim çünkü burada olmazdım büyük ihtimalle. Neden diye sorarsan tekerlekli sandalyede olmasaydın evlenmezdik büyük ihtimalle." Çevredeki kalabalığın sesinden ziyade onun diyeceklerine odaklanmıştım tamamıyla. Hayır doğmayan yeğenin için evlendiniz siz Zühre.

 

"Haklısın evlenmezdim seninle." Hafifçe gülüp başını biraz daha yaklaştırdı bana. Ooo baya açık sözlü...

 

"Çok doğru. Şuradaki lacivert pahalı elbisesi olan sarışın kız daha da ilgini çekerdi bence. Sen de tam sarışın sevecek tip var." Kahkaha atarken başımı geri yatırmıştım. Havuzun yansımaları üzerimizde dolaşıyordu bir yandan.

 

Bence üzerine tam oturan derin yaka yırtmacı olan lacivert elbise epey pahalı olmalıydı. İddialıydı en başta. Saçlarının dalgası bile elbisenin pahalılığına yakışır biçimdeydi. Saçları bile pahalıydı belki de.

 

"Pek renk ayrımı yapmam ama ilgi çekiciymiş." dedi benim işaret ettiğim ve geldiğimizden beri onu kesen kıza bakarak. Kendisine bakıldığını görünce hafifçe gülümsemişti kız. Türlü çorbasından hallice mi yani zevki? Daha neler... Bende oturduğumuzda beri onu kesiyordum.

 

"Sanırım..." dedim sanki sesimi bu gürültüde o kıza duyulabilecekmiş gibi iyice kısarken. "Beni senin bakıcın sandı."

 

Birbirimize bir müddet bakıp aynı anda koyuvermiştik kahkahamızı. Senden de ne iyi bakıcı olur ama Zühre...

 

"Sanırım." Diyerek onayladı beni. Sen bakıcım mısın diyemedi baksana.

 

"Eğer tekerlekli sandalyede olmasaydın..." dedim önümüzdeki sehpaya koyduğum kırmızı şarap olan kadehime uzanıp. Onun önünde sadece su vardı. Zayıf bünyesi yüzünden alkol alması kesinlikle yasaktı. Diğer pek çok şey gibi.

 

 

Uraz gelmeden evvel epey tembih etmişti. Hatta yasak şeylerin listesini çıkarmaya bile kalkmıştı da son anda vazgeçirebilmiştik. Kendisi acaba şu an kim bilir neredeydi? En son esmer bir kızla konuşuyordu kapıya yakın masaların birinde.

 

"...Gidip tanışırdın o kızla." Şarabın mükemmel tadı dilime zerk ederken yandan bir bakış atmıştım ona. Hücrelerim hasretle kabul etmişti alkolün mayıştıran tadını.

 

"Sandalyemin buna engel olduğunu mu sanıyordun?" dedi tek kaşını kaldırıp. Bence engel değildi ama benimki öylesine ortaya atılmış bir teoriydi. Sol elini havaya kaldırırken sağ eliyle ince alyansı yavaşça çıkarıvermişti.

 

"Ooo.." dedim gülerek. "Hemen gaza geliyorsun." Küçük bir kahkaha atarken elimdeki kadehi sabit tutmaya çalışıyordum. Üzerimdeki karşımdaki kızdakinden daha pahalı olan açık mavi elbisemin kirlenmesini asla istemiyordum.

 

"Az pislik değilimdir bende." Alyansı özenle çıkarıp gelmeden önce söylene söylene giydiği siyah ceketinin yaka cebine atıverdi.

 

" Sen mi?" dedim kahkahamın arasından.

 

"İnanmıyor musun?" sesinde beni tiye alan bir tını belirmişti. Meydan okuyordu resmen.

 

"En fazla ne kadar pislik olabilirsin ki? Yere mi tükürürsün ya da yanlışlıkla çöp falan mı atarsın?" Tekrar kahkaha attığımda o da eşlik etmişti bana. Bugün her zamankinden daha keyfi yerindeydi. En azından diğer günlerdeki gibi yüzü beş karış gezmiyordu. Adam günler sonra ilk kez çıktı dışarı. Hatta Nevide yıllar sonra demişti.

 

 

 

"Haklısın. " dedi kafasını sandalyesinin başlığına yaslayıp. Elindeki beyaz şarabı yudumlayan kız tekrar gülümsemişti Korhan'a. Elindeki kadehi hafifçe ona doğru kaldırdı. Bu bir davet bence Zühre. Çekilsen mi gençlerin arasından?

 

O gün benim çingene pembesi ses fazla mantıklıydı. Şimdiki gibi her şeye mantıklı bir cevabı vardı.

 

Kadehimin dibini hızla gördükten sonra üzerimdeki pahalı elbiseye bir şey olur diye aldırmadan ayaklandım.

 

"Nereye?" Bakışları benim hareketliliğimi bulduğunda yüksek sesten dolayı bağırmak zorunda kalmıştı.

 

"Sıkıldım."

 

"Kusura bakma. Yanımda bekletiyorum seni de böyle." Asla mahçup bir ifade yoktu yüzünde. Mahçup olmamıştı. Aksine benim kadar isteksiz olduğundan her şeyi tiye alıyordu.

 

"Dolaşıp geleceğim. Lavaboya gidiyorum hem."

 

"Kaybolma."

 

"Ah beni mi özlersin yoksa?" Eğildim ona doğru sesimi duyurabilmek için. Özel kuaförümün özenle dalgalandırdığı saçlarım önüme düşerken onun yüzüne çarpmıştı hafifçe. Bakışlarımız kenetlendi birbirine. İlk çeken ben oldum.

 

"Çok." dedi 'o' harfini uzatıp.

 

Geri çekilirken pahalı ayakkabılarıma dolanan elbisenin eteğini bir hamleyle savurdum. Bence o kızdan daha pahalısın bugün Zühre.

 

"Evet." dedim kendi kendimi onaylarken. Lacivert elbiseli kızın yanından geçerken istemsizce saçlarımı savurmuştum. Yakından daha güzel ve pahalıydı. Senin üzerindeki pahalılık de pek bir eğreti. Ne derler bilirsin eğreti-

 

İç sesimin sesini kestim aniden.

 

Benim yanından geçtiğimi yandan bakışlarla izleyip hareketlenmişti yaslandığı yerden. Kırmızı şarabının olduğu yarım kadehi yaslandığı masaya bıraktı.

 

"Kızımız da pek hızlı." dedim kendi kendime gülerken salonun sonundaki ince koridora girip. Pahalı stilettolarımın zemindeki adım hissi bile bambaşkaydı. Kız harbi çok güzel Zühre.

 

"Ulan lansman adı altında sırf gösteriş ha." İçerideki gereksiz gürültüden bir nebze uzaklaşmıştım.

 

"Bana be sizin pahalı elbiselerinizden, hangi markadan giydiğinizden. Ulan o parfümleri sıkmasanız hepiniz leş gibi kokacaksınız haberiniz yok." Söylene söylene önümdeki iki kadını takip edip lavaboya ulaşabilmiştim.

 

Gerçi eleştirdiğim her şey şu an benim için de geçerliydi. Üzerimde özel bir tasarımcıya ait pahalı bir elbise vardı. Ama benim için iki metrelik bir kumaştı hepsi bu. Oha Zühre. Seni esefle kınıyorum.

 

"Aman kınarsan kına be." diye cırladığımda aynada rujlarını tazeleyen iki kadın dönüp bana bakmıştı. 'Sorun yok' der gibi gülümseyip hem iç sesime hem de ağzıma çektim fermuarı.

 

Ben yüzüme soğuk suyu çarparken kadınlar itinayla makyajlarını tazelemişti. Birbirlerine üzerindeki elbiselerin ne kadar şık olduğundan bahsedip, karşılıklı iltifatlaşmışlardı. Biri diğerine üzerindeki elbiseyi İtalya'dan alırken nasıl bir talihsizlik yaşadığından bahsediyordu. Diğeri de kırmızı ruja buladığı dudaklarını büze büze üzülür gibi yapıyordu ona. Ay yazık az daha üzerindeki elbisenin petrol yeşili olamayışına. Ne yapardın yoksa tüh(!)

 

 

Hem iç sesime hem de kadınlara göz devirip beni buraya getiren uzun ince koridora attım kendimi tekrar. Uzun elbisemin eteği pahalı ayakkabımın pahalı topuklarına dolanıp duruyordu.

 

"Ulan elbise yırtacağım seni." dedim sinirle. Sesim gıy gıy çalan ve insanın uykusunu getiren müziğe karışıp gitmişti tenha koridorda. Pahalı ışıklar gözümü alırken saçlarımı bir kez daha geri savurup omuzlarımı düzelttim.

 

"Ulan şu müsrifliğe bak. Alt tarafı iş adamlarının buluştuğu bir gece. Ama para yarışından başka bir şey değil." Söylene söylene bir yandan da insanlara çarpa çarpa havuzun kenarında oturduğumuz yere geri dönmeye çalışıyordum. Ama ne üzerimdeki binlerce liralık elbise ne de ayaklarımdaki binlerce liralık ayakkabılar adımlarımı hızlandırıyordu.

 

"Ulan Serçe Kuşu bu hale düşecek kız mıydın sen be." dedim orta boylu kel adamı geçmeye uğraşırken. Ters bakışları üzerimde dolaşsa da oralı olmadım. Benim bakışlarımda lacivert elbiseli sarışınla Korhan vardı.

 

Kız buradan bile zarif olduğu belli olan elini Korhan'ın dizine koymuştu. Kur yapmak İçin elini onun dizine değil de omzuna falan mı koysa acaba?

 

"Bence de." dedim yanımdan geçen garsonun uzattığı gümüş renkli tepsideki içinde ne olduğunu bilmediğim kokteyli alırken. Simli pembe mavi içeceğe burnumu kıvırarak baktım. Buram buram şeker kokan kokteyli ne diye aldıysam artık.

 

Sence bu gece o ikisi için nasıl biter Zühre?

 

"Valla Korhan dediği gibi pislik biriyse ki bence asla değil. Yapacağı en büyük pisliklik yere çöp atmak olur. Ondan da özür diler o kibarcık." Elimdeki kokteyli bilmediğim insanların olduğu masaya bırakırken tuhaf bakışlara aldırış etmeden samimiyetsizce gülümsedim. "Zaten buraya da 'ünlü iş adamının oğlu acaba nasıl bir vaziyette' sorularına cevaben geldi. Yani o kızla beraber giderse de arkasında büyük bir haber bırakmış olur."

 

Yani gece ikisi için beraber bitecek sana göre.

 

"Niye olmasın?" Omuzlarımı silktim. Eğer bizim oğlan da gönüllüyse Esra Erol'daki gibi bir çay içme talebinde bulunabilirlerdi.

 

Kıkırdarken kafamı biraz daha uzatıp kalabalıktan ne yaptıklarına bakmaya çalışıyordum.

 

Hakkında altı yıl önce yapılan türlü haber her yıl belli aralıklarla tekrarlanmıştı. Yaşadığı o talihsiz kazaya ait çok net bilgiler bulunmasa da hakkında fazla denebilecek kadar dedikodu çıkmıştı.

 

Kimisi halen komada yattığından bahsediyordu, kimisi ölmüş olabileceğini yazıyordu. Haberlerin çoğunluğu durumunu 'berbat' olarak tanımlıyordu. Çoğunluğu dediğim de iki üç gazete başlığından ibaretti.

 

Nedense karıştığı kazaya dair detaylar belli başlı cümlelerden öteye geçememişti. Balca'ya göre bu kazayı yaptığı mafya liderinin ölümünden kaynaklıydı. Hatta haberlere kısıtlama getirildiğini, bazı haberlerin bilerek silinmiş olabileceğini de eklemişti.

 

Modacı olmasa muhabir olacak kızmış bizim Balca.

 

Öyleydi. Tam bir 'arşiv'di. İnternet dünyasına sızan her bilginin kalıcı olacağını ve günümüz dünyasında hiçbir şeyin gizli saklı kalamayacağını bastıra bastıra söylerdi.

 

Ama nedense Korhan hakkındaki haberler hep sınırlıydı. Biz işin ucunun derin devlet meselelerine dayanabileceğini söylerken Günce 'yok amına koyayım' diye abarttığımızı düşünüyordu.

 

Azıcık abartıdan da kimseye zarar gelmezdi sonuçta. Bence Günce bizim abarttığımızı düşünerek daha çok abartmış oluyordu. O neyi abartı bulmuyor ki...

 

Göz deviren iç sesime gülerken bakışlarımı Korhan'a doğru eğilen kızdan çekemiyordum. Kız epey istekli ve hızlıydı fakat Korhan nedense pek bir yavaştı. Mis gibi kızı kaçıracak.

 

Kafasını geri çekerken sandalyesini de hafifçe geri almıştı. Rahatsız mı oldu o? Belki de ağzı kokuyordur Zühre...

 

"Yok artık..." dedim yanımdaki kadının tuhaf bakışları altında. İçine zar zor girdiği gümüş simli elbisesini çekiştirirken kendi kendime konuşmama bakıyordu. Hiç mi kendi kendine konuşan insan görmemişti yahu? Kendi kendine mi? Aşk olsun Zühre...

 

Tam bir disko topunu andırıyor...

 

Benim iç ses de trip atsa bile dedikodudan vazgeçmiyordu asla.

 

Aramızdaki kalabalığa rağmen bakışlarımız Korhan'la kesişti. Kız ona doğru biraz daha yaklaşmıştı ama o sandalyesinden geri düşmek pahasına geri yaslamıştı kendini. Sol elini hafifçe salladı havada bana doğru. Bu bir işaretti. Belki de yardım çağrısıdır Zühre.

 

Ayağıma dolanan elbisemi geri savurup aldığım SOS çağrısı eşliğinde insanların arasında onlara yürümeye başladım.

 

Bu gece yanından bir saniye bile ayrılmamam konusunda sıkı bir nutuk çekilmişti bana gelmeden önce. Özellikle Tahir ağa gözümü üzerinden çekmememi en az yüz kez demişti. Duruşuna ters bir pinpirikliliği var bence.

 

"Aşkım!" dedi yanına adımımı atar atmaz. Eli telaşla kolumu kavrayıvermişti. Bir dakika ne dedi o!

 

"Aşkın?" dedim sorgularcasına. Suratımda Pembe'nin Sultan ve Ferhat'ın evliliğini öğrendiğindeki o şaşkın ifade vardı. Sanki bana ana bacı küfretmiş gibi iliklerime işleyen bir şaşkınlık bahşetmişti.

 

 

Sağıma soluma bakındım kime diyor diye. Bana demiş olması epey saçmaydı çünkü bu kelime üzerimde epey eğreti duruyordu.

 

"Aşkım mı?" dedi en az benim kadar şaşkın olan kız. Çimen yeşili olan gözleri iri iri açılıvermişti. Kırmızı ruja bulanmış olan dolgun dudakları aralandı. Gözleri yakından ne kadar da güzeldi.

 

Korhan bileğimden tuttuğu elini kendine doğru çekerken şaşkınlığımdan ötürü tökezleyerek ona doğru bir adım atmıştım.

 

"Güzeller güzeli eşim de geldi." O gece kaşlarımı çatmaktan alnımın tam ortasında derin bir oyuk oluşacaktı muhtemelen. Botoks falan kar etmezdi bana.

 

Türlü çorbasından hallice beynim kelimeleri bir araya getirmek şöyle dursun şaşkınlık da eklenince iyice bulanmıştı. Az sonra beynim burun deliklerimden akarsa şaşırmamalıydı kimse.

 

Korhan bir şey diyeyim diye ısrarla gözlerimin içine bakıyordu. 'Yüzünde hadi konuş' der gibi bir ifade vardı.

 

Aşkın anandır de Zühre!

 

"Aşkın anan-" bileğimdeki eli elime inip sıktığında tamamlayamadım diyeceğimi.

 

"Demek evlisiniz?" dedi kırmızı dudaklarından şaşkınlıkla harmanlanmış olarak kelimeler fırlayan kız.

 

"Demin demiştim size ama anlamadınız sanırım." Kibar bir biçimde gülümserken ben halen elimi sıkan eline bakıyordum. Elini pek kibar bir biçimde sıkmıyor Zühre.

 

"Öyle mi? Sesten duymadıysam demek ki." Kız hafifçe gülümsemeye çalıştı ama dudakları pek de kıvrılmadı. Oysa bulunduğumuz bu havuz kenarı pek gürültülü değil Zühre.

 

İç sesime kafa salladım. Kızın bakışları üzerimde dolaşıyordu.

 

O zaman Korhan evliyim mi demiş yani Zühre?

 

"Neyse size iyi akşamlar." dedi kız lacivert elbisesinin yakasını düzeltip. Derin dekoltesi bu düzeltmeyle kapatılacak gibi değildi.

 

"Aşkın anandır!" dedim kız yanımızdan uzaklaşıp bileğimi onun elinden kurtarırken. Uzun bir adımda karşısına dikildim.

 

"Kusura bakma gerçekten."

 

"Ne o bileğimi falan kavramalar! Hayırdır!"

 

"Kız tam bir sülük. Gitsin diye demek zorunda kaldım. Özür dilerim. Aniden çıktı ağzımdan."

 

"Çıkmasın bir daha o ağzından!" Hiddet saçılan alev alev bakışlarım gayrihtiyari dudaklarına inmişti. Ağzını yırtmak kaç dakikanı alır sence?

 

"Gerçekten kız sadece gitsin diye dedim. Eğer biraz daha geç gelseydin kriz geçirecektim."

 

"Ne o kıza bakarken hiç öyle değildin? Hani pisliktin sen? Alyansını cebine falan atıyordun?" Bir elimi üzerimdeki elbisenin zarifliğine zıt düşecek şekilde Oynak Balina Menekşe misali belime atarken suratımda alaylı bir ifade oluşmuştu.

 

"Asla bir şeyi ambalajına göre yargılamamak lazım asla." Suratındaki o ifade beni keyiflendirirken gülmemek adına yanaklarımın içini ısırmaya başladım.

 

"Hadi ya?" Elimi onun sandalyesinin koluna koyarken eğildim ona doğru.

 

"Bana rujunun markasını ve nereden aldığını anlatıyordu sen gelmeden evvel." Yanaklarımın içini ısırmam da pek fayda etmedi içimde tuttuğum kahkahalara. Sesli gülüşlerim hafifçe çalınan müzik sesine karışırken elimle karnımı tutmaya başladım.

 

Kız resmen beni öp demiş Zühre.

 

Araya iç sesim de karışınca kahkahalarım şiddetlenmişti.

 

"Hadi ya güzel miydi sence ruju?"

 

"Allah aşkına Zühre. On dakika bana on asır gibi geldi."

 

Kendi kaşınmıştı. Kendi boyundan epey büyük laflar ediyordu. Alyansını da cebine atmıştı.

 

"Sekiz dakika oldu. Bir kızı sekiz dakikada nasıl tanıdın Allah aşkına? Hem ne güzel sohbet etmek niyetindeymiş. Ne diye hayallerini suya düşürdün ki?" Pahalı biçimde yapılan fakir saçlarımı geri savunurken karşısındaki koltuğu çekeleyip oturdum.

 

"Sorma nasıl düştü hayallerim suya bir bilsen." Yüzündeki ifadeye verdiği sıkıntılı nefesler eşlik ederken eliyle boğazını sarmalayan siyah papyonu gevşetmeye çalıştı. Kahkaha atılası bir hali vardı. Uzanıp önündeki su bardağını aldı ve tek dikişte içti.

 

"Hararet yapmış." dedim bakışlarım önümde elbisemin eteğiyle uğraşırken. Gülmemek için suratımı halden hale sokuyordum. Bir şey demeden kapalı şişelerden birine uzanıp hızla bardağına boşalttı ve hızla tekrar içti suyu. Elbisemin eteğini bir o yana bir bu yana çekiştiriyordum ona direkt bakmadan. Bakarsam gülerdim çünkü. "Yakmış yakmış."

 

"Zühre!" Ses tonunda susmamı baskılayan sert bir tını belirdiğinde daha da gülesim geldi.

 

"Ne?" dedim umursamazca Omuzlarımı silkip. "Burası sıcak oldu onu diyorum."

 

"Deme lütfen."

 

"Neyi demeyeyim?" dedim yarım ağız gülerek. Bozulmuştu. Kafasını iki yana sallayıp papyonunu çıkardı tek eliyle. Gömleğinin üst düğmesini açıp derin nefes aldı.

 

"Gençler!" Yavaş çalan müzik değişmişti. Ses tonu biraz daha yükselirken Uraz'ın coşkulu sesi bastırdı müziğin sesini. "Ne yaptınız?" Bir elini benim koltuğumun kenarına yasladı.

 

"Gitsek ya." Korhan da yükselen müzik sesine karşı yükseltmişti sesini. Aslında geldiğimizin beşinci dakikası misafirliğe giden küçük çocuklar misali 'gidelim gidelim' diye tepinecektim ama tutmuştum kendimi bunca saat.

 

"Sıkıldınız mı?"

 

"Korhan'ı bilmem ama ben sıkıldım." Kafamı hemen tepemde dikilen Uraz'a doğru kaldırdım. Aslında o benden daha çok sıkılmıştı. Gerçi yollardır evden çıkmayan bir insan İçin bir anda kalabalığa karışmak da epey zor bir işti.

 

"Göründük görüneceğimiz kadar. Gidelim." Kesin ve net bir dille konuştuktan sonra sandalyesini çevirdi ve geldiğimiz yere doğru ilerlemeye başladı.

 

"Neyi var bunun?" Anlamsızca suratıma bakıyordu Uraz. Bir kaşı hafifçe havadaydı.

 

"Hararet." dedim hafifçe gülerek. Duymuştu beni. Kafasını omzunun üzerinden bize doğru çevirdi ama bir şey demedi. "Sıcak ya hava." diye ekledim.

 

Deminden beri birkaç adım ötemizde bizi bekleyen Osman ayaklanıp aradaki mesafeyi koruyarak Korhan'a eşlik etmeye başlamıştı. Onunla birlikte daha önce konakta da gördüğüm takım elbiseli adamlar da hareketlenmişti. İçerisi bu kadar kalabalıkken bu kadar fazla korumayla dolaşmak da bir tuhaf geliyordu insana.

 

Gerçi ben hayatım boyunca korumayı nerden görmüştüm. Bir anda görünce tuhaf gelmesi epey normaldi.

 

"Niye bu kadar çok koruma var ki?" dedim elbisemin eteğini geri savururken. Pahalı ayakkabılarıma dolana dolana bir hal olmuştu. "Yani bana üç kişiden fazlası hep kalabalık gelir ama bu kadar koruma olması da tuhaf değil mi? Alt tarafı iş adamları gecesi için toplanıldı burada."

 

"Tahir amcamın pinpirikliği işte." Ellerini cebine sokmuştu Uraz. Koyu renk giyinen herkesin aksine beyaz pantolonunun üzerine lacivert spor bir gömlek geçirmişti.

 

"O da bir alem. Ordu yollasa olacakmış." Kalabalığın arasından ayırılıp uzun kırmızı halının döşeli olduğu koridordan Korhan ve Osman önde biz arkalarında ilerliyorduk. "Para bol tabi..." Kendi kendime mırıldanışım geride kalan müzik sesine karışıp duyulmamıştı.

 

İçinde olduğumuz tarihi taş yapı zeminden loş ışıklarla aydınlatılmıştı. Kırmızı olduğuna emin olduğum halı bu ışıklar altında biraz daha karanlık bir tonda görünüyordu gözüme.

 

"Şu Kuzgun meselesi değil mi?" Kafamda parça parça olan bilgileri kendimce birleştirdiğimi düşünüyordum. Balca'nın arşiv karıştırmaları, geçen gün gelen kır saçlı adamın 'Kuzgun'un selamı var' demeleri beni iyice bunu düşünmeye itmişti.

 

Korhan'ın yaptığı kazada 'öldü' denilen 'Kuzgun' lakaplı yer altı dünyasının önemli adamlarından olan kişi toprak altından çıkıp da selam yollayamayacağı için geride kalanların bu işle ilgisi olmalıydı. En azından ben öyle düşünüyordum. Belki de altı yıl önce yapılan kazanın üstünün örtülmesinin ve iki üç cümlelik haberlerden başka bir şeye ulaşılamamasının nedeni de buydu. Ve bu yüzden de Tahir ağa oğlunu korumaya çalışıyordu.

 

"Sen nereden biliyorsun?" Uraz olduğu yerde adımlarını yavaşlatırken bana ciddi bir halde dönmüştü. Çıkışa yaklaşmıştık.

 

Yani 'Kuzgun' gerçekti ve Uraz bu durumdan haberdardı. Peki ya kalem?

 

"Geçen gün ben konaktan arabayla ayrılırken gelen adamdan duydum. Bence bu koruma etkisi onunla bağlantılı." Onun gerimde kalan adımlarına aldırmadan ilerledim.

 

"Abi basın var ne yapalım?"

 

Korhan durunca hepimiz durmak zorunda kalmıştık. Osman çıkışa gelmeden kulaklığına dokunup bir şeyler mırıldanmıştı.

 

"Bir dakika bekleyeceğiz sadece." Bedenini Korhan'a doğru hafifçe eğmişti.

 

"Kalabalık ve bir sürü tanımadık insan var. Koruma olması normal." Bence değildi. Küçük bir orduyla dolaşmanın bir açıklaması olmalıydı. Gerçi konağın etrafı da korumayla doluydu. Belki de korumaları çok seviyorlardı.

 

"Beni maruz görün. Bu zamana kadar alışık olmadığım şeyler. Bu geceye bile ne kadar eğreti duruyorum. O yüzden gördüğüm her şey tuhaf gelecek bana bu gece. Uçan pembe bir fil görsem daha az şaşırırım." Dediklerime hafifçe kıkırdamıştı Uraz. Bende onun hal ve hareketlerinden bir şeyler ölçmeye çalışıyordum. Koridorda düşürdüğü kalem de şüphelenmem konusunda beni güdülüyordu. Ayrıca Korhan onun kendini tedavisini ısrarla reddediyordu ama o da aynı ısrarla her gün gelip uğraşıyordu. Bir insan altı yılda hiç bıkıp usanmaz mıydı? Peki ya Korhan ondan şüpheleniyorsa ne diye yanında tutuyordu? Uraz'ın bu Kuzgun denen adamla ne bağlantısı vardı? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrenmişti? Peki benim babam pasta yapar mıydı gerçekten? Ben bilmiyordum.

 

Afiyecilik oynayasın var.

 

"Abi hazır. Hızla binelim." Hakkındaki haberler silinmekle kalmıyor basından da korunuyordu Korhan bey. Kapının önüne yanaşan siyah Mercedes minibüsün geniş kapısı açılmış, Korhan'ın binebilmesi için özel tasarlanmış bölme aşağı inmişti. Osman ve diğer korumaların hızlı hareketleriyle araca binerken çevreden sesler ve patlayan flaşlar görünüyordu.

 

Uraz'ın yardımıyla araca binip otururken derin bir 'oh' çektim. "Ay ne zor iş canım ünlü olmak." Dedim kendi kendime gülerken. Uraz yarım ağız sırıtırken Korhan ifadesizce bakıyordu suratıma. "Tabi siz ünlüler alışıksınız flaşlara basına. Bu Zührecik ne bilsin." Saçlarımı geri savurup deri koltuğa iyice yayıldım. Hala ifadesiz oluşuna mimikleri yine bozuldu diyerek bakıyordum. Yüz kaslarının bozuk olduğuna emindim.

 

Gürültülü ortamdan sıyrılıp eve dönüyor olmamız benim için mükemmel bir şeydi. Çünkü Zühre kalabalık ve gürültüyü hiç sevmezdi.

🐦

 

"Hele doldurayım yenge?" Elindeki işlemeli çaydanlığı benim önüme uzatırken Işıl Işıl olan iri kahverengi gözleriyle bakıyordu Nevide. Ne yapsam da asla onun bana 'yenge' demesinin önüne geçemeyeceğimden bu sabah itibariyle çabalamaktan vazgeçmiştim. Kim ne derse desindi artık.

 

"Kızım Zühre. Hiçbir şey yemedin. Hastasın yoksa?" Kafamı iki yana 'hayır' anlamında sallarken hafifçe gülümsedim tam karşımda oturan Nurdan hanıma. Hasta değildim. Buruktum sadece.

 

"Korhan yine gelmedi..." sesi kırgınca çıkmıştı Nurdan hanımın. Yüzü düşmüştü. Bir iki kere konağa adım atışı sanırım hep gelecek diye umut tohumları ekmişti içine. Ama Korhan oralı bile olmamıştı onun ısrarlarına.

 

Genelde her sabah hala takımı ve eşleriyle oturduğumuz sofrada bu sabah ben, Nurdan hanım, Nevide ve somurtkan suratıyla Tahir ağa oturuyordu. Hala takımının evleri konağın hemen yanında olduğundan aslında aynı evde yaşıyor gibi bir şeylerdi. Ama hala takımı buradaydı yanlış anlaşılmasın. Sadece sofrada değillerdi. Şu an koltuklarda kendilerinden geçerek Malvika ve Rahul'un efsane aşkını izliyorlardı. Yine ve yine aynı bölüm hem de...

 

Kafamı yana çevirdiğimde gözlerindeki yaşı kurulayan Dilva halaya akıl fikir diledim. Berivan halanın da ondan geri kalır yanı yoktu. Ellerini göğsüne koyup derin bir iç çekmişti.

 

Aynı bölümü tekrar tekrar izlerken hiç mi bıkmazdı insan? Ben sevmezdim aynı şeylerin tekrarını. Mesela az sonra çocuğun suratına en az yüz kat zoom yapacaklar ve çocuk da ölmek istediğini söyleyecekti. Kız da dayanamayıp yapışacaktı çocuğun dudağına. Bu bölümü üçüncü işleyişlerinde ve şanssız bir şekilde hepsine ben de denk gelmiştim.

 

Midem kalktı iyi mi?

 

"Dilva, Berivan az kısın hele şu televizyonun sesini." Tahir ağa ve somurtkan suratı elindeki telefona odaklıyken kardeşlerine uyarıda bulunmuştu fakat onlar kendilerinden geçmiş gibi oldukları İçin duymamışlardı abilerini.

 

"Kime diyorum!" dedi çatık kaşlarını onlara çevirip. Evin içinde dışarıdaki sıcak havaya rağmen buz gibi bir rüzgar esivermişti bir anda. Hala takımı yerinden sıçrayıp giderken ben ekranda öpülen çifte bakakalmıştım.

 

'Ölmek yok Rahul' demişti ellerini çocuğun yüzüne yerleştiren kız. 'Bir daha duymayayım sakın' diye de eklemişti.

 

"Abi kusura bakma dalmışız biz." Mahçup bir şekilde önde Dilva hala arkasında Berivan hala kalkmıştı yerinden. Tahir ağanın gerginliği zaten iştah kaçırırken bir de yüksek sesli uyarısı hepten kaçırmıştı olmayan iştahımızı.

 

"Osman!" dedi kafasını diğer tarafa çevirip. Osman dışarıdaysa bile bu sesi duymaması imkansızdı. Öyle bir seslenişti yani.

 

"Günaydın..." dedi o sırada içeri giren Korhan. Osman arkasındaydı. Yüzünde tereddütlü bir ifade oluşmuştu. Nurdan hanım yerinden acele bir şekilde ayağa kalkarken Korhan yavaşça masaya doğru ilerlemişti.

 

"Oğlum geldin." Kadının sevinci az sonra sönüverecekti ne yazık ki. Çünkü Tahir ağa da pek hoş olmayan bir şekilde kalkmıştı ayağa.

 

"Gelsin gelsin. Konuşacaktık iyi oldu geldiği." Tahir ağanın alev fışkıran bakışları oğlunu bulduğunda hepimiz şaşkınca birbirimize bakakalmıştık. Sakin sabah bir anda nasıl da hararetlenmişti böyle. Peki niye hararetlenmişti?

 

"Dün sen ne diye gittin o davete?" Sesinden akan şey bir soru soramadığını, açıkçası başka bir şey ima ettiğini açık açık gösteriyordu Tahir ağanın.

 

"Gider misin dedin gittim. Gittim ama ne bu şimdi baba? Sabah sabah ne oluyor?" Tahir ağa ağır adımlarla tam oğlunun karşısına dikildiğinde bir elini beline yerleştirmişti. Telefon tuttuğu elini ise havada sallıyordu.

 

"Hem orada işine geri döndüğünü hem de hakkında çıkan haberlere bir cevap vermek için gitmedin mi sen oraya?"

 

"Evet." Yüzü ifadesiz bir ifadeye bürünmüştü. Oturduğum sandalyeden yavaşça kalkıp bir adım geri atmıştım. Aracım bu gergin ortamdan uzaklaşmaktı.

 

"Sakin ol bey." Nurdan hanım bir oğluna bir kocasına şaşkın ve korku dolu bakışlarla bakarken ne yapacağını bilemiyor gibiydi.

 

"Peki gittin ne yaptın?"

 

"Baba Allah aşkına ne ima ediyorsun? Ne diyeceksen dümdüz söyler misin?" En az babasının yüzü kadar kasılmıştı Korhan'ın da yüzü. Birbirlerine şu an o kadar benziyorlardı ki. Geri geri masadan uzaklaşırken durmamı sağlayan Tahir ağanın keskin sesi oldu.

 

"Nereye gelin hanım!" Boşluğuma geldiğinden irkilip gitmiştim.

 

"Be-ben..." dedim kekeleyerek. Asla kekelemezdim, asla bana bağıran birine pabuç bırakmazdım ama donup kalmıştım nedense o sabah. Beynim mavi ekran veriyordu.

 

"Baba! Bağırma Zühre'ye!"

 

"Şimdi karını mı koruyorsun bana! Dün aklın neredeydi!"

 

"Sen ne diyordun Allah aşkına! Ne demeye çalışıyorsun!" Sandalyesindeki kolu ittirip babasının tam dibinde durdu.

 

"Bu fotoğraflar ne! Nasıl bir açıklama yapacaksınız bu rezilliğe!" Bakışlarını bana da çevirmişti. Elinde tuttuğu telefonu Korhan'ın kucağına fırlatır gibi attı. "Nasıl bir açıklama yapacaksın buna Korhan!"

 

Korhan'ın arkasına dolanan Nevide kafasını uzatıp Korhan'ın çatık bakışlarla baktığı telefonu görünce ellerini ağzına kapatıp 'Hiii!' demişti.

 

"Sen ne yaptığını sanıyorsun Korhan! Ne bu rezalet!" Bedenimi ele geçiren şey korku değildi biliyordum ama bu gerginlik fazla gelmişti bana. Ayrıca şaşkınlık da eklenmişti bunun üzerine. "Karına nasıl bir açıklama yapacaktın!"

 

Adımlarımı tereddütle atıp Korhan'ın yanına ulaştığımda elinde tuttuğu telefonu alıp çevirdim kendime. Nevide kadar şaşkın bir tepki ya da Tahir ağa kadar sinirli bir şekilde tepki veremiyordum ekrandaki şeye. Sadece saçma bulmuştum. Büyük puntolarla yazan yazıya kaşlarımı hafifçe çatarak baktım.

 

 

'ÜNLÜ İŞ ADAMININ OĞLU KATILDIĞI DAVETTE BİR SARIŞINLA GÖRÜNTÜLENDİ!!!'

 

Altı yıl önce karıştığı bir kaza sonucu hayatı tümden değişen, Türkiye'nin en büyük tekstil firmalarından biri olan ARS Holding'in genç sahibi Korhan Arslanoğlu yıllar sonra ilk defa görüntülendi.

 

Geçtiğimiz ay sessiz sedasız evlenen Korhan Arslanoğlu hakkında şimdiye kadar net bir bilgi alınamamıştı.

 

Altı yıl önce geçirdiği elem kaza sonucu öldüğü düşünülen genç iş adamı ilk defa Şanlıurfa' da düzenlenen ve Türkiye'nin önde gelen isimlerinin buluştuğu davet gecesine eşiyle birlikte katıldı.

 

Genç iş adamının etrafı büyük bir koruma çemberiyle çevriliyken basının içeri alınmasına müsade edilmedi.

 

Geceye eşiyle birlikte giren ve eşiyle ayrılan Korhan Arslanoğlu'nun eşi hakkında net bir bilgi bulunmuyor.

 

Tüm geceyi sarışın bir güzelle geçiren Korhan Arslanoğlu'nun eşine olan ilgisizliği ise gözlerden kaçmadı...

 

 

Gözlerim elimdeki haber sayfasını hızla taramıştı. tüm gece dedikleri sadece sekiz dakikadan ibaretti. amma abartmışlardı.

 

Kaşlarımın çatıklığını normalleştirmeden bakışlarımı önce Korhan'a sonra Tahir ağaya çevirdim. Bu gazetecilerde bir alemdi. Benim en çirkin çıktığım fotoğrafımı kenara koyup 'Büyük ihanet' diye de eklemişlerdi. Nasıl bir habercilikti bu canım? Yalan haberin de bir adabı olmalıydı.

 

"Açıkla bakalım Korhan efendi!"

 

"Saçma sapan bir haber." Sesi kestirip atmak istercesine vurguluydu ama Tahir ağanın öfkesi pek kestirilip atılacak cinsten değildi.

 

"Karınla gittiğin davette adına yapılan habere bak! Yahu sen beni delirtecek misin?"

 

"Yalan haber." dedim elimdeki telefonu Tahir ağaya uzatıp. Uzatmaz olaydım. Elimden aldığı telefonu Korhan'ın suratına çarparcasına ona doğru uzatmıştı.

 

"Yalan haber öyle mi? Bir de gerçek olsaydı!"

 

"Tahir bey hele sakinleş. Bak yalan haber diyor çocuklar. Hem sen bilmez misin bu gazetecilerin işini?" Nurdan hanım bir umut kocasının kollarını tutmak istemişti fakat oralı olmadı öfkeli adam. Odağında kendi gibi bakan oğlu vardı.

 

"Karınla gittin sen o davete! Zaten milletin nasıl pusuda yattığını biliyorsun ne diye dikkat etmezsin! Sen beni delirtmek mi istiyorsun!"

 

Hararet epey bir yükselmişti salonda. Sıcak iyice basmıştı herkese. Kaçıp gitsek ya Zühre...

 

"Yalan haber dedik sana değil mi? Allah aşkına inandın mı sen buna!"

 

"Ben inanmasam bile nasıl kapatacaksınız milletin ağzını! Gören gördü bu haberi! Yıllar sonra hakkında çıkan sayısız habere bir cevap olsun diye gönderdik başımıza gelene bak! Adın 'karısını aldatıyor' a çıktı!" Cebimdeki telefon titriyordu. Çaktırmadan elime aldığımda ekranda Gülce'nin adı vardı.

 

"Yalan haber. Daha neyini uzatırsın ki anlamam. Sildiririz olur biter!"

 

"Açıklaman bu yani Korhan efendi!"

 

"Bu baba! Yetmedi mi!"

 

"Bir işi de düzgün yap be! Bir işi de! Biz sana hiç güvenemeyecek miyiz! Kendi kafana göre yaptığın işler bıktırdı beni artık!"

 

"Tahir bey ne olursun sakin ol-"

 

"Bırak anne bırak döksün içini!" Sinirle elini sandalyesinin koluna vurmuştu.

 

"Yıllardır milleti susturacağım diye imanım gevredi! Yetmedi gittin kendi kafana göre evlendin!"

 

"Sen kızını gözden çıkarmıştın be! Sen kendi yaptığına bir laf ettirmeyip, töredir gelenektir deyip ortada dolanıp milleti kırdın geçirdin ama! Ona ne diyeceksin Tahir Arslanoğlu!" İlk defa bu denli hararetli görüyordum Korhan'ı.

 

"Aynı şey mi! Sanki sen bilmezsin adeti geleneği! Gerçi bilseydin suratımıza çarpılmazdı o evlilik cüzdanı!"

 

Nevide benden tarafa dolaşıp kolumu tutmuştu . O ana kadar yerimde sallandığımın farkında değildim. Gözlerimde tuhaf ve bildiğim bir baskı vardı. Nefesim daralıyordu.

 

"Doğru değil! Sen ne dersen o değil mi Tahir Arslanoğlu! Sen ne istersen o! Kusura bakma ben senin istediğini hiç istediğin gibi yapamadım! İstediğin gibi biri hiç olamadım!"

 

"Yapamadın tabi! Bir davetti ya! Sadece bir davet! Bunu bile eline yüzüne bulaştırdın!"

 

"Bunu bile..." Yüzünde sahte ama acı bir tebessüm belirmişti Korhan'ın. Nurdan hanım ha ağladı ha ağlayacaktı az sonra. Tahir ağanın gözünden fışkıran alevler yakmıştı içinde bulunduğumuz konağı. "Bunu bile bulaştırdım yüzüme! Hep eksik yapıyorum, sonunu asla getiremiyorum değil mi?"

 

"Oğlum deme öyle..." gözünden yaşlar kayan kadın bu sefer de oğlunun kolunu tutmuştu.

 

"Asla düzgün yapamıyorum. Altı yıl önce beceremediğim gibi şimdi de beceremedim Tahir Arslanoğlu! Kusura bakma!"

 

 

"Beceremedin tabi!" dedi Tahir ağa bastıra bastıra. Biri sussa aslında büyümeyecekti bu olay. Gazeteciler yüzünden olan olmuştu sabah sabah. Olmayan keyfimiz daha ne kadar kaçacaktı acaba?

 

 

"Doğru beceremedim! Ne altı yıl önce o kazayı becerebildim ne de dün olanları! Ama sen biliyorsun her şeyi!"

 

 

"Bulaştırdın eline yüzüne! Görmüyor musun!"

 

 

"Keşke sen gibi görebilsem değil mi! Altı yıl önce de göremedim şimdi de! Hep sen haklıydın Tahir ağa! Hep sen!" Sinirle bağırmaktan boynundaki damarlar patlama pahasına şişmişti. "Keşke bitip gitseydi her şey altı yıl önce!"

 

 

"Oğlum kurbanın olayım deme!"

 

 

Nurdan hanımın çaresiz söylenişi havada kalırken Tahir ağa sinirle elini arkasında kalan masaya vurup bir şeyler demişti. Korhan sandalyesini hızla çevirip salondan çıkarken Osman'a gelmemesini söylemişti ama dinlemedi Osman.

 

 

 

 

 

(Buradan sonrasında Zeynep AFACAN-SEN dinleyerek okuyabilirsin)

 

 

 

 

Bende çıktım peşlerinden koşar adım. Konakta çalışanlar şaşkınca içeriden çıkan bizlere bakarken Korhan kimseye oralı olmadan küçük konağa sürmüştü sandalyesini.

 

 

"Beceremedim tabi!" dedi odasının kapsını sertçe geri çarparken. Kapı büyük bir gürültüyle taş duvara çarpıp geri gelirken elimle kapanmasına engel olup içeri girdim arkasından.

 

 

"Zühre çıkar mısın yalnız kalmak istiyorum." Sesi kontrolünün dışındaydı. Sandalyesini yatağının önüne sürüp hızla kendi yatağa doğru çekti ve oturdu. "Zühre lütfen!"

 

 

"Rahatsız etmem gerçekten..." dedim mırıltıyla karışık. Nefes nefeseydi . Öfke soluyordu her seferinde. Yatağının diğer tarafına dolaşıp titreyen ellerimle bardağa su doldurdum ve ona uzattım. Alev saçılan bakışları bir müddet kendisine uzattığım bardakta odaklandı. Bardağı sertçe parmaklarının arasına alırken kendini zapt etmeye çalışır gibiydi.

 

 

"Bu anlara şahit olmanı istemezdim." İki yudum içtiği bardağı kendi tarafındaki komodine bıraktı.

 

 

"Yalan haber. Sen de biliyorsun bende. Hem doğru olsa bile beni ilgilendirmez. Yani haddime değil kiminle ne yaptığın." Hafifçe Omuzlarımı silktim. "Ama baban... Gereksiz sinirlendi sanki..."

 

 

"Gereksiz değil. Aksine çok haklı." Yatakta ondan tarafa dolaştım ve yanına usulca oturdum. Elleriyle bacaklarını düzeltmişti. Derin derin nefesler aldı.

 

"Neresi haklı Allah aşkına? Bilmiyor sanki yalan haber olduğunu. Gereksiz yüklendi sana."

 

 

"Beceremiyorum dediği gibi hiçbir şeyi." Kafasını iki yana sallarken sanki babasının kendine olan öfkesinde haklı olduğunu vurguluyordu. Ama bu yanlıştı. Bence Tahir ağa gereksiz abartmıştı. Her şeyde olduğu gibi.

 

 

"Ya bir haber uğruna sen de ne suçladın kendini be. Alt tarafı yalan haber. Neyin beceriksizliği Allah aşkına?"

 

 

"Ne altı yıl önce ne de şimdi becerebildim ben Zühre. Ne o gün ne de şimdi!" elleriyle sert bir şekilde yatağın örtüsünü sıkıyordu iki yanında. 'Altı yıl önce' diye sürekli bahsettiği sanırım yaptığı kazaydı. Ama bunun bu yalan haberle ne alakası vardı ki şimdi durduk yerde?

 

"Baban gereksiz abarttı."

 

 

"Bilmiyorsun Zühre. Hiçbir şeyi bilmiyorsun. Dediği gibi hiçbir şeyi beceremeyen biriyim ben. Ne dün o daveti becerebildim ne de altı yıl önce ölmeyi!"

 

"Saçmalıyorsun şu anda!" dedim kestirip. Ölmek nereden çıkmıştı yahu! "Ne ölmesi!"

 

"Ne o gün ölebildim ben ne de dün basit bir işi yapabildim. Haklı! Sonuna kadar haklı! Ölüp kurtulamadım da!"

 

"Saçmalama! Ne ölmesi ya!" Elimle hafifçe omzuna vurdum ama o sanki benim dediğimi duymuyor gibi bakışlarını kaldırmıyordu önünden. "Korhan!" Konu ne ara ölüme gelmişti böyle?

 

"Böyle yaşamak kolay mı sanıyorsun sen Zühre! Baksana şu halime!"

 

"Ne varmış halinde! Delirdin herhalde! Pardon ama bir ortama bir deli yeter bir de sen çıkma başıma!" Eğer bir yerde bir deli olacaksa o ben olmalıydım. Benden başkası kaldıramazdı bu sıfatı. En çok Serçe Kuşu'na yakışırdı çünkü o. Delilik, zır delilik hatta zır zır delilik...

 

"Kolay mı sanıyorsun sen bu şekilde yaşamayı! Ben her sabah gözümü açtığımda lanet okuyorum uyandığıma! Her gece kafamı bu yastığa koyarken uyanamamak için dualar ediyorum Zühre! Yarım bir şekilde yaşamak kolay mı sanıyorsun sen! Şu siktiğimin sandalyesine bağımlı olmak, insanların sana acıyarak bakması kolay mı sanıyorsun!"

 

"Ölmek çözüm mü sence! Bu mu yani bulduğun çözüm! Ya da tüm suç ölemeyişinde mi!" Elimle koluna bir kez daha vurdum. Bu deminkinden sertti. Ne yani ölmek mi çözecekti ona göre her şeyi? Peki ya geride kalanlar ne yapacaktı o zaman? Yarım kalan, yarım bırakacağı şeylerden de mi hiç haberi yoktu. Mesela ben annem tarafından yarımdım bu hayatta. Babam tarafında ise hiç tam olamamıştım. Söylemesi kolaydı tabi.

 

"Annem ve kardeşime sözüm olmasa göze alamayacağım şey yok benim Zühre! Böyle yaşamaktansa ben ölmeyi yeğlerim anladın mı?"

 

"Basitti öyle! Ölüp gidince bitiyordu her şey! Ne yani babanın tüm bu öfkesi senin o kazada ölemeyişinde mi!"

 

"Sadece babamın değil, benim öfkem de! Ölmek istiyorum ben Zühre!" Sesi hiç olmadığı kadar yüksek çıkmaya başlamıştı. Bir eliyle de hiçbir şey hissetmediği bacaklarına vurmaya başladı. Söyledikleri dilinden zehir olup akmaya başlamıştı.

 

"Basit yani bu kadar!" dedim haykırırcasına suratına. Benim hayatımda bir ölüm olmuştu ve her şeyim yarım kalmıştı.

 

"Evet basit! Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi anladın mı! Ben kaldıramıyorum Zühre bunu! Ölmek istiyorum! İnsanların bana acıyarak bakmasındansa ölmek istiyorum! Bu sandalyeye bağlı kalmaktansa ölmek istiyorum! Başkalarının yardımıyla yaşamaktansa ölmek istiyorum ben!"

 

"Gerizekalısın!" dedim elimle bu sefer göğsüne vurup. Bedeni sallanmıştı. Koyu kahvelerinden öfkeler taşıyordu etrafa. Benim mavi irislerimden de. Öfke soluyordu ciğerleri aynı benim gibi.

 

Bu kadar basit değildi. Bu kadar basit olmazdı. Olamazdı. Ölmek değildi hiçbir şeyin çözümü. Bazı şeyler ağırdı, kaldırılmazdı ama yaşayarak gelinmeliydi üzerinden. Gerekirse akli dengesini yitirmeliydi insan ama yaşamalıydı. Kendine karşı bu kadar acımasız olmamalıydı.

 

"Anlamıyorsun! Anlamayacaksın da! Basit değil tamam mı! Özgürce gezip dolaştığın gibi değilim ben! Ve ben böyle yaşamak istemiyorum asla! Ölmek istiyorum!"

 

"Saçmalıyorsun! Delirdin bile belki!"

 

"Hayır! Altı yıldır aklım yeterince başımda! Ölmek istiyorum sadece! Ölmek istiyorum! Ölm-" Durduramayacağımı biliyordum. Nasıl yapardım, kendine nasıl bu kadar acımasız oluşuna engel olurdum bilmiyordum ama sanırım durdurabilirim sanmıştım. Belki dudakları bu denli haykırmazsa ölmekten de vazgeçer sandım. Galiba...

 

Dudaklarım dudaklarının üzerinde sert bir baskı oluştururken susmuştu. Hatta tepkisiz bile kalmıştı dudaklarımın altında.

 

Eğer ben deli olmasaydım bu denli saçma bir şeyi asla yapmazdım. Zaten neden yaptığımın da bir açıklaması yoktu. Tek istediğim susması ve kendine olan acımasızlığını bitirmesiydi. Her ne olursa olsun, insan ne şekilde olursa olsun ölmek bitirmiyordu bir şeyleri. Sonu ölümdü her şeyin ama vaktini beklemeliydi insan. Ve sadece ölmek için dua edersen de yaşamayı es geçerdin.

 

Dudaklarım sıcak dudaklarının üzerinde sert bir baskı oluştururken elimle tişörtünün yakasını sıkabildiğim kadar sıkmıştım. Nefes almıyordum. Nefes almayı beceremiyordum. Beynimin mavi ekran verdiğini biliyordum ama bu denli saçma bir harekete kalkışacağımdan da haberim yoktu.

 

Ateşe dokunmuş gibi irkilirken bedenimi ondan en uzağa atmaya çalıştım. dudaklarıma korlar yayılmıştı.

 

Nereden çıkmıştı bu...

 

Adımlarım sarsakça yataktan zemine değdiğinde etrafa çarpa çarpa kapıya ulaşmıştım. Bakışlarımda bulanıklık vardı. Belki nefes alamayışımdan, belki de beynimin iyice sulanmış olmasından kaynaklanıyordu.

 

Zar zor kendimi dışarı atarken adımlarım birbirine dolanmıştı ve ben kendimi zeminde bulmuştum.

 

"Allah'ım ben ne yaptım!" dedim kendi kendime dehşet içinde.

 

Zühre sen ne yaptın!

 

"Ben de bilmiyorum ben ne yaptım?" dedim içimdeki dehşet içindeki sese. Duvardan tutunup ayağa kalktım. Bir an önce buradan uzaklaşmam lazımdı.

 

Öptün onu Zühre! Dedi iç sesim tüm dürüstlüğüyle. Bu denli açık sözlü olmasa olmaz mıydı? Ne ciğerlerime ne de beynime oksijen doğru düzgün ulaşamadığından attığım üçüncü adımım boşluğa denk geldi ve ben kendimi boylu boyunca taş zeminde buldum.

 

Kaygı, stres ve bunalım.... Hoş geldin bayılma...

🐦

 

Bölüm sonu

 

Nasıl buldunuz bölümü

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%