Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Keskin İmza

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz


Aydınlatın yıldızı gelin her satıra

Hepsinde Zühre'nin izi var.


Sağ ayakla girmeyi unutmayın. Satır araları bizim.



Dört gün sonra...


"ZÜHRE!" 


Tuhaf bir uyuşukluk sararken bedenimi bir kez gözümü kırptım.


"ZÜHRE KİME DİYORUM!"


Ayak uçlarımdan tüm bacağıma yayılan uyuşukluk beraberinde tuhaf bir soğukluğu da getiriyor. Sanırım artık onları hareket ettiremiyorum. Gözlerimi bir kez daha kırptıktan sonra zor da olsa yutkundum.


"ZÜHRE AÇ ŞU KAPIYI ALLAH AŞKINA!"


Göğsümün üzerindeki ılıklık boydan boya beyaz tişörtümü boyamaya başladı bile. Ama umursamıyorum. Tavan bembeyaz ama gördüğüm bir lekeye takılı gözlerim. Bir kez daha kırpıp gözlerimi zor da olsa bir nefes almaya çabalıyorum. Göğsüm gereğinden fazla şişiyor bu nedenle.


"ZÜHRE KORKUYORUZ ALLAH AŞKINA AÇ ARTIK ŞU KAPIYI!"


Şimdi sesler kulağımda o tuhaf uğultuyla birbirine harmanlanırken ben gözlerimi diktiğim noktadan asla ayıramıyorum. Nefeslerim git gide yavaşlarken bir kez daha gözlerimi kırpıştırıp yavaşça yutkunuyorum.


"ZÜHRE ALLAH'IN ADINI VERDİM BAK NE OLURSUN AÇ ŞU KAPIYI! KORKUYORUZ KIZIM!"


Saçlarım üzerine yattığım yatağın kenarından yere doğru sarkarken bu sefer gözlerimi tamamen kapatıp nefes almadığım saniyeleri saymaya başlıyorum.


1...


2...


3...


4... 


Göğsümün üzerine tuhaf bir ağırlık çökmeye başladı.


5...


6...


Bacaklarımdaki uyuşukluk daha da yukarılara tırmanıyor artık.


"ZÜHRE AÇ ŞU KAPIYI!"


7...


8...


Tatlı bir uyku iniyor gözlerime.


"ZÜHRE AÇ ŞUNU!"


9...


Sesler git gide uğultudan başka bir hal alıyor artık zihnimde.


"KESİN BİR DELİLİK YAPTI BU KIZ! KESİN BİR ŞEY YAPTI KENDİNE!"


10...


"KIR ŞU KAPIYI!"


Ve ben daha on birinci saniyeyi diyemeden büyük bir çatırtı koptu yattığım yatağın ayak ucunda kalan ahşap kapıdan.


"ZÜHRE!"


Birden çok ağızdan duyduğum ve yirmi üç yıl önce her kim verdiyse bu ismi bana tekrar aynı şekilde, bıkmaksızın yüksek tonda söyleniyor adım. Yine...


"Aman deli kız sen ne yaptın kendine!" Teyzem Mahfer büyük bir telaşla yanıma herkesten önce ulaşırken ben görüntünün sesten hızlı olduğuna değil onun ellerinin her şeyden hızlı olduğuna dünya gözümle şahit oluyorum. Çünkü elleri bir anda beni sarsmaya başlıyor. Bu sırada arka planda da çığlık sesleri teyzemin feryatlarına eşlik etmekte. Günce'nin çığlığı.


"Ya bir uyutmadınız ama..." derken teyzemin beni sarsmaları arasından doğruldum yattığım yerde. Konakta bulduğum ilk boş ve yataklı odaydı. Kimin olduğundan, habersizce burada yattığımdan ötürü bana kızıp kızmayacağını bile bilmiyordum. Açıkçası şu durumda umursamıyordum.


Hayat mottom 'anı yaşamakken' birden 'umursamıyoruma' dönmüştü şu birkaç gün içinde. Ama umursamamanın da iyi olduğunu düşünmüyor değildim. Sonuçta mottolarımız da değişebilirdi değil mi?


"Sen ne yaptın kendine!" Elleri annesinin boşluğunda bedenime uzanan Günce telaşla beni kendine çevirmişti. Eli ağır bir kızdı ama bileğinin de güçlü olduğuna kalıbımı basardım.


"Ne yapmışım?" diye umursamazca olan sorum ikisinin gözlerindeki endişeyi katlarken ikisinin de baktığı yere çevirmiştim bakışlarımı. Tişörtümün ön kısmına. Kıpkırmızı olan tişörtümün ön kısmına.


"Aklımız çıktı be! Nasıl korktuk sen biliyor musun?" Eliyle omzuma kendince normal ama bana kalırsa epey güçlü bir şekilde vuran Günce annesinden önce çekilmişti geri. Sinirle burnundan solumaya başladığında iki elini birden beline yerleştirmişti. Birkaç saniye sonra da önüne düşen saçlarını muhtemelen söylenerek geri atacaktı.


"Ne var ya..." diye mırıldanırken bu sefer de teyzem vurmuştu az önce kızının vurduğu omzuma.


"Ne var diyor bir de! Görüyor musun Günce ne var diye soruyor bir de! Aklımız çıktı be kendine bir şey yaptın diye! Hele bir de seni bu halde görünce!" İki elinin işaret ettiği tişörtümün ön kısmına bir bakış atıp yatakta iyice doğrulmuştum.


"Ne var canım. Vişne suyu üstüme döküldü içerken. Beceremiyorum kutudan içmeyi." Yarıdan fazlası üzerime dökülen vişne suyu kutusunu işaret etmiştim hemen yatağın yan tarafını göstererek. Yazık yatak da nasibini almıştı vişne suyundan. Ama ne yapsaydım iki saat o koca mutfakta bardak arayamazdım. Tezgahın üzerinde duran vişne suyu da 'gel beni iç' diyordu adeta.


"Sabahtan beri seni arıyoruz be biz! Aklımızı aldın aklımızı!" Sabahtan beri aramaları normaldi ama telaşlanmayıp güzelce baksalardı her köşeye muhtemelen de bulurlardı beni. Ama benim amacım kimsenin beni bulmamasıydı. Birazcık olsun rahat bir şekilde uyuyabilmek istiyordum. Tek başıma.


"Ya bi de kilitlemiş kapıyı gerizekalı! Üstün başın kıpkırmızı görünce aklımız çıktı be!" Tam Günce'nin damarına basmalık durumdaydım. 'Aklın var mıydı ki' diye sorsam muhtemelen saçlarım onun elinde kalırdı. Işık hızında buraya ulaşan ana kız, ışık hızından biraz daha hızlı bir şekilde yolarlardı beni muhtemelen. Sahi onlar ne ara gelmişti buraya?


"Siz ne zaman geldiniz?" İkisi de düştükleri dehşetin içinde debelenirken odanın iki ucuna birbirlerine zıt bir biçimde adımlamaya başlamışlardı. Konak büyüktü, haliyle odalar da genişti. Yürü yürü bitmezdi.


"Sabah geldik. Ayrıca kalk gidiyoruz. Hadi!" Uzunca bir adım atan Günce teyzemden önce yanıma ulaşıp kolumdan çekmişti yukarı doğru. Bana nazaran daha minyon görünen kardeşim 'bir bu kadar da yerin altında var' dedirtiyordu. Epey güçlü kuvvetliydi.


"Tamam çekiştirme." Teslim olur gibi ellerimi havaya kaldırıp kimin olduğunu bilmediğim yataktan inmiştim aşağı.


Teyzemin ve Günce'nin dehşet dolu bakışları beni üzerimde odaklıyken ben ellerim halen havada öylece bir birine bir de diğerine bakıyordum. İkisi de sanki sözleşmiş gibi kafalarını yavaş bir biçimde sağa sola sallamışlardı.


Berbat görünüyordum. Aynı berbat bir halde olduğum gibi. Hayatımın beş günü beş yılda yaşayacağım aksiyonları epey hızlı yaşatmıştı sağolsun. Koyu çorbadan hallice beynim artık yeter isyan ediyorum dediğinde kendimi bulduğum bu ilk odaya atmıştım.


Hamiş hep derdi. 'Zihin ve ruh yorgunluğu deli eder adamı. Beden yorgunluğu yanında ne ki' diye. Harbiden de görmüş geçirmiş bir insan olduğundan hak veriyordum şimdi ona. Bedenim değil de zihnim epey yorgundu bulanıklığının yanında. Sahi Hamiş neredeydi?


"Bir dakika bile duramayız burada. Yürü Zühre gidiyoruz hemen." İleri atılan kardeşim havada olan elimi yakalayıp beni kapıya doğru çekiştirmeye başlamıştı bile. Günce de kapının hemen önünde duran iri yarı adamın omzuna vurmuştu pat pat. Sanırım kapıyı kıran oydu.


"Hah burada mıymış? İyisin değil mi?"


Abim... Endişeye gark olmuş bir halde nefes nefese geldiğinde sadece gözlerimi devirmiştim kendisine. Üstü başı dağılmış, daima özenli olan gür koyu saçları karman çorman olmuştu. Şaşırmıştım fakat belli etmeyecektim. Tepkisiz kalmak en iyisiydi kendisine. Zira verdiğim her tepkiyi yanlış anlama kapasitesi olan biriydi.


Sahi endişesi benim ortalarda olmayışıma mıydı yoksa kendisini yarı yolda bırakıp gidiyor oluşuma mı? Bana kalırsa abim ikinci şık için epey korkuyordu. Zira kendisini her an yarı yolda bırakacak olduğuma o da emindi. İyi kaçtığımı bilirdi. İşleri tamamlamayacağımı da iyi bilirdi. Kuralları sevmediğimi ve çiğnemekten asla gocunmayacağımı ezbere bilirdi.


En ufak kalp kırıklığımda diğerleri gibi kenara çekilip göz yaşı dökmeyeceğimden ve ne zaman delireceğimden emin olmadığındandı bu korkusu. Çünkü ben dengesiz ve aksi biriydim onun için. Oyunbozan, kural tanımaz ve yer yer huysuz.


O ise benim tam aksime düzenci ve kontrolü seven biriydi. Her şeyi kuralına göre yerine getiren düzenli bir insandı. Ama son yaptığı düzene aykırılığını epeyce güzel ispatlamıştı. Zira kendi törelerini çiğnemek ve tabiri caizse 'boka basmak' gibi bir eylemde bulunmuştu. Belki de bu kadar zıtlığımızın arasında kardeş olduğumuzun kanıtıydı bu son yaptığı şey.


Gerçi abim kendi paçasını kurtarmak için beni de bastığı boka batırmayı seçmişti ya...


"Zühre bu ne hal?" dedi endişe dolu görüntüsünü destekleyen bir biçimde endişeli konuşarak. Halim hal değildi benim kaç gündür. Neyi soruyordu bu da? Manyak mıydı neydi...


"Çekil Zeynel! Çekil. Zühre'yi götürmeye geldik biz!" Belki de manyaklığıma teyzemin katkısı vardı. Böyle tribünden hallice, bellerinde silah taşımaktan gurur duyan adamlar ordusunun içine ana kız dalıp beni almaya gelmişlerdi. Evden nasıl gittiğimi unutmuşlardı zaar. Gerçi helal olsun be deyip alınlarından öperdim ya şimdi abim varken pek canım istememişti.


"Tamam tamam mani olmayacağım ama ben sadece kendisini merak ettim." Ve işte kahkaha efekti bu sahneye gelirdi, cuk otururdu hatta 'varsa bir demli çayınızı alırım' derdi. Ama ben kahkaha efektinden önce davranıp küçük de olsa bir kahkaha atmıştım. Anında üç çift şaşkın gözün odağında kalırken 'Pardon' der gibi de elimi havada sallamıştım.


"Komikti çok şey yapmayın beni." Dedim. Sinirlerim de normal değildi tabi. Hoş görmelilerdi beni.


"Merak ettin öyle mi Zeynel abi? Merak ettin? Yani seni ve kaçırdığın o kıvırcığı öldüreceklerinden korkundan değil? Sadece merak ettin."


"Evet Günce. Kardeşimi merak ettim. Sabahtan beri ortalarda yok. Bilmediği bir şehirde nereye gitti diye merak ettim."


"Bilmediği şehre kim getirdi bu kızı Zeynel efendi ha! Kim getirdi benim yeğenimi bilmediği bu şehre!"


"Mahfer abla!"


"Zeynel sen!"


"Ay yeter!" dedim ortalarında bir ayağımı sertçe yere vururken. Eğer buralarda bir yerde nenemin bastonu olsaydı yeminle kafalarına geçirirdim. Ya da onun yaptığı gibi tüfeğimi kapmak ve susmaları için havaya ateş açmak isterdim. "Yeter tamam mı? Susun."


Sert adımlarla aralarından sıyrılıp çok geniş sayılmayan taş merdivenlerden hızla inmeye başladım. Merdiven basamaklarına döşenen halıdan ötürü ayağımdaki kalın taban spor ayakkabılarım fazla ses çıkarmıyordu maalesef. Oysa havalı bir iniş tercih ederdim.


Merdivenler büyük salona götürmüştü beni. Önceden girişe ek olduğunu düşündüğüm bu geniş alan yarım bir duvarla çevrilmiş, üç tane de büyük işlemeli, varaklı koltuklardan koyulmuştu.


Ben minimalliği seven biriydim. Gerçi buna pek sevmek denmesi de doğru değildi. Temizlemesi ve yerleştirmesi zor geldiğinden az ve yormayan eşyalar tercihimdi. Zaten ev bir insanın rahat edebileceği bir yer değil miydi? Ne gerek vardı müze gibi donatmaya? Ama burayı döşeyenin de hakkını yemeden geçemeyecektim. Bunca ince işlemeyi birbirine uydurmak büyük marifet gerektirirdi.


"Torunum..." dedi nenem herkesten önce ileri atılırken. Yaşına nazaran çevik de biriydi. En azından bizim mahalledeki meraklı teyzeler gibi değildi. Onlar tüm gün sokakta oturup dedikodu yaptıktan sonra 'Aman aman dizim' diyerek kalkıyorlardı oturdukları yerlerden. Ama nenem öyle miydi? Eli tüfek tutan çevik biriydi. Bu zamanda eşine zor rastlanırdı vallahi.


"Hele neredeydin sen? Nasıl merak ettik biliyorsun?" Gırtlaktan çıkan ses tonuyla konuşmasına alışamamıştım bir türlü. Daha beş gün önce nenen olduğunu öğrendin. Hatırlatırım Zühre.


"...Kız hele nerelere gittin sen? Bizi nasıl meraka düşürdün biliyorsun?" Soru sorup sormadığına da bir türlü emin olamıyordum ki. Bildiğimi vurgularcasına söylüyordu her cümlesini.


"Kızım sen neredeydin Allah aşkına? Biz sabahtan beri seni arıyoruz." Kahverengi gözlerinde endişeler titreşirken adımlarını tam benim önümde durduran babam narince kavramıştı ellerimi. Her haftasonu giderken ellerimi hep böyle tutar ve 'Haftaya yine geleceğim Zühre'm' derdi. Bu sefer ben gelmiştim buraya. Hem de beş gün önce. Sayılır mıydı bu?


"Sadece uyumak istedim." Sesim bir mırıltı gibi çıkarken kendime bile yabancı gelmişti bu halim. Ne vardı canım ortalardan birkaç saat kaybolduysam.


"Zühre! Zühre!" Sahiden kim vermişti bu ismi bana?


"Teyze..." dedim bıkkınca. Kolunu az önce yukarıda kapıyı kıran iri yarı adamdan kurtarıp bize doğru atılmıştı.


"Yürü kızım gidiyoruz." Babamın elleri arasında olan ellerimi çekiştirip kendi avuçları arasına aldığında yeşile çalan ela gözlerinden alevler fışkıracağını düşünmeye başlamıştım. Beni onlardan kurtarmaya çalışırken her şeyiyle de korumak istiyordu.


"Teyze." dedim ya da demek istedim.


"Yürü Zühre. Daha fazla kalamazsın burada. Hadi kızım götüreceğim seni bu haydutların evinden."


"Yavaş yavaş Mahfer kızım. Haydut dediklerin Zühre'nin babası nenesi oluyor." Nenem de teyzemden pek geri sayılmazdı. Şu beş günde onun epey inatçı olduğunu öğrenmiştim ama nenem daha teyzemle yeni tanışıyordu.


"Öyle mi Zahide hanım? O zaman zorla getirmeniz de haydutluk sayılmıyor." İşte yine başlamışlardı. Günlerdir bu saray yavrusundan hallice konakta hır gür bitmiyordu maşallah. Ayağımın tozuyla mı gelmiştim bilmiyorum ama sinirlerin epey gerildiği noktada tam durduğum kesindi.


"Hele dediğine bak!" dedi nenem yüksek tondaki sesine bastonunu havaya kaldırarak eşlik ederken. "Hele haydut biz oluyoruz!" Kesin soru soruyordu. Yoksa bir insan niye kendisine haydut denilmesini kabul etsindi ki?


"Evet. Zorla getirmediniz mi siz benim yeğenimi buraya?"


"Ula ben daha yeni torunum olduğunu öğrendim! Zorla kim getirtmiş! Hele dediğine bak!"


"Zahide hanım bildiğin kızı kaçırdınız evden!" Ellerimi teyzemin göğsüne koyup durdurmak istemiştim ama onu durdursam Günce boşta kalacaktı. Nenemi de babam zor zapt ediyordu zaten.


"Ula ben ne derim sen ne dersin! Haydut biziz öyle?"


"Yalan mı! Senin bu torunun kaçırmadı mı kızı evinden!" Yani arabaya kendi rızamla binmediğimden 'kaçırdı' demek uyuyordu aslında bu duruma. Günce'ye de hak vermeden edemiyordum. Ama ne nenemin ne de başkasının suçu vardı bu işte. Babamın suçu ayrıydı ama bu durum tamamen abimle ilgiliydi. Zaten nenem teyzem ve Günce'yi odak dışı bırakarak asıl suçluya doğrultmuştu namlusunu.


"Hele doğru derler! Eşek oğlu eşek! Kız kaçırmak ne ula! Hele bir de kardeşini kaçırmak! Paralayayım mı seni burada ha!" Ben, teyzem ve Günce'ye her an vuracak sandığım bastonu hepimizi şaşırtarak abimin bacaklarına vurmaya başlamıştı nenem. Kimse müdahale etmemeli değil mi Zühre? Abine bir 'oh' olmalı. 'Hadi nene kim tutar seni' diye tezahürat yapsam ayıp olur mu? Ya da içimden gülsem duyarlar mı?


"Nene ne yapıyorsun! Ah! Dur! Ah!"


"Hele ne yapacağım! Elinin körünü yaparım!" Ama nenem duracak mı vurdukça vuruyordu. Abim de yazık ayağı yanmış it misali zıplamaya başlamıştı önünde. Öyle cüsse, boy, pos yalandı. Vallahi yarısı kadar boyunda, yaşı kendinden epey katça büyük nenesinden dayak yiyordu zavallı.


"Anne bırak!"


"Hele sen ne yaptın ha!"


"Nene dur! Ah! Ya dursana!" 'Oh' oluyordu abime. Zaten beş gündür birinin artık bunu yapması gerekiyordu. Annesi Hicran hanımın sözleri belki bir tokattan daha sert inmişti abime ama nenem fiziksel şiddetle çözmeye uğraşıyordu. Ne babam ne Hicran hanım mani olabiliyordu bu duruma. Zaten olmasınlardı.


"Anne Allah aşkına bırak!"


"Ne bırakacağım ula! Hakkı kötektir bunun! Hele ettiğine bak! Hele bizi düşürdüğü hale bak!"


"Ya nene bırak! Ah!"


"Hele sen de hiç söylenme! Ben bunca yıl sonra mı öğrenecektim bir torunum olduğunu! Demeyecek miydin anana!" Ben de çıkıp bunca akrabam olduğunu yeni öğrendiğimi söylesem olur muydu? Ya da bu hengamede kaçıp gitsem herkesten.


Ne baston ne dayak kalmıştı ortada. Nenem elindeki bastonu fırlatır gibi atmıştı bir kenara. Bacağını ovalayan abim de, nenemi tutmaya çalışan Hicran hanım da bakakalmıştı onun son dediğine. Zaten biz kenarda olan biteni izliyorduk.


Nenemin alev topunu andıran koyu kahve hareleri dudaklarından dökülen cümlelerle kilitlemişti babamı olduğu yere.


"Ben oğlumu hiç tanımamışım." demişti. Elli kusur yıllık oğlunu tanımaması nasıl hissettirirdi insana? Yüzündeki yılların ağırlığını vurgulayan çizgiler daha da belirginleşmişti şimdi. "Bana yalan söylediniz siz. Karına, bana, tüm ailene yalan söylediniz siz."


Bir ağaç yeşermişti bundan yirmi üç yıl önce. Dalları güneşe değil toprağa çevrilmişti. Yaprakları yeşil değil siyaha çalıyordu. Topraklarında başka bir şey bitmiyordu. Bir adam sulamıştı bu ağacı. Yeşersin, yüzünü güne dönsün diye. Önce güne dönmüştü yüzünü bu ağaç sonra yaprakları siyahtan yeşile dönmüştü. Bir meyve bitmişti bu ağaçta. Sadece bir tane. Bendim bu meyve. Yasak, yalan ve yanlış.


"Anne bak..."


"Neye bakayım oğlum ben neye bakayım ha! Bu kızcağızın suçu nedir de hele!" Bu denklem çok bilinmeyenliliğinin yanında çözümünde suçluyu bulur muydu emin değildim. Katil kim gibi suçlu aramayı da geçmiştik bana kalırsa. Yirmi üç yıl kadar geç kalmıştık anlayacağınız.


"Hele ben bu yaşımdan sonra delireyim istersiniz! Hele kalpten gideyim istersiniz!"


"Anne o nasıl söz..." demeye kalkmıştı babam da nenemin hayal kırıklıklarıyla dolu bakışlarının altında ezilivermişti bir anda. Ezilmemek ne mümkündü. Bana bile ağır gelmişti bunca şey. Göğsümdeki ve göz kapaklarımdaki baskı artarken az sonra yaşayacağım şeyi tahmin edebiliyordum. 'Aman Ali Rıza Bey ağzımın tadı kaçmasın' diyen Hayriye hanım misali başıma tülbentler bağlasam geçer miydi?


Elimdeki sıkılık 'Sakin ol' der gibi baskı uygularken belli belirsiz gülümsemiştim elimi tutan Günce'ye.


"Yürü Zühre gidiyoruz!" diye de son cümleyi söylemişti teyzem. Bundan sonrasına müsaadesi olmadığını vurgulayan bir ifade vardı yeşile çalan ela gözlerinde. Kumral dalgalı kalın tel saçları darmadağın bir haldeydi. Kim bilir benim yanıma ulaşmak için neler neler yapmıştı. Gözlerindeki taze kızarıklık ve göz altındaki morluklar epey ağladığını da gösteriyordu.


Geniş salonu dolduran sessizlik bir ürperti gibi işlemişti derime. Bedenim değil içim üşümüştü birden. Bir bıçak gibi kesmişti teyzemin sesi tüm sesleri. Diğer elimi kavrayıp beni kendine doğru bir hışım çektiğinde gözlerim istemsizce nenemin hemen solunda dikilen abime kaymıştı.


Aramızda kan bağından başka bir şey olmayan abime...


Düzene aykırı davranan ve beni de bu düzensizliğe süren abime...


Baba olduğunu kimseye diyemeden belki de ölüp gidecek olan abime...


"Teyze..." dedim mırıltı gibi. Niye bu kadar güçsüz konuşuyordum ben de bilmiyordum. Durmayacağını biliyordum. "Teyze..." dedim bir gayret ama adımlarımız dış kapıya çoktan varmıştı bile. Kapıyı açıp da hızla dışarı çıkmaya çalışırken kapıda dikilen adamlar yüzünden de durmak zorunda kalmıştık.


Ellerini önünde birleştiren adamlar çökmeye başlayan akşam karanlığında etten bir duvar gibi duruyorlardı merdivenlerin basamaklarında. Ben yedi tanesini sayabilmiştim bu hengamede ama daha fazla da olabilirlerdi bu takım elbise ordusu. Sahi bu kadar adamın takım elbisesini de patronları karşılıyordu? Ohoo bu iş zordu. Yol, yemek, maaş, takım elbise derken batması lazımdı bu insanların.


"Tahir ağam sizi bekliyor." Dedi aralarında en ifadesiz yüze sahip ve en uzun boylu olanları. Hepsi bir tornadan çıkmış gibi aynı boydayken o onlardan biraz daha uzundu ve bu haliyle hepsinden de kıdemli olduğunu vurgular gibiydi. Zaten onun takım elbisesinin rengi de diğerlerinden farklıydı. Herkes koyu gri giyerken o siyah bir takım giymişti.


"Çekil!" diyen teyzeme inat adamlar daha da kenetlenmiş gibi dururlarken ben tek tek hepsine bakmaya çalışıyordum. En ifadesiz olan uzun boylu adam aynı cümleyi yine aynı tonda vurgulamıştı. Sanki kurulu bir plak gibi.


"Tahir ağam sizi bekliyor."


"Çekilsene kardeşim. Tahir ağanızın bekledikleri işte arkamızda. Biz değiliz." Günce bizden önce bir adım attığında adamların arasından geçmeye yeltenmişti ama uzun boylu ifadesiz onu kolundan tutup geri itelemişti.


"Aa sen ne yaptığını sanıyorsun be!" diye cırlasa da pek fayda edecek gibi durmuyordu. "Çekilsene kardeşim!"


"Tamam ben geliyorum, hanım efendileri bırak." Babam olaya el atarken hepimizin bakışları birbirini bulmuştu.


"Tahir ağam hepinizi bekliyor." Dedi uzun boylu ifadesiz bu sefer de. Kurabildiği tek cümleye yeni bir kelime eklemesi bile mimiklerinde en ufak bir değişiklik yapmamıştı. Tahir ağa kimi beklerse de beklesindi canım. Biz ne alakaydık?


🌟


"Kusura bakmayın sizi bu şekilde ağırlamak istemezdim." Dedi Tahir ağa oturduğu koltukta hafifçe kıpırdanırken. Ellerini iki yana açarken suratında da mahcup bir ifade belirmişti. Bana kalırsa epey iyi rol yapıyordu. Yoksa bir insan bunca şeyin üzerine mahcup görünemezdi.


"Şartlar ne yazık ki istediğimiz gibi gelişmedi." Dedi ellerini dizlerinin üzerine yavaşça bırakırken. Epey büyük bir salonda işlemeli bir koltuğun üzerinde otururken kendisinden ürpermem normal miydi?


"Tahir ağa bak." Hemen onun karşıısında oturan babam nihayet bakışlarını yerden kaldırdığında en az Tahir ağa kadar ürpertici görünüyordu. Bunda belki bu epey geniş salonun belki de bu kadar işlemeli eşyaların etkisi de vardı. resmen dönem dizisinden fırlamış gibi duruyordu bu salon.


Gerçi ben buraya salon demezdim. Çünkü oturdukları bu salon bizim iki katlı küçük evimizden bile genişti. Metrekare hesabı epey tutardı. Acaba dededen mi kalmıştı yoksa kendileri mi almıştı?


"Amaan.." dedi hafif şaşkın bir ses arkamdan bana yaklaşırken. Salona açılan odada teyzem, ben, Günce ve Hicran hanım vardık. Bir delilik yapar diye nenemi getirmemişlerdi bir türlü. Peki ya senin delilik yapabileceğini hesaplamadılar mı Zühre?


"Zühre sen misin?" Gözlerim önce bizden biraz ileride oturan teyzem ve Günce'ye kaymıştı. Günce'nin kafası teyzemin omzunda, teyzem de başını elleri arasına almış bir vaziyetteydi. Hicran hanım ise dünyayla bağlantısını koparmış gibiydi. Ona da üzülmeden edemiyordum ki. Bir yanda yaşadıkları vardı, bir yanda da oğlunun başına gelecekler.


"E-evet." Dedim tereddüt eder gibi. Beş günde koca bir ailem olduğunu öğrenmiştim, hatta bir kız kardeşim bile vardı. bundan sonra ne yaşayacağımı kestiremediğimden adımın 'Zühre' olup olmadığından bile emin değildim artık.


"Gülnare adını dediydi, maviş olduğunu da söylediydi ama ben böyle bir şey beklemiyordum." Kadının koyu kahve gözlerinden akan şaşkınlık bana da bulaşmıştı. Sahi ben niye durup dururken şaşırmıştım şimdi. Peki bu kadın kimdi ve karşısında nasıl bir şey bekliyordu?


"Anlamadım." Koyu kahve gözlerindeki şaşkınlıkla beni süzen kadın hafifçe aralamıştı ağzını.


"Tü tü tü tü... Maşallah maşallah. Pek bir güzelmişsin sen be kızım." Buradaki insanların iltifatları da bir değişikti. Tercüman şarttı, çeviri haktı. Ama ben şimdi bu kadınla ilgilenmeyip içeride ne konuştuklarını dinlemek zorundaydım.


"Adetlerimizi bilirsin." Demişti o sırada Tahir ağa. Ne adetmiş bu arkadaş diye ortaya fırlamamak için zor tutuyordum kendimi. Babamdan itiraz ettiğini belirten bir ses yükseldiğinde Tahir ağa kafasını gülerek iki yana sallamıştı.


"Gülnare nerede?" dedim arkamda şaşkın ve meraklı bir biçimde dikilen orta boylu kilolu kadına dönerek. Geniş yüzüne küçücük kalan gözleri açılabildiği kadar açıktı. Pembe yanaklarıyla öylece beni süzüyordu.


"Gülnare yukarıda. Şu iş çözülene kadar çıkamaz odasından." Hani böyle olmayacaktı. Gerçi gelmeden babam da abimi kilitlemişti ya konakta bir odaya. Hatta başına adam dikip 'Buradan çıkmayacak' diye de tembihlemişti.


Yahu ne gerek vardı. beş gündür çektiğimiz tantananın haddi hesabı yoktu. Abime her ne kadar kızsam da hamile bir kızın yaşadıklarına da gönlüm el vermiyordu. Evleneceklerdi ve olup bitecekti her şey. Uzadıkça uzuyordu kaşar peyniri misali. Bıkmamışlar mıydı sahiden? Yeter demek gelmiyor muydu içlerinden?


"Ben gidip yeter diyeceğim artık." Dedim aklımda geçen binbir düşünceyi onaylarken. Teyzem ve Günce bir hışım yerlerinden kalkıp tutacak olmuşlardı kolumdan. Ama adımlarım epey seri olmuştu. Ben büyük, müzeden hallice salona adım attığımda babam ve Tahir ağa fark etmemişlerdi beni daha.


"Hükmü bilirsin." Demişti ezbere konuşur gibi Tahir ağa yeniden.


"Hüküm müküm yok!" diyerek de itiraz etmişti babam. Yine. "Kızım kendi evine dönecek ve tüm bu yaşanan saçmalıklar bitecek." Diye de eklemişti. Kalbimden bir çatırtı koparken odada duyulmuş olmalıydı ki bir anda herkesin bakışları beni bulmuştu. Kalbimden kopan çatırtı odada duyulmuş olmalıydı ki varlığımı belli etmişti.


Ama üzülmeye gerek yoktu. Nasıl ki yirmi üç yıl varlığım onlar için yok gibiydi bundan sonrası da olmayıverirdi. Belki de ben Dante gibi ortasındayım ömrümün deyip birkaç seneye yok olur giderdim. Kim bilebilirdi ama değil mi?


"Kızım." Deyip ayağa fırlayan babam da, arkamdan hızla bana yetişen teyzem ve Günce de varmışlardı farkına. Ama ben yeni hayat mottoma uyup bunu da 'umursamayacaktım'. Hafifçe gülümseyip baktım ona doğru.


"Ölmesin Gülnare ve abim." Dedim. Aslında yaşayıp yaşamamaları umrumda bile değildi. Benim aklım fikrim doğmamış bebekteydi. Sahi halalık duygusu ne ara girip yerleşmişti kalbime? Nasıl bu kadar benimseyebilmiştim bunu böyle.


"Zühre karışma sen." Diye bana da itiraz etmeye kalkmıştı babam ama karışmıştık bir kere bu işe. Beni de çektikleri bu bataklığa batmadan evvel etmeliydim bir çift laf. Sonra dönerdim 'evime'.


"Sevmişler birbirlerini. Ne gerek var ki bedel ödemelerine. Ne gerek var bunca insanı kırıp geçirmeye. Yasak mı, olamaz mı, sevemezler mi?" Gözlerim odağına yerinden yavaşça doğrulan Tahir ağayı almıştı. "Tamam yapmışlar bir hata. Ama siz büyük değil misiniz? Ağalığınız sökmüyor mu burada? Yok mu bu ağalığın kurallarında affetmek diye bir şey?"


"Küçük hanım bilmiyorsun." Vurgulu vurgulu konuşsa da o da umrumda değildi.


"Eğer ağayım diyorsanız görelim şu ağalığın büyüklüğünü. Affedin de görelim büyüklüğünüzü. Sonuçta bir ucunda kendi kızınız var. Hiç mi düşünmüyorsunuz? Hiç mi üzülmüyorsunuz o göz yaşı dökerken?" ben bile bir yerden sonra Gülnare'nin döktüğü gözyaşlarına acımaya başlamıştım. Yazık ediyordu kendine. Yazık oluyordu hepimize.


"Bak küçük hanım. Aklın ermez bunlara. Burada yetişmediğinde, adetlerimizi törelerimizi bilmediğinden kolay gelir konuşmak."


"Kolaylaştırmayan sizsiniz." Yürek yemiş olmalıydım ki parmağımı ona doğru sallamaya kalkmıştım. Teyzem kolumdan çekse de umrumda değildi. Dananın kuyruğu kopmuştu bir kere. "Zorlaştıran sizsiniz. Bu hale getiren sizsiniz. O kadar zorlaştırdınız ki ne yapacaklarını onlar bile bilemeyip kaçmaya kalktılar. Sonra da olanlar ortada işte."


Olanlar ortadaydı ama ortada olmayanlar karıştıracaktı belki de her şeyi.


"Aklın ermiyor küçük hanım-" Ama cümlesi bir kadının bağırışıyla yarıda kesilivermişti. Hepimiz odaya bağırarak giren kadına dönmek zorunda kalmıştık.


"Oğlum dur!" demişti kadın. "Korhan bekle!" hepimiz bakışlarımızı önde sandalyesiyle gelen ve arkasında onu durdurmak için uğraşan kadına kaymıştı.


Tahir ağa bana doğru attığı adımı odaya telaşla dalan bir kadın ve onun hemen önünde, tekerlekli sandalyesiyle içeri giren oğlu yüzünden geri çekmişti. Dudaklarından güç bela dökülmüştü oğlunun ismi. "Korhan..."


"Kararınızı verdiniz mi?" dedi sandalyesiyle tam bizim durduğumuz yere ilerleyen Korhan. Sesindeki sakinlik, yüzündeki ifadesizlik içime bir ürperti girmesine neden olmuştu.


"Biz de onu konuşmak için toplandık buraya."


"Ya.." dedi aynı sakin tonuyla. Bakışları hiçbirimizde değilken bizim odağımızda o vardı. Fazla sakin olması havadaki gerginliğin sayısını da katlamaya başlamıştı.


Sanki salonda tüm görüntü loş gibi geliyordu bana. Ya gerçekten öyleydi ya da benim bayılma zamanım gelmişti. Oysa epey geniş, bin bir güçlükle döşenmiş bu odanın aydınlatması da iyi yapılmıştı. Yani karanlık ya da loş olması gibi bir durum söz konusu bile değildi.


"Kızının fikrini sormayacaksın yani. Ne istediğini umursamayacaksın."


"Kızım beni de sözümü de çiğnedi. Sen de biliyorsun Korhan. hem ade-"


"Bilirim adet ve töreleri. Ama sen kızından önce törelerini dinleyeceksin öyle mi? Verdin yani kararını." Yere batsın adeti de töresi de diye haykırsam sesim yeter miydi herkese? Çabam boşuna olur muydu? Günlerdir duymamışlardı bugün mü duyacaklardı? Hem zaten olan olmuştu bir kere.


"Oğlum bak-"


"Son sözün nedir baba? Dönmeyeceksin yani kararından?" Sanki babasını dener gibi konuşuyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Hepimiz şaşkınca birbirimize bakarken ben Tahir ağanın iki dudağının arasından çıkacaklara kilitlemiştim tüm dikkatimi.


"Oğlum. Bu adamlar kızımı kaçırdı. Sen de biliyorsun."


"Son sözün belli yani öyle mi Tahir Arslanoğlu? O zaman al." Oturduğu sandalyenin kenarından çıkardığını babasına uzatırken şimdi herkesin dikkati Tahir ağaya uzatılan şeye kaymıştı.


Güçlükle yutkunup önce babama sonra da hemen yan tarafımda duran Günce ve teyzeme bakmıştım ben de.


"NE!" diye şaşkınca sesi yükselmişti Tahir ağanın epey geniş salonda. Gerginlik ağlarıyla örülen bu geceye bir yıldırım misali düşmüştü adamın ellerinde tuttuğu şey. "Bu ne demek oğlum!" diye gürlerken ellerinden kayıp gitmişti.


Koca bir sessizliğin hakim olduğu salonda yere düşen kırmızı kapaklı defter öyle bir yankı yapmıştı ki sesi kulakları sağır etmiş, bir bıçak gibi saplanıvermişti.


Güçlükle bir kez daha yutkunurken bakışlarım tekerlekli sandalyesinde oturan Korhan'a kaymıştı. Ve dudaklarından dökülen cümle daha da kanatmıştı bıçağın kestiği yarayı.


"Siz uğraşmayın. Biz evlendik." demişti.


Hani demiştim ya size dananın kuyruğu koptu, olan oldu diye. İşte demek istediğim buydu benim. Sabah ortadan kaybolduğumda, teyzem, Günce ve babamlar beni fellik fellik ararken ben nikah dairesindeydim.


Yere düşen kırmızı kaplı defterde Korhan ve benim evlendiğim yazıyordu. Bir imzayla bir şeylerin bu kadar değişeceğini hesaplamıştım ama görmek bambaşka hissettiriyordu insana.


Babam güç bela elini göğsüne götürdüğünde Hicran hanım destek olmaya uğraşıyordu ona. Hemen yanı başımda kopan çığlıktan sonra da teyzem Günce'nin kollarına yığılıvermişti.


Kimse teşekkür etmeyecek miydi yani? Sayemde kaç can kurtulmuştu. Gülnare ve abim yaşayacaktı. Ben gönül rahatlığıyla hala olacaktım artık.


Serçe Kuşu o gün kanadından bir darbe almıştı fark etmeden. İyileşirdi ona şüphe yoktu ama iyileşene kadar kim bilir neler yaşayacaktı?


🌟


Bölüm sonu


Nasıl buldunuz bölümü?


Sizce ne olacak bundan


Sizi seviyorum Allah'a emanet olun ❤

Loading...
0%