Yeni Üyelik
25.
Bölüm

Kırık Hikaye

@seydnrgrsu

'KIRIK HİKAYE'

 

 

 

 

Aralık-1996

 

"Hamiiiş!" Sesi bir serçenin cıvıltısını andıran Maral bahçenin gıcırdayan tahta kapısını iki eliyle itmiş, ayakları yere sertçe bastığında üstüne sıçrayan çamurlara aldırmadan eve doğru koşmaya başlamıştı. Koşarken başındaki sarı beresi demin bastığı çamura düşmüş, dönüp alacak olmuştu ama şimdi içinde uçan kelebekleri Hamiş'e anlatmak daha önemliydi. "Hamiiiiş!" dedi evin kapısına uzanan basamakları çıkarken.

 

Önce içeri ayağındaki botlarla girmeyi düşünmüş fakat Hamiş'ten yiyeceği azar aklına gelince zar zor botları ayağından atıp içeri dalmıştı.

 

"Ne oluyor deli kız?" Hamiş üzerinde artan iplerden ördüğü rengarenk mutfak önlüğü, elindeki tahta kaşıkla bakakalmıştı.

 

"Sana çok güzel haberlerim var Hamiş!" demişti Maral. Gökyüzünden farksız mavi gözlerinin ta içi gülüyordu. Hamiş sol elini kalbine götürmüştü onu böyle karşısında görünce. Çok korkmuştu. Maral her daim böyle eve cıvıl cıvıl giriş yapardı ama Hamiş yıllardır alışamamıştı buna.

 

"Ay yüreğime indireceksin be deli kız! Kalbim ağzımda atıyor!" Heyecandan dizlerinin bağı çözülen Hamiş kendini zar zor arkasındaki sedire atıvermişti. Maral mutfağa koşup sürahiden bardağa su doldurmuş bir anda yüzü kireç gibi beyazlayan kadının içmesine yardımcı olmuştu.

 

"Çok güzel haberlerim var sana Hamiş!" demişti hemen dizinin dibine çökerken Maral. "Sağlık ocağında işe başlıyorum!"

 

"Deme! Essah mı dersin kız! Kandırma beni!"

 

"Vallahi de billahi doğru! Kapıda kayıt alan Nurgül abla doğum iznine ayrılmış! Gittim başvurdum yarın gel başla dediler!" Müjdeli haberi verirken sevinçle atılmıştı Hamiş'in kucağına.

 

"Hele bizim deli kıza bak! büyüdü de iş sahibi oldu öyle mi?" Gözlerinden yaşlar süzülüvermişti Hamiş'in. Sevinç gözyaşları. Beline kadar uzanan dalgalı siyah saçlarını sıvazlamıştı Maral'ın.

 

Bu hayatta en değerli iki şeyi vardı Hamiş'in; birincisi aha bu kolları arasında sevinç çığlıkları atan Maral diğeri de ona nazaran daha sakin olan ablası Mahfer. Kendi ailesini kaybettikten sonra onlara bakmayı, onları korumayı kendine hayat galesi eylemişti Hamiş. Kaybettiği ailesinin yerini hem Maral hem de Mahfer'le doldurmuştu.

 

Hayat pek adil davranmamıştı Hamiş'e. Daha on altısında evdeki baskıcı baba yüzünden evlenmek zorunda kalmış, o küçük yaşına bakılmadan kalabalık bir aileye gelin gitmişti. Ama uzun yıllar geçmesine rağmen kucağı bir bebek görmeyince geri dönmek zorunda kalmıştı. O da kendini kardeşinin çocuklarına yanına sığdırmış, onları kendi ailesi bellemişti.

 

Mahfer ve Maral her şeyiydi. O bunu bilir bunu söylerdi.

 

O gece Maral'ın gözüne bir dirhem uyku girmemişti heyecandan. Kendi yatağında dönüp durmuş, yetmemiş yerlerde yuvarlanmış, soğuk havaya rağmen camı açıp temiz hava almış ama bir türlü uyuyamamıştı. En son yastığını da alıp kendini ablası Mahfer'in odasına atmıştı.

 

Ablası Mahfer bundan bir yıl önce evlenmiş ama kocası işi yüzünden gidip uzunca süre gelmeyince en iyisi baba evinde yaşamak diye düşünmüştü. Maral ablasını ne kadar çok seviyorsa eniştesinden de o kadar nefret ediyordu. Yeni evliler kendine göre bu kadar ayrı kalmamalı diye geçiriyordu içinden hep.

 

Ablası o gece onu kolları arasında sarmalamış, sakinleşmesi için uğraşmış, dualar etmişti. Kardeşi Maral ele avuca sığmayan, şen şakrak bir kızdı. Liseden mezun olur olmaz kasabada ne iş bulursa çalışmış, iş bulmazsa patates tarlalarına yevmiyeye bile gitmişti. Çalışkandı, hem de çok fazla. Şimdi ise düzenli bir iş bulduğundan çok seviniyor ama kardeşinin heyecanını körüklememek için sakin kalmaya çalışıyordu.

 

O gün sabahı zor etmişti Maral. Kirpikleri birbirine gece boyu hiç değmemişti ama o hiç uykusuz değilmiş gibi fırlayıp kalkmıştı yataktan. Geçen bayramda ablasının aldığı sarı krep kumaş elbiseyi giymişti. Ablası kendini ne kadar 'soğuk' diye uyarsa da oralı olmamıştı. İlk iş gününde en güzel kyafetlerini giymesi şarttı kendine göre.

 

Söz vermişti sağlık ocağının bahçesine geldiğinde. Daima özenli çalışacak, aldığı paranın karşılığını hakkıyla verecekti.

 

Kasabaları küçük, sağlık ocağı da kasabaya uygun büyüklükteydi. Bir doktoru bir hemşire bir de hizmetlisi vardı. Hemşire Gülşen ablayı çok iyi tanıyordu. Kendi evlerinden iki sokak yukarıda oturuyor, her gün mutlaka onların evinin önünden geçen yolu kullanıyordu. Hizmetli Nuri abiydi. Sağlık ocağından kalan zamanlarda patates tarlasıyla ilgilenirdi.

 

O gün heyecanla başlamıştı işe Maral. Kapının hemen solundaki boşlukta kalan tahta mavi masayı vermişlerdi ona. Masada bir dizi kağıt, mühür, bir iki tükenmez kalem vardı. İşi gelen her hastanın kaydını yapmak, gidip hemşire Gülşen ablaya vermekti. Ama mesai saatleri içinde ona 'Gülşen abla' demesi kesinlikle yasaktı. 'Gülşen hemşire' diye hitap etmesi şarttı. Geçen ay atanan ve katı kuralları olan doktor Nizam bey böyle istemişti.

 

Dakikalar saatleri kovalamış öğlen mesaisine yaklaşırken kasabalının yarısının kaydını almıştı Maral. Son derece dikkatli, son derece ciddiydi. Hatta gelen tanıdıklar hayretle bakmıştı onun bu ciddi haline. Herkesin kaydını dikkatle alıyor, oturmaları için yer gösteriyor hatta Gülşen hemşirenin 'yardım et Maral' dediği yerlere de koşa koşa gidiyordu.

 

"Öğlen mesaisinde kayıt almayacaksın." Diye tembihleyip giden doktordan sonra yanında getirdiği yemeği yemekleri masaya yerleştirirken feryat figan girmişti içeri biri.

 

"Yardım edin!" diyordu kendini soluk soluğa içeri atan adam. "Yaralı var yardım edin!"

 

'Burada doktor yok' diyememişti Maral. Feryat figan eden adamın ardından kendini dışarı atıvermişti.

 

"Başını çarptı!" diyordu feryatlar içindeki adam basamaklarda öylece oturan diğer adamı gösterip. "Başını direksiyona çarptı! Kanıyor! Bir şey yap!"

 

"Ben doktor değilim..." deyivermişti Maral. Ama buz gibi havada onları burada da tutamazdı ya. Buralı değillerdi, onları daha önce hiç görmemişti. Ne üsleri başları ne de konuşması buralılara benziyordu adamın.

 

Başını çarpan adamı güç bela içeri, doktor odasına almışlardı. Ne yapacağını bilemiyordu Maral. Sağa sola koşuyor, varıp kapıdan doktor geliyor mu diye bakıyordu. Hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı daha önce. Çok korkmuştu. Hem de ilk iş gününde böyle bir şey yaşayınca daha çok korkmuştu.

 

O böyle önünde sağa sola koşarken, arada bir eline bulduğu bezlerle yarasına bastırırken elini tutuvermişti.

 

"Sakin olun..." demişti bitkin sesiyle.

 

"Ama nasıl olayım! Doktor gelmedi, başınız kanıyor!" demişti ağlamaklı bir şekilde Maral.

 

"O kadar da kötü değil..." demişti ama ha bayıldı ha bayılacak bir haldeydi. Başında derin bir uğultu vardı. Ama zihninin içindeki o uğultuyu durduran bir şey olmuştu. Karşısında korkuyla panikleyen o kızın sesi. "Adın ne?" demişti kız korkuyla elindeki bezleri onun başına bastırırken. Maral önce ne dediğini anlayamamış ama sonra heyecanla kaçırıvermişti adını ağzından.

 

"Cahit." Demişti adam baygın bir şekilde. Eğer bayılacaksa da bu kızın kolları arasına bayılması gerekiyordu. Hayatında ilk defa böylesine güzel gözler görmüştü. Hayatında ilk defa böylesine güzel bakan, gökyüzünü andıran gözler görmüştü. Dalga dalga gür uzun siyah saçlar gelip kalbine dolanıvermişti o anda. Zaman akmayı durdurmuş, akacaksa da o kızın etrafında akmaya başlamıştı.

 

Vurulmuştu Cahit. Gördüğü ilk anda vurulmuştu Maral'a.

 

Damarlarında akan kan da, içinde atan organ da ilk defa kendini hissettirmişti.

 

O gün o kasabaya gelmek istememişti Cahit. Ama işi için çıkmıştı yola. Eğer o gün ısrar edip yola çıkmasa, yolu bu kasabaya düşmese ve buz tutan yolda arabaları kaymasa ne bu sağlık ocağına gelecekti ne de kalbinin tam ortasından vurulacaktı bu mavi gözlere. Hayatında belki de ilk defa şükrediyordu Cahit. Hiç insan kaza yaptım diye şükreder miydi? Ama ediyordu Cahit.

 

O gün o kısacık görme yetmemişti Cahit'e. Bir sonraki gün yarasına pansuman yaptırmaya, bir sonraki gün de başı hiç ağrımamasına rağmen 'başım ağrıyor' diye gelmişti sağlık ocağına. Kapıdan girişte, soldaki masada oturan Maral'ı görmekti asıl niyeti. Çocukluğundan beri arkadaşı olan, şimdi de her işine koşan sağ kolu Mahmut bile şaşırmıştı bu duruma. Bir günlük diye çıktıkları evlerine üç gündür dönememişlerdi.

 

Sağlık ocağına her gelişinde Maral'a 'günaydın' diyor, Maral'ın 'bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz' diye sorusuna uzun uzun cevaplar vermek istiyordu Cahit. Ama hep böyle olmazdı ya. Yetmiyordu onu beş on dakikalık görme. Dahasını istiyordu Cahit. Onunla uzun uzun oturmalı, gökyüzünden farksız gözlerine saatlerce bakmalıydı.

 

Ama ne iş ne de ev bu kadar bekletilmezdi. Üç gün sonra memleketi Urfa'ya kalbi o küçük kasabada, o sağlık ocağında kalarak dönmüştü.

 

Fakat kararlıydı. Ne kadar memleketine dönse de, geceleri rüyalarına giren o kızı tekrar ve tekrar görecekti. Öyle de yaptı. Kendine yeni bahaneler bulup tekrar yolunu o kasabaya düşürdü. Bir yandan da korkuyordu. Sadece birkaç dakikalığına gördüğü bu kız ya evliyse, ya başkasını seviyorsa diyordu içinden. O zaman yapacak tek bir şey vardı. Aşkını kalbine gömüp evinin yolunu tutmak.

 

O günlerde işe gelip giderken kalbinin tam altında kanat çırpan şeylere anlam yüklemeye çalışıyordu Maral. Hayatında ilk defa hissettiği bu şey onu biraz da rahatsız ediyordu. Ama aklına gelen acı kahve gözlere mani olamıyordu.

 

Kader ne yaptı ne etti birbirilerinin hayatlarını birbirlerine kördüğüm eğledi. İkisi de beş dakikalık görmeden vurulmuştu birbirine. Maral buna anlam yükleyemiyordu ama Cahit bunun 'sevda' olduğunu adı gibi biliyordu.

 

Günü birlik gidip gelmeler kalmalara, minik merhabalaşmalar ise uzun sohbetlere döndü yavaş yavaş. Maral işten çıktığı vakit soluğu kasabanın üstünde kalan ulu çınar ağacının altında alıyor, tadı damağında kalan bu duyguları Cahit'le paylaşıyordu. Yavaş yavaş ama bir o kadar da sıkı atılıyordu ilmekler kaderlerine.

 

Maral hem mahallenin hem de tüm kasabanın şen şakrak kızıydı. Kah ağaç tepelerinde, kah çatılarda gezer, herkesle hoş sohbeti olan sıcak kanlı biriydi. Yolda yürürken gördüklerine selam vermeden geçmez, mutlaka hal hatır sorardı.

 

Ama o sıralar hem evdekilerin hem de tüm kasabalının dikkatini çeken günden güne solan yüzü olmuştu. Güldüğünde çiçekler açtıran, tatlı rüzgarlar estiren Maral gitmiş, soluk yüzlü, yorgun bir kız gelivermişti yerine. Adeta eriyip bitiyordu. Evdekilere 'İşte çok yoruluyorum' diyordu. Ama durum başkaydı.

 

Bir sabah tuvalette içi dışına çıkarcasına kustuğunu gören hemşire Gülşen durumdan şüphelenmiş, muayene olmasını istemişti. Ama yorgunluk diye geçiştirmişti onu da Maral. Fakat Gülşen hemşire durmamış eline tutuşturduğu gebelik çubuğuyla onu sağlık ocağının tuvaletine sokmuştu. Yarım saat sonra da çubukta iki kırmızı çizgi belirivermişti yan yana.

 

Peki ya bundan sonra ne olacaktı? Ne yapacaktı Maral? Ne ağlayabilmiş, ne gülebilmiş ne de tek bir kelime edebilmişti. Amansız ve gizli bir aşkın pençesinde, şimdi de o aşkın meyvesi karnındaydı. Ne diyecekti herkese? Nasıl açıklayacaktı? Peki Cahit'e nasıl diyecekti? Ya kabul etmezse korkusu sarmıştı bedenini. Ya istemezse...

 

Ilık bir Mayıs evden çıkmış, Cahit'le buluşmak için sözleştikleri yere bir saat önce gelmişti. Kalbi ağzında atıyor, avuçlarının arasındaki gebelik testini sıkabildiği kadar sıkıyordu. Bir yandan da bildiği tüm duaları ediyordu.

 

Cahit kendini tam kalbinden vuran kadını görünce dünyasında yeni çiçekler açıveriyordu. O sabah da öyle olmuştu. Arabadan iner inmez koşarak gelmiş, sarılabildiği kadar uzun sarılmıştı Maral'a. Uzun, dalgalı siyah saçlarına öpücükler kondurmuş, 'Gökyüzüm' diye sevmişti gözlerini. Ama sevdiceğinden bir karşılık göremeyince durum garibine gitmişti. Her buluşmalarında kendini şen şakrak karşılayan, yüzünde güller açan, pırıl pırıl gökyüzünü andıran gözleriyle kendine bakan Maral yoktu karşısında.

 

"Ne oldu sevdiğim?" diye endişeyle sormuştu Cahit. Onu böyle görmeye yüreği asla ama asla el vermiyordu.

 

Parmakları arasında duran gebelik çubuğunu yavaşça göstermişti Maral. Gözlerini ürkekçe Cahit'e dikmiş, ne cevap verecek diye beklerken gebe olduğunu gösteren çubuğu gören Cahit şaşkınlıkla bakakalmıştı. Ama işte o anda olmuştu ne olduysa. Elini cebinden çıkarırken Maral'ın ayaklarının önüne bir alyans yuvarlanıvermişti.

 

Gebelik çubuğunu unutan Maral yere düşen alyansı parmakları arasına alırken alyansın içindeki yazıyla neye uğradığını şaşırmıştı. 'Hicran' yazıyordu yüzüğün içinde. Kendi adı Hicran değildi. O Maral'dı. Peki Hicran kimdi?

 

"Bu ne Cahit?" diye soruvermişti. Ne diyeceğini bilemeyen Cahit "Evliyim ben..." demek zorunda kalmıştı içine kaçan sesiyle.

 

Evliydi Cahit. Kendisini Urfa'da bekleyen bir karısı ve beş yaşında da bir oğlu vardı. Başka bir kadının kocası, başka bir çocuğun babasıydı.

 

Dünyası başına yıkılmıştı Maral'ın. Bütün her şey bitivermişti o anda. Gökyüzünü andıran mavilerine kara bulutlar çökmüştü. Serçe kalbi binbir parçaya ayrılmıştı.

 

Kandırılmıştı. Hayatta ilk defa aşık olduğu adam tarafından kandırılmıştı. Cahit aylarca gizlemişti ondan gerçekleri. Evli olduğu halde gelip kendine aşk sözleri söylemiş, kolları arasına almıştı. Her bir saçını tek tek öpmüş 'Sevdiğim tek kadınsın' demişti.

 

Yalandı... Yaşadığı her şey baştan sona yalandı. Gençti, toydu, hayattan bihaberdi. Ve en tecrübesiz olduğu yerden yıkılmıştı.

 

"Seni seviyorum, tek seni seviyorum!" diye haykırmıştı Cahit. "Sevdiğim tek kadın sensin!" demişti bunun üzerine. Ama nasıl inanacaktı Maral onun sözlerine. "Zorla evlendim ben. Evlilik bile denilemez buna. Babam istedi diye, aşiret istedi diye evlendim. Kağıt üstü sadece. Beni o eve bağlayan tek bir şey yok. Beni o evliliğe bağlayan tek bir şey yok. Ben sadece sana aşığım!"

 

Peki nasıl 'gerçek' diyebilirdi buna Maral? Aşkı sevgiyi ilk defa tattığı bu adam ona hayatının en büyük yalanını söylemişti. Şimdi ettiği yeminlerin bir faydası var mıydı peki?

 

"Tek seni sevdim, tek sana aşık oldum!" diyordu durmadan.

 

"Aldıracağım!" demişti kararlılıkla Maral. "İstemiyorum bu bebeği." Şaşırıp kalmıştı Cahit. Ne olursa olsun nasıl derdi bunu? Nasıl vazgeçebilirdi bebeğinden?

 

"Olmaz!" diye itiraz etmişti fakat son derece kararlıydı Maral. Dinlemeyecekti onu. Ne kadar yalvarsa da, 'Sizi Urfa'ya götürürüm, orada beraber yaşarız, bir aile oluruz' dese de dinlememişti onu Maral.

 

Hiç düşünmeden kenara köşeye sıkıştırdığı paralarla ilçenin yolunu tutmuş, Gülşen hemşirenin tavsiyesiyle bir kadın doğum doktorunun yanına gitmişti. Doktor defalarca 'Emin misin' diye sormuş hepsine de evet demişti. Ama doktorun dikkatinden kaçmayan bir şey vardı. Vücudundaki morluklar çarpmıştı gözüne. 'Bilmiyorum' demişti Maral. Önce tahlil istemiş ondan sonra kürtaj yapabileceğini söylemişti. Bunun yanı sıra detaylı da bir muayeneye alınmıştı Maral.

 

Sonuçlar kötüydü. Tam akciğerinde bir kitle vardı. Kanserdi. Doktor umutsuzca sallamıştı başını. Bu şartlar altında kürtaj olamazdı. Tedavi içinse bebeğin doğması şarttı.

 

Bir yol ayrımı değildi Maral'ın bulunduğu. Uçurumun tam kenarıydı. Ne geri dönebiliyordu ne de kendini aşağı bırakabiliyordu.

 

Bu bebek doğacaktı.

 

Günler haftaları kovalamış, haftalar ise ayları kovalamıştı. Eylül ayının tam yirmi altıncı gecesi sancıları tutmuştu Maral'ın. Zorla sağlık ocağına yetiştirilmiş, saatlerce güçsüz bedeni doğum sancısını çekmişti. Tam on iki saatin sonunda kucağına bir bebek vermişlerdi. Cahit o gün yanında değildi. Bebeğinin doğduğunu görmemişti. Yetişeceğim demişti ama yetişememişti.

 

Maral o gün hiç kızmadığı kadar kızmış, hiç ağlamadığı kadar ağlamıştı. Aylar önce o kürtaj masasına nasıl yatmayı düşünmüştü! Nasıl oluyordu da bu mucizeden vazgeçmeye kalkmıştı! Yaşamı boyunca affetmeyecekti bu yüzden kendini.

 

Bembeyazdı kucağına verilen bebek, kömür gibi saçlarında ufak dalgalar vardı. Ufacıktı ama sımsıkı yapışıvermişti annesinin parmağına. Sabaha karşı doğduğundan ve bir yıldız gibi parladığından 'Zühre' deyivermişlerdi ona.

 

Zühre...

 

Başlarda bu yasak aşka tepkili olan ablası Mahfer bile bu durumu kabullenmiş, pervane olmuştu yeğeni ve kardeşinin etrafında. Zaten az sonra da kendisi doğum yapmıştı.

 

Hayat artık Zühre'nin etrafında akar olmuştu. Gün geçtikçe göz rengi belirginleşen Zühre hem bakışları, hem saçları hem de gülümsemesiyle annesinin aynısı oluvermişti. Her daim gülen bir bebekti ama babası gelince kahkahaları dışarı taşıyordu.

 

Fakat günler çok acımasızdı.

 

Doğum ve hamilelik nedeniyle hastalığını sineye çeken Maral'ın ağrıları gitgide artıyor, daha da solmaya başlıyordu. Gözlerindeki ışık yavaş yavaş azalsa da bebeğinden ötürü güçlü durmaya çalışıyordu.

 

Zühre bir yaşına girdiğinde kullandığı ilaçların etkisinin olmadığını söylemişti doktor. Ciğerindeki kitle küçülmek yerine gittikçe büyüyordu. Ve diğer organlara sıçramasından korkuyorlardı. Kemoterapi şarttı.

 

Maral kemoterapiye başladığında Zühre iki yaşına basmak için gün sayıyordu. Artık evin bahçesinde teyzesinin kızı Günce ile koşuyor, hatta bazı şeyleri de anlatabiliyordu. Konuşkan bir çocuktu. Hele de babası geldi mi kimse susturamıyordu onu.

 

Cahit işlerden, evden fırsat bulduğu her an soluğu orada alıyor, kızı ve Maral'la doyasıya vakit geçiriyordu. Maral'ı kemoterapiye götürüyor, ona destek olmak için elinden ne geliyorsa yapıyordu.

 

Ama daha da iyi olmak yerine durumu kötüleşiyordu Maral'ın. Kalbine dolanan o siyah dalgaları saçları hep dökülmüştü. Uzun kıvrık kirpikleri hiç kalmamıştı. Bedeninin her bir zerresi acı çekiyordu. Ve korkulan olmuştu. Kanser, diğer organlara da sıçramıştı.

 

Buna rağmen dimdikti Maral. Zühre üzülmesin diye elinden ne geliyorsa yapıyordu. Onun yanında acı çektiğini gizliyor, daima güler yüzüyle duruyordu. bu durumu hem ablası Mahfer hem de Hamiş ağlayarak izliyordu.

 

Zühre iki yaşına girdiğinde artık yataktan çıkamıyordu Maral. Tek başına tuvalete bile gidemiyor, bir bardak suyu kendi başına içemiyordu. Tabiri caizse bir deri bir kemik kalmıştı. Buna rağmen gülüyordu. Zühre için gülüyordu. Sanki Zühre de bu durumu biliyor gibi daha bir dinginleşmiş, vaktinin çoğunu annesinin kolları arasında geçirir olmuştu.

 

Ayrılığın arefesindelerdi. Maral o sabah Zühre'yi kucağında uyuturken Mahfer kenarda gözünden süzülen yaşlarla izliyordu bu manzarayı.

 

"Ben üzülmüyorum biliyor musun abla..." demişti gülerek. Bir yandan da Zühre'nin saçlarını sıvazlıyordu. "Öleceğime hiç üzülmüyorum."

 

"Öyle deme!" diye karşı çıkmıştı ablası. "O ne biçim söz!"

 

"Biliyorum abla." Demişti Maral. "Yolun sonunda olduğumu biliyorum. Öleceğim." Hıçkırıklara boğulmuştu kardeşinin sözleri karşısında Mahfer. Günlerdir gözyaşını saklıyor, herkesten uzakta gizli gizli ağlıyordu.

 

"Tek üzüldüğüm bir şey var." Demişti yüzü düşerken Maral. "Kızıma doyamadan gidiyorum." O gün ilk defa gözünden yaş süzülüvermişti. "Ona hasret kalacağım. Oysa ondan vazgeçmek için ne kadar uğraşmıştım." Göğsüne bir acı saplanmıştı. "Onun kokusuna, ellerine, saçlarına hasret gideceğim."

 

"Ama en çok koyan ne biliyor musun abla? Kızım bana hasret büyüyecek. Beni hatırlamayacak, beni bilmeyecek, kokumu unutacak." Artık gözlerinden inen yaşlara aldırmıyordu. Saçlarına usulca bir öpücük kondurmuştu.

 

"Gözüm asla arkada kalmayacak abla. Sen varsın, Hamiş var. Kızım size emanet. Onun kokusu, bu dokunmaya kıyamadığım, koklamaya doyamadığım saçları size emanet. Zührem size emanet..."

 

O gün son günü olmuştu Maral'ın. Ruhunu teslim ederken gözlerinden birer damla yaş kayıp gitmişti. Kızına hasret, kokusuna hasret, saçlarına hasret gitmişti.

 

İşte Serçe Kuşu'nun masalı tam orada başlamıştı. Tabi buna masal denilebilirse. Bir masal değildi bu. Kırık bir hikayeydi. Ne Serçe Kuşu başroldü ne de kanatları iyileşecekti...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Ben bu saatte ağlıyorum...

 

beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

 

sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%