@seydnrgrsu
|
Yeni bölümden merhaaba💓 Nasılsınız💓 Bakalım Zühre neler yaşayacak🙈 Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın canlarım 💕 ELİF'İ de okuyorsunuz değil mi😘 🌙 "Hele şunların ettiklerine. Şu tüfeğimi alıp da ineyim aşağı. Vurdurtacaklar illa kendilerini." Önümdeki bastonun kapıya doğru ilerleyip çıktığını görmüştüm eğildiğim yerde. Sonra da yanımda beliren bir çift ayakkabı. "Sen kal burada kızım. Ben nenene bir bakayım. Bir delilik falan yapacak." Kafamı aşağı yukarı sallarken hızla yanımdan çıkan babamı da görmüştüm. Bu kadar çabuk mu almaya geleceklerdi ki abimin canını? Hani akşam demişti abim. Peki ben niye düşünüyordum bunu? Zamanın bir önemi mi vardı? Yerimden doğrulup pencereye kaldırmıştım korkuyla başımı. Gördüğüm manzarayla ağzım açılırken ben nereye düştüm böyle diyordum kendime. Çünkü az önce nenem olduğunu öğrendiğim yetmişlik kadın elindeki tüfeğini karşısındaki insanlara doğrultmuş yanındakiler de onu tutmaya çalışıyordu. Allah'ım nereye düştüm böyle? Kafam ellerimin arasında, gözlerimi de sanırım olabildiği kadar çok açarak bakıyordum karşımdaki ekstra tuhaf manzaraya. Daha iki dakika öncesine kadar önümde bastona dayanmış yetmişlik kadın şimdi aşağıda, karşısında torunu yaştaki gençlere tüfek doğrultuyordu. Sanırım hayatımda görüp görebileceğim en tuhaf manzara buydu. Eğer biri bana 'Filler uçuyor' deseydi ona daha çok inanırdım. Çünkü benim şu an gördüklerim inanılacak şeyler değillerdi. Fillerin uçmasını bile mantıklı bulabilecek kıvamdaydı beynim. Koyu çorbadan halliceydim anlayacağınız. Aşağıda ortalık bir anda ana baba gününe dönmüştü. Az önce bu odadaki tribün kalabalığı şimdi aşağıda daha da büyümüş bir vaziyetteydi. Birbirine doğrulan silahlar, boğazlara yapışmış eller, çığıran insanlar görüyordu bu mavi gözlerim. Cennet Mahallesi'ndeki kavgadan halliceydi aşağıdaki manzara. Bir ara havada uçuşan mor renkli bir şal görmüştüm de 'eyvah' demiştim ama şaşkınlığım havada uçan sandalyeyi görünce deminkine 'Sen daha neler göreceksin' diye el sallamıştı. Eğer birazdan bir yerlerden Pembe çıkıp da Yunus'un kafasını ısırsa belki bundan daha az şaşıracaktım. Buraya geldiğim şu yarım saatlik zaman diliminde ne kadar da çok şaşırmıştım böyle. Sanırım ömrümün tüm şaşırma haklarını kullanmıştım ama hayat yine bir yerlerde bana 'Nah' çekmek için bekliyor olabilirdi. Ne yani bu kadar kolay mıydı birbirinin boğazına sarılmak? Birbirine silah doğrultmak da neyin nesiydi? Bu hengamenin tüm sebebi abim ve Gülnare'nin evlenmek istemesi miydi yani? Olamaz mıydı bu? Sevemez miydi insanlar birbirini? Bence iki insanın evlenmek istemesi dünyanın en normal şeyiydi. Nasıl yemek yiyorsak, su içiyorsak, nefes alıyorsak bunları bir başkasıyla paylaşarak da yapmak isteyebilirdik. Bu insanların hür iradesiyle yaptıkları bir seçim değil miydi sonuçta? Bu kadar abartmaya ne gerek vardı? Sırf iki yetişkin insan evlenmek istedi diye bunca patırtı gürültüye gerek var mıydı? Beynim yine doluşmuştu cevabını bildiğim ama burada bu cevapların geçerli olmadığı sorularla... "Zühre?" Adımın seslenişini duyunca kafam otomatikman açık kapıya doğru dönmüştü. İçime sıkışan şeyin korku olduğundan emindim. Şu anda tüm hücrelerime de yayılıyordu ayrıca. Kendi vücudumun her zerresinde hissettiğim korkuyu şu an karşımda dikilen Gülnare'nin ela gözlerinde de görebiliyordum. Bir dakika... Yine ağlıyordu... "Telefonun falan yok mu senin biri polisi arasın!" Çünkü benim telefonum yanımda yoktu. Arabaya binmeden alan abim muhtemelen telefonumun başına bir şey getirmişti. Yoksa ben durmaz şimdiye arardım polisi. Ses tonum kendi kontrol edemediğim bir yükseklikte çıkarken yanıma korkuyla gelen Gülnare'ye çevirmiştim bakışlarımı. Madem bu kadar korkuyordun ne diye kaçtın be kızım... "Yok maalesef..." Abim gelmeden aşiret maşiret bir şey demişti. Ve onun anlattığına göre köklü bir ailesi vardı Gülnare'nin. Madem bu kadar köklü bir ailesi vardı da bir telefonu mu yoktu yani? Al işte yolum yine çıkmıştı pintiliğe. Bunların hepsi zengin anam, para vermiyorlar sanırım böyle şeylere... "Yahu evin önünde silahlar patlıyor, masalar sandalyeler havada uçuşuyor, kim bilir kaç kişi yaralandı aşağıda! Ama niye halen polis gelmiyor buraya! Kimsenin aklına da mı gelmiyor! Ne biçim bir yer BURASI!" Ben bağıra bağıra konuşurken aşağıdan duyduğum bir silah sesi çığlık atıp tekrar yere çökmeme neden olurken Gülnare'nin de aynı benim yaptığım gibi çöktüğünü görmüştüm. "Kimse karışamaz onlara..." Ağlayarak konuşan kıza kafamı hafifçe kaldırıp bakarken sinirle yummuştum gözlerimi. Kafam halen ellerimin arasındaydı ama. "Ne demek karışamaz ya! Ali kıran baş kesen misiniz siz!" Hey Allah'ım nasıl bir yere düşmüştüm ben böyle? Hadi yıllar sonra babamın memleketine, evine ayak basmıştım da silahlarla karşılanmayı da beklemiyordum. "Var ya başıma bunca şeyi açtınız ya alacağınız olsun sizin de! Ulan madem kaçtınız sonunuzu niye düşünmediniz!" Aşağıdan bir el daha silah sesi duyulmuş, bağırışlar biraz daha yükselmişti. Bense kafamı daha da sıkı sarıp iyice kapanmıştım yere. "Alacağınız olsun Gülnare! Hem senin hem abimin hem de herkesin! Bana ne be sizden! Ölen ölsün kalan kalsın! Ben canımı sokakta bulmadım tamam mı!" Cidden şu an bunların hiçbir umrumda değildi. Tek düşündüğüm başıma bir şey gelmemesiydi. "Ama Zühre... Biz... berdel..." Dizlerimin üzerinde doğrulurken ateş fışkıran mavi irislerimi kısarak Gülnare'ye dikmiştim. Eğer şu an dışarıda bir savaş olmamış olsaydı muhtemelen onun o kıvırcık saçlarını ellerime dolardım. Evet evet yapardım bunu. "BANA NE! Bana mı güvendiniz kaçarken!" Güvenmişlerdi muhtemelen. Şu berdel dedikleri saçma şey de değiş tokuş yapmak gibi bir şey olmalıydı. Gülnare abimle evlenecekti, ben de onun abisiyle. Bildiğin değiş tokuştu işte bu. Bizim kızı almanız için siz de bir kız verin diyorlardı açık açık. Benim anladığım buydu. Ama anlamadığım bu çağ dışı şeyin halen uygulanıyor olmasıydı. Kırmızı görmüş boğa misali burnumdan solurken dizlerimin üzerinde emekleye emekleye kapıya ulaşmaya çalışıyordum bir yandan. "Ama Zühre... Ben..." Gözlerimden fışkıran alevleri görmesiyle açtığı ağzını yummak zorunda kalmıştı. Maalesef... Ama BANA NEYDİ. Ve bugün o kadar çok adımı zikretmişti ki iyice sinir olmuştum. Ama gözlerindeki çaresizlik... Ve saatlerdir dinmeyen göz yaşları... Ona baktıkça içimde bir yerlerin titremesine izin vermeyecektim. Ne yani onun gözlerinde gördüğüm çaresizlik için 'Ya üzülme, kıyamam sana...' mı diyecektim. Daha neler Zühre... Dizlerimin üzerinde kapıya ulaşıp etrafıma bakındıktan sonra kendimi uzun ince koridora atıp geldiğim merdivenlere doğru koşar adım ilerlemeye başlamıştım. Nereye gittiğimi bilmiyordum elbette bu yabancısı olduğum konakta ama bildiğim en iyi şeyi yapıyordum. Kaçmak... Hazır bu kadar insan birbirini boğazlamakla meşgulken ben de beni fark etmedikleri bir anda sıvışacaktım buradan. Sonuçta kaçmak gibi bir eylemi bana sormadan, danışmadan yapmışlardı. Şimdi çözmek için de bana ihtiyaç duymayıversinlerdi. Beni yıllarca saklamak gibi bir eylemde bulundularsa bundan sonra da hatırlamayıverirlerdi olur biterdi. Derin bir nefes alıp yavru saray misali konaktan kendime bir çıkış yolu bulmaya ulaşıyordum. Yahu iyi hoştu da bu kadar büyük bir eve ne ihtiyaç vardı ki? Bir kere insan bir kattaki odadan diğerine gidene kadar saatler geçecekti. Evde birine seslenmek için megafon falan kullanmak gerekecekti. Hadi bir şekilde evdekilerle iletişimini kurardın da bu evin temizliği bitmezdi be... Halılarını yıkamak ayrı dertti. Dip bucak temizlik yapmaya kalksan ohoo haftanın yarısı giderdi zaten. Hele camlar... Onları düşünmek bile istemiyordum. Günce burada olsa kafayı yerdi kesin. Allah bu evdekilere bayramlarda da sabır versindi. Bayramdan en az üç hafta önce başlamak gerekirdi temizlik yapmaya. Ama bana neydi? Kim ne yapıyorsa yapsındı. Arap sabununu da deterjanını da onlar düşünsünlerdi. Şu anki mevzu buradan kaçıp gitmekti. Kendimi nasıl geldiğimi bilmeden mutfağa atmıştım. Üst kattan buraya ulaşana kadar epey bir mesafe kat etmiştim ama. Gözlerim mutfaktan dışarıya açılan bir kapıyı gördüğünde heyecanla parlamıştı. 'İşte' dedim içimden. 'Burası kaçmak için en ideal nokta'. Nefeslerimi o kadar sık alıp veriyordum ki beni gören biri 'Bu kız kesin maraton koşmuş' derdi. Elim göğsümün üzerindeyken mutfak tezgahında duran bardağı görmüş önce su içmeye koşmuştum. Heyecandan ve yaşadığım bu aksiyondan ötürü ağzımdan mideme kadar uzanan yol Sahra Çölü'ne dönüvermişti. Heyecanla suyu içerken yarısını da üstüme boşaltmıştım ama bu şimdi benim için bir sorun değildi. Haziran ayının son haftalarında Şanlıurfa gibi bir şehirde hava gayet de üstümü kendiliğinden kurutacak bir sıcaklıktaydı. Bundan sonrasında temkinli olmalıydım. Adımlarımı olabildiğince hızlı ve sakin atmalıydım. Eğer buradan biri olsaydım beni tanımayabilirlerdi ya da bende o kalabalığa karışıp kendimi kaybettirebilirdim ama şu an ördeklerin arasındaki çirkin ördek misali her an fark edilebilirdim. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurduktan sonra kendimi yavaşça dışarı çıkartmıştım. Kalabalık halen birbirine saldırmakla meşgulken gayet seri bir şekilde buraya geldiğim ahşap kapıdan dışarı atmıştım kendimi. Allah'tan kapıdaki korumalar bile kavgayı ayırmaya gitmişti de kimse yoktu orada beni görebilecek. Ama bu kadar kolay olması içime şüphe düşürmüyor değildi. Sanki bir yerlerden biri çıkıp da 'Aaa şu yeni aile üyesi kaçıyor' demeliydi. Sana aile üyesi mi desinler istersin Zühre? İçimdeki o tarif edilemez korkuyla kendimi dışarı atarken bacaklarımın yettiği ve ciğerlerim patlama noktasına kadar var gücümle koşuyordum. Nereye gidiyordum, ne yapacaktım bilmiyordum ama şu an aklımdaki tek şey bu konaktan uzaklaşmaktı. Var gücümle koşarken sanki ayağımın altındaki yol beni yere daha da çok çekiyormuş gibi de zorlanıyordum. Kaygı, stres göz kapaklarıma baskı uygulamaya başlamıştı bile çoktan. Ama şu an onlara yenilip de bayılmanın sırası değildi. "Az daha dayan be.." Bir yandan kendime mırıldanıp bir yandan da koşarken yolun kenarında oynayan üç beş küçük çocuk durup bana bakmak zorunda kalmışlardı. Ama benim de bir canım vardı öyle değil mi? Telefonların bile bataryaları bir yerden sonra düşük pil uyarısı verirdi. Bilgisayarlar şarj azaldı derdi. Ben de o misal soluk alabilmek için durmak zorunda kalmıştım. Mutfakta içtiğim bir bardak su-ki yarısı üzerime boşalmıştı- şu an bir kova ter olup atılıyordu vücudumdan. Ellerimi dizlerime dayayıp derin derin nefes almaya çalışıyordum bir yandan. Kot pantolonla da koşmak acayip zor oluyordu be... Böyle kaçacağını bilsen tayt giyerdin Zühre. Ben öyle rastgele sokaklarda bir maratoncu misali koşuyordum koşmasına da nereye gelmiştim kendim de bilmiyordum. Tepemde kavuran bir güneş varken zaten çorba kıvamında olan beynim de iyice sulanmıştı. Belki de boşalttığım terlerin arasından beynimi de akıtıyordum belli mi olur? Elimi gözlerime vuran güneşe siper edip etrafıma bakınıyordum şaşkın şaşkın. Üzerimde ne bir telefon ne de para vardı. kaçmak için bile bu devirde maddiyata ihtiyaç duyuyordu insan. Al işte şu an onlar bende yoktu. Nasıl kaçacaktım ben? Gözlerim etraftaki gelip geçen insanlarda dolaşırken gidip birinden yardım mı istesem diye düşünüyordum bir yandan. Ne diyecektim? 'ŞŞey ben Cahit Hanoğlu'nun kızıyım da. Yıllarca beni sakladı. Ama abimin berdeli için geldim.' Mi demeliydim? İnsanlar muhtemelen deli hastanesinden kaçtığımı düşünecek ve 'Vah yazık ' diyeceklerdi. Ama başka da çarem yoktu işte. Gözüme kestirdiğim ilk dükkana doğru ilerlemeye başlamıştım. Küçük taburelerin ve masaların serili olduğu kaldırıma yaklaştıkça içimde büyüyen korku dolu kalp atışlarım muhtemelen dışarıdan da duyulabiliyordu. Göz kapaklarımdaki baskı da giderek artmaya başlamıştı. "Sakin ol... Sakin ol... Sakin ol..." Kendi kendime defalarca telkin verdikten sonra derin bir nefes alıp dükkanın kapısına doğru yaklaşmıştım. Kapının hemen eşiğinde dikilen altmışlı yaşlardaki bir amca elinde tuttuğu beyaz tabakları kurulamakla meşguldü. İçeriden ağır tonda bir türkü işitiliyordu. Tekrar derin bir nefes alıp kapıya iyice yaklaşmıştım. Ama adam beni fark etmemişti. Yüzü bana doğru dönük olsa da kafasını önündeki tabaklardan kaldırmıyordu. Bir iki kere boğazımı temizleyip kendimi fark ettirmeye çalışmıştım. Ama yok. Adam beni duymuyordu. "Şey... Pardon..." Ama duymuyordu. "Affedersiniz..." Yok yine duymuyordu. "Amcacım... Bakar mısın!" Yine ve yine duymamıştı da benim sabrım taşıverecekti. "AMCAAA!" Bağırmam işe yaramış olacak ki adam kafasını kaldırıp şişe diplerinden hallice gözlüklerinin üzerinden bana bakmaya başlamıştı boş boş. "Sağır mı var karşında? Ne bağırıyon!" Aha çatmıştık sanırım. Benim bağırışıma tüm cadde boyundaki esnaf çıkmıştı be dışarı. Ama derin bir nefes alıp sakince gülümsemiştim. İnsan canlısı davranacak ve sadece telefonunu kullanıp gidecektim. İşte o kadar. "Şey ben. Birini aramam lazım. Ama maalesef telefonum yok. Sizin telefonunuzu kullanabilir miyim acaba?" Ellerimi birbirine kenetlemiş, gözlerimi hafiften açarak bakıyordum karşımdaki adama ama o sanki ne dediğimi anlamamış gibi boş boş bakmaya devam ediyordu. "Birini mi arayacan?" Sanırım hemen polisi arayacaktım. Onlara beni kaçırdıklarını ve çıkan kavgadan kaçtığımı söyleyecektim. Kafamı aşağı yukarı olumlu anlamda sallayıp adamın ne diyeceğine odaklamıştım kendimi. "Telefonun mu yok?" Evet yoktu ve ben bunu zaten başta söylemiştim. Ama zamanım daralıyordu. Belki evdekiler arbedeye küçük bir dinlenme arası verip benim yokluğumu fark etmiş olabilirlerdi. Onlar fark etmese de Gülnare söylemiş olmalıydı. "Kimlerdensin sen?" Amma da soru soruyordu be bu amca? Ne yapacaktı kimlerden olduğumu? Ona göre mi verecekti yani telefonunu? "Ben...Yabancıyım..." Bu konuda yalan söylemiyordum ama. Gayet de yabancıydım buraya. Turist desen değildim. Günü birlik geziye falan da gelmemiştim. Dümdüz zorla getirilmiştim. Ve olabildiğince de yabancısıydım buraların. "Kimin kızısın bakam sen?" Eğer insanda sabır damarı denen şey varsa ve bende de mevcutsa çatlamak üzereydi şu an. "Amca ne yapacaksın kimin kızı olduğumu? İstersen GBT bilgilerimi de vereyim tam olsun? Bir telefon edip gideceğim sadece amma uzattın sende ya!" Amca gayet şaşkın bir halde benim elimi kolumu savura savura konuşmama bakıyordu. Sanırım sinek avladığı dükkanına da böyle deli birinin geleceğini hiç düşünememişti. Tabi canım o nerden bilecekti ki? Sinirle dükkandan dışarı adımımı atıp bilmediğim yolda kendi kendime hem yürüyor hem de söyleniyordum. "Alt tarafı iki dakikacık telefon edeceğim adam sordu da sordu. Kimin kızıyım da kimlerdenim de. Sana ne be! Kim olduğumun ne önemi var! Hayır yani ölmüş. İnsanlık ölmüş! İnsan şu paçavradan hallice halime bakar da dur yardım edeyim der! Ama nerdeee!" Sinirle önüme gelen bir taşı ayağımın ucuyla iteleyip ellerimi göğsümde birleştirmiştim. Eğer diğer dükkanlarda da herkes böyleyse işim zordu. Hem de çok zor. Ama daha yeni başlamıştım. İlk talihsizlikte de yelkenleri suya indiremezdim ya. Hem şu an öyle bir lüksüm de yoktu yani. Urfa'nın etrafı dumanlı dağlar mıydı bilmiyorum ama benim beynim dumanlarla kaplıydı şu an. Sanki beynim kendini devre dışı bırakmış gibiydi de zorladıkça aklım daha da bulanıyordu. Koca bir sis bulutu gelip kira vermeden yaşamaya başlamıştı zihnimde. Kafamı iki yana sallayıp sisleri kendimce dağıtmaya çalışmıştım ama çorbadan hallice beynim daha da bulanmıştı. Derin bir nefes daha alıp üzerinde yürüdüğüm kaldırımda adımlarımı hızlandırmıştım ama karşıdan, insanların arasından bana doğru gelen siyah minibüsle kalbim pır etmeye başlamıştı. Gözlerimi ovuşturup dikkatlice bakmaya uğraşmıştım gelen minibüse. Belki sisli beynim bana oyun oynuyordu belli mi olur. Ama nerede olsa tanırdım bu minibüsü. Ne de olsa yaklaşık beş saat yolculuk yapmıştım. Zaten plakasını da bok varmış gibi ezberlemiştim. 63 ZAG 63... Ya da kısaca 'ZÜHRE'Yİ ALMAYA GELDİK'. Siktir... Bir yolunu bulup kaybolmalıydım buradan. Elimle saçlarımı önüme doğru getirip geldiğim yönün ters istikametinde hızlı adımlarla ilerlemeye başlamıştım. Aldığım nefesler büyük ihtimalle ciğerlerime ulaşamadan başka bir yerimden çıkıyordu çünkü ben daralmaya da başlamıştım. Kafamı usulca çevirip minibüsün gelip gelmediğini de kontrol ediyordum. Ve şansa bak ki minibüs hemen gerimizde kalan orta dönerde dönmüş yavaş bir biçimde diğer yöne doğru ilerlemeye başlamıştı. "Ohh..." Ama fazla sevinmemeliydim. Çünkü beni aradıkları alanen ortadaydı. Hızlı yürümeyi bırak hatta koşmalıydım. İşte yine başlıyorduk. Hadi tabana kuvvet... Ciğerlerimde işime yaramayan nefeslerim ve beni zor taşıyan bacaklarıma adeta işkence edercesine koşuyordum. Çarptığım bir iki insanın ters bakışlarına ve 'Önüne baksana' uyarılarına maruz kalıyordum. Durup özür dileyebilirdim ya da dönüp çirkefleşebilirdim ama bunların hiçbirini yapacak zamanım yoktu. Şu an tek bildiğim kaçmaktı. Bir Serçe Kuşu'nun yaptığı en iyi şeyi yapmalıydım. Yakalanmamalıydım... Ama her şeyin bir sonu vardı elbet. Benim de kaçışım bir yere kadardı. Belki bundan sonra ölü bir Serçe Kuşu olacaktım. Çünkü ani fren yapan büyük beyaz bir Mercedes minibüse bodoslama çarpmıştım. Kulaklarımda yankılanan en son şey seyrek trafikte yankılanan acı bir fren ve birkaç bağırış sesleri olmuştu. En son gördüğüm ise bana dehşetle bakan sürücü koltuğundaki adamın korku dolu ifadesi. Ama yine de bildiğim en iyi şeyi yapmıştım böyle bir anda bile. En azından kaçtım diyebilecektim. Serçe Kuşu misali...Aşırı kaygı ve stres. Hoş geldin bayılma... 🌙 "Çıkma işte şu ağaca demiştim sana!" "Sen çok biliyorsun!" Burnumu kırıştırıp dil çıkarıyordum Günce'ye. Elimi uzatıp kıpkırmızı sulu dutların olduğu dala tekrardan uzanmıştım da başımın arkasındaki zonklamayla elimi geri çekmek zorunda kalmıştım. Ayrıca uzandığım dal bir miktar da uzaklaşmıştı. Olur muydu canım? Ne güzel sulu sulu dutlar vardı orada. Yemezsem çatlardım vallahi. "Yahu yetişemiyorum!" Aşağı doğru bağırıp sesimi Günce'ye duyurmaya çalışıyordum ama o da uzaklaşmıştı. İyice sinir olmuştum. Ben uzandıkça benden uzaklaşan dutlara sinir olmuştum. Sinirle ayağımı oturduğum dallara vurmuştum ama nafileydi. Bu yaptığım dutların patır patır dökülmesine neden olmuştu. Ağlayacaktım... Sinirden. Ben öyle kolay kolay ağlamazdım ama deli gibi ağlamak istiyordum. Ulaşamadığım şeylerden ötürü kızıyordum. Etrafı yakıp yıkma isteğiyle yanıp tutuşan kalbimden ötürü ağlamak istiyordum. Deliler gibi... "Uyanıyor sanırım..." Kafamın içinde türlü ses birbirine karışıp yuvarlanıp giderken arada birkaç kelimeyi anlayabiliyordum ama başımdaki tarifi imkansız zonklama ben kıpırdandıkça yayılıyordu bütün vücuduma. Sonra alnıma değen soğuk şeyle irkilip gitmiştim. "Kendine gelecek..." Başımdaki o soğuk şey her neyse daha da sinirimi bozmuştu. Ama bir türlü ellerimi hareket ettirip de alamıyordum onu oradan. Gözlerimi açmam gerekiyordu ama başaramıyordum. Başımdaki soğuk şey baskı yapıyordu git gide ve benim sinirim katlanıyordu. "Uyanıyor uyanıyor..." Sol tarafımda duyduğum heyecanlı ses karışıp gitmişti kafamın içindeki uğuldamaya. Kirpiklerime aralanması için verdiğim komutlar yetersiz kalıyordu belli ki açamıyordum bir türlü. Güçsüzce yutkunup nihayet göz kapaklarımı araladığımda görüş alanım bir anda birden fazla kafayla doluvermişti. Sanırım rüyadaydım ve göz kapaklarımı geri kapatmam gerekiyordu. Acele bir şekilde gözlerimi sımsıkı geri yummuştum ama sesler yerli yerindeydi. Hem de deminkinden daha da artarak. "Zühre... Ah yavrucak..." Demişti sağ yanımdan pürüzlü bir kadın sesi. Gerçekten 'ah'tı yani halime. Hem de ahlardı. "Çok şükür çok şükür açtı gözünü..." Bu ses de sol yanımdan başka bir kadından duyulmuştu. Şükür müydü gerçekten gözümü açmama? Ben hiç açmamayı düşünüyordum gözlerimi. Açmayacak ve kabusuma uyanmayacaktım. "Hadi kızım. Kaldır başını da şu suyu iç." Bir el omzumdan destek verircesine beni hafifçe kaldırmaya uğraşmıştı. Ne olurdu uğraşmasaydı kimse benimle. Bıraksalardı da yatsaydım işte şuracıkta saatlerce. Unutsalardı varlığımı. Hiç görmemiş gibi yapsalardı beni. Zaten bunca yıl varlığımdan bihaberlerdi. Şimdi ne gerek vardı uğraşmaya? Zorlamanın alemi yoktu. Bence herkes kendi işine baksındı. "Hayır..." Diye mırıldanmıştım ama bu dışarıdan sanırım 'Kalkmak istiyorum' diye algılanmıştı çünkü omzumdaki el bir kez daha uğraşmıştı. Kalkmayacaktım işte be ne zorluyordu... Ama olacak iş bu ya açılıvermişti gözlerim. Yine görüntümde bir sürü yüz vardı hem de. Gerçekti. Rüya değildi. Dutlarım rüyaydı ama bu kadınlar gerçekti. Derin bir nefes alıp doğrulmuştum yerimden. Bu kadar kadın nereden birikmişti yine buraya? Hayır işleri güçleri de mi yoktu? Ne bileyim çağımız çalışma çağıydı. Mesai saatlerinde olmalıydık muhtemelen. Eğer ben saatlerce uyumadıysam. E o zaman bu insanların işte olması gerekirdi. Hadi diyelim bunlar çalışmıyordu. Belki dededen kalma arazilerin parasıyla yaşıyorlardı, öyle geçinip gidiyorlardı ama ne bileyim insanın evinde işi de olurdu değil mi? Mesela biz evdeyken teyzem bir iş bulurdu hep bize. Ne bileyim temizlik olur, bulaşık olur, çamaşır olur, ütü olur, beş çayına gelen komşular olur, kahveyle yapılan dedikodular olur... Olur da olurdu yani. Hem bunlar olmasa bile insan kendi evinde pineklemek isteyebilirdi. "Oh çok şükür iyisin değil mi kızım?" İri yarı yüzü tombiş bir kadın yanıma kadar ilerleyip bir elini koluma yerleştirmişti. Bir yandan da başındaki kahverengi şalının bir ucuyla kendine rüzgar yapıyordu. Alnında boncuk boncuk birikmiş terler vardı. Sanırım demiştim kendi kendime. Menopozdaydı. Yoksa evin içi o kadar da sıcak değildi. Belki de bu kadar insanın arasında havasız kalmış da olabilirdi. "Ah ah ah nasıl korkuttun bizi? İyisin değil mi kızcağızım?" Sol yanımdan bana yaklaşan kısa boylu zayıf bir kadın da diğer omzuma koymuştu elini. Onu sabah avluda görmüştüm ama kim olduğunu hatırlayamıyordum. Büyük ihtimalle kendini 'ben senin şuyunum' diye tanıtmıştı ama ne yapayım bakkal defteri gibiydi benim aklım. Karma karışıktım yani. "Aaa yeter! Kızı boğdunuz boğdunuz! Hele açın onun başını! Nefes alsın az! Çıkın bakayım dışarı! Yalnız bırakın bizi! Hayde hayde!" Yere vurulan tok baston sesiyle bütün mırıldaşmalar bir anda kesilmiş sanki topçu birliğinde eğitim yapan askerler misali herkes bir anda ayaklanmıştı yerinden. Pürüzlü bir yaşlı kadın sesi herkesi hizaya sokup kış kışlamıştı. Nenem... kendisiyle bundan birkaç saat öncesinde tanıştığım babamın annesi... Bakıyorum da hemen 'Nenem' oldu Zühre... İyelik ekleri falan yani... "İyi misin?" Elindeki bastona yaslı bir şekilde gözleriyle baştan aşağı beni süzerken ona nasıl hitap edebileceğimi düşünüyordum bir yandan. Nenem desene... Ama daha adını bile bilmiyordum halbuki. Adını bilsem sonuna hanım koyar bir şeyler derdim ama şimdi sadece kafamı sallamıştım. Ya dünyanın sonuna doğmuştum ya da ölmüştüm haberim yoktu. Sen gel o kadar insanın içinden kaç ama gözlerini yine aynı evde aç. Olacak iş miydi bu? Nerde kalmıştı benim Serçe Kuş'luğum? "Maşallah turp gibisin. İyisin iyi. Ben aşağıdakilere diyeyim de sana yemek hazırlasınlar e mi torunum?" Ama o da iyelik eki kullanıyordu baksanıza. Daha tanışmamızın üzerinden ağız dolusu saatler geçmemesine rağmen 'torunum' diyordu bana. "Evet. Beyler ve bayanlar. Hayatı kararanlar. Yani ben." Nenemin odadan çıkmasıyla kendi kendime bu manidar şarkı sözlerini mırıldanıp oturduğum koltuğa tekrar bırakmıştım kendimi. Üzerimdeki beyaz tavana dikmiştim mavi irislerimi. Alnımın sol üst tarafında zonklayan yere elimi bastırırken beyaz tavanda kararan hayatımı izliyordum. Şu son yirmi dört saatte değişen hayatımı. Halbuki şimdi evde olsam ya bir ağaç tepesinde, ya mahalledeki çocukların yanında, ya Günce'nin yanında ya da ders kitaplarımın arasında olurdum. Ama burada olmazdım. Burada olmamalıydım. Yıllarca uzak kaldığım bu evde olmak bir kere en baştan yanlıştı. Yirmi üç yıldır isimsiz bir varlıkken bir anda herkesin hayatının tam göbeğine düşüvermiştim. Ama kendi hayatıma düşeceklerden halen bihaberdim ya. "Merhaba..." Nasıl dalmış gitmiştim kapkara özeti olan şu hayatıma bilmiyordum ama içeri giren küçük kızdan haberim olmamıştı. Ne ara kapıyı açmıştı da yanıma ulaşmıştı onu bile bilmiyordum. Sanırım on on bir yaşlarında ancaydı. Tepesinden bağlı uzun saçlarına taktığı mor renkli ekstra süslü tokası çarpmıştı önce gözüme. Ama üstü başı taktığı tokasına göre gayet sade ve ev haliydi. Üstü bayramlık altı seyranlık deyip gülmüştüm kendi kendime. Sanırım deliriyordum. Kendine güldüğümü sanmış olacak ki karşımdaki kız çocuğu da benle birlikte gülmüş sonra ellerini utangaç bir şekilde bastırmıştı ağzına. O güldükçe ben gülmüştüm, ben güldükçe de o. Tam tımarhaneliktim şu an. "Ne gülüyorsun be!" Bir anda gülmemi kesip kıza doğru cırladığımda ellerini daha çok bastırıp yanaklarını içine çökertmişti. Gülmemek için zorluyordu kendini. Normalde olsa 'Aman sen ne tatlısın' diye seve seve hırpalardım onu ama şu an mecalim yoktu. Kararıp giden hayatıma üzülmekle meşgul edecektim kendimi bir süre. "Senin adın Zühre mi?" En başa dönüyorduk sanırım. Ben kendimi tanıtacak GBT mi falan verecektim herhalde herkese. Kafamı aşağı yukarı sallayıp önüme çevirmiştim boş bakışlarımı. "Ya... Ben de Zeynep." Küçük bir kıkırdama eşlik etmişti kızın sesine. Sanki neşesini bastıramadığı bir hali vardı ve bu beni iyice sinir ediyordu. Derin bir nefes alırken ona gözlerimi devirmiştim. "Sen şimdi benim ablam mısın yani?" Haydaaa. Bir de bu çıkmıştı demek. Halası, dayısı, yengesi bitmişti de bir de kardeşim vardı. hem de küçük bir kız kardeş. Ama ama bir dakika! Kimse bana bu yaşıma kadar benim bir kız kardeşim olduğunu söylememişti ki. Gözlerim fal taşı gibi açılırken iri iri parlayan gözleriyle bana bakan kıza dikmiştim bakışlarımı. Dehşetle ayaklarımı yattığım koltuktan sarkıtıp bana gülümseyerek bakan kıza bakıyordum. Müge Anlı gelmeliydi hemen. El atmalıydı benim işime. Maşallah Palu ailesinden halliceydik. Çarpık ilişkileri bilmezdim ama çarpık yapılaşma gibiydik mübarek. Herkes herkesin bir şeyiydi ve ben kendimi bu hengamede buluvermiştim. Hadi beni yıllardır herkesten saklamıştınız da kardeşimi vardı madem onu niye benden saklamıştınız? Ah baba demiştim içimden. Kalbimden çatırdayıp giden bir parça uğuldayıvermişti kulağımda. Ah abi demiştim sonra. Bunca zaman niye söylemediniz insana? "Zeynep? Burada mıydın sen?" Ben dehşet içinde karşımdaki küçük kıza bakarken arkasından giren kadınla gözlerim daha da büyümüştü. Ve sanırım nefes nasıl alınır unutmuştum. Hicran hanım... Abimin ve kardeşim olduğunu yeni öğrendiğim Zeynep'in annesi Hicran hanım... Babamın nikahlı karısı Hicran hanım... Cahit Hanoğlu'nun eşi, Cahit ağanın karısı, bu konağın hanımı Hicran hanım... ve sanırım varlığımla onu rahatsız eden ben... "Ablama gelmiştim ben anne." Küçük kız bir kez daha kıkırdayıp annesine bakarken ben şaşkın bir şekilde açtığım bakışlarımı sırayla ikisinin üzerinde dolaştırıyordum. Ama kadın sanki bana bakmamak için ısrar ediyor gibiydi. Gözleri kendi kızı ve yerde dolaşırken şu andaki şu ekstra tuhaf halime sövmemek için zor tutuyordum kendimi. Bu sahnede teyzemin izlediği Brezilya dizilerinden biri olmalıydı. Çünkü ben kendini aldatan eşinin bir anda ortaya çıkan kızı oluvermiştim. Şimdi bir yerlerden bir Sergio falan fırlarsa asla şaşırmamam gerekiyordu. Ne o ağzını açıp bana bir şey demişti ne de ben ona bir şey söyleyebilmiştim. Zaman orada ikimiz için durmuş gibiydi. Ben bir yerde deli numarası falan yapıp sakin tutmaya çalışıyordum kendimi ama Hicran hanım için elbette zor olmalıydı. Kim bilir içinde nasıl fırtınalar kopuyordu. İçinde nasıl bir öfke kabarıyordu kim bilir. Ben olsam öfkelenirdim mesela. Yıllar sonra biri benim kurduğum aile düzeninin ortasına bir anda düşüverse sinirlenirdim. Ama ben ne yapacaktım ki? Bu benim suçum değildi yani. Kadının usulca kapıdan çıkıp gidişini izlemiştim. Kızının elinden tutup öylece gidiverişini. Dakikalardır içimde tuttuğum nefesi dışarı üflerken ellerimle başımı sarıp sımsıkı kapatmıştım gözlerimi. "Allah'ım ne olur bunlar bir kabus olsun... Valla söz bir daha evde Günce'nin bilgisayarına indirdiği filmleri silmeyeceğim. Valla bir daha bakkaldan gizli gizli sakız da aşırmayacağım." "Zühre..." Hay ben adımı Zühre koydukları güne... Ağız tadıyla dua da edemiyordum. Biri gelip illa adımı seslenip gidiyordu. "Ne var!" Gözlerim kapalı halde cırladığımda gelenin kim olduğunu anlamamıştım. Çünkü ellerimle kulaklarımı kapatıyordum. Bu yüzden de sesler kulağıma bir uğultu misali ulaşıyordu. "Zühre..." Hay ben senin... "Ne var Gülnare?" Gülnare elinde tuttuğu tepsiyle yanıma yaklaştığında baygın bakışlarla izliyordum onu. Gözleri kıpkırmızı bir haldeydi. Bilin bakalım neden? Çünkü yine ve yine ağlamıştı. "Ben sana yemen için bir şeyler getirdim." Tepsiyi hemen önümüzdeki ayakları işlemeli sehpaya bırakıp tam karşımdaki tekli koltuğa oturmuştu. Gözlerini yerden kaldıramıyordu ama anca parmaklarıyla oynuyordu. Sanırım sabah dilek hakkımı çok yanlış bir zamanda kullanmıştım. Çünkü şu an önümde büyük bir kase mercimek çorbası duruyordu. "Gülnare..." dedim oturduğum geniş koltukta kendimi düzeltirken. Bir yandan da burnuma gelen mis gibi çorbanın kokusuyla ciğerlerimi bayram ettiriyordum ama midem biraz daha bekleyebilirdi. "Sabahki hengameden sonra ortalık pek bir sessiz. Abim, babam nerede?" Sahi onlar neredeydi? Köy yanmıştı, kül olmuştu, ben kaçmıştım, bulunmuştum, bayılmıştım da sahi onlar tüm bunlar olurken neredeydi? Beni buraya getirmişlerdi madem neyim var diye baksalardı olmaz mıydı? "Onlar aşiret beyleriyle toplandı. Hüküm veriyorlar şimdi." Bildiğim dilden konuşsa olmuyor muydu? Hüküm, aşiret beyi falan deyip duruyordu iyi de benim beynim uyuşuktu. Ama anlamıştım demek istediğini. Dünden beri zırvaladıkları şey nihayet oluyordu demek. "Eee..." Dedim. Elime tepsideki kaşığı sakin bir şekilde alıp çorbaya daldırırken. Dışarıdan dünyanın en gamsız insanı gibi algılanıyor olabilirdim. "...Neymiş hüküm? Öldürüyorlar mı sizi?" Duyduğu şeyle kafasını aniden yukarı kaldıran Gülnare yaşlar dolu olan ela iri gözlerini kenetlemişti bana. Ne ara kanı yüzünden çekilmişti bilmiyorum ama yüzü duvar gibi bembeyaz kesilmişti. "Valla kızım akıl yok sende. Bak ben gönül işlerinden zerre anlamam. Seversin, sevmezsin o benim bileceğim iş değildir. Belli abimi de seviyorsun ama madem böyle bir engeliniz vardı ne diye kaçmayı düşündünüz ki? Hayır yani bu hayatta diğer adımını hesap etmen gerekiyor. Ama siz kendi adımlarınızı bırakın benim hayatımı bile hesaba katmadan kendiniz için uğraşıyorsunuz. Bak şu curcunaya. Sabah olanlara sen de şahit oldun yalan mı? Yetmişlik kadın bile eline tüfek alıp koştu dışarı. Bunlar neden oldu peki? Sırf siz evlenip yuva kurabilesiniz diye öyle mi? Kurun yine kurun ama başkalarının hayatını da hesaba katın. Bak bana. Ben şimdi sizin yüzünüzden yıllardır adımın anılmadığı, varlığımın bilinmediği bu konağa geldim. Hem de zorla. Neymiş efendim siz evlenebilesiniz diye hiç tanımadığım elin memleketinde hiç tanımadığım bir adamla evlenecekmişim." Elimdeki kaşığı tepsiye bırakırken büyük bir kahkaha atmıştım. Tam delirmenin eşiğindeydim artık. Bir adım sonrası tımarhaneydi. Gülnare ise dediğim her şeyi gözlerinden kayıp giden yaşlarla izliyordu. Çeşmeleri bozuk bir kız olduğunu zaten görür görmez anlamıştım da bu kadarı sinirime dokunuyordu artık. "Zühre... Bak ben..." "Sen Gülnare evet sen. Benden nasıl böyle bir fedakarlık bekliyorsunuz ki? Sen olsan yapar mıydın aynısını? Seni yıllardır kabul etmeyen bir aile için yapar mıydın bunu? Siz düpedüz benden intihar etmemi istiyorsunuz!" Ellerimle bağı çözülmüş saçlarımı karıştırıp eğilmiştim oturduğum koltukta öne doğru. Gözlerimi kapatıp derin nefesler almaya çalışıyordum bir yandan. Kulağıma Gülnare'nin bastıramadığı hıçkırıkları çalınıyordu. "Neredeler gidip konuşacağım. Ben kabul etmiyorum böyle bir şeyi. Bakma öyle abim ya da babam nerede söyle de gidip konuşacağım." Oturduğum yerde ayağa fırlayıp sabırsız gözlerle Gülnare'ye bakıyordum. Gözleri korkuyla titrerken o da benim gibi kalkmıştı ayağa. "Burada değiller ki. Bilmiyorum." "Eee? Nerdeler o zaman? Yahu bunlar beni bayılınca getirmedi mi buraya? Nereye gittiler? Nerede verilir bu hüküm dediğiniz şey?" Sanırım hüküm dedikleri şey için özel bir yer olması gerekiyordu. Ama ne yapayım daha önce hayatımda böyle saçmalık görmemiştim ki. Aynı bu kadar insanı bir arada görmediğim gibi. "Onlar getirmedi ki seni. Sabahki kavgadan sonra seni aramaya çıktılar ama dönmediler geri." "Nasıl yani?" "Seni buraya abim getirdi Zühre. Onun arabasının önünde bayılmışsın caddede koşarken." Hay ben böyle işin... Bir türlü sonuca ulaşamıyordum düştüğüm şu labirentte. İlla bir yerde duvara tosluyordum çok şükür. Kaderin güzel oyunları, hayatın çekmekten asla bıkmadığı 'Nahları' hazır olda bekliyorlardı yine. Ama sürprizler bitmiyordu bu konakta. Gürültü patırtı eksik olmuyordu. Aşağıdan yine bir bağırış sesi ve silah patlamaları duyuluyordu. İrkilip eğilirken korku dolu bakışlarımı Gülnare'ye çevirmiştim ama onun da kendine bile faydası yoktu. "Almaya geldiler beni Zühre! Korkuyorum!" Korkuyorsan kaçmasaydın diye cırlamamak için zor tutuyordum kendimi. "Ne yapabilirim? Dedim sana benden size fayda yok. Şu konuşmadan anlaşmalar bir sona ersin ben gideceğim. Kimse tutamaz beni!" Silah sesleri bir iki elden sonra kesilmişti çok şükür ama bağrışmalar devam ediyordu. "Vallahi yerine getirin töremizi!" Diye bağırmıştı biri aşağıdan. Sonrasında da onu destekleyen homurtular duyuluyordu. Adımlarımı pencereye yöneltip perdeyi var gücümle savurmuştum kenara. Bu yaptığım delilikti. Her an bir silah daha patlayabilir ve serseri kurşunlardan biri bana isabet edebilirdi. Ama umrumda değildi. Bunu düşünemiyordum da. Aşağıda biri babamın yakasını çekiştiriyordu. Bir başkasının elleri abimin yakasındaydı. "Hiii Zeynel!" Hemen dibimde biten Gülnare elleriyle ağzını kapatıp feryadını bastırmıştı. "Ben şimdi aşağı inip bu iş olmaz diyeceğim o kadar!" parmağımı bir çocuk azarlar gibi Gülnare'ye sallayıp kapıya dönmüştüm ki onun bağırmasıyla durmak zorunda kalmıştım. "Zühre DUR!" Gözleri bir pencereden dışarı bakıyor bir de benim gidip gitmediğimi kontrol ediyordu. Ve sonra ağzından beni dehşete düşüren o cümle dökülmüştü. "Ben.... Ben hamileyim...." 🌙 Bölüm Sonu Sizce ne olacak bundan sonra🙈 Zühre ne yapacak🙈 Dediği gibi bir yolunu bulup gidecek mi yoksa boyun mu eğecek🙈 Peki hikayede en çok merak ettiğiniz kişi kim🙈 Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın canlarım 💗 Satır aralarında buluşalım💕 Sizi seviyorum Allah'a emanet olun ❤ |
0% |