@seydnrgrsu
|
Merhaba hoşgeldiniz Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın canlarım. Lütfen emeğimin karşılığı için küçük yıldızı aydınlatmayı ve her satırıma iç dökmelerinizi eksik etmeyin Sizi seviyorum Allah'a emanet olun 🌙 "Ya berdel olacak ya da ölüm..." Göz kapaklarım benim aksime açılmamak için direniyor ama ben de onları açmak için inat ediyordum. Kafamın içinde sonsuz bir uğuldama vardı. Elimi güçlükle alnımda dolaştırıp kafamı iki yana sallayıp gözlerimi aralamak için son bir kez daha direnmiştim. Kafamdaki uğultu yavaş yavaş azalmanın aksine bana inat gittikçe artıyordu. Hem de başıma giren ağrıyla beraber. Göz kapaklarım açılmamak için direnirken etrafımdaki vızıltı şeklindeki sesler de ulaşıyordu kulağıma. Bi uyutmadınız aq dememek için kendimi tutarken sağ omzumdan hafifçe sarsılmam da "Noluyor ya" diye mırıldanmama sebep olmuştu. Sağ gözüm sol gözümden yaklaşık dört saniye önce açılmış tavandaki ışığın doğrudan yüzüme gelmesi yüzünden de kısılmak zorunda kalmıştı. "Zühre... Kendine geldi.. Uyandı..." Başımdaki ağırlık ve üzerimdeki mahmurlukla zor da olsa aralayıp tepemde bakan yüzleri gördükten sonra tekrar kapatmıştım gözlerimi acele bir şekilde. Sanki gözümü açmazsam içine düşeceğim gerçeklikle yüzleşmeyecektim. Sanki görüntüm siyah olursa bundan sonra 'kabus' diye nitelendireceğim şeyi yaşamayacaktım. Belki de az önce gördüklerim bir rüyaydı da 'oh uyandım bitti ' diyecektim ama hayatın bana hep çektiği 'Nah'lar burada da el sallamak üzereydi. Belki de bu sefer biraz erken çekmişti, ben fark edememiştim. "Zühre... Kızım... İyi misin?" Bu endişeli sesin sahibi teyzemdi. Arkasından adımın zikredilişleri bir koro halinde devam ediyordu. Mavi irislerimi aralayıp yattığım üç kişilik çekyatta doğrulurken gözlerim abimi aramıştı. Eğer onu görmezsem 'çok şükür kabusmuş' deyip rahat bir nefes alacaktım ama ondan önce gözüme tam karşımdaki tekli koltukta oturan kıvırcık saçlı kız takılmıştı. Gülnare... Adının aksine onunla tanıştığımız şu otuz yedi dakikanın içinde sadece ağlamıştı. Ve hala ağlıyordu. Bıkkınca nefesimi üflerken kafamın önüne sokulan tanıdık yüzler bir yandan halen beni sarsmaya devam ediyorlardı. "İyiyim..." Ellerimi önümde sallayıp kendime nefes alacak bir alan açarken bu sefer abim girmişti görüntüme. İşte rüya görmediğimin kanıtı abim. Ya da kabusa uyanmıştım. Yaşayacağım nice kabuslara. "Çok korktuk kızım. Düşünce kafanı da çarptın yere." Teyzem diyene kadar kafamın sol tarafındaki acıyı fark edememiştim o anda. O der demez elim istemsizce kafamın sol tarafına gitmiş, hafif şişliğe uyguladığım bilinçsiz baskı sonucu da ağzımdan küçük bir 'ah' kaçmıştı. "Ne oldu birden sana?" Bir eli cebinde duran abim tonunda endişe barındıran sesiyle sormuştu bunu. Gözlerindeki korkuyu görebilmiştim bir anlığına. Gerçekten endişelenmiş miydi benim için? Hadi be ordan... dememek için kendi kendimi zorlayıp dilimin ucuna gelen kelimeleri geri itelemiştim. Fazla heyecan ya da stres yaptığımda bayılmak gibi lanet bir özelliğim vardı. Onun dışında turp gibiydim maşallah. Ama şu an heyecanlı bir durumda değildim. Peki ya stres... Alasını yaşıyordum. Adımları hızlı atmış, teyzemi, Hamiş'i iteleyip çökmüştü üzerinde yattığım çekyatın önüne. Günce'nin diğer elimi tuttuğunu abim yanıma gelene kadar fark etmemiştim bile. Çünkü o gelince elimdeki sıkılık daha da artmıştı. "İyi misin? Doktora götüreyim seni." Duyduğum cümle gözlerimi devirmeme neden olmuştu. Madem doktora götürecektin ne diye uyanmamı bekledin, bayılır bayılmaz götürseydin ya! diye çemkirmemek için zorlamıştım kendimi. Zaten doktora götürülecek bir durum da değildi. Şey gibiydi benim için bu durum... Yanlışlıkla elini bir yere çarpmak gibi. Öyle umursanması gereken bir durum değildi yani. Elini alnıma uzatmasını şaşkınlıkla izlerken çekmiştim geri kendimi. Ne sanıyordu bu bayılmayı. Ateşim falan mı çıkacaktı bayılınca? Daha neler... "Oldu o zaman. Size müsaade." Dedim ellerimi birbirine yüksekçe çarpıp ayağa kalkarken. Yüzümdeki normallik Gülnare ve abimin gözlerinin şaşkınca açılıp birbirlerine bakmasına neden olmuştu. Ne vardı canım? O gayet rahat bir şekilde buraya, benim evime gelebiliyorsa ben de onu kibarca kovabilirdim. "Ben seni almaya geldim Zühre. Gideceksek de beraber gideceğiz Urfa'ya." çöktüğü yerden ayağa doğrulup ceketini düzeltişini izledim boş gözlerle. Teyzemin bana uzattığı su dolu bardağı geri itelerken kaşlarımı olabildiğince çatıp 'Şakana sıçayım' der gibi bakıyordum ona. Ama onun şaka yapar gibi bir hali yoktu. Birbirimize acayip benzesek de bir o kadar da farklıydık abimle. Bizi yan yana gören 'siz kardeşsiniz' deyip on saniye sonra 'yok siz kardeş değilsiniz' de diyebilirdi. Dıştan görünüşümüz böyleyken huylarımız ise 'siz aynı gezegeni bırak aynı galaksilere bile ait olamazsınız' diyordu. Belki bunda beraber büyümememizin belki de annelerimizin farklı oluşunun etkisi vardı. Bilemiyorum... Küçükken beni her görmeye gelişinde ilk bir saat nasıl birbirimize sarılıp hasret giderdiğimizi hatırladım bir anda. Beni görmeye geleceklerini bir iki gün önceden haber verirlerdi. Bende o gün sabahı sabah eder kah bahçe kapısının önünde kah pencerede gözlerdim yollarını. Evin bahçe kapısına uzanan taşlı dar yolu benim bekleme durağım halini alırdı o iki günde. Teyzem 'Kızım zaten yarından sonra gelecekler bekleme burada' dese de inadım tutar beklerdim bende. Sanki ben iki gün öncesinden oturup beklersem daha hızlı gelecekler sanırdım. Aynı evde bir abiyle nasıl yaşanır bilmezdim ama onu göremediğim günler içimdeki sıkışan şeyin 'Özlem' olduğunu öğrendim yıllar sonra. Hani böyle tam ciğerlerimin altına su baloncukları kaçmış gibi olurdu. Okulda ne zaman birileriyle kavga etsem -ki genellikle bu her gün demekti- 'Sizi abime söylerim!' diye tehdit ederdim. Sanki abim o kadar yolu bir anda ışınlanıp geliverecekti. Sahi ne güzel olurdu ışınlanma bulunmuş olsaydı... Ama büyüdükçe yılların bana adil davranmadığı kanaatine daha çok inanmaya başladım. Sanki hayat herkese 'çok' bana 'yok' diyordu. Sanki upuzun bir lokma hayrının kuyruğunda son sıradaydım da bana gelince 'maalesef kalmadı' diyordu herkes. Hayat bana annem konusunda adil davranmamıştı en baştan diğer konularda adil davransa ne olacaktı. O yüzden başlarda ciğerimi sıkıştıran bu özlem duygusu yerini önce öfkeye sonra da umursamazlığa bırakmıştı. Evet başlarda öfkelenmiştim çünkü herkesin ailesi yanındayken benimkiler yoktu. Ve evet umursamamaya başlamıştım çünkü elimden bir şey gelmiyordu. Bu yüzden de abime duyduğum özlem yerini yavaş yavaş umursamazlığa bırakmıştı. Aynı onların yaptığı gibi... Her hafta sonu yanıma gelmeleri önce on günde bire sonra da iki haftada bire çıkmıştı. Abim işleri bahane ediyordu. Şirket yönetmek gibi büyük bir sorumluluk yüklenmişti çünkü kendisine. Babam mı? O daha çok aile ilişkilerini bahane ediyordu ama hakkını yemeyeyim iki günde bir aramaya devam ediyor. Ne yapalım payımıza bu düşmüş deyip susuyoruz bizde. Gerçi susma kısmına pek inanmasanız da olur... "Zühre... Bak...Hayatımız söz konusu. Gülnare ve benim hayatım söz konusu..." Gözlerinde gördüğüm şey çaresizlik gibi gelmişti ilk başta bana. Sesinin tonundaki titreme, söylerken alıp verdiği nefesler, yutkunması... O kıza bakarken tüm kalbiyle baktığını görebilmiştim şu kısacık dakikalar arasında. Hayatımız diyordu. Kendinden önce Gülnare'nin hayatından bahsediyordu. Ben ne mi yaptım bu dediği karşısında? Çünkü dakikalardır herkesin gözü benim üzerimde, vereceğim tepkiyi bekliyorlardı. Sustum.. Öylece sustum... Beni bilen anında ortalığımı birbirine katacağımdan şüphe etmezdi 'NE SAÇMALIYORSUN SEN!' diye ikisini birden kovacağımı iyi bilirlerdi. Ama ben sustum.. Öylece sustum. "Zeynel saçmalama! Hadi gidin siz! Çok uzadı bu mevzu. Hadi ablacım hadi." Teyzem abimi kolundan tutmuş çekiştirirken abim gözlerini çekmiyordu halen benden. Sanırım kafamda ihtimalleri analiz falan ettiğimi düşünüyordu ama ben bunların hiçbirini düşünmüyordum. Ne sanıyordu öylece 'evet' falan mı diyeceğimi? "Zühre... Abicim..." Son bir kez daha vicdanımı sorguluyordu işte. Yine aynı şeyi yapıyordu. Ben yaptıklarını, kız kaçırmasını ya da böyle saçma bir şeyle karşıma dikilmesini umursamıyordum elbette. Ben beni bu kadar düşünmeyişine takılı kalmıştım. Zaten yıllardır umursanmıyordum... Yıllardır kardeşi değil de 'Sırrı' değil miydim? Bana da en çok koyan buydu zaten. Yıllardır gereken fedakarlıktan daha fazlasını yapmıştım ben ona... Hem ona hem de ailesine. "Git buradan abi! Buna evet demek yerine gider kendimi çatıdan atarım daha iyi! Sen aklını kaybettin herhalde!" Ses tonum kendime göre gayet sinirli bir tonda çıkarken boğazımdan bir titreme eşlik etmişti buna. Ne yani abime mi kırılmıştım? Daha neler Zühre? "Bak dinle lütfen... Gülnare'nin hayatı söz konusu, benim hayatım sö-" "Hayatınız söz konusu öyle mi?" Deminden beri nihayet dikildiğim yerden ayaklanıp ileri doğru atılmıştım. Nasıl yaptığımı bende bilmiyorum ama abimin kolunu bir hamlede kavrayıp kapıya doğru sürüklemeye başlamıştım onu. Ya da çalışmıştım diyelim. "Hadi size hayatınızda bol bol başarılar! Hadi yolunuz açık olsun!" Kapıya daha ulaşamadan durmuştuk elbette. Durdurmuştu abim. Ama yüzü sinirli falan da değildi. Aksine kendini anlatmaya çalışır gibi bir hali. Ne yazık ki bugün dram günümde değildim ve o yüzden dinlemeye de hiç niyetim yoktu. Hemen dibimizde biten diğerleri ise bizi ayırmaya çalışıyorlardı. Teyzem bir kolumdan Günce bir kolumdan çekiştirmişti. Geldiğinden beri ağlayan Gülnare ise ağlamasına bir son verip abimi çekiştiriyordu. Ona da içimden 'nihayet be kızım' dedim. "Zeynel abi bırak kızı! Anne sen tut Zühre'yi ben polisi arayacağım." "Sakın! Hayır sakın!" Ne ara Gülnare'nin ellerinden kurtuldu anlayamadık ama abim Günce daha iki adım atmadan çekmişti kolundan geri. Tabi Günce çığlık çığlığa... "Hamişşş! Polisi ara hemen!" "Sakın kimse kimseyi aramıyor! Sakın dedim!" Bir anlığına her şey durmuş gibi olmuştu ama tabi ki Hamiş onu dinlememişti. Ne sanıyordu abim kendini? Burası ilkokul da kavgayı ayırmaya gelen nöbetçi öğretmen falan mı? Çünkü biz bize bağırılmasından pek hoşlanmazdık da... Hele ki ben. "ZÜHRE! YETER! Ben buraya sana yalvarmaya gelmedim! Senin fikrini de almaya gelmedim! GİDİYORUZ!" Sözün bittiği yer burası mıydı yoksa başladığı yer miydi? Emin olamıyordum. Eğer söz bittiyse de iyi değildi yoksa başladıysa da... Ama emin olduğum bir şey vardı. Bugünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı... 🌙 Yol uzun, yolculuk zahmetliydi. Hava sıcak, güneş de kavuruyordu. Ama bunların hiçbiri umrumda değildi. Ne uzun yolculuk takılıyordu kafama ne de sıcak yaz güneşi. Aklım karmakarışık bir vaziyetteydi. Yola çıktığımızdan beri hangisini hangi sıra ile düşüneceğimi bilemiyordum. Ben düz bir insandım. Hem de dümdüz. Her şeyi ince ayrıntısına kadar düşünemezdim. Beceremezdim bir kere. Küçük ayrıntılara bakayım derken kaçırırdım büyük resmi. Ya da takılıp düşerdim. Ben buydum. Dünden kalan hesapları yapamazdım. İnsanların yıllar önce dediğini kafamda kurup duramazdım. Sabah kalkar ve nasıl yaşamam gerekiyorsa öyle yaşar giderdim ben. Birden fazla insanı düşünemezdim aynı anda. Birden fazla şeye kafa yoramazdım. Kafam basmazdı bir kere. "Zühre..." Elim yanağımda başım deminden beri hafif hafif sarsılan cama yaslı bir şekildeyken dizim hafifçe dürtülmüştü. Deminden beri neyi hangi sıra ile düşüneceğimi hesaplıyordum. Yani daha pek bir şey düşünememiştim. Gerçi yaklaşık beş saat ediyordu demin dediğim ama... Baygın bakışlarımı abime çevirmiştim. Hemen karşımdaki koltukta bana doğru hafifçe eğilmiş bir şekilde oturuyordu. Eli halen dizimi dürterken aynı umursamazlıkla bakışlarımı tekrar boş arazilerin olduğu yolun kenarına çevirmiştim. Ara sıra bu arazilerin ortasındaki evlerin rengine bakıyordum. Allah'tan buraları müteahhitler ya keşfetmemişti ya da ev sahipleri vermemişti arsalarını. Yoksa kesin buralara da binaları dikerlerdi. Şu an kafam sebze çorbasından hallice olduğundan düşünmem gereken şeyin bu olduğuna kanaat getirmiştim. Ama abim bir kez daha dürtmüştü dizimi. "Zühre... Duymuyor musun beni?" Yoo gayet de duyuyordum ama biz buna duymamazlıktan gelme diyorduk literatürde. Ya da 'Seni insan yerine koymuyorum' da olabilir. Bilemiyorum. "Geldik sayılır." O da benim tavrımı anlamış olacak ki kendince daha fazla bana duyurmaya çalışmak için uğraşmak yerine söyleyivermişti. Sıkıntılı bir nefes verip geri yaslanışını izliyordum ona fark ettirmemeye çalışarak. Aslında korktuğunu hissedebiliyordum. Çünkü evden çıkarken ki haliyle şu andaki hali arasında dağlar vardı. Sanki darağacına yaklaşıyor gibiydik git gide. O beni eve geri götürüp kaçırdığı kızın -ki bu saatlerce ağlamış olan kız oluyor- ailesine teslim ettiğinde her şeyin düzeleceğini kuruyordu kafasında. Ama bu yüzde elli ihtimaldi. 'ölüm' dediği diğer bir ihtimal daha vardı. Oysa beni eve almaya geldiğinde kendinden öyle emin görünüyordu ki. Darağacına yaklaştıkça diğer ihtimali de düşünüyor olmalıydı. Ya ben ne yapacaktım? Bunca yıl sonra 'Zühre Hanoğlu' olup Evet oğlunuzun yani abimin yaptığı kız kaçırma aptallığını düzeltmek için beni bir yem olarak kullanabilirsiniz mi diyecektim? Ya da Mirası bölmeye geldim mi deseydim? Ne büyük şok olurdu ha. Gerçi abimin belinde gördüğüm silahtan onlarda da varsa gerisini düşünmek dahi istemiyordum. Kendimi yaslandığım camdan çekip uyuşan bacaklarımı öne doğru uzatıp kollarımı da açıp gerinmiştim. Yaklaşık beş saattir yoldaydık ve biz bir kere mola vermiştik. Otobüsle geliyor olsaydık bile en az iki kere mola verirdik. Demek ki zenginlik böyle bir şeydi. Tasarruf etmenin yollarını kullanıyorlar ve zengin oluyorlardı. Oysa ben birikim yapmayı hayatta beceremezdim. Elimde avucumda ne varsa harcar geçerdim. Ama onlar zengindi. Dolaylı olarak da pintilerdi. Ama başka bir dolaylı olarak da ben de onların kızıydım ve diğer dolaylı olarak da ben de zengin olmalıydım. Ama ben ne zengindim ne de pintiydim. Ben bendim işte. Madem bu kadar yol gelecektik insan bir kek falan ikram ederdi. Ne biçim hizmetti bu böyle? Ama sonra yolum tekrar zenginliğe ve pintiliğe çıkınca kafamdaki konuşanı susturup karşımda oturanlara bakmaya başlamıştım. Gülnare artık ağlamıyordu çok şükür ama gözlerindeki korku görülüyordu açıkça. Deminden beri bir tırnaklarını yiyor bir parmaklarını kütletiyordu. Madem bu kadar korkuyordu ne diye kaçmıştı ki? Bu devirde kaçmak neydi? Madem korkması gerekiyordu niye bunu akıl edememişti kaçmadan? Ayrıca neyine güvenmişti? Madem ailelerinin verecekleri kararı biliyorlardı o zaman ne diye böyle bir işe kalkışmışlardı? Hadi kalkışmışlardı da sonunda yakalanacaklarını niye hesaba katmamışlardı? Ve ben niye bu kadar çok soru soruyordum? "Abimi seviyor musun gerçekten?" Sence sevmese kaçma gibi bir eylemi gerçekleştirir mi Zühre? İri ela gözleri beni bulduğunda harelerindeki korku bir anlığına kaybolmuş gibiydi. Başını hafifçe sağına çevirip sorduğum sorudan ötürü kendisine bakan abime bakmaya başlamıştı. Benimki de soruydu işte. Seviyordu besbelli. Ben bu tür sevmeyi pek bilmiyordum. Ağaçları severdim, kuşları severdim, börtü böceği severdim, bana bizim çarşıda halimi hatrımı soran teyzeleri severdim, evin sokağında oyunlarına katıldığım küçük çocukları severdim, dalından topladığım dutları severdim ama karşı cinsten birini bu şekilde sevmeyi bilmiyordum. Şimdiye kadar 'Aşk' diye uydurdukları şey her neyse daha bana uğramamıştı ya da beni es geçmişti. Çünkü benim durağım başka şeylerle doluydu. Ben severdim sadece. Her şeyi, herkesi ama bir insanı bu türlü sevmenin ne demek olduğunu bilmediğimden sanırım bu soruya benim cevabım Gülnare'nin gözlerinde gördüğüm şey olurdu. Çünkü ela gözleri parlamaya başlamıştı. Abime bakarken. "E-evet." Sesi pürüzlü çıkarken bunu uzun zamandır konuşmamasına ve çok ağlamasına yormuştum. Yoksa sesi abime bakarken niye titresindi ki. Abim de uzanıp onun elini kendi elinin içine almış ve minik bir buse kondurmuştu. Demek ki pembe diziler hayatta yaşanan şeylerden esinlenerek yapılıyordu çünkü şu an karşımda teyzemin izlediği pembe dizilerden bir sahne duruyor gibiydi. "Abim de seni seviyor işte. Ne diye kaçtığınızı anlayamıyorum ama ben. Madem seviyorsunuz ne diye kaçtınız ki? Git işte iste kızı ailesinden." Sanırım dünden beri yaşadığım, hayatımda büyük bir deprem etkisi yaratan olaya kendimce basit bir çözüm uyduruyordum. Ama öyle değil miydi? Benim bildiğim kız ve oğlan birbirini severdi, aileler tanışır tamam derdi. Kız istenirdi adet gereği, sonra nişan düğün falan işte. Bana göre bunlar hep masraftı. Sade bir nikah yetmez miydi? Davulcusuna ayrı zurnacısına ayrı, yol kesenine ayrı para vermek de neyin nesiydi? Sahi ben nereden biliyordum bu kadar geleneği? "Vermeyeceklerdi beni ona. O yüzden." Vermek ve almak neydi ya? Sevdilerse tamam değil miydi bu iş? "Seni vermediler diye bana iş çıkardınız siz de öyle mi? Sahi hanginizin aklına geldi 'Zühre'yi verip Gülnare'yi alalım' demek? Kimin fikriydi? Tahmin edeyim senin değil mi?" Gözlerimi hafiften kısıp parmağımı abime çevirmiştim. Söz sırası falan da vermeyecektim ayrıca. Yaklaşık beş saattir susmuştum. Kafamdaki karmaşadan kurtulmam gerekiyordu. Yoksa birine dolanıp yuvarlanıp gidecektim. "Hadi her şeyi geçtim. Bak her şeyi. Geçtim gittim yani. Ama siz beni yıllardır YOK SAYDINIZ!" Son kelimeyi özellikle vurgulamıştım. Şimdi mavi irislerim olabildiğince sinirli bir şekilde bakıyordu ikisine bir. "Yok saymadık Zühre. Öyle bir şey olmadı." Abim gözlerini kapatıp derin bir nefes alırken sanki bu dediğime kızmak zorundaymış gibi duruyordu. En azından ben böyle yorumluyordum. "Yok saymadınız? Yok saymadınız öyle mi? Yirmi üç yıldır başka bir şehirde 'yok saydığınız' biri oldum ama işiniz düşünce mi yok saymadığınız oldum? Pardon benim aklım çetrefilli şeylere pek çalışmıyor maalesef! Söz konusu senin hayatın olunca mı aklınıza geldim? Bak kızım senin yerinde olsam sevmezdim bu adamı! Kendi öz kardeşine acımayan sana mı acıyacak! Ah pardon kardeş dedim ama alınmadın inşallah." Bir Gülnare'ye bir abime saldırıyordum şimdi. Dünden beri yaşadıklarım sakin kalabileceğim şeyler değildi. Önce evime gelip gidiyoruz demişti, sonra da beni kendi canı için hiç tanımadığım bir adamla evlendirmekten bahsediyordu. Ve bunların hepsi benim isteğim dışında zorla gerçekleşiyordu. "Zühre!" Diyecek bir şey bulamadığını ben de biliyordum. İkisinin de bana söyleyebilecek bir şeyleri yoktu. Olamazdı da. Hakları yoktu bir kere. "Zeynel... Bağırma kıza. O da haklı kendince." Abimin bana doğru hışımla eğilmesini kendi elleriyle durdurmuştu Gülnare. Gözlerindeki korkuyu tekrar görebiliyordum. "Kendimce değil. HAKLIYIM zaten. Madem haklı olduğumu düşünecek kadar aklın vardı o zaman ne diye kaçtın ki bununla!" Cümledeki 'bu' abim oluyordu. "Zühre! Yeter!" Alev fışkıran gözleri benim alev fışkıran gözlerimdeyken içinde oturduğumuz siyah minibüs durmuş kapısı yavaşça açılmıştı. Kendi hararetimizden fark edememiştim bile durduğumuzu. Dışarıdan gelen sesler başımı o yöne doğru çevirmemi sağlarken görüş alanımda bir kanadı açık büyük kahverengi bir kapı duruyordu. Abim hepimizden önce davranıp minibüsten inmiş, kendi ardından ayaklanan Gülnare'nin de elinden tutup indirmişti. Ben oturabilirdim burada. Hiç çıkmayabilirdim. Kollarımı göğsümde kavuşturup yaslamıştım sırtımı geriye doğru. Abim ve Gülnare odaklarına bana çevirmişler inmem için bekliyorlardı. Beni geri götürse olmuyor muydu bu minibüs? "Zühre... Hadi abicim.." Minibüsün kapısına yaklaşan abim inmem için bekliyordu ama benim tek yaptığım ona kaşlarımı çatmak olmuştu. İnemeyecektim. Eğer bu minibüs şahsa ait olmasaydı 'Kaptan devam et' diye bağıracaktım. "Zühre... Geldik... Hadi..." Eğer şimdi bu kapıdan inip abimin peşinden gidersem kaderime boyun mu eğmiş olacaktım? Ama inmezsem de beni zorla indirirlerdi. Sonuçta zorla bindirmişlerdi. Yaparlardı. Hem ben tek başıma nasıl karşı koyardım bu kadar insana? Oflayarak yerimden ağır hareketlerle doğrulmuş aynı yavaşlıkta minibüsün açık kapısına ilerlemiştim. Sanki yavaş davranırsam her şey o kadar iyi olacak gibiydi. Ama bu saatten sonra iyi bir şeyin olmayacağına kalıbımı basardım. Abimin bana uzattığı eli es geçip atlayarak inmiştim. Ellerimle kot pantolonumu silkeleyip sanki üzerinde var olan tozları uzaklaştırmıştım. Abimin eli sırtıma yerleşirken kendimi geri çekmek istemiştim ama hangi yöne gideceğimi bilmediğimden onun yönlendirmesine izin vermek zorundaydım. O, beni büyük kahverengi kapıya yürütürken hemen yanındaki Gülnare'nin elini de sıkı sıkı tutuyordu. Onların benden bir iki adım önde gitmesine izin verip durmuştum olduğum yerde. Kocaman kahverengi kapı büyük bir bahçeye açılıyordu. Taş döşeli yol bahçenin tam ortasından ilerleyip büyük üç katlı bir eve ulaşıyordu. Bizim evimiz iki katlı küçük bir yapıyken bu gördüğüm ev bizim evin üç dört katı falandı. Şu an beynim çorba kıvamında olduğundan bunu da pek hesaplayamıyordum ya. Ama sanırım 'konak' dedikleri şey bu karşımda gördüğüm görkemli yapıydı. Ben hayatımda hiç konak görmemiştim. Belki de o yüzden bu kadar büyük bir ev gördüğümden buna konak deme ihtiyacı hissetmiştim. Büyük kahverengi kapının üzerinde el oyması olduğunu tahmin ettiğim bir plakanın üzerinde 'HANOĞLU KONAĞI' yazıyordu. Bu da konak tasvirimi tasvirlikten çıkarıp somut bir hale getiriyordu. Hanoğlu konağı... Yıllardır sorduklarında söylediğim, belgelere yazmak zorunda kaldığım, imzamda bile kullanmadığım soyadımı karşımda görünce bir tuhaf hissetmiştim. Böyle görkemli bir yere ait değildim. Olamazdım. Abimler çoktan adımlarını atmışlardı kapıdan içeri. Eli sımsıkı Gülnare'nin elini tutarken arkasına dönüp bana bakmıştı geliyor muyum diye. Onu yarı yolda bırakacağımdan endişeleniyordu. Haklıydı da. Ben olsam ben de endişelenirdim. Onların kapıya yaklaşmalarında bile hemen kapının önünde dikilen adamlar önlerini iliklemişlerdi. Saygı gösteriyorlardı abime kendilerince. Ya da böyle yapmaları gerekiyordu. Korumalığın birinci vazifesi buydu belki. Ben nerden bileyim canım? Hiç koruma görmedim ki daha önce... Sonuçtan ölümden kaçamazdı insan. Hayatın kendine oynayacağı şeyden de. Ben belki buradan kaçabilirdim ama saniyesinde yakalanırdım muhtemelen. Oysa altın kural 'bir serçe kuşu asla yakalanmaz' değil miydi? Ama Serçe Kuşu daha önce bu kadar adamı bir arada görmemişti ki. Bu kadar insanın arasından kaçma ihtiyacı hissetmemişti ki. Kaçmaya kalksa kırarlar mıydı kanadını? Kanadı kırılırsa yaşar mıydı Serçe Kuşları... İçimden 'Ya Allah' deyip açık kapının eşiğinden adımımı atmıştım içeri. Kaçmayacaktım. En azından şimdilik. Bütün gözlerin abim ve Gülnare'nin üzerinde olduğunu görebiliyordum. Kendilerine doğru gelen kalabalığı görebiliyordum. Sahi bu kadar insanın ne işi vardı burada? Bu kadar kalabalıklar mıydı gerçekten? Kim kimin dayısı kim kimin amcasıydı burada? Yenge kimdi, elti neydi? Kuzen ne demekti, bacanak var mıydı, enişte bayramlarda mı gelirdi sadece ve bayram olmadan da öper miydi? Benim beynim niye bunlarla meşgul ediyordu ki kendini? Benim bildiğim tek aile kavramı teyzem, Günce ve Hamiş'ti. Dahası fazlaydı. Beynimde fazlalığa yer açamazdım. Ve benim beynim çabuk sulanırdı. Sulu çorba sevmezdim. Her şey kıvamında iyiydi. Sanırım acıkmıştım. Bir mercimek çorbası olsa iyi giderdi. Ama sulandırılmadan lütfen. Kocaman avluda tek başıma gibi hissediyordum kendimi. Önümdeki kalabalık abimlerin etrafında bir çember oluşturmuşken bu bunaltıya gelemeyeceğimi düşünüyordum. "Eyvahlar olsun" diyordu biri. "Sahiden kaçırmış kızı" demişti bir başkası. Kaçırmıştı işte. Sahideni mi kalmıştı bu işin. Gerçekten eyvahlar mı olacaktı bize? Bana olan olmuştu zaten. Kalabalık çember bir anda açılıp içinden bana doğru gelen bir adam belirmişti. Bu avluda abimden sonra aşina olduğum bir başka yüz. Kan bağımın olduğu bir başka kişi. Dünyaya gelmeme vesile olan ve bundan ötürü minnet duyamadığım kişi. Babam... "Zühre..." Ses tonundaki titreme, gözlerindeki endişe ve açık kollarıyla bana doğru ilerlerken bana doğru bu gelişi küçüklüğümü canlandırmıştı bir anda gözümün önünde. Gerçi beni her görmeye gelişinde hep böyle oluyordu ya. Gözlerim dolmamalıydı. Şu an ağlamamalıydım. Beynimdeki sululuğu gözlerimden boşaltmamalıydım. Onu özlemiş olamazdım. Ama özlemiştim. Günlerdir görmediğim, sanki açık ceza evine beni ziyarete geliyormuş gibi iki haftada bir güncük görmemden dolayı onu özlemiş olamazdım. Bana dolanan kollarını geri itmeliydim. Beni sarmalayan bedeni geri itmeliydim. Ama yapamamıştım. Bende güçsüzce sarmıştım ona kollarımı. O beni yüreğine sokmak istercesine sararken ben öylece dolamıştım kollarımı. Halbuki ne de çok sinirliydim ona gelmeden önce. Bütün suçu ona yüklüyor, her şeyin sebebi olarak onu görüyordum. Beni nasıl kendinden bu kadar uzak tutmasına kızıyordum. Beni ailesine kabul etmemesinden ötürü kızıyordum ona. Beni yok saymasına kızıyordum. "Kızım..." Elleriyle yüzümü kavrarken dolu dolu olan gözlerini dikmişti mavi gözlerime. Onun gözleri kahverengiydi. Ama ışıl ışıl bakardı. Onun gözlerine bakmayı hep sevmiştim. Onun gözlerine her baktığımda içime dolan sıcaklığı sevmiştim. Aynı şimdi tekrar doluyordu o sıcaklık içime. O da benim gözlerimi sever 'Güzel gözlü kızım' diye hitap ederdi bana. Belki de bunu annemin gözlerinin aynısı olduğundan söylüyordu bilemiyorum. Ellerini yüzümden çekerken bir adım geri atmıştım. Bir şey demem gerekiyor muydu bilmiyorum ama ben oluşan sessizliği hiç sevmemiştim. Bütün gözlerin üzerime çevrili olmasını hiç sevmemiştim. Herkesin susup da bize bakıyor olmasını sevmemiştim. Zaten bu sessizlik de öyle çok uzun sürmemişti nihayetinde. Fısıldaşmalar başlamıştı bile. Biz babamla öylece dolu dolu olan gözlerimizle bakışırken bir kadın yaklaşıp almıştı elimi kendi elleri içine. Kimdi, niye elimi tutmuştu bilmiyorum ama çekmek istemiştim elimi. "Kızım... Çekinme. Ben halanım senin. Adım Cevriye. Babanın kardeşiyim." Gülümseyerek bana bakan kadına ne demeliydim bilmiyordum o yüzden şaşkınca babama bakmıştım. Kadına gülümsemeli miydim? Sona bir başka kadının daha yanıma gelmesiyle diğer elim de gitmişti. "Bende yengenim kızım. Küçük amcanın karısı. Adım Gülizar." Ve sonra bana doğru ilerleyen bir başka kişi daha. 🌙 Oturduğum ikili koltukta bana doğru bakan bakışları yok saymaya çalışıyordum ama yok sayılacak gibi değildi ki. Maşallah futbol takımı değil tribün buradaydı. O onun halası bu bunun yengesi şu amcasının kuzeni... Ohooo ben bu kadar şeyi tutamazdım ki aklımda. Cevriyeler, Gülizarlar, Halimeler, Ayşeler, Fatmalar, çifte telliler.... "Karnın aç mı?" Hemen sol tarafımdaki siyah tülbentli kadın bana doğru eğilmiş gülümsüyordu. Adı Halime miydi Salime miydi hatırlayamamıştım. Ama açtım. Deli gibi hem de. Evet açım desem ayıp olur muydu? Açlığın ne ayıbı olacaktı ki? Ama sadece gülümsemekle yetinmiştim. "Su ister misin?" Bu soru da sağ tarafımdan gelmişti. Yeşil tülbentli bu kadının da adını hatırlamıyordum. Amcasının halasının dayısının görümcesi miydi acaba? "Yorgun musun?" Sol çaprazdaki kadına dönmüştüm şimdi de. Onu da bilmiyordum. Avluda görüp görmediğimden emin bile değildim. Kafamı iki yanıma sallarken gülümsemek için uğraşmıştım. "Tamam hanımlar. Çıkın haydi siz. Yalnız bırakın bizi." Babamın onları kibarca kovmasından sonra odada sadece ben ve o kalmıştık. Aslında ben de kalkıp gitme niyetindeydim de nereye gidecektim ki? "Zührem. Güzel gözlü kızım..." Bir eli yanağıma giderken dolu dolu olan bakışlarını benim gözlerime çevirmişti. Ben onun aksine boş bakıyordum ona. Aslında sinirlenmem gerekiyordu. Ona doğru bağırıp çağırmam gerekiyordu. Bu kadar sakin kalmamalıydım. Bu kadar sakin olmak tersti bir kere benim bünyeme. Hele ki böyle bir durumda... Ama diyecek bir kelime bulamıyordum. Ne kızabiliyordum tam şu an ne de başka bir şey. "Ben... Nasıl desem..." O da ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Zaten bu durumda da ne denirdi ki? Yıllardır herkesten sakladığı kızı bir anda belirivermişti karşısında. Benden bu zamana kadar haberi olmayan bunca insanın hayatının belki de tam ortasına düşüvermiştim. Bu zaman dediğim de tam yirmi üç yıl dört ay ediyordu ya. "Diyecek neyin var ki? Sen de haklısın böyle bir durumda ne diyebilir ki insan. Bak mesela ben de bulamıyorum halimizi anlatacak bir kelime. Sen yıllardır beni gizli saklı görmeye gel ama söz konusu oğlunun hayatı olunca kızın oluvereyim. Ne tuhaf değil mi? İnsan bir şey diyemiyor işte. Kafam basmıyor bu işin matematiğine." "Kızım... İnan benim haberim yoktu. Ben ben..." Gözleri telaşla yerde dolaşırken elini dizimin üzerine koymuştu. Ben de çenemi hafifçe yukarı kaldırıp odanın içinde dolaştırıyordum gözlerimi. "İlginç. Haberinin olmaması yani. Sen beni bunca yıl kimseye belli etmeden sakla, yıllarca oğlunca gizli saklı görmeye gel ama Allah'ın işine bak ki söz konusu oğlunun hayatı olunca ben ortaya çıkıvereyim. Ve senin bundan haberin olmasın öyle mi? Sen bu ağalık mıdır her neyse onun davası için gizlemedin mi? Hani ben yıllar önce yediğim bir haltım ya. Onu ört bas etmek için çabalıyorsun ya sen de. Hani bu ağalık mıdır nedir çok önemli bir şey ya. Ne bileyim sen söyle haberin olması gerekmez miydi işte?" Tek nefeste içimde ne var ne yok boşaltırken babam biraz şaşkın biraz da kırılmış bir biçimde bakıyordu. Ama umrumda bile değildi. Dediğim her şeyin her kelimesinde haklıydım. Eğer o 'ağalık' dediği şey için benden vazgeçebildiyse bunu kullanıp benim hayatımı mahvetmemeliydi böyle. "Zühre..." Titreyen sesindeki mahcupluğu hissedebiliyordum. Ama mahcup olması gereken zamanları çoktan geçmiştik bile. Yirmi üç yıl önce yapması gereken hiçbir şeyi yapmamıştı. Şimdi mi gelmişti aklına mahcup olmak? Ben onun ağzından çıkacaklara tahammül edemeyecektim. O da benim yaralayan kelimelerime. Ama ben haklıydım işte haklıydım. Benim garezimin çoğu yaşayamadığım yıllaraydı. Bende bıraktığı boşluktaydı. Tam o sırada odanın el oyması işlemeli kapısı açılmış içeri orta boylu beli hafifçe kambur, elinde işlemeli siyah bir baston tutan yetmişli yaşlarında bir kadın girmişti. Başındaki işlemeli beyaz tülbenti yakasına özenle tutturulmuştu. Yüzündeki ifade okuyamadığım cinstendi. Onun odaya girmesiyle babam ayağa kalkmış, ellerini önünde kavuşturmuştu. Ben şaşkınca gözlerimi kırpıştırıp neden ayağa kalktığına bakıyordum babamın. Bende mi kalkmalıydım? Ama kalkmadım. "Demek yıllardır bizden sakladığın torunum budur ha?" Sesindeki tonlamayla neyi kastediyordu anlayamamıştım ama içim ürpermişti desem yeriydi. Babamınki ışıl ışıl bakan kahve gözleri benim gözlerime kilitlenmiş, kaşları ise çatık bir haldeydi. O bana baktıkça ayağa kalkma ihtiyacı hissedip yavaşça kalkmıştım. "Evet ana. Kızım Zühre." "Zühre... Demek adın Zühre?" Yani yirmi üç yıldır böyle seslenirdi herkes bana. Herkes böyle dediğinden Zühre olmalıydı adım. Kafamı salladım sadece. Baston tutmayan elini kaldırıp kendine doğru gelmemi işaret etmişti. Kesin bastonundan kılıç falan çıkacaktı ve niye miras bölünsün ki diye beni bölecekti. Zaten kalabalıklardı. Bu kadar insanın payını azaltmaya ne gerek vardı? Yaklaştım ona doğru. Suratındaki ciddi ifade beni bunu yapmaya zorlamıştı. Üç beş adımda yanına ulaştığımda öylece durmuştum önünde. Kahve ışıl ışıl gözleriyle beni baştan aşağı süzüp elini yanağıma koymuştu. Onun teni benden biraz daha sıcaktı sanırım ya da benim kanım çekilmiş olmalıydı. "Emin misin bunun senin kızın olduğuna Cahit?" Yok ebesinin şeyiydi artık. Bir aile dramını daha kaldıramayacaktım. Yoksa bir sonraki durağım Müge Anlı olacaktı. Lütfen benim gerçek ailemi bulun diye. "E-E-Evet... Zühre benim kızım ana." Babam tereddüt mü etmişti bana mı öyle gelmişti? İnşallah bana öyle gelmişti. "Ay gibi maşallah. Hiç çekmemiş sana. İyi ki de çekmemiş. Sana çekse böyle güzel olur muydu hiç? Hele gözlerine bak. Maşallah..." Aldığım en değişik iltifat olmuştu bu. Az kalsın inecekti kalbime çünkü. "Evine hoş gelmişsin kızım." Elini yanağımdan çekip gözlerimin önüne kaldırmıştı. Elinin üstü bana doğru bakarken ne yapmam lazımdı ki? Hem niye böyle bir şey yapmıştı? "Öpsene kızım. Nenenim ben senin." "Haa.." Bir anlık afallamayla ne yapacağımı şaşırmış önümdeki elle bakışmıştım. Ama nenem olduğunu öğrendiğim kişinin de elini öpmüştüm. Rahatlamalı mıydım ne yapmalıydım? Kadın bana bakarken hafifçe gülümsüyordu da aşağıdan duyulan iki el silah sesi kafamı ellerimin arasına almama neden olmuş yere çökmüştüm hışımla. Dışarıdan duyulan bağrışmalar kulağımda bir uğuldamaya dönmüştü silah sesinin yarattığı çınlamayla. "Hele şunların ettiklerine. Şu tüfeğimi alıp da ineyim aşağı. Vurdurtacaklar illa kendilerini." Önümdeki bastonun kapıya doğru ilerleyip çıktığını görmüştüm eğildiğim yerde. Sonra da yanımda beliren bir çift ayakkabı. "Sen kal burada kızım. Ben nenene bir bakayım. Bir delilik falan yapacak." Kafamı aşağı yukarı sallarken hızla yanımdan çıkan babamı da görmüştüm. Bu kadar çabuk mu almaya geleceklerdi ki abimin canını? Hani akşam demişti abim. Peki ben niye düşünüyordum bunu? Zamanın bir önemi mi vardı? Yerimden doğrulup pencereye kaldırmıştım korkuyla başımı. Gördüğüm manzarayla ağzım açılırken ben nereye düştüm böyle diyordum kendime. Çünkü az önce nenem olduğunu öğrendiğim yetmişlik kadın elindeki tüfeğini karşısındaki insanlara doğrultmuş yanındakiler de onu tutmaya çalışıyordu. Allah'ım nereye düştüm böyle? 🌙 Bölüm Sonu Nasıl buldunuz bölümü? Sizce Zühre ne yapacak bundan sonra? Sizce ne olacak? |
0% |