Yeni Üyelik
13.
Bölüm

Küçüktüm Ufacıktım

@seydnrgrsu

'KÜÇÜKTÜM UFACIKTIM'

 

İkiye On Kala- Koptu İpim Düşüyorum

 

 

 

 

 

 

Merhaba hoşgeldiniz 🌸🌸

 

Ayrıca aklımdayken şunu da diyeyim;

 

Ben Serçe Kuşu'nu geçen sene Haziran ayında yayımlamaya başladım. Bu demek oluyor ki daha önce Haziran ayından önce yazılmış bir kurgu. 2021'den bahsediyorum. Ama buna rağmen gelip TikTok'taki videolara bu olay şurada değil miydi diyenler oluyor. Dediğiniz kurguyu biliyorum ve Serçe Kuşu'ndan sonra yazıldığını da biliyorum.

 

Bir de karakter meselesi var. Yani ben karakterleri aklımızda kurguya dair bir şey canlansın diye seçiyorum. Benim yazdığım kurgumdaki karaktere bu model uymuş ve koymuşum. Gelip işte bu şu kurgudaki kişi değil mi demek ne kadar doğru. Aynı değil. Benim kurgumda Ali olan seninkinde Veli. Ne önemi var!!!

 

Cidden hem videolara hem de gelip yorumlara yazılınca bir miktar canım sıkılmadı değil. Biliyorsunuz ki kurguları okumadan bilemeyiz. Yani gelip 'aaa benim kurgumdaki karakter' denince pek hoşlanmıyorum, üzülüyorum. Aynı şey Elif için de geçerli. Vaktinizi aldım kusura bakmayın.

 

 

Hadi hep beraber satır aralarına. Uzun bir bölüm var. Her satırda konuşursak belki diğer bölüm daha hızlı bize ulaşır😉

 

 

 

 

 

"Zühre!"

 

Ilık bir rüzgar vardı o gece. Yıldızlar kararmış gökyüzüne serpiştirilmişti. Hepsini tane tane seçerken 'Küçük Ayı' takım yıldızını görmeye çalışıyordum. Babam öğretmişti geçen geldiğinde.

 

'Bak kızım bu Küçük Ayı, şu da Büyük Ayı. Şurada da Kutup Yıldızı var' Sıralamıştı her birini. O varken görebilmiştim ama şimdi yoklardı. Göremiyordum.

 

Ağustos ayı bitmiş, eylül yarısını çoktan bitirmiş o da gidiyordu ağustosun peşinden.

 

"Zühre!"

 

Bir yandan da dua ediyordum içimden 'İnşallah bir yıldız kayar' diye.

 

Buraya çıkalı tam yirmi dakika olmuştu ama ne yıldız kaymıştı ne de ben 'Küçük Ayı' takım yıldızını görebilmiştim.

 

"Zühre neredesin kız!"

 

İşaret parmağımı gökyüzüne kaldırıp hafifçe kıstım bakışlarımı. Daha net görebilmek için içine düştüğüm çabayı görmeniz lazımdı.

 

"Hele şunun çıktığı yere! Kız in çabuk oradan!" Bakışlarımı yavaşça aşağıda bağıran teyzem ve Hamiş'e çevirdim. Sonra kafamı hemen yukarı kaldırdım.

 

"Ne var teyze?" dedim normal bir şekilde. Aldığım cevap sinirli bir homurdanma ve bana dilenen akıl sağlığı olmuştu.

 

"Hele gecenin bu saati? Kız senin saatten haberin var mıdır?"

 

"Bilmem işim yok saatle." dedim omuz silkip. Benim işim o gece yıldızlarlaydı. Saat umurumda değildi. Yirmi üçüncü dakikada da göremiyordum yıldızları.

 

"Kızım tavuk gibi tünemişsin ağaç tepesine! İn şuradan gece gece iş çıkarma başımıza!"

 

"Tamam ineceğim ama gidin siz. Gelirim ben." Elimle onlara gitmelerini işaret ediyordum bir yandan. Bakışlarımı ise çevirmiyordum gökyüzünden.

 

"Ya bak getirtme beni oraya Zühre! İn kız aşağı!" Teyzemin sinirli bağırışı yankılanıp gitti bahçede.

 

"Tamam ineceğim. Siz gidin." dedim tekrardan ama gitmek yerine bana bağırmayı tercih ettiler.

 

"Kız kime diyorum ben! Bak getirtme beni yanına!"

 

"Teyze sanki gelebileceksin." dedim bıkkınca. "Tamam ben geleceğim ama işim var!"

 

"Ağaç tepesinde gecenin bu saatinde ne işin var acaba!" Bayık bakışlarım ona çevrildi. İşim önemliydi. Babamın öğrettiği 'Küçük Ayıyı' ve kayan bir yıldızı görmem o gece şarttı. 'Lütfen' diyordum bir yandan da içimden. Görebileyim...

 

Yirmi beşinci dakikada hala göremiyordum.

 

"Rahat bırakın beni!" Sesim en az onların ki kadar yüksek çıkmıştı.

 

"Hele dediğine!" dedi Hamiş. Kulaklarının arkasına kıstırdığı tülbentini düzeltti tekrardan. "Boşuna takmadılar mahallede buna bu ismi. Serçe Kuşu diye boşuna demiyorlar sana. Kızım adını bu kadar kabullendin de gece gece ağaç tepesine çıkman şart mı?"

 

"Ya gidin siz!"

 

"İn kız!" dedi teyzem bir kez daha yırtınırcasına bağırırken. Sesimiz müstakil evlerin olduğu küçük mahallemizde yankılanıp gitmişti. Karşıdaki ahşap iki katlı evde oturan Mustafa amca balkondan bizi izliyordu eşi Sümbül hanımla beraber. Bıyıkları en az burnu kadar uzundu ve her şeye karışabiliyordu.

 

"Gidin işte gidin!" dedim hırsla. Eğer bu kadar ısrarcı bir dilleri olmasa ve bana emir vererek konuşmasalardı muhtemelen sıkılıp inecektim zaten. Ama onlar bağırdı diye inada bindirmiştim bu durumu.

 

Onlar bağırıyorsa bende inmeyecektim aşağı. Kısasa kısastı yani.

 

"Kız seni evire çevire yolarım burada!" dedi ve ayağındaki terlik şap diye isabet etti bacağıma. Atmıştı şartellerim.

 

"İNMEYECEĞİM İŞTE İNMEYECEĞİM!"

 

"Bok mu var kız o ağaçta?"

 

"YILDIZLARI GÖRECEĞİM BEN TAMAM MI! BABAMIN ÖĞRETTİĞİ YILDIZLARI GÖRECEĞİM! KAYAN BİR YILDIZ GÖRECEĞİM Kİ ANNEME SÖYLEMEK İSTEDİKLERİMİ SÖYLEYEYİM! RAHAT BIRAKIN BENİ!"

 

Demin bana bağıran iki kadın birbirine bakıp susmuştu dut yemiş bülbül misali.

 

"Zühre'm..." dedi teyzem. Birkaç saniye önce bağıran kadının aksine yumuşacıktı sesi. "İn hadi güzelim aşağı. Buradan da görürüz yıldızları."

 

"Göremiyorum oradan! Görünmüyorlar! Yakın olamıyorum yıldızlara! Göremiyorum!"

 

"Ama düşeceksin kızım. İn aşağı. Gel buradan bakalım beraber."

 

"Göremiyorum işte! Görünmüyorlar bana! Ne babamın öğrettiği yıldızlar görünüyor ne de anneme haber göndereceğim bir yıldız kayıyor! Olmuyor işte olmuyor!"

 

Göz pınarlarımda sevmediğim o yanma baş göstermişti. Göz yaşlarım yine akamazken göz pınarlarım yanıyordu ha bire. Onlara da kızdım bir tur akmıyorlar diye.

 

Hırsla dut dalının yapraklarını kopardım iki elimle. Dengem bozulacak gibi olurken teyzem ve Hamiş korku dolu çığlıklar atıyordu aşağıda. Dallara saldırdım öfkem geçsin diye. Ellerimi vurdum sert kabuklu ağaca. Parmak uçlarım kanadı acı bir sızıyla.

 

Daha yaşım dokuzdu. On yaşıma girmeme ise sadece üç gün vardı.

 

"Olmuyor işte! Göremiyorum!"

 

Ne o üç gün çabuk geçecekti ne de ben o gece istediğim yıldızları görebilmiştim. O gece dirseklerim ve dizlerim kanamıştı bol bol. Ama canım yanmıyordu. Acı tenimde değildi. Ruhumdaydı. Ben onu o yaşımda anlatamıyordum kimseye. Çok sonra öğrenmiştim ruhumun acıdığını.

 

Halbuki ruhun canı mı vardı? Ruhun dizleri ve dirsekleri mi kanardı?

 

Benim ruhumun o gece kanamıştı. Ama o ağaçtan düşmemden değil, yıldızları göremeyişimden kanamıştı.

 

Yıldızları görememiştim o gece. Beklemiştim o yaşımdaki aklımla. Ama beklemeyi de adet edinmiştim kendime. Çünkü yıllarca babamı ve abimi beklemiştim ben bahçenin taşlı yolunda. Kah ağaç dalında kah soğuk demir kapının kıyısında.

 

Her bekleyişimde ya dizim kanamıştı ya da başka bir yerim.

 

Çoğu zaman kanayan dizlerime, parçalanan ellerime aldırmadan beklemeye devam etmiştim. Şimdi ettiğim gibi. Hep edeceğim gibi.

 

Beklemek kaderimdi belki. Alnıma bir şeyler yazılırken belki kalem tutukluk yapmıştı sürekli aynı kelimeyi yazmıştı belli mi olur? 'Beklemek'.

 

"Ne zaman uyanacak oğlum bir şey desene!" dedi ağlamaklı tondaki endişeli ses. Kafamın içindeki uğultudan güç bela ayırt edebilmiştim sesi. Nurdan hanımın sesi.

 

"Tansiyonu düşmüş ama uyanır şimdi."

 

Sağ gözüm sol gözümden yaklaşık iki saniye kadar önce açılmış ben bulanık görüntümü netlemeye çalışırken görüş açıma dolan yüzler yüzünden sımsıkı yumdum geri.

 

"Ay uyandı vallah yengem!" dedi başka bir ses. Uğultudan sesin sahibini ayırt edememiştim ama kullandığı kelime kendini ele vermişti. Nevide.

 

Bir Osman bir de Nevide bana yenge demekten vazgeçmeyeceklerdi. Israrlı diline ısrarlı elleri de eşlik etti. omzum sarsılmaya başladı.

 

"Yine mi bayıldı dersiniz?" dedi bir başka ses. O öyle deyince her bir ağızdan 'hiii' nidaları döküldü. Sanırım odada bir koro vardı da ben gözümü açtığım an şarkıya başlayacaklardı.

 

"Zühre kızım..." Kirpiklerim hafifçe aralanırken bulanık görüntüme tanıdık bir sima eklendi. Nurdan hanımın sesi. Sesi ağlamaklı, gözünden akan yaşlar ise sesini desteklercesine meydandaydı. Sanırım Gülnare annesine çekmişti. Bunun başka açıklaması yoktu. Ağlamak bu kadar kolay mıydı?

 

"İyi misin Zühre? Kızım?" Gözlerim iyice aralandığında şaşkınlık eklenen bakışlarım odada doluşan insanlara kaydı. Elinde tansiyon aleti tutan Uraz, sürahiyle bekleyen Nevide, iki elinde de kolonya şişesi olan Dilva hala ve limon tutan Berivan hala... Kapı girişinde Nevide'nin annesi vardı ama adını bir türlü çıkaramıyordum onun.

 

Yani iyi olsak bile bu kalabalık daha da kötü edecek bizi ben diyeyim Zühre... İyiydim işte. İç sesim bile yerli yerindeyse sorun yok demekti.

 

"İyiyim." dedim doğrulup. Nurdan hanım ve Nevide koşmuştu yardımıma. Beni böyle şımartmamaları lazımdı. Arsızdım ben.

 

"Ah bizi nasıl korkuttun anlatamam Zühre?" Telaşlı elleri yüzümü kavradı, ateşim var mı diye kontrol etmeye başladı. Ateşim yoktu sadece bayılmıştım hepsi bu. Bunlarda bayılmayı ne sanıyordu canım?

 

"İyiyim. Gerçekten." Hafifçe yutkunmaya çalıştım ama kupkuruydu boğazım. Yüzüm ekşiyince Nevide aceleyle su uzatmıştı. Baya acele olduğunu göstermek ister gibi de yarısını dökmüştü üzerime.

 

"Uraz oğlum tansiyonun düşmüş dedi ama biz bir hastaneye gidelim. Hadi kalk kızım." Telaşlı elleri benim ellerimi kavrayıp kaldırmak istedi ama benim engellemem yüzünden durmak zorunda kaldı.

 

"İyiyim dedim ya. Gerçekten. Olur bana arada bir."

 

"Ne demek olur bana arada bir?" Dilva halanın iri gözleri daha da açıldı.

 

"Yani sinir stres anında olur işte. Abartılacak bir tarafı yok. İyiyim. Hem bakın Uraz da demiş. Bir şeyim yok."

 

"Evet teyze tansiyonu düşmüş. Olabilir ama yine de ne olur ne olmaz-"

 

"Olmaz olmaz!" dedim sözünü bir çırpıda kesip. Beni yatırdıkları kanepeden hızlı bir şekilde ayağa kalkıp kollarımı iki yana açtım. Güya bu şekilde iyi olduğumu gösterecektim ya. "Bakın iyiyim. Cidden."

 

"Ah kızım. Tabi yaşarsın sinir stres. Ah orada olanlar." Dizlerine vurmaya başlayan Nurdan hanımın gözlerinden yine iniyordu yaşlar cömertçe. Yahu bedava buluyorlardı eyvallah da böyle fütursuzca onları akıtmaya ne gerek vardı? Gerçi benim yaşadığım bir stres değildi. Seninki delilik Zühre. Hatta zır delilik.

 

"İyiyim. Siz de telaş etmeyin." Ağlayan insana dayanamıyordum. Sinir kat sayım arttıkça artıyordu ağlayan bir insanın karşısında. "Bakın hiçbir sorun yok." dedim normal bir şekilde gülümsemeye çalışıp. Ama vardı. Sorunun daha büyüğünü yaşamamıştık.

 

"Yaktım ulan çıranızı!" diye bir ses yükseldi avludan. Odada bulunan herkesin bakışları bir anda şaşkınlıkla sesin geldiği yöne çevrildi. "Yıkacağım ulan konağınızı başınıza!" ve ardından duyulan bir el silah sesi.

 

Bu ses...

 

Herkesle birlikte dışarı koştuğumda bakışlarım elindeki tüfeği havaya doğrultmuş olan yetmişlik kadına kaydı. Neneme...

 

Başındaki beyaz tülbent harareti yüzünden kaymış, elindeki tüfek sanki hiç ağır değilmiş gibi havaya doğrultulmuştu.

 

"Nene?" diyebildim cılız ve şaşkın bir şekilde.

 

"Ulan yakmayayım mı çıranızı ben? Nerededir bu keçêler? Hele çıkın da vurayım tek tek alnınızdan!"

 

Delirmiş gibiydi. Yaşına ters bir çeviklikle o tüfeği nasıl taşıdığındaydı aklım. Daha düne kadar bastonuna dayanmış halde gördüğüm kadının elinde tüfekle avluda dikilmesine epey şaşırmıştım. Benim gibi herkes şaşırmıştı. Avluya apar topar çıkan Tahir ağa bile.

 

"Zahide anne? Bu ne hal?" dedi yüzündeki şaşkınlığı dilinde can bulurken. Valla hal hal değildi bu hale bakılırsa. Az sonra hepimizin hali nanay olabilirdi.

 

"Hele utanmadan anne der? Nerededir o keçe*?"

 

"Sen ne dersin Zahide anne? Bu nedir böyle elinde tüfekle evimi basmak?" Ama nenem duracak gibi değildi. Elindeki tüfeği hışımla kendine yaklaşan korumalar doğru salladı. E o öyle sallayınca adamlar ona doğru attıkları adımları geri atmak zorunda kalmışlardı. Çekiniyorlardı ondan.

 

"Anne anne dur!" Babamın telaşlı sesi karıştı nenemin hararetli sesine. Ama nenemin ona doğru tüfek sallamasıyla o da kalakaldı olduğu yerde. Ardından içeri teyzem, Günce, Balca, Hamiş ve bilmediğim başka insanlar doluştu. Koca avlu bir anda tribüne dönmüştü yine. Sanki burada Fenerbahçe- Beşiktaş maçı vardı ve birazdan çarşı pazar karışacaktı. Ama çarşı alayına karşıydı.

 

"Sen çekil ula! Nerededir o keçê? Vallahi yıkarım bu konağı başınıza!"

 

"Zahide anne sakin ol..." Hararetli bir insana sakin yaklaşmak pek bir şey kazandırmıyordu maalesef insana. Nurdan hanım bunu şimdi uygulamalı olarak öğrenmişti zaten. Çünkü nenemin alev topu gözleri ona da çevrildi.

 

"Hele ne sakini olacağım ben! Nasıl sakin olayım! Sizi gidi keçê kurêler* sizi! Nerededir o keçê oğlun ha!"

 

"Zahide anne bak dinle! Yanlış yapıyorsun!"

 

"Ne yanlışı ula! En büyük yanlışı siz yaptınız!"

 

"Ne yapmışız biz Zahide anne!"

 

"Daha ne yapmışız diye soruyor hele utanmaz! Daha ne yapacaksınız! Nerededir o oğlun! Haberlerde adı çıkınca hangi deliğe sakladın oğlunu Tahir efendi!" Dananın kuyruğunun koptuğu yerde, zurnanın artık nasıl üflendiğinden bihaberken nenem çoktan yalan haberi almış gerçek sanıp basmıştı konağı. Gerçi o nereden bilecekti? Tahir ağa bile kendi oğluna inanmamıştı ya.

 

"Sakin ol anne! Kurbanın olayım!" Babam atıldı ileri doğru ama nenem tüfeğin namlusunu ona çevirince ellerini havaya kaldırıp kalakaldı olduğu yerde.

 

"Nerededir o oğlun olacak keçê? Sana derim Tahir efendi! Hele çıksın da karşıma alnının çatından vurayım onu!"

 

"Nene?" dedim önümdeki kalabalığı zorla geçmeye çalışıp. Alev topunu andıran gözleri hararetle bana çevrilmişti ama ne tüfeğini indirdi ne de yüzü gevşedi. Sesim onun hararetinin yanında epey sönük kalmıştı.

 

"Yenge dur!" Bir karaltı önüme gerilince nenemle olan göz temasım da kesilivermişti. Osman... Kapı misali dikilmişti önüme. Elleriyle benim geçmemi engellemeye çalışıyordu.

 

"Kapı çekilir misin?" Kelimelerim kibar ama tonlamam gayet kabaydı.

 

"Hayır yenge." Kafasını 'olmaz' der gibi salladı iki yanına.

 

"Yahu çekil!" dedim en az neneminki gibi sinirli bir şekilde. Onun kapı misali kalın gövdesini cılız bir şekilde iteleyip geçtim öne. "Nene ne yapıyorsun sen Allah aşkına!"

 

"Ne yapacağım kız! Namusumuzu temizleyeceğim! Geç sen de arkama! Vuracağım bu şerefsizlerin hepsini!"

 

"Şerefsiz falan ayıp olmuyor mu Zahide anne?" Kelimelere mi takılacaktık şimdi? Bir alem adamdı bu Tahir ağa da. Ne yani kendine doğrultulan tüfekten daha mı önemliydi nenemin ağzından çıkanlar. Şerefli bir şekilde ölmek istiyorsa Zühre...

 

"Az bile sana! Hele getir o oğlunu! Geç kız sen de arkama!"

 

"Nene bir durur musun Allah aşkına!" Durmayacaktı. O kesindi. Hararetine bakılırsa beş dakika içinde en az beş leş sererdi buraya. Kimse de yanaşamıyordu zaten kendisine. O kadar adam boşuna maaş alıyordu valla burada. Sigortaları falan da ödeniyorsa safi masraftı hepsi. Birinin bir şey yapması lazımdı!

 

"Ne duracak kız! Vursun! Aldatmak nedir!" Dehşetle açılan mavi irislerim dehşetle çevrildi teyzeme. Kollarını göğsünde birleştirip çenesini havaya dikerek bakıyordu bize. Ne yani onaylıyor muydu bu hali? Resmen yangına körükle gidiyordu.

 

Ah teyze...

 

"Hele ben senin bu teyzeni sevdim! Tam benim damardan! Vuracağım ula! Hele hepinizi vuracağım!" Tüfekten bir kurşun daha ateşlediğinde hepimiz eğilmiştik olduğumuz yere. "Şakam yok Tahir ağa! Çağır gelsin oğlun olacak o keçê"

 

"Bak bu böyle olmaz Zahide anne. Geç güzel güzel konuşalım. Önce indir şu tüfeğini."

 

"Hele ne konuşacağım sizinle! Konuşulacak ne kaldı! Aldatmış oğlun benim torunumu! Boy boy resimleri çıkmış gazetede!"

 

"Nasıl açıklayacaksınız bunu Tahir bey! Ne diyeceksiniz gazetedeki haberlere!" Sinirle atıldı teyzem ileri. Nenemin hemen yanında en az onun kadar hararetli bir şekilde ondan tek eksiği tüfeksiz bir halde dikildi. Elinde tüfek olsa nenemin genç ve kumral versiyonu olacaktı.

 

Bu konak, bu avlu acaba sakin bir gün yaşar mıydı? Dili olsa da dile gelse bu taşlar ne derdi acaba her Allah'ın günü yaşanan bu hengameye? Ben kısacık bir zaman diliminde bıkmış usanmıştım her gün yaşanan gürültü patırtıdan. Bu konak, bu avlu bıkmamış mıydı acaba?

 

"Yeter!" dedim avazım çıktığı kadar. Sesi gür bir kız olduğumdan ve ses tellerim bağırıp çığırmaya epey alışkın olduğundan yüksek bir şekilde yankılanıp gitti feryadım. Bir ayağımı da kuvvetlice yere vurdum. Hep bir ağızdan konuşan kalabalığın şaşkın bakışları beni buldu bir anda. Ama ne nenemin tüfeği indi aşağı ne de teyzemin bakışlarındaki hararet söndü.

 

"Yeter dedim! Hepiniz kesin yaygarayı! Nene sen de indirir misin şu tüfeğini?" Yaşlı bakışlarındaki hararet epey dinç bir şekilde parlarken tüfeğini hafifçe indirdi ama yüzündeki o sinir kasılmaları asla geçmedi. "Yalan haber! Oldu mu! O gazetede okuduğunuz her şey yalan!"

 

"Kız sen de savunma şu insanları! Geç şuraya!" Teyzemin sert eli beni hızla yanına çekerken sendeledim. Ama kendimi ondan kurtarıp dikildim geri.

 

"Hele Zühre doğru der. Yalan onların hepsi." Nurdan hanım gözlerindeki yaşları elinin tersiyle silip bize doğru bir adım attı.

 

"Ne malum yalan olduğu. Sanki oradaydınız?"

 

"Ben oradaydım teyze. Yahu ben oradaydım ve ne olduğunu biliyorum. Yalan haber."

 

"Nereden bileceğiz kız? Boy boy fotoğraflar basılmış gazeteye."

 

"Ya ben oradaydım orada. O fotoğrafta da tam karşılarında ben vardım. O kız da iş konuşuyordu orada." Aslında tam karşılarında olduğum kısmı dışında birazcık pembe toz serpiştirmiştim söylediklerime. Tam karşılarındaydım ama aramızda birazcık mesafe vardı hepsi bu. Ve iş konuşmadıklarına da emindim. Ama bu hararetli kalabalığı dizginlemek bana kalmıştı. Mesela kız rujunu sormuştu.

 

"Diyorsun?" dedi bir kaşı fezaya uzanan teyzem. Günce kolundan geri çekiştiriyordu onu bir yandan.

 

"Evet. Tam oradaydım. Gazetecilerin saçmalığı hepsi bu!"

 

"Olsun ben yine de birini vuracağım!" Nenem güç bela indirdiği tüfeğini tekrar karşısındaki kalabalığa çevirdiğinde, ahali bir adım geri atmıştı ellerini kaldırıp.

 

"Nene Allah aşkına!"

 

"Sus kız! Vurmayayım öyle! Vallah vuracağım!" Elindeki tüfeği tutup zar zor indirdiğimde babam da gelip hızlıca almıştı onun elinden. Gözünü karartmıştı bir kere. Onda da en az benim kadar bir delilik vardı vurabilirdi, beklerdim.

 

"Zahide anne, bak torunun açıkladı her şeyi. Hepsi yalan haber."

 

"Benim torunum ama senin de gelinin! Madem yalan bu haber gereğini yapacaksın! Hem sana öfkem ezelden ebededir bilesin! Bana anne dedikçe daha da öfkeleniyorum sana haberin ola!"

 

"Tamam Zahide anne. Ben gereğini yapacağım senin aklın kalmasın. Bu tatsızlığı çözeceğim. Gerekirse o gazeteyi kapattırırım bu lekeyi temizlemek için."

 

"Valla biz bilmeyiz Tahir efendi! Ne yaparsan yap düzelt bu densizliği! Hele o oğluna söyle ilk yanlışında vururum onu!"

 

"Senin aklın kalmasın Zahide Anne. Ben ne Zühre'yi ne de oğlumu mağdur ederim."

 

Sanırım uzlaşmaya varmıştık. Nenemin öfkeli solumaları geçmese de babam ve Tahir ağa el sıkarken teyzem alttan alttan laf söylüyordu bana.

 

"Güvendik dedik biz bir de bu çocuğa. Eli yüzü düzgün dedik, efendi dedik."

 

"Dedim ya yalan haber diye."

 

"Sus kız! Yalan habermiş." Koluma kuvvetli bir çimdik attığında acıyla iki büküldüm. "Zaten bu olay yüzünden yolculuğumuzdan da olduk. Vallahi görünmesin o oğlan gözüme öfkem büyük bilmiş ol."

 

"Amma abarttınız siz de ya." dedim sitemle. Acıyan kolumu ovuyordum. Kıpkırmızı olmuştu.

 

"Valla aldatılıp sakin kalabilen tek kişi sensin Züh. Abartmayalım mı?" Balca'nın keyfi yerindeydi tabi. Kaostan beslenen ikili bu durumdan bile kendilerine gülebilecek bir hikaye çıkarmışlardı.

 

"Susun kız!" Teyzem iki elini uzatıp ikisinin de kollarını çimdikledi gülmelerine sinir olup. İkisi de benim gibi acıyla kıvranmaya başladılar. Oh olsundu ikisine de. Canıma değsindi.

 

"Yemin ederim burcunu bu derece somut yaşayan biri varsa o da benim annem. Yengeç Mahfer seni!"

 

Avludaki kalabalık etrafa dağılırken, nenem hararetle Tahir ağaya bir şeyler söylerken babam onu sakinleştirmeye gayret ediyordu ama nafileydi. Saman alevi değildi öfkesi, için için yanan bir meşe ağacıydı mübarek. 'Aha avluna girdim evine ayak basmam!' diyordu.

 

"Neyse konu çözüldüğüne göre gidelim. Kızım..." dedi ağzında epey eğreti duran kelimeye kendi bile şaşırarak. Aslında zaten evin içinde benim habersiz olduğum 'kardeşim' Zeynep'e her gün kızım diyordu. Ama bunca insanın içinde bana deyince bir garip olmuştu. Ya da bana öyle gelmişti.

 

Çekingen elleri ellerimi kavradı. Şaşırma sırası bana geçti böylece. "Üzüleceğin bir durumda olmanı istemiyorum." Yıllardır tuhaf bir durumdaydım zaten. Ve bu tuhaf durumda yeterince üzülmüştüm. Sayılır mıydı? "Zaten ani yaptığın bu evlilik..."

 

"İyiyim ben." Düz ve duygusuzdu sesim. Onun kahvelerinde belirgin bir titreme vardı.

 

"Ama Zühre. Burada kalmak istemezsen eğer..."

 

"İyiyim dedim ya..." Elimi ellerinden çekecek oldum ama bakışlarım küçük konağın açık kapısına takıldı. Odağımda eşiğin gerisinde duran sandalye vardı. Gözlerim irice açılırken göğsümün tam ortasında beni rahatsız eden bir çarpma meydana geldi. "Aslında... Ben de sizinle gelebilir miyim?" Telaşla babama döndüm. Çekmek üzere olduğum ellerimle daha da sıktım ellerini.

 

"Tabi... Tabi kızım. Sen nasıl istersen. Ne zaman istersen."

 

"Hadi gidelim." dedim elini bırakmadan kapıya doğru onu çekiştirip. Burada duramazdım. Burada bulunmamalıydım. Nefesim yine daralmaya, göz kapaklarımda kendini belli eden baskı artmaya başlamışken babamı çekiştirmeye başladım. Nurdan hanım ve Nevide'nin telaşlı soruları havada asılı kalırken Tahir ağanın bir şeyler dediğini duyuyordum ama oralı değildim. Olamazdım. Bir an önce bu konaktan çıkıp gitmeliydik.

 

Herkesin şaşkın bakışları arasında babamı çekiştire çekiştire götürüyordum konağın büyük kapısına doğru. Adam neye uğradığını şaşırmıştı bu dengesiz halimden ötürü.

 

"Hele Tahir efendi düzelt bu ortalığı yoksa dümdüz etmeyeyim seni!" Nenem daha sinirini atamamıştı Tahir ağaya karşı. Teyzemle aynı damar olduklarından teyzem onun koluna girmiş getirmeye çalışıyordu peşimizden.

 

Durmamalıydık bu konakta. Gitmeliydik bir an önce. Daralıyordum durdukça. Aklıma yaptığım delilik geliyordu ha bire. Kaçmalıydım adıma yaraşır bir şekilde.

 

"Hele benim içim soğumadı." dedi tam kapıdan çıkacakken nenem. İleri atılıp yerden bir taş kaptı ve olanca gücüyle fırlattı ileri doğru. Orta büyüklükteki taş sert bir hamleyle küçük konağın camlarından birine isabet etti ve cam büyük bir gürültüyle yere indi aniden. "Kafanı yardım say Tahir efendi! Ulan keçê kure keçê!"

 

O sırada herkes şok...

 

 

 

⭐️

 

 

 

 

"Karnın açtır Zühre?" bakışlarımı yere serili işlemeli halıdan ağır ağır kaldırırken boynuma ne kadar da fazla yük bindiğini anca fark edebilmiştim. Duyduğum ses daldığım düşüncelerden beni ensemden çeken kuvvetli bir el gibi çekip almıştı.

 

Yabancı bir sesti bana. Bu evde ne yabancı değil ki sana...

 

Haklıydı iç sesim. İnsan bilmediği her yere yabancı olurdu. Hiç gitmediği bir yerde yabancı olurdu. Tanımadığı insanların arasında yabancı olurdu. Ama içinde bildiği insanların, hele ki babası ve kardeşlerinin yuvasına nasıl yabancı olurdu?

 

Yabancı olduğum ses Hicran hanıma aitti. Eğer sesler insanları görmeden zihinde belirginleşiyorsa Hicran hanım kesinlikle yumuşak tonlarda beliriyordu hafızamda. Yüzündeki ve duruşundaki asilliğine tam oturan bir sesi vardı.

 

"Hayır teşekkür ederim." dedim kibar olmaya çalışıp. Ben ki tanımadığım bile olsa asla kendini kasmayan biri olarak hayatımda ilk defa ondan çekiniyordum. Korku, endişe, kaygı, öfke değildi çekingenliğimin sebebi. Bambaşka bir şeydi. Dümdüz kaba birisin sen Zühre.

 

"Kapattın kendini buraya. Ben kızlara diyeyim sana bir şey hazırlasınlar." Bakışları bana dokunmadan kapıdan geri çıktı.

 

Gelir gelmez soru yağmuruna tutulmuştum avluda. Her kafadan bir ses çıkıyordu ve ben onlara yetişemiyordum asla. Günce ve Balca bile darlamıştı gereksiz goygoylarıyla. Ben de üst kata çıkıp bulduğum ilk odaya girmiş kapatmıştım kendimi.

 

'Boyu posu devrilsin' diye bedduasına başlamıştı halalarımdan biri. Sesi hâlâ ulaşıyordu kulaklarıma. Demek ki daha boyunu posunu devirememişti.

 

Ellerimi saçlarımın arasından geçirip sertçe çekiştirdim. Bu yaşananlar halis miydi? Zühre sadece bu yaşananlar mı?

 

Haklıydı iç sesim.

 

"Ulan Serçe Kuşu... Ah ulan Serçe Kuşu..." Saç derim için için ağlıyordu parmaklarımın altında. "Ben benim aklıma sıçayım e mi? Kızım ben benim aklıma sıçayım. Ulan hadi deliyiz diye avutuyorduk kendimizi... Ulan yıllardır zaten biliyorduk deli olduğumuzu... Bu nedir lan!" Sinirle ayaklarımı yere vururken ellerimi saçlarımın arasından çekip üzerinde oturduğum koltuğun minderlerini yumruklamaya başladım. Pat pat ses çıkıyordu her darbemde.

 

Sonra hızımı alamayıp kırlentlerden birini ısırmaya başladım. Kafamı gömüp arada bir çığlık atıyordum yastığa. Üzerinde oturduğum koltuk benden işkence görüyordu ve 'keşke bu halde olacağıma Çin işkencesi görseydim' diyor olabilirdi.

 

"Çok komiksin..." dedi kıkırtı eşliğinde bir ses. Kafamı hızlıca yastıktan çekerken gelen sese çevirdim bakışlarımı. Zeynep'e...

 

Uzun saçlarını bu sefer iki yanından balık sırtı örmüşler, saçlarının uçlarına da mor tokalar bağlamışlardı. Sanrım en sevdiği renk mordu çünkü üzerindeki her şey mor ve tonlarıydı. Geçen burada kalırken de hep mor giyiyordu. Ama tam da bir moda ikonuydu. Altındaki taytın üzerine hiç yakışmayan bir tişört giymişti. Yine üstü bayramlık altı seyranlık olmuştu.

 

Güldüm hafifçe.

 

Ben güldüm diye o da güldü. Sonra ben de güldüm. O daha da güldü. Onun daha da gülmesine ben daha fazla güldüm.

 

"Kes be! Gülme yeter!" diye aniden cırladığımda dudaklarını birbirine bastırıp yanaklarını şişirdi. Gülmemek için kendiyle epey büyük bir savaş içine girdi. Dudaklarından kaçmak üzere olan gülmesini bastırmak için parmaklarını dudaklarına götürdü. "Ben gülüyor muyum. Sen de gülme. Yeter."

 

Kafasını salladı bana doğru. Gülmemeye çalışıyordu ama pek başarılı olduğu söylenemezdi. Nefesini tutması yüzünden yanakları kızarmaya da başlamıştı. Ama dayanamadı. Koyuverdi kendini.

 

"Niye geldin?" dedim pek de kibar olmayan bir tonda. Ne yani öfkeni küçük bir kızdan mı çıkarıyorsun Zühre?

 

"Hiç." Dedi sinir bozucu bir şekilde omuzlarını silkip 'i' harfini uzatarak. Küçük veletlerin hepsi sinir bozucuydu.

 

Bugün her şey sinir bozucuydu. Üzerinde oturduğum rahat geniş koltuktan tutun da pencerelerin kenarındaki işlemeli perdelere kadar. Bir koltuk bu derece rahat olmamalıydı ya da bir perdede neden işlemeler vardı? Perdelerin yeşil olmasına kim karar vermişti mesela? Neden bu odada üç büyük geniş koltuk vardı? Darmaduman olan aklım neden bu sorularla doluyordu?

 

"Tamam hadi kış sana?"

 

"Kış mı?" dedi kıkırdayarak. Her kelimesinden sonra kıkırdaması şart mıydı?

 

"Kış tabi? Hadi naş da olabilir. Ya da pist."

 

"Kedi miyim ben?" Parmaklarını yine dudaklarına bastırdı ama küçük kıkırtılarına engel olamadı. Gitmek yerine bana doğru iki adım attı.

 

"Ne bileyim. Bizim mahalledeki çocuklara 'naş' deyince giderler. Bu çocukların hepsi aynı dil anlamıyor mu yahu?"

 

"Çok komiksin gerçekten." Bu sefer gizlemeye çalışmadı kahkahasını. Güldü dümdüz. Ben de somurttum öylece.

 

"Sen değilsin. Komik olan ne var acaba? Ben gülüyor muyum. Hayır. O zaman sen de gülme ve git." İşaret parmağımla onun hemen arkasındaki kapıyı işaret ettim.

 

"Sen neden böylesin?" dedi ellerini arkasında birleştirip. Bana doğru çaktırmadan küçük adımlarla yaklaşıyordu. Fark etmediğimi sanıyordu ama gözümden kaçmıyordu. Tam bir 'Küçük Sıçan'dı. Ve bu isim ona çok yakışmıştı. Hemen şimdi aklıma gelmiş ve ona bir daha öyle demeye karar vermiştim.

 

"Böylesin derken? Nasılım ki ben?" Afallamadım sorusu karşısında. Aksine azıcık sinirlendim bile. Çocuklar fazlasıyla sinir bozucuydu. Bir tek ellerindeki abur cuburları aşırırken ve markete kendi yerime yolladığımda seviyordum onları.

 

"Tuhafsın. Böyle gülerken bir anda kızıyorsun. Ya da kızarken bir anda gülüyorsun."

 

"Bak sen şu küçük sıçana. Allah Allah sen çok biliyorsun. Sen de çok tuhafsın bir kere." Dedim burun kıvırıp. İri gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı. Öyle bakarsın işte küçük hanım. "Üstü bayramlık altı seyranlık dolaşıyorsun ortalarda. Ben bir şey diyor muyum?"

 

"Biliyor musun?" dedi küçük bir adım daha atıp. Aramızdaki mesafeyi azaltabildiği kadar azaltmıştı. Artık iki adım daha atarsa tam dibimde olacaktı. "Ben hep merak ediyordum."

 

Sinirimi bozabildiği kadar bozduğundan burnumdan derin derin nefesler çektim içime. "Neyi merak ediyordun acaba?" dedim düz bir tonda. Pembe dudakları genişlemişti.

 

"Havin'in ve Liya Ecmel'in ablaları vardı. Liya Ecmel sabahları saçlarını ablasının yaptığını, kendisine ojeler sürdüğünü anlatıyordu hep. Ben de bir insanın ablası nasıl olur merak ediyordum."

 

"Eee?" dedim aynı düz tonda. "Ne anlayayım bu anlattığından?"

 

"Şey..." dedi dudaklarını dişleyip. Çekingen bir ruh haline bürünmüştü. "Sen şeysin ya..."

 

"Neyim ya?"

 

"Abla işte. Benim ablamsın ya." Eğer babalarımız ortak diye ben bunca yıldır bilmediğim bir kızın bana 'abla' demesine izin vereceksem bu, bu şekilde olmamalıydı.

 

"Eee ne olmuş yani? Ne değişecek şimdi?"

 

"Bilmem. Benim hiç ablam olmadı. Merak ediyorum abla nasıl bir şey."

 

"Ulan mutfak robotu muyum ben? Gelmiş merak ediyorum diyor. Al bak böyle. Oldu mu?" Ne yani ablalık kılavuzu vardı da biz mi okumamıştık? Hayır yani bir insan bunca yıl sonra tanıştığı birine nasıl ablalık yapardı? Hem de bu kişi aynı kandan babanızın evladıysa?

 

"Oldu. Çok sevdim." Dedi heyecanla ellerini birbirine çarpıp. Bu da abla meraklısıymış... İri gözleri ışıl ışıldı. Ne abimin koyu kahveleri ne de babamın parlak kahveleri gibiydi gözleri. Sarıya çalan elaları ışıl ışıldı.

 

"Ee ne oldu şimdi? Şimdi sen bana abla mı diyeceksin? Ben abla mı oldum şimdi?"

 

Bana kimse abla demezdi. Mahalledeki en küçükten en büyüğe 'Serçe Kuşu'ydu adım. Bir tek burada 'yenge' diyorlardı hepsi bu. Genelde bana denilen 'Deli Zühre, Serçe Kuşu, Zır deli, bekle Zühre' ve türevleri olurdu.

 

Abla olmazdı.

 

"Evet. Yani benden büyük olduğun için sana abla demem gerekiyor." Bir adım daha atıp oturduğum koltuğa ilişiverdi. Üstten ona bakarken geniş bir şekilde gülümsüyordu bana.

 

"Allah Allah..." dedim onun fazlaca bilmişliğine hayret eder gibi.

 

"Yani böyle olması lazım. Benden büyük olduğundan abla demem şart sana. Liya Ecmel'in ablası gibi." Kıkırdadı kendi kendine.

 

"Liya Ecmel nedir ulan? Deccal der gibi. İsim mi bulamamışlar. Dümdüz Ayşe Fatma neylerine yetmiyormuş acaba?" Aklım dünden kalma sebze çorbasından hallice olduğundan her şeye sinirleniveriyordum.

 

Mesela bir insanın adına 'Liya Ecmel' koymamalılardı. Değişik isim koyacağım diye bokunu çıkarmışlardı bu işin. Ebeveynlik bu kuşakta boyut değiştirmişti. Dümdüz olmaktan çıkmıştı hepsi. Bence ebeveynler kapatılmalıydı. Bu saatten sonra 'kimse ebeveyn olamaz' diye bir kanun çıkarılmalıydı. Peki ya bu kanundan önce ebeveyn olma yolunda adım atmış olanlara ne olacaktı? Mesela o sulugöz ve kan bağından abin sayılan abine?

 

"Abin nerede?" dedim aklıma bir anda onlar gelince. Geldiğimden beri görmemiştim hiç onları. Ya da Hanoğlu ahalisiyle Arslanoğlu konağını basmamışlardı.

 

"Bir kere benim abim senin de abin." Dedi bilmiş bilmiş. Çocuklar da kapatılmalıydı.

 

"Bayan çok bilmiş Küçük Sıçan. Abin nerede?" dedim vurgulu vurgulu. Dudaklarını hafifçe büzdü. İnce parmaklarıyla örgü yapılmış saçlarının ucunu oynuyordu. Kesinlikle annesine benziyordu. Annesi Hicran hanımın bir kopyasıydı adeta. Yüzündeki bu duru güzellik kesinlikle ondan geçmişti.

 

"Yukarıda." Demek bu kadar 'hiç'tim onun için. İnsan bir kardeşini merak ederdi. Gerçi beni buraya sürükleyerek getiren bir adamdan beni merak etmesi pek beklenemezdi ya. Benimki de öylesine saçma bir şeydi. Ama yine de gazete haberini olsun merak ederdi insan. Aldatılmıştım ben!

 

Abartma Zühre... Alt tarafı sahte kocanın gizlice çekilen fotoğrafları. Ne aldatılması.

 

Omuz silktim iç sesime.

 

"Niye yukarıda. Herkes aşağıda. O neden yukarıda?" Herkes aşağıda nenemi sakinleştirmek için kırk takla değil kırk bin takla atarken onun yukarıda olması da ayrı ironiydi. Abin bu Zühre. Buna mı takıldın sadece?

 

"Abim ve Gülnare abla cezalı. Babam onların odalarından çıkmasını kesinlikle yasakladı. Sadece izin verince yemeğe inebiliyorlar."

 

Duyduklarımla şaşkınlığımın damarlarımda cirit atması bir olmuştu. Gözlerim fal taşı gibi açılırken ne tepki vereceğimi bilemediğimden öylece bakakaldım ona. Sen gülümsüyor musun Zühre?

 

Azıcık gülme gelmişti yalan değildi.

 

"Demek cezalılar..." dedim ses tonumdan keyif damlaya damlaya. Cezalı olsalar ne olacaktı Allah aşkına. Olan yine her türlü bana olduğundan bu saatten sonra yapılan neyin bir yararı olacaktı?

 

Ama onlara oh olmuştu, canıma değmişti. Hak etmişlerdi. Hem de daha fazlasını.

 

"Evet cezalılar. Babam çok kızdı ikisine de. O yüzden ikisinin de odasından çıkmasına izin vermiyor."

 

Bağdaş kurmaktan uyuşan bacaklarımı koltuktan indirip biraz ilerideki pencereye ilerledim. Bakışlarımda arka bahçede tüm görkemiyle duran büyük çınar ağacı vardı. Gözlerim bir hazine görmüş gibi parlarken keyfim iyice yerine geldi.

 

"Ağaca tırmanmayı sever misin?" dedim. Ona doğru dönüp.

 

"Bilmem ki. Hiç tırmanmadım." Omuzlarını hafifçe silkti. Bu sefer ki şaşkınlığım daha fazla olmuştu. Bir çocuk nasıl olurdu da ağaca tırmanmazdı? Ağaca tırmanmayan çocuk ben 'çocuk' oldum diyebilir miydi? Benim yaşama sebebimdi ağaçlar. Toprağa, ağacın gövdesine, dallara, yapraklara temas etmeliydim.

 

Benim meskenimdi onlar. Bir Serçe Kuşu'nun yuvasıydı.

 

"Hadi sen bahçeye çıkıp beni bu ağacın yanında bekle. Ama kimseye görünme."

 

"Niye?" dedi heyecanla oturduğu yerden kalkıp. İri ela gözleri meraklı ışıltılarla parlıyordu.

 

"Oyun... Kuralımız kimseye görünmemek." Göz kırptım hafifçe. O da genişleyen gülümsemesiyle kafasını salladı aşağı yukarı.

 

 

 

⭐️

 

 

 

"Selam..." dedim anahtarı iki tur çevirdikten sonra kapıyı yavaşça ittirip. İçeri girere girmez de kapıyı arkamdan kapatmıştım.

 

"Zühre?" dedi pencerenin önündeki koltukta oturan Gülnare. Şaşılası bir şekilde ağlamıyordu. Gözlerinde ve yüzünde de ağladığına dair belirtiler bile yoktu. Bu da demek oluyordu ki belli bir süredir ağlamıyordu.

 

Parmaklarının arasında tuttuğu kitabı kapatıp az önce üzerinde oturduğu koltuğa bıraktı. Kıvırcık gür saçlarının üzerinde dolaşan gün ışıkları saçlarındaki kızıllığı daha da belli ediyordu. Hava sıcaktı. Yaklaşık bir kırk derece kadardı. Ama hissedilen daha fazlaydı. Nem vardı bir kere. Hem Urfa'daydık.

 

Ama Gülnare bu kavurucu havaya rağmen hırka giyiyordu. Ben odaya girince de apar topar hırkasıyla önünü kapatmıştı. Amacı belirginleşen karnını kapatmaktı.

 

"Beklemiyordun değil mi beni?" dedim umursamaz ve düz bir tonda. Sırtımı kapattığım kapıya yaslamıştım.

 

"Ben... Şaşırdım... Cahit baba mı dedi?" Babama ben bile herkesin içinde yüksek sesle baba diyemezken bir başkasının 'baba' demesi de tuhafıma kaçmamış değildi şimdi.

 

"Yok o demedi. Merak ettim seni."

 

"Merak mı ettin?" Sesinde bariz bir titreme vardı. Belki de korkmuştu beni gördüğü için.

 

"Edemez miyim?"

 

"Edersin... Edersin de... Cahit babam izin vermiyor da kimsenin yanıma gelmesine. O yüzden."

 

Babam abim ve Gülnare'yi iki ayrı katta kilitlemişti odalara. İkisi de birbirini yemekten yemeğe anca görebiliyorlardı. Valla onların işi de zordu. Kaçarak kendilerine yeni ve güzel bir hayat kuracaklarını sanırken aynı evin içinde birbirlerinden uzakta yaşıyorlardı. Ama az bileydi bu onlara. Dahası şarttı.

 

"Sen... Nasıl geldin buraya?" Korku dolu gözlerini benden çekemiyordu da.

 

"Geldim işte." Zeynep yardım etmişti. Babasının çalışma odasına beraber gizlice girip kasada sakladığı anahtarları bana vermişti. Küçük Sıçan babasından gizli kasanın şifresini de öğrendiğinden işim zor olmamıştı. Babasının duyunca kızacağından bahsetmişti ama bu ne onu ne de beni yıldırabilirdi? Ne yapsaydık canım, babam da eski usul kasalara pek güvenmeseydi. Sonuçta biri şifreyi öğrenirse açılması işte bu kadar basitti. Devir teknoloji devriydi. Bir an önce değiştirmeliydi o kasayı. Şöyle parmak izli, göz okumalı olanlarına geçmeliydi. Her şeyi de bizden beklemesindi.

 

"Babam ayırmış ikinizi." Sanki kıskanmış gibi 'babam' derken kelimede gereksiz bir vurgu yapmıştım. Oldu olacak o benim 'babam' de.

 

"Şey..."

 

"Neyse. Sen nasılsın?" iki eliyle hırkasının önünü sıktı. Kafasını önüne eğdi. Kaldırırken hafifçe gülümsemeye çalıştı ama bal rengi gözleri dolu dolu olmuştu.

 

"İyiyim... Sen nasılsın? Ben duydum ki bir haber çıkmış. Kimse bir şey de demiyor Zühre. Ama abim yapmaz öyle şey."

 

"Nasıl bu kadar eminsin?" Tek kaşım fezaya doğru ufak ufak yol alırken yüzündeki solan gülümsemenin yerini endişeli bir hal almıştı.

 

"Abim çünkü Zühre. Tanıyorum onu. Abim yapmaz öyle şey."

 

"Bak benim de abim var. Sorsan ben de yapmaz derdim ama sen ölme diye beni buraya getirdi. Hem de kaç yıl sonra." Dilimin kemiği olmadığından ve kendimi asla dizginlemek istemediğimden ne geliyorsa söyleyecektim ona karşı. Mavi ekran yanan beynim buna karar vermişti.

 

"Zühre..." dedi ve beni şaşırtmayacak bir şekilde gözünden bir damla yaşı indiriverdi. Bir kere de şaşırt be kızım...

 

"Ben aslında merak etmedim seni. Babam ceza verince nasıl berbat bir haldesin ona bakayım dedim. Neyse görüşürüz."

 

"Zühre. Ne desen haklısın. Keşke böyle olmasaydı. Ben..."

 

"Olan oldu Gülnare. Sen bundan sonrasına bak. Nasılsa hepimiz kendi hayatımızı çizmeye çalışırken üstünü çizmiyor muyuz bir şeylerin. Sen ve abim de benim üzerimi çizdiniz. Sorun yok. Karşılıklı bir şekilde hallederiz."

 

"Abim... Yapmadı değil mi böyle bir şey."

 

Açıkçası yapıp yapmaması da pek umurumda değildi. Sonuçta kağıt üzerinde olan bu evlilik için ağıtlar yakamayacaktım ben. Onun özel hayatı beni ilgilendirmezdi benimki de onu.

 

"Yalan haber." Dedim arkamı dönüp.

 

"Biliyorum. Emindim. Abim yapmaz. Ne olursa olsun asla yalan söylemez."

 

"Abine çok güveniyorsun." Dedim açmak üzere olduğum kapıdan elimi çekip. Ben kendi abime hiç güvenemediğimden her abiyi de aynı sanıyordum. Ne bileyim. Ama bu dünyada kimseye güvenilmemeliydi. Kendine bile.

 

Ben mesela kendime bile güvenmiyordum. Çünkü bir anım bir anımı tutmazdı benim. Tutarsızın tekiydim.

 

"Evet çok güveniyorum. Herkes bu hayatta bana yalan söyleyebilir ama o asla söylemez. Kimseye de söylemez."

 

"Sana bir şey diyeyim mi Gülnare?" bedenimi tümden ona döndürdüm. Gözünden yaşlar süzülmüyordu ama içini çekiyordu. Bu kadar ağlamamalıydı. O güzelim gözlerine bunu yapmamalıydı. İçinde çocuk olan sinir bozucu bir insan olsa da ağlamamalıydı işte. "Herkes yalan söyler Gülnare. Yalan söylemem diyen biri bile bunu derken yalan söylemiş olur. Evet abin bu sefer yalan söylemiyor. Gazete çıkan haber yalan. Kendi gözlerimle şahidim. Ona güvenmeni de anlayabiliyorum ama yine de sen kimse yalan söylemez deme. Ayrıca benim abime de çok güvenme. Sonuçta kardeşini böyle bir şey için zorlayan bir adam o."

 

"Abin beni seviyor Zühre."

 

"Beni de seviyordu sözde." Bakışlarını önüne indirirken elinin tersiyle gözlerindeki yaşları kuruladı. Hırkasının önü açılmıştı. İçinde bol bir tişört vardı. Acaba ne kadar saklayabileceklerdi daha?

 

"Abim iyi mi Zühre?"

 

"İyi." Aslında hiç iyi değildi. Babasının kendine dediklerinden sonraki haykırışları yankılanıyordu hâlâ kulaklarımda. 'Ölmek istiyorum' demişti. Kendi babasının kendine dedikleri yüzünden bunu söylemek zorunda kalmıştı.

 

"Şey arayamıyorum da ben onu. Ona onu özlediğimi söyler misin?" Büyük ihtimalle söylemezdim. Ama söyleyecekmiş gibi kafa salladım ona doğru. "Bu haberlere çok üzülmüştür. Hiç sevmediği şeyler. Zaten sırf hakkında böyle saçma haber çıkmasın diye kapatıyor kendini eve." Kendi kendine söylenirken arkasındaki koltuğa ilerleyip oturdu. Kafasını iki yana salladı.

 

"Sırf bu yüzden mi çıkmıyor evden?" dedim merakla. Bu çok saçma bir şeydi.

 

"Sadece bu yüzden değil elbette. Abimin yaşadıkları kolay değil Zühre. Durumu böyleyken bir de böyle saçma sapan söylemlerin olması daha da etkiliyor onu. Sağlığı günden güne bozuluyor."

 

"Çok saçma. Ne varmış abinin durumunda? Elalemin diyecekleri yüzünden de kendini böyle hapsetmemeli. Ayrıca abin niye tedaviyi reddediyor? Yani her sabah Uraz'la kavgalarına şahit oluyorum. Bir insan kendine bunu niye yapar?"

 

Çok saçmaydı. Basit bir vitamin takviyesini bile reddediyordu.

 

"Anlayamayız Zühre. Hiçbirimiz onun ruh halini anlayamayız. Öyle zor günler geçirdi ki."

 

"Tamam peki. Ama sonuçta insan niye kendine edilecek bir yardımı reddeder? Ben de bunu anlamıyorum."

 

"O kaza onun hayatından öyle büyük şeyler götürdü ki Zühre. Kariyeri, arkadaşları, bacakları..." Derin bir nefes almak zorunda kaldı. "Hayatı o geceden sonra tümden değişti. Anlatmadı mı bunları sana?"

 

Aslında bana hiçbir şey anlatmamıştı. Ben kızlarla internette ne okuduysam o kadarını biliyordum.

 

"Biraz bahsetti ama detaylı bir şey demedi. Sevmiyor konuşmayı." Tamamen sallıyordum.

 

"Sevmez tabi. O günü unutmak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Hayatını doruklarda yaşayan bir adam için bir anda sandalyeye mahkum olmak kolay mı? Hayat doluydu abim. Her ne kadar bizden uzakta olsa da yokluğunu hiç hissettirmedi."

 

Ne abiler vardı. Bir de benim abi vardı. O bırak varlık yokluğu kendi için feda etmişti beni.

 

"Çok iyi bir işi, çok iyi giden bir hayatı vardı ama o gece..." Gözünden bir damla yaş süzüldü. O kara gecede bir anda değişti her şey. Tam sekiz ay hastanede kaldı. Bunun iki ayı yoğun bakımda geçti. Çok zordu Zühre. O zamanlar öylesine zordu ki. Hayata küstü sonra. Her şeye, herkese küstü. Altı yıldır da ne evden çıkar ne başka bir şey. Ama ilk kez seninle çıktı o konaktan. Belki seninle iyileşir abim. Belki tedaviyi kabul eder sayende. Çünkü tedavi olabilme şansı var."

 

"Ciddi misin sen? Yani tedavi olursa her şey eskisine dönebilir mi?" O zaman niye altı yıldır bekliyordu ki?

 

"Çok ama çok düşük bir ihtimal. Doktoru öyle demişti. Çok riskli ama insan gördüğü ufacık umut ışığına tutunmak istemez mi? Gerçi abim pek istemiyor ama..." kafasını tekrar eğdi önüne. Başka da bir şey demedi. Sadece gözünden süzülen yaşları siliyordu.

 

"Neyse..." dedim bu hali biraz içimi sızlattığı için rahatsız olduğumdan. "Söylerim abine. Özlediğini. İyi olduğunu da."

 

"Teşekkür ederim."

 

Kapıyı arkamdan kapatıp kilitlemedim. Hangi devirdeydik biz. Tamam bu içerideki kıza sonuna kadar sinir olsam bile bir insanı odaya kapatmak neydi bu yüzyılda. Hem onun içinde bir insan vardı.

 

Alt kata indiğimde abimin kilitli olduğu odaya baktım. Sonra bakışlarımı parmaklarımın arasında duran anahtara çevirdim. Onun yanına da gidebilirdim ama gitmedim. Kapısını açabilirdim ama açmadım. O kalsındı içeride. Hatta onun odasının anahtarını koridordaki açık camdan dışarı fırlattım.

 

 

"Korkuyor musun?" edim gülerek aşağı bakan küçük sıçana.

 

"Yoo." Dedi 'o' harfini uzatabildiği kadar uzatıp. Keyifliydi. İşte ağaca çıkmak böylesine keyfini yerine getirirdi inanın. "Çok sevdim."

 

"Ya seversin işte. Çocuk olup da ağaca çıkmayan olamaz. Ben ağaca tırmanmayan çocuğa çocuk demem."

 

"Abla buna bayıldım." dedi ellerini birbirine çarpıp. Dallara tutunmayı bıraktığından dengesini yitirir gibi olmuştu ama benim hızlı hamlemle toparladı kendini.

 

"Birinci kural. Eğer ağacın tepesine çıktıysan bir elinle mutlaka bir yerlere tutunmak zorundasın. Sonra düşersin falan ben uğraşamam. Kan görmeye de dayanamam."

 

"Kan mı?" dedi iri iri açılan gözleriyle.

 

"Evet kan. İkinci kural da eğer bana abla demek istiyorsan ağaç tepelerine çıkmak zorundasın."

 

"Ben çok sevdim bunu. Hep çıkarım." Dedi mutlu kıkırtıları arasında. Buraya gelmeden mutfaktan aşırdığım çikolatalardan birinin kağıdını açıp ona uzattım. Yüzünde tereddütlü bir ifade oluşmuştu.

 

"Aslında annem çok çikolata yememe izin vermiyor." Çikolataya izin vermemek neydi. Olamazdı. Ben bayılırdım çikolataya. Hele de bitterli olanlarına.

 

"Doğru demiş annen." Dedim ona uzattığım çikolatayı geri çekip. "Dişlerin çürür."

 

"Aslında bir parça yesem." Dedi masum bir sıçan edasıyla. İçi gidiyordu. "Anneme demeyelim ama."

 

"Demeyiz sen rahat ol. Ama beni kızdırmaman lazım."

 

"Senin de ne zaman kızacağın belli olmuyor ki." Dedi elimden aldığı çikolatadan küçük bir parça ısırırken. Çikolata öyle küçük ısırıklarla yenmemeliydi. Mesela ben kocaman bir ısırık aldım kendi çikolatamdan.

 

"Bak sen şu küçük sıçana. Madem benim ne zaman kızıp ne zaman kızmayacağım belli değil konuşma sen de. Belli olmaz bana." Bir şey demeden kafasını diğer tarafa çevirdi. Gidip annesine söylememden korkuyordu.

 

"Abla?" dedi daha bir dakika bile. Küçük veletlere de güven olmuyordu. Yandan hafifçe ona baktım. Bana abla demeye ne kadar da meraklıydı. Belki de pusuda bekliyordu birine abla demek için de ayağına gelen fırsatı kaçırmamıştı. "Arkadaşlarıma bir ablam olduğunu söyleyebilir miyim?" Gözlerindeki tedirginlik ve heyecanlı parıltılara merak da eklenmişti.

 

"Daha değil."

 

"Peki ne zaman söyleyebilirim?" eğer yüksek bir dalın üzerinde olmasak kafasına küçük bir fiske vurup 'asla' derdim ama yerden epey yüksekteydik. Ayrıca bana yavru köpek misali bakıyordu. Benim de yufka yüreğim hemen yumuşamaya müsaitti. Kol böreği yaptıkları yufka yüreğin mi?

 

"Sen çikolatanı ye Sıçan. Kafanı yorma böyle şeylerle."

 

"Öf ya nenem gibisin sen de. O da işine gelmezse hemen başından savıyor beni." Nenem gibi derken? Şimdi bu dediğinin hakkını da yiyemezdim. Az biraz onunla deli damarlarımız benziyordu.

 

"Ablaya öf denmez!" dedim kaşlarımı çatıp. Ama o korkmak yerine hafifçe gülümsedi. Çünkü 'abla' kelimesini kabul ettiğimi hissetti. "Ayrıca duymasın nenen arkasından böyle şeyler dediğini." Cık cıkladım hafifçe.

 

"Yüzüne de diyorum ki ben onun."

 

"Hı hı kesin kesin."

 

"Hııı diyorum." Omuz silkip inanmadığımı belirttiğimde daha da düştü suratı. Tam bir küçük sıçandı ve ben bu küçük sıçanı sinir etmeyi sevmiştim. "Teyzeni sevdim biliyor musun? Ama beni biraz korkutuyor." Dedi dudaklarını ısırıp. Sanki dememesi gerek bir şey demiş gibi. Haksız da değildi şimdi. Hakkı vardı.

 

"Teyzem öyledir." Ayaklarımı sallıyordum bir ileri bir geri.

 

"Ama sarı saçlı abla var ya bal olan." Balca'ya 'bal' diyordu. "O bir garip. Ondan daha çok korktum."

 

"Heh işte ondan kork. Ama sen diğer yerden bitmeye de dikkat et. O daha fena." Kendileri hakkında böyle konuştuğumuzu duysalar ikisi bir yolardı beni. Küçük bir kahkaha attım. "İnelim mi?"

 

"Biraz daha otursaydık. Ben sevdim."

 

"Hadi küçük sıçan. Yokluğumuz fark edilmeden inelim. Bir daha çıkarız sonra."

 

"Sahi mi?"

 

"Önden ben ineyim. Seni tutarım." Dedim oturduğum yerden hafifçe büyük gövdeye tutunup. Alt dala basıp onu kucağımda tutacak ve yere bırakacaktım. "Dikkatli bas sonra kan gövdeyi götürmesin." Dedim ona doğru. Korkarak adımını ağaçtaki küçük oyuğa koydu. "Bana doğru." Tedirgince baktı. Tabi alışık olmadığından korkması normaldi. Oysa ben öyle miydim? "Seni mi bekleyeceğiz akşama kadar sıçan. Hadi!"

 

Bir adım daha attı ama attığı adım boşa geldi. Ellerini belki de tutunduğu daldan bırakmasa bir şey olmazdı ama o anın verdiği korkuyla ellerini bıraktı. Kollarımı uzatıp bir hışım tuttum onu. Reflekslerime şükretmemiz lazımdı. Ama benim de ayaklarım sağlam bir zemine değil de kuru bir dala bastığından onun ağırlığıyla birlikte kaybettim dengemi. İkimiz de boyladık yeri. Düşerken de güçlü bir çığlık atmıştı bizimki.

 

"İyi misin?" dedim kollarımın arasında dururken. Kollarını kuvvetle boynuma dolamıştı.

 

"Zeynep!"

 

"Zeynep!" düştüğümüzü ne ara görmüştü bunlar?

 

"Zeynep iyi misin kızım?" Babam endişeyle kucakladı Zeynep'i. Korkuyla kollarının arasına aldı. İkimiz birden düşmüştük Zeynep'le. Babam onun için korkmuştu. Dizleri, elleri yaralandı mı diye bakıyordu endişeyle. Ama Zeynep'in dizleri kanamıyordu. Benim dizlerim kanıyordu düştüğüm yerde. Dizleri yırtılan pantolonuma bakakaldım. Kırmızı kanın mavi kotumu boyamasına bakıyordum. Acıyla kıvrıldı yüzüm.

 

Babam Zeynep için koşmuştu. Onun için korkmuştu. Benim dizlerimdeki kanı görmedi. Ruhumdakileri görmediği gibi...

 

"Zühre iyi misin?" dedi kollarımdan tutan Hicran hanım. Korkuyla bakıyordu bana. Ondan destek alıp ayağa kalktım ama dizlerimde müthiş bir sızlama vardı.

 

"Zühre..." dedi nihayet babam. Beni yeni fark etmişti.

 

"Zühre iyi misin?" dedi tekrar Hicran hanım. Babam kollarının arasında Zeynep'i tutuyordu. 'İyiyim' diyemedim ama 'iyiyim' der gibi elimi salladım hafifçe gülümseyerek. İçimde bir şeyler batıyordu göğsümün tam ortasına. Ruhunun kırıkları...

 

Peki ruhumun kırıkları gülümsememden dışarı taşar mıydı? Dizlerim kanamıştı. Peki ruhumun kırıkları gülümsememi de kanatır mıydı?

 

Dizlerimdeki sızlamaya aldırmadan geçip gittim yanlarından. Belki ruhumdaki kırıkları saramazdım ama dizlerime bakmalıydım. Dizlerime baktıktan sonra da gitsem iyi olacaktı.

 

 

 

⭐️

 

 

 

"Hele yenge sen niye sabahtır çıkmıyorsun bu mutfaktan dışarı?" Nevide elindeki börekleri dikkatle tepsiye yerleştirmiş şimdi de ısıtılmış fırına koyuyordu. Kol böreği yapmıştı. Senin yufka yüreğinden mi?

 

"Mutfakta durulmaz diye bir kural mı var Nevide?" dedim somurtkan bir halde. İki elimi de yanaklarıma yaslamış mutfak masasında tepsi tepsi börek açan Nevide'yi izliyordum.

 

"Yok yenge. Öyle bir kural yok ama tam üç gündür mutfakta öylece duruyorsun ya. Ne bileyim tuhafıma gitti."

 

Arslanoğlu konağına döneli tam üç gün olmuştu ama en çok vakit geçirdiğim yer işte bu üzerinde oturduğum rahat sandalye ve dirseklerimi dayadığım masa olmuştu. Bir evin mutfak mobilyaları bile bu denli nasıl rahat olabiliyordu? Bir de gold detayını her yerde görmeye devam mı edecektik?

 

"Gitmesin Nevide. Beni kendi halime bırak." Dedim baygın baygın. Olabildiğince küçük konaktan uzak durmaya çalışıyordum. Olabildiğince Korhan'ın nefes aldığı hava sahasına girmemeye çalışıyordum. Ve ona en uzak yer büyük konağın mutfağıydı. Gece geç saate kadar burada pinekleyip, gece etrafa sessizlik çökünce gizlice gidiyordum odama. Başta herkesin garibine gitse de zaten garip olduğumdan beni kendi halime bırakmışlardı. Bir nevi pes etmişlerdi.

 

"Yenge sen hasta falan değilsin değil mi? Vallah yüzün kireç gibi kaç gündür? Nurdan yengem çok endişeleniyor senin için."

 

Hasta değildim kırıktım sayılır mıydı? Hem kalbim hem tahtalarım kırıktı.

 

"Değilim Nevide."

 

Halime bakıp bir şey diyemeden kendi işine döndü. Çok güzel börek yaparım diye girmişti buranın mutfağına ve sabahtır tepsi tepsi börek yapıyordu. 'Biri şu halama, biri bu halama, biri bize, bizi buraya' diye de sıralamıştı.

 

Otururken kulağıma 'Yapma gitme Rahul' diye bir ses çalındı. Bir anda gerilmişti tüm sinirim. Derin ve hızlı bir nefes çekip yumdum gözümü. Zaten ne geldiyse bu saçma dizi yüzünden gelmemiş miydi başıma?

 

Hışımla yerimden kalkıp ayaklarımı yere vura vura ilerledim salona. Dilva hala tek başına yüksek sesle yine aynı diziyi açmış izliyordu. Gidip orta sehpadaki kumandayı kaptım ve hışımla kapattım televizyonu.

 

"Hele ne yaparsın sen kız?" dedi şaşkınca.

 

"Bu evde bu diziyi izlemeyi yasaklıyorum!" dedim bastıra bastıra. Gözleri şaşkınlıktan iri iri açılmıştı. "Bu evde bu dizi izlenmeyecek!"

 

"Aa delirdi herhalde..." Delirmem yeni bir şey değildi. Doğuştandı ve deliliğimle baş etmeyi öğrenseler iyi olurdu.

 

"Ne oluyor burada? Dilva, Zühre kızım?" Nurdan hanım önde Berivan hala arkada girdiler içeri. Berivan halanın elinde bir tepsi vardı.

 

"Televizyonu kapattı bir anda Zühre. Ben de anlamadım ki?" Kırıcı olmamalıyım kırıcı olmamalıyım...

 

"Hep aynı bölümleri izliyorsunuz." Dedim sesimin ayarını oturtup. "Ne gerek var yenileri varken?"

 

"Kız bir dizi izleyeceğim ondan da etme insanı."

 

"Bu evde bu dizinin izlenmesini istemiyorum." Net bir dille söyleyip çekildim televizyonun önünden. "Başka şeyler izleyin. Belgesel izleyin mesela. Ama o diziyi izlemeyin."

 

"Tamam Zühre. Sen sıkma canını." Gülümseyerek tuttu kollarımdan Nurdan hanım. "Sen nasıl istersen kızım. Nereye gidiyorsun?" dedi endişeyle bu zır deli halime bakıp. İçinden kim bilir neler diyordu?

 

"Hava alacağım." Dedim kollarımı ondan çekip. Cidden beynimin oksijene ihtiyacı vardı.

 

"Hele giderken bunu da Korhan'a veriver. Yemek saati." Berivan hala umuramaz bir şekilde bakışlarını kardeşinden çekip bir anda ellerime tutuşturuverdi tepsiyi.

 

"Ben götüremem." Diyecek oldum ama dinlemediler beni.

 

Elimdeki tepsiyle bakışa bakışa küçük konağa ilerlerken içimden Malvika ve Rahul'a sövüyordum. Diziler kapatılmalıydı. Hele ki aşk dizileri hepten kapatılmalıydı.

 

Kapının önünde de bir tur sövüp yavaşça çaldım. Elimdeki tepside bir kase tavuk suyuna çorba ve bir dilim kepekli ekmek vardı. Ne yani bununla mı doyacaktı? Kaşı ise peçeteye sarılı bir halde duruyordu. Ne gerek vardı?

 

İçeriden 'gel' denmesini beklemeden kafamı uzattım içeri doğru. Yatakta oturmuş kitap okuyordu. Abi kardeş ne kadar da kitap okuyorlar?

 

Bakışlarını kitaptan kaldırırken haifçe şaşırmış gibiydi. Günlerdir onu görmemek için kaçıyordum.

 

"Ben... Yemek saatinmiş...Onu getirdim..." Bir şey demeden elindeki kitabı yanı başındaki komodine bırakmıştı. Bana kızgın olabilirdi. Bakışlarımı ondan kaçırdığım için yüzündeki ve gözlerindeki ifadeyi tam bilmiyordum.

 

Tepsiyi dikkatle taşıyıp kenarda duran küçük tekerlekli masaya bıraktım ve masayı onun önüne çektim. Bakışlarım yataktan aşağı sarkıttığı bacaklarına kaydı. Çorapları yeni olmalıydı. Ya da hiç yere basmadığından yeni gibi duruyordu. Yüzüme bakıyordu. Hissedebiliyordum. Muhtemelen de kızgındı bana.

 

Bir şey demedi ben de demedim. Gidip yatakta yanına oturdum. Özür dilemem gerekiyordu.

 

"Ben..." Derin bir nefes aldım. Parmaklarımla oynuyordum rahatlamak için. "Geçen gün..." Ağzım kurumuştu stresten. "O gün yaptığım şey için özür dilerim. Yapmamam gerekiyordu..." Kelimeler ağzımın kuruluğundan zar zor çıkıyordu.

 

"Nasıl oldu, neden yaptım bilmiyorum ama çok saçmaydı." Sesli bir soluk verdim. Az sonra benim deliliğime küfredecekti. Hissediyordum. "Yani... Sen ölmek istiyorum diye öyle ardı arkasına bağırınca... Bakma bana ben deliyim. Sadece susturmak istedim."

 

"Susturmak?" dedi geldiğimden beri ilk defa konuşurken. Gözlerinde sinirli bir ifade vardı. Bakışlarımı ona çevirdiğim için pişman olup hemen geri yere indirdim.

 

"Çok malcaydı biliyorum. Çok saçmaydı. Bir anda ne bileyim... Sadece susturmak istemiştim hepsi bu. Ama bu gerçekten çok aptalcaydı. Bak ben özür dilerim. Kesinlikle yapmamam lazımdı. Zaten nereden aklıma geldi hiç bilmiyorum da." Hep o saçma dizi yüzünden olmuştu.

 

"Bir anda aptallığıma geldi. Zaten hayatında hiç birini öpmeyen ben ne diye böyle bir şeye kalkıştım onu da bilmiyorum. Bak ben çok özür dilerim. Gerçekten amacım seni kızdırmak, rahatsız etmek değildi." Hızlı hızlı konuşuyordum. İfadesiz bir şekilde bakıyordu öylece bana. "Aptallık bu başka bir şey değil. Mallık. Salaklık. Yapmamam lazımdı ama ben gerçekten özür dilerim. Çok özür dilerim. Çok ama çok özür dile-"

 

Sözümü ve nefesimi kesen dudaklarımın üzerinde hissettiğim o sıcak baskı oldu. Gözlerim yuvalrından düşecek gibi açılmıştı. Dudakları dudaklarımın üzerindeydi.

 

"Böyle dümdüz bir şeydi Zühre. Abartmana gerek yok." Dedi geri çekilirken. Kaskatı kesilmişti bedenim. O ise ifadesizce bakıyordu yüzüme. Muhtemelen beni cin çarptığını düşünüyordu.

 

"Ben..." diyecek oldum ama kararan bakışlarım müsaade etmedi cümlemi tamamlamaya. Vücudumu kontrol edemedim. başım onun göğsüne doğru düşerken uğuldayan kafamın içinde bana 'Zühre' diye seslendiğini işittim en son.

 

Bayıldım.

 

 

⭐️

 

 

Sürç-i lisan ettiysek affola

I

 

Beni buradan, instagramda ve TikTok'tan takip etmeyi unutmayın. Bölüm kesitleri , yeni bölüm kesitleri oradan yayımlanıyor.

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet 💕

Loading...
0%