@seydnrgrsu
|
Merhaba hoşgeldiniz Nasılsınız
Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın
Yorumlardaki azlık ve beğenmelerin az olmasını gördükçe üzülüyorum haberiniz olsun🥲
Aydınlatın Yıldızı, gelin her satıra. Hepsinde Zühre'nin izi var
🐦
Kalbimin odaları misafir doluydu. Dört odacığının dördünde de misafirler dolardı ve çatlaklarımdan taşardı.
Bir odacığında babam vardı. Hafta sonundan hafta sonuna gelir, misafir olur ve giderdi. Misafir olduğu iki gece bence günler yirmi dört saatten daha kısaydı. Bir iki saat anca olması lazımdı. Ona sarılmak, sohbet etmek için iki gün hiç yeterli olmuyordu. Daimi kalsın istiyordum ama o misafir olup gidiyordu.
Diğer odacığında teyzem, Günce, Hamiş ve Balca vardı. Onlar da yerli misafiriydi kalbimin. Hep oradalar ama bir gün gideceklerdi, bundan emindim. Yirmi üç yıl yerleşik yaşamışlardı kalbimde. Kazımışlardı kendilerini oraya. Her an beni bırakacaklarını biliyordum ama onlardan önce ben onları bırakmıştım. Kalbimde kazındıkları odacıkta ise şimdi koca bir boşluk vardı.
Üçüncü odacık annemindi. Kokusu, saçları ve sarı rengi kalmıştı gittiğinden beri. Fotoğraflarda gülümsüyor ama kalbimin odacığında duyuyordum kahkahalarını. Giden varlığına tutunuyordum. Onun misafirliği ömrümde iki yıldı. Geldiğinden ve gittiğinden haberimin olmadığı iki yıl. Bıraktığı boşluk dolar mıydı, dolmasını istiyor muydum bundan emin eğildim.
Kalbimin son ve dördüncü odacığını abime ayırmıştım. O da babam gibi haftadan haftaya gelirdi önceleri. Bazen babamın gelmesinden daha çok gözlerdim yolunu. Ondan daha çok özlerdim. Hatta mahallede bir ara adım 'abim gelince görürsüne' çıkmıştı. 'Serçe Kuşu' olarak baş edemediğim yerde benden kilometrelerce uzaktaki abimle tehdit eder olmuştum herkesi.
Ama abimin misafirliği babamınkinden daha farklı, daha özlem dolu daha sonraları ise daha umursamaz bir hal almıştı benim için. Babamla birlikte gelmeyişine 'okulu' engel oldu önce, sonra da 'sınavları'. Derken 'üniversitesi' ve 'şirketteki işleri'. Hepsine ayrı bir nedeni vardı.
'Yapma böyle Serçe Kuşu, söz haftaya oradayım' demeleri yalan çıktı mesela. 'Şirkette işler yoğun olmasa gelmez miyim hiç' dedi sonra.
Hepsine bir bahane, bir kalıp uydurdu.
Sonra geldi.
Geldi ve hayatımın tam merkezine sıçtı.
Yetmedi sıvadı ömrümün her yerine. Battığı çukura birlikte gömülelim istedi. Bu onun lügatında 'anca beraber kanca beraber'di. Ama benim lugatımda 'ne halin varsa gör' olamadı. Paçalarımdan tutup çekmesine izin verirken omuzlarımın üzerine alıp nefes almasını sağladım. 'Töre' dedikleri şey uğruna hiç olup gitmesin istedim.
Ama şimdi belki de o hiç olup gidiyordu.
Ömrü tam da bu noktada sonlansın, noktalansın istemiyordum. Üç nokta koysa belirsizdi. Bence o virgül koyup devam etmeliydi. En azından bebeği için.
Ameliyattan çıkalı saatler geçmişti. Hatta o kadar saat geçmişti ki biz o kadar süre zarfında 'cennet parçasından' dönmüş soluğu hastanede almıştık. Haberi Osman'ın telaşlı sesinden duyduğumuz an zamanla sıkı bir yarışa girdik.
Koridorun en başında, insanlara en uzak noktadaydım. Yoğun kalabalığın, ağlama seslerinin en gerisinde. Belki ait hissedemediğimden belki de böyle kalabalıkları sevmediğimden. Ama tek bildiğim o kalabalık ahalinin arasına girmek istemediğimdi.
Baktım sadece. Öylece baktım. koridorun başında ağlayan Hicran hanıma baktım. Onu sakinleştirmek için başında duran halalarıma baktım.
Kocaman kırmızı harflerle yazan 'yoğun bakım' yazısına baktım.
Hepsine baktım ama yerimden kımıldayamadım.
"Zühre..." Yanı başımdaki sesin sahibine çevirdim bakışlarımı. Korhan'a. Hemen yanı başında da Osman vardı. "İyi misin?" Yorgunluk vardı bakışlarında, sesinde.
Uzun uçak yolculuğu sarsmıştı onu. Ama yolculuktan çok kardeşinin durumu yüzünden bu haldeydi. Yol boyunca telefon trafiği kesilmemişti. Diken üstünde durmuştu.
Hafifçe omuz silktim sorusuna karşılık. İyi değildim. Kötü de değildim. Ne halde olduğumu bilmemenin sıkıntısıyla boğuşuyordum.
"Gülnare nasıl?" dedim cevap vermek yerine. İlk defa ona kendi adıyla hitap edişim kendime epey tuhaf gelmişti. 'Ekşi yüz, ağlasal, yolunası kıvırcık' çıkmamıştı ağzımdan.
"O iyi. Bebek de iyi. Hafif sıyrıklarla atlatmış. Peki ya abin?"
"Bilmiyorum." dedim bakışlarımı kalabalık ahaliye çevirip. Tek bildiğim 'iyi olmadığıydı.' Acil ameliyata alınmış ve saatlerce ameliyatta kalmıştı. Biz buraya geldiğimizde yeni çıkarılmıştı ameliyattan. Önümüzdeki yirmi dört saat kritikti. Hayati tehlikesi vardı. Bunların hepsini koridorun sonundaki yüksek konuşmalardan duymuştum.
"Çok yorgunsun Zühre. Eve gitmek ister misin?" Bir şey yapmak istemediğim zamanlar çok olmuştu hayatımda. Hatta ömrümün çoğu bir şey yapmayarak geçmişti fakat bu sefer canımın istememesi çok farklıydı.
Hafifçe omuz silktim.
"Zühre çok yorgunsun. Kaç saat yol geldin. Burada bekleyerek bedenine eziyet ediyorsun sadece." Yıllarca kendi bedenine eziyet eden adamdan bunları duymak da bir garipti. Gülümsedim hafifçe. Eğer dediği gibi epey yorgun görünüyorsam fazla eğreti duruyor olmalıydı bu gülümseme.
"Sen daha da yorgunsun." dedim bakışlarımı ondan çekmeden. Yüzü bir hayli solgundu. "Gitmek istemiyorum." Bakışlarımı ondan çekip koridorun sonundaki kalabalığa çevirdim.
"Burada mı kalacaksın?"
"Bilmem. Belki bahçeye çıkarım." Hafifçe bir kez daha omuzlarımı silktim.
"Tamam. Israr etmiyorum ama Osman bize burada bir oda ayarladı. Dinlenmek istersen eğer. Hemen üst katta."
"Giderim belki birazdan." Sesimdeki cılızlık bana bile yabancıydı.
"Tamam. Sen bilirsin. Ben orada olacağım."
"Teşekkür ederim." dedim sonlara doğru alçalan sesimle. Tüm ailesi hastanedeydi. Gitmeyecekti o yüzden. Soyadı ise ona kapılar ve odalar da açıyordu. Büyük 'Özel Arslanoğlu Hastanesinde' öyle koridor köşelerinde ağırlanmak da zaten yakışır mıydı hiç bize.
Sessiz bir şekilde yanımda biraz daha durup bir şey demeden gitti Osman'la birlikte.
Öylece duruyordum koridorun başında. Ellerimle yüzümü sıvazlayıp ileri doğru attım adımlarımı.
"Zühre?" Beni ilk gören Cevriye halam oldu. İri gözlerinden süzülen yaşları ellerinin tersiyle silerken başındaki şalı yer düştü. Ama oralı olmadan bana doğru hızlıca adımlayıp kollarını sıkıca sardı bedenime. 'Dur yapma' diyecek oldum ama o benden daha hızlıydı.
"Hala..." dedim kesik kesik nefesler alıp. Omzumda hissettiğim ıslaklıkla gözlerimi sımsıkı kapattım. Ağlıyordu. Ve ben ağlayanlara katlanamazdım. Hele de omzumda ağlayanlara hiç katlanamazdım.
"Ah Zühre ah..."
"Ah bunlar da mı gelecekti başımıza..."
"Biz neler yaşıyoruz böyle..."
Etrafımdaki kalabalıktan senkronize şekilde ağlama sesleri yükselirken ben Cevriye halamın ahtapot misali doladığı kolları arasında sadece Hicran hanıma bakıyordum. Hepsinden daha fazla süzülüyordu yaş gözlerinden. Ama onlar gibi dudaklarından feryat dolu kelimeler dökülmüyordu.
Cevriye halamın ve diğer halalarımın kollarından kurtulup derin bir nefes aldım. Hala takımı bu sefer benim bıraktığım boşluğu kendi kollarıyla doldurup daha hararetli ağlamaya başladılar.
"Hicran hanım..." dedim kapının tam önünde bitkin halde duran kadına yaklaşıp.
"Zühre..." Çatallı sesine kan çanağı içindeki bakışları eşlik etti ve yaşların süzüldüğü bakışlarını bana çevirdi. Beyaz teni daha da beyazlamış sanki yüzünden kan çekilmiş gibiydi. Başından kaymış bozuk şalının önünden siyah saçları fütursuzca dağılmıştı.
Daha da başka bir şey diyemedi. Çenesi titremeye başladı. Destek aldığı duvardan kendini çekerken sendeledi ve benim ani refleksim sayesinde bana tutundu. Tutup hemen yandaki koltuğa oturttum.
"Hicran hanım..." Diyecek bir şey arıyordum ama bir türlü bulamıyordum. Burada durmama da bir anlam bulamıyordum zaten. Yüzünü ellerine gömüp omuzları sarsılırken tek yaptığım ona öylece bakmak olmuştu.
"Çok korkuyorum Zühre..." dedi hıçkırıkları arasından. "Çok korkuyorum..." Ellerim onun elleri arasındaydı. Çekmek istedim ama yapamadım.
Böyle kötü zamanlarda karşıdaki insanı teselli edecek bir şeyler diyebilmeliydi insan. Ama ben bunu asala başarabilenlerden olmamıştım. Bugün bana ne demem gerektiğini söyleyen iç sesim bile yoktu ortalarda.
"Hicran hanım... Doktorlar ilgileniyor." Diyebildim mırıltı halinde. Bunu o benden de iyi biliyordu.
"Teşekkür ederim Zühre..." kafasını kaldırıp yaş süzülen bakışlarını bana çevirdi. Sıcak elleri arasındaki soğuk ellerim hiç bu kadar rahatsız hissettirmemişti bana daha önce. "Geldiğin için, bizi yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim." Sıcacık elleriyle daha da sıktı ellerimi.
O ellerimi sıktıkça nefesim daraldı, ciğerlerime oksijen gitmedi.
"Babam nerede?" dedim aniden ayağa fırlayıp. Belki içerisinin bunaltması belki de o sıcak eller sıktı ruhumu. Babamı merak ettiğimden de değildi merakım. Tek isteğim kaçıp gitmekti.
"O dışarıda." dedi Cevriye halam göz yaşları arasında.
Belki bedenimdeki yorgunluk belki de ruhumdaki sıkıntı tutamıyordu beni yerimde. Oldum olası hastanelerden nefret eden ben gidemiyordum da.
"Kendine gel Serçe Kuşu..." dedim ellerimle saçlarımı çekiştirirken. Bir yandan da hastane bahçesine adımlıyordum.
Az ilerideki kaldırıma otururken dizlerimi karnıma doğru çektim. Düşünmek istemiyordum. Tek istediğim bu zamana kadar yaşanan her şeyin bir rüya olmasıydı ve birinin beni dürtüp bu rüyadan uyanmamdı.
Sanırım dileklerin gerçekleşme hızı da oluyordu. Çünkü benim ki ışık hızında kabul edilmiş olmalıydı biri omzumdan dürttü. Ama ben uyanmak yerine babamın kıpkırmızı gözleriyle karşılaştım.
"Zühre?" Yorgun görüntüsünü destekliyordu yorgun bakışları.
"Baba?" dedim duruşumu bozmadan. Bir müddet öylece baktı ve yanı başıma oturuverdi.
"Sorun yok Tahsin. Git sen." dedi karşımızda dikilen adama. Babamın yegane sağ kolu, Tahsin Ünaldı. Namı diğer 'Tahsin amca'.
Her hafta sonu ziyaretinde babamla birlikte gelir, Hamiş'in ısrarlarıyla bizim eve girip çayımıza misafir olurdu. Sessiz, sert duruşlu adam bakınca herkesi ürküten biriydi ama küçükken bahçedeki oyun arkadaşım olmuştu hafta sonundan hafta sonuna. 'Benim hiç kızım yok biliyor musun' dediğinde 'Senin kızın olurum' diyen beni kolları arasına alıp sıkı sıkı sarılınca anlamıştım korkulmayacak bir adam olduğunu.
Onun bile kızı olmuştum ama babamın kızı olamamıştım...
"Nasılsın Zühre?" Babamın 'gidebilirsin' demesini dinlemeden yan tarafıma gelip hafifçe eğildi bana doğru.
"Sen nasılsın Tahsin amca?" dedim sorusunu es geçip. O da cevaplamadı sorumu. Çünkü hiçbirimiz iyi değildik ve 'iyi olmadığımızı' dile getiremiyorduk. İlk defa yalan söyleyemiyordum. Oysa yalanın her renginde konuşan ben 'nasılsın' sorularını es geçiyordum o gün.
Dakikalar geçti sessiz sedasız. İleride annesinin kucağında ağlayan küçük çocuğa baktım, ambulansla getirilen hastaya baktım, koltuk değnekleriyle yürüyen adama baktım. ama ne ben konuştum ne de babam konuştu.
"Beklemek..." dedi babam dakikalar sonra sessizliği bozan ilk taraf olarak. Sesi onu tanıdığımdan beri ilk defa bu kadar yorgun çıkıyordu. "Çok zormuş..."
"Bilirim." dedim alaycı bir tavırla. "Çok iyi bilirim." Benim elime kimse su dökemezdi 'beklemek' konusunda. Belki de bu dünyada bekleme şampiyonası düzenlense ben şampiyon olurdum. Kafamı ona çevirdim. Gözünden süzülen yaşlara baktım öylece. "Abim inatçının tekidir. Bilmez misin? Korkma."
"Bilirim. İnatçıdır. Ama senin kadar değil."
"Yaşam savaşı veren o baba. Benden daha inat olsa iyi eder." Hafifçe gülmeye çalıştım.
"Ne inat ne de inatçılık değil. Evlatlarımla sınanmak... Hepsinden daha çok koydu."
"Abim hep böyledir bilmiyor musun? Tanımıyormuş gibi yapma. Sonuçta benden daha çok yaşadı yanında bilmen gerek. Hep başına bir iş açar sonra da iyiyim der o. Bilmiyor musun?"
"Öyle. Nerede başa açılacak bir iş var illa açar başına sonra da iyiyim der. İnşallah bu sefer de der." Elinin tersiyle gözlerinden süzülen yaşları sildi.
"Bela mıknatısı bence. Olmadı bu yenisini yapsak deseniz otuz yıl kadar geç kaldınız. Umarım bundan sonra başına iş açmaz. Gerçi ben ona pek güvenemiyorum da. Çünkü bundan önce kendi başına iş alırken beni de kattı araya."
"Zühre..." dedi bana dönüp. Öylece baktı gözlerime. Sonra demek istediklerini yutkundu hafifçe ve önüne döndü. Ben de ısrar etmedim bir şey desin diye.
Yerimden doğrulup pantolonumu silkeledim. "Gülnare ve bebek iyiymiş. Umarım oğlun da iyi olur." Öylece bana bakarken o da benim gibi doğruldu ama pantolonuna bulaşan tozlara aldırmadı.
Daha başka bir şey demeden döndüm gidiyordum ki önce kolum çekildi sonra da kendimi onun kolları arasında buldum.
"Hiçbirinizi kaybetmek istemiyorum Serçe Kuşu..." Sessiz hıçkırıkları doldu kulağıma. "Çok korkuyorum. Size bir şey olmasından çok korkuyorum."
Koku hafızası en güçlü hafızalardan derlerdi. Babamdan yayılan buram buram koku dokuz yaşında, sarı elbisesinin etekleri çamur olmuş Zühre'yi anımsatıyordu bana. Her hafta sonu iki katlı eski evlerinden uzanan taş yolun sonunda beklediği babasından yayılan kokuydu.
Gözlerimi kendimden habersiz kapatırken çekilmedim geri.
"Ben seni kendimden uzak tutarak en büyük hatayı yaptım. Sana özleminden yarım olan yüreğimin bir başka evlat acısıyla sarsılmasını istemiyorum."
"İyi olacak." Dedim kendimi geri çekip. "Oğlun iyi olacak."
"Zühre..."
"Kendini suçlamanın sırası değil. Eski yaşananlardan dolayı pişmanlıklarını dile getirmenin de sırası değil. Dua et. Oğlun iyi olsun diye dua et. İyi olsun ki yaptığı şeylere değsin." İğne olup batan laflarımdan pişman değildim. Dahası da vardı dilimin gerisinde ama yutkundum. Onu gözlerinden süzülen yaşlarla geride bırakıp girdim hastaneye.
🐦
Üzerimdeki mavi önlüğü çekiştirdim. Başıma geçirilen sıkı boneyi çıkarmak istedim ama uyarıcı bakışlarını üzerimden bir an olsun bile çekmeyen hemşireyle göz göze gelince vazgeçtim.
"Sadece beş dakika Zühre hanım. Lütfen daha fazla olmasın." Bunu bu odaya girdiğimden beri en az elli kere söylemişti. Eğer biraz daha oyalanırsam muhtemelen elli birinciyi de söylerdi.
Odadaki aynada kendi yansımamla göz göze gelince kaşlarım hafifçe çatıldı. Mavi bir goblini andırıyorsun Zühre...
Çenemin altında duran maskeyi de burnumun üstüne çekip hemşirenin geçmem için açtığı kapıdan içeri yürüdüm. Yakasındaki kartı geçtiğim diğer odadaki kapıya okutup açarken tekrar bana döndü ve elli birinci uyarısını yaptı. "Sadece beş dakika Zühre hanım."
"Peki anladım." dedim eldivenlerin takılı olduğu elimi havaya kaldırıp. Açılan kapıdan içeri yürürken attığım her adımda kulağımda büyümeye başladı aynı ses, dıt dıt dıt...
Bakışlarım loş ışıklı odada dolaştı. Daha soğuk olan yer içimi titretirken bunun üşüme olmadığını biliyordum. Tam yedi yavaş adımda büyük kablolarla çevrili bedenin yattığı yatağa ulaştım. Koca iki monitörde yeşil çizgiler bir yukarı bir aşağı giderken bu iyi bir görüntüydü. Onun yaşadığını gösteriyordu. Yukarıdaki büyük bir makineden gelen beyaz bir hortum tam ağzına takılmıştı. Vücudunun her tarafında kablolar vardı. Ve yüzü yara bere içindeydi. Oysa yüzüne çok iyi bakardı...
"Naber?" dedim tam yanında durduğumda. Maskenin altında boğuk çıkıyordu sesim. Belki 'İyidir Serçe Kuşu senden naber' diye gözlerini açıp güler diye bekledim ama onun yerine bağlı olduğu makinelerin sesi çalındı kulağıma. Abin uyurken sesten nefret eder Zühre.
Bakışlarım tek tek vücuduna bağlanan kablolarda dolandı.
"Elektrik ustası hayatında bu kadar kablo görmemiştir kesin." Hafifçe kıkırdadım. "Ülkenin tüm kabloları üzerinde."
Tepki vermedi. Veremedi. Versin istedim ama o öylece uzanıyordu kabloların altında. Oysa üzerine uyurken yorgan bile örtmeyen sıkıntılının tekiydi. Tam şu anda gözlerini açsa feryadı koparırdı büyük ihtimalle.
"Gözlerini açmak zorundasın." dedim ciddiyet bürünen sesimle. "Dışarıda o kadar çok ağlayan insan var ki, o salya sümük rezervini kurutmak için gözlerini açmak zorundasın." Düzenli ritimleri duyuluyordu kalbinin.
"Bunu hiç dile getirmedim bu güne kadar ama şimdi söyleyeceğim. Beni duymuyorsun ama yine de içimde tutmak istemiyorum. Biliyorsun beni ben içimde tutarsam eğer patlıyorum." Arkada duran tabureyi çektim ve yavaşça oturdum. Sanki onu uyuduğu uykusundan uyandırmamam gerekiyordu ve dikkatli olmalıydım.
"Seni çok kıskandım, çok kıskanıyorum. Niye diye sorarsan seni bekleyen o kadar çok insan var ki. Hala takımı, amca takımı, yenge takımı, annen..." Duraksadım. Hafifçe boğazımı temizledim. "Ve babam... İşte bu yüzden uyanmak zorundasın. Ben senin yüzünden buradayım. Senin yüzünden bilmediğim bir şehre, bilmediğim insanların arasına, bilmediğim bir adamın evine evli olarak girdim. Eğer ben bunların hepsine katlanıyorsam bil ki senin yüzünden." Ellerimi yumruk yaptım dizlerimin üzerinde.
"Madem bu boktan çukura ben senin yüzünden düştüm o zaman kolayca ölüp gitmemelisin. Hem... Gülnare var. O ağlak kız daha da çekilmez bir halde haberin olsun. Dünyaya gelmemiş bir bebeğin var. Ha kendini benim açımdan baş tacı falan sanma. Her şey o doğmamış bebeğin hatırına. Eğer ben bunlara katlanıyorsam sen de o yataktan kalkmak zorundasın. Çektiğim zahmete değsin."
Yerimden kalktım. Beş dakika bitmek üzereydi. Her an hemşire girip uyarısını yapabilirdi.
"Hep bana hep bana olmaz. Kısasa kısas. Öyle kolay yoldan kaçmak yok. Uyan." Eldiven takılı elimi onun kablolar bağlı eline uzattım ve hafifçe tuttum. Yaşadığım his öylesine tuhaftı ki tarif edemezdim. Keşke ağlayabilsem...
"Lütfen abi... Lütfen uyan... Sana ne kadar kızsam da seni çok sevdiğimi biliyorsun. Lütfen abi... Zaten kanatlarım yaralı. Daha fazla yanmasın canım olur mu?" Elini korkarak hafifçe sıktım.
"Zühre hanım beş dakika doldu." dedi hemşire. Beş saniye bile olmamıştı daha. Hayatımda beş dakika hiç bu kadar kısa gelmemişti.
"Abi..." dedim fısıltıyla hemşireye dönmeden. Monitörden yükselen ses hızlandı bir anda.
"Zühre hanım lütfen çıkın dışarı!" dedi hemşirenin telaşlı sesi.
"Abi lütfen..." Odaya girdiğim ilk andan beri düzenli duyulan ritimler düzensizleşince apar topar çıkarıldım dışarı. Çıkarken de duyduğum tek şey 'Hasta şoka giriyor' oldu. Sonra koşturan kalabalık, koridorda bekleyen telaşlı insanların feryadı sıralandı.
Üzerimdeki önlüğü, başımdaki boneyi koparıp atarcasına çıkardım. Adımlarım koridoru aşarken tek istediğim nefes alabilmekti. Gözlerim kararıyordu. Zar zor kendimi bahçeye attım. "Sikeyim ulan bu işi."
Gecenin ayazı çökmüş bahçedeki kalabalık azalmıştı. Gözlerim iyice karardığında bahçenin sonundaki korkuluklara ulaşmıştım zar zor. Boğazımdaki görünmez eli çekiştirdim ama fayda etmedi. Sonra saç derime dolanan kirli eli çekiştirdim o da fayda etmedi. Bahçenin dışına çıkıp yolun kenarındaki kaldırıma bırakıverdim kendimi. "Ulan ben böyle işin ızdırabını da kendini de sikeyim! Şu hale bak!"
Var gücümle dizlerime vurmaya başladım ama hıncımı alamıyordum. Derin nefesler almaya çalıştım. Oksijensizlik kafamı ağrıtıyordu. Kafamı dizlerime koyup ellerimi çevresine sardım. Beynimde kırmızı ekran veren kısmı karanlığa boğmak istedim.
"Abla?" dedi yan tarafımda ben kafamın içindekilerle boğuşurken bir cılız bir ses. "Abla iyi misin?"
"Sen de kimsin?" Kafamı dizlerimden kaldırırken deniz mavisi bir çift gözle karşılaştım. İçinde derin suların olduğu bir çift mavi göz. Tereddütle bakarken birbirimize geniş gülümsemesini yayıverdi yüzüne.
"Hastan var değil mi abla?" Bir şey demeden yanıma oturdu.
"Nerden anladın?" Hastanenin önündeyiz ya Zühre.
"Hastanenin önündeyiz ya abla. Ama senin derdin büyük gibi." Onun da yaşı böyle büyük cümleler kurmak için pek büyük sayılmazdı. Olsa olsa on yaşında ya vardı ya yoktu. Belki fazlaydı belki de azdı.
"Ne belli derdimin olduğu?" Bir kaşım hafifçe havalandı ona bakarken. Dalga dalga saçları başak sarısıydı. Beyaz teni güneşten kavrulmuş, derileri soyulmuştu.
"Hastaneler çok dert barındırır abla. Çok gördüm senin gibisini. Çok ağlar burada insanlar. Ben de seni böyle görünce ağlıyorsun, belki peçete alırsın sandım." Üzerindeki delik, eski tişörtünü çekiştirdi.
"Ben pek ağlamam. Beceremiyorum ağlamayı."
"Kim hasta abla?" Bakışlarımı ondan çekip yorgun bir nefes çektim içime.
"Abim... Kaza geçirdi. Ölecek sanırım." Eğer gerçekten ağlayabilen biri olsaydım şu an içimden hüngür hüngür ağlamak geliyordu ama ben onu bile beceremiyordum. Yavaşça iç çekebildim sadece.
"Dua et abla. Allah'tan başka mucize verecek yok bize. Dua et sen."
"Sen ne kadar çok şey biliyorsun öyle." Gülmeye çalışıp elimi onun omzuna koydum. "Kaç yaşındasın sen?"
"On yaşındayım abla."
"Okula gidiyor musun?"
"Yok be abla ne gezer. Altı kardeşiz biz evde. Boğazımıza anca bakıyoruz. Bir de okula mı yetişeceğiz."
"Olur mu öyle?" dedim ciddileşip. "Senin okulda olman lazım ama."
"Para mı var abla? Sattığım peçeteler yetmez ki okula." Yutkundum sadece. Çıplak ayaklarına, yırtık üstüne başına baktım içim ezile ezile. Gözlerinden hayat akan çocuğun hiç olup gidişine baktım bu yaşında. "Sen de üzülme abla. Allah büyüktür. İyileşir inşallah abin. Ben dua ederim merak etme."
"Teşekkür ederim." Omzundaki elimle sıktım omzunu. "Adın ne senin?"
"Eren..."
"İyi ki varsın Eren." dedim ayağa kalkıp.
Cebimdeki tüm parayı çıkarıp eline tutuşturdum. "Ben de Zühre. Senin duana çok ihtiyacım var. Yarın bize gelip orada da dua eder misin?"
"Nereden bulacağım abla ben senin evini?"
"Sen Arslanoğlu konağına gel tamam mı? Zühre abla nerede dersen gösterirler." Yere bıraktığı peçete poşetini alıp çıplak adımlarıyla caddenin karşısına geçti. Giderken de bana el salladı.
Nefes alayım diye çıktığım bahçede daha da bir sıkılmıştı içim. Bahçeye geri dönerken elimle tişörtümün yakasını çekiştirdim nefes alabilmek adına. Kararan gözlerim görüşümü bulanıklaştırırken elimle bahçedeki korkuluklara tutundum.
"Zühre?" dedi arkamdan bir ses. Kafamdaki uğultudan sesin sahibini çıkaramadığımdan ona dönmek zorunda kaldım.
"Pamir?" Onu burada görmeyi beklemiyordum.
"İyi misin? Rengin atmış."
"İyiyim. İçeride daraldım biraz."
"Su ister misin? Ya da başka bir şey?" Sendeleyen adımlarımla geri çekilmek istedim ama elleri düşmeme engel oldu. "İstersen gel şöyle. Ben su getireyim sana." Beni yan taraftaki banka oturtup geri içeri gitti. Az sonra da elinde bir şişe suyla geri geldi.
Titreyen ellerimle bana uzattığı suyu aldım.
"Hiç iyi görünmüyorsun. İstersen içeri geçip-"
"Hayır hayır. İyiyim. İçerisi beni daha kötü yapıyor." İçerisi değil Zühre, içerideki ihtimal seni kötü yapıyor.
Tüm ihtimallere kafa salladım
"Ne oldu yani sormamda sakınca yoksa neden bu saatte buradasın? Ciddi bir şey yok ya?" Elimdeki şişedeki suyu son damlasına kadar içerken meraklı ve biraz da endişeli gözlerle izliyordu beni.
"Yok. Bir tanıdık var da o rahatsız."
"Seni bu kadar endişelendiren baya yakından bir tanıdık olmalı." Elimdeki boş su şişesini alıp yan tarafındaki çöp kovasına attı. Kahverengi gözleri bahçe aydınlatmalarında meraklı noktalarla parıldıyordu.
"Abim... Abim rahatsız." Rahatsızdan biraz daha fazlasıydı. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgideydi şimdi. Eğer bu rahatsızlıksa evet abim rahatsızdı.
"Çok geçmiş olsun."
"Sen niye bu saatte buradasın?" Elimle önüme düşen saçlarımı geri iteledim. Başım ağrıyordu.
"Eee ben... Kardeşimin bir müvekkilini getirdiler. Onu yalnız bırakmamak için geldim aslında. Beni gitti diye biliyor ama bırakamadım bu saatte onu burada."
"Abilik yani." dedim gülmeye çalışıp. Çok garipti hayat. Kimi abisini bekliyordu kimi abiler de kardeşini. Muhtemelen abim beni beklemezdi ama ben kol böreği yapılası yufka kalbim yüzünden yine bekliyordum onu. Hep beklediğim gibi.
"Biraz öyle." Hafifçe güldü o da. "Çoğu zaman aklım onda kalıyor ve ben buna engel olamıyorum. Duymasın, çok kızar."
Hafifçe gülümsemeye çalıştım ayıp olmasın diye. 'Her abi senin gibi değil' diyemedim.
"Üşüdün sen." dedi ceketini çıkarırken. Sıkıntımdan ellerimle kollarımı sıkmamı üşüdüm sanmıştı. 'Hayır' diyecek oldum ama o benden önce davranıp ceketini omzuma bıraktı.
"Gerek yoktu."
"Olur mu? İçeri girmiyorsun zaten. Buranın geceleri bile sıcak oluyormuş aslında." Hafifçe gülerken beyaz gömleğinin yakalarını çekiştirdi. Ceketinden burnuma baharatlı parfümünün kokuları doluyordu. "Bir daha görür müyüm seni demiştim hatırlıyor musun?" Bana döndü gülerek.
"Evet?" Üzerine kahve boca ettiğim gün sakarlığımın zirvede olduğu günlerden biriydi.
"Hastane bahçesine kısmetmiş baksana. Ama bence bir dahakini hastane bahçesinde yapmamalıyız. Sence?" Kafamdaki karman çormanlıktan ona nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Öylesine omuz silktim. Ama o sanki ağzımdan bir cevap duymak istiyor gibi merakla bakarken telefonumun melodisi bozdu sessizliği.
"Nevide?" dedim telefonu kulağıma götürürken. Tüm konak ahalisi gibi o da buradaydı. Gülnare'nin başından bir dakika bile ayrılmıyordu. Oturduğum banktan ayaklanırken sırtımdaki ceketi Pamir'in kucağına bıraktım yavaşça. Kulağımdaki ses Korhan abisinin eve gideceğini söylüyordu.
"Bir şey olmadı ya?" Pamir de benim gibi ayaklanmıştı. Meraklı bakışlarını gözlerime çevirdi.
"Yok. İçeri bakmam lazım."
"Gelmemi ister misin?"
"Gerek yok." Dedim iki elimi 'hayır' anlamında sallarken. "Görüşürüz."
"Görüşürüz." Onu arkamda bırakıp hızlı adımlarla içeri girdim.
🐦
Derin bir 'oh' çektim kapıdan içeri girerken. Saat sabahın altısına gelirken bir günü geçen uykusuzluğum, saatlerce süren uçak yolculuğum ve sniyeler saydığım abimin ölüm korkusu üzerimde tonlarca bir etki bırakmıştı ve ben ilk defa küçük konağa ayak bastığım için şükrediyordum.
Nurdan hanımın 'eve gidip dinlenin' ısrarlarına kayıtsız kalamamıştım. Her ne kadar Korhan hastanede benim için bir oda ayarlamış bile olsa ev gibisi yoktu.
Şu an tek istediğim sıcak, uzun bir duş ve birazcık uykuydu.
Kendi odama doğru yürürken Korhan'ın odasının önünde durdum ve aralık kapıya doğru yanaştım. Kapıyı itip içeri girerken ilk Uraz'la göz göze geldim fakat o sinirle çekmişti bakışlarını benden. Benimle konuşmuyordu. Hatta bana çok sinirliydi.
"Merak etme." Dedi sert bir sesle. Elindeki iğneyi yukarıya astığı serumun içine katmadan bana döndü. "Zehir vermiyorum Korhan'a. Hani diyorsun ya. Haberin olsun. İstersen önce prospektüsü oku sonra katayım iğneyi."
"Beni ilgilendirmez." Dedim Korhan'ın yatağına doğru yürürken. Hafifçe de omuz silkmiştim.
"Öyle mi? Onu öldüreceğimden emindin ama. Atmadım ilaçların kutusunu. Gel bak."
"Bak işine Uraz." Benim de sesim aynı onun gibi sert ve ters çıkarken ona bakmadan yatağın yanına yürüdüm ve durdum.
"Katil olduğumdan emindin hani?"
"Kesin ikiniz de." Gözleri yarı kapalı bir şekilde yatan Korhan yorgun sesiyle ikimizi sustururken Uraz bana baka baka elindeki iğneyi seruma ilave etti. "Zühre yanlış anlamış her şeyi."
"Yanlış anlama değil bu kardeşim. Resmen beni seni öldürmeye çalışmakla suçladı. Eyvallah kağıt üstünde karın ama sadece kağıt üstünde karın. Bense senin kaç yıldır yanındayım. Beni ne kadar tanıyor?"
"Uraz... Kendine gel." Korhan yorgun bakışlarını ona sabitlerken Uraz bana bakıyordu. Öfke doluydu bakışları.
"Özür dilerim." Dedim dümdüz bir tonda. "Haklısın. Saçmaladım. Korhan tabi ki seni daha iyi tanıyor. Eğer kendisine zarar verecek olsan seni niye yanında tutsun ki? Gerçekten büyük saçmaladım."
Sanki kendisinden özür dilememi beklemiyormuş gibi sinirle kasılan yüzü yavaşça gevşeyivermişti. Ama bir şey demedi.
"Ben birazdan tekrar geleceğim. Olmadı doktora gideriz." Muhatabı Korhan'dı. Haklı olarak beni muhatap almıyordu. Öfkeden çok kırgındı. Anlayabilmiştim. Sehpadaki duran çantasını topladı ve başka bir şey demeden çıktı.
"Kızgın bana." Dedim ellerimi kotumun arka ceplerine sokup. Bakışlarım ağır çekimde damlayan serumdaydı.
"Kırgın." dedi yorgun sesiyle. Bakışlarım soluk yüzüne çevrildi.
"İyi görünmüyorsun."
"Yorgunum. Sen de yorgunsun." Solgun dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu. "Bana su getirebilir misin?" Yan tarafındaki komodinde duran uzun kuğu boynunu andıran sürahisi bomboştu. Sürahiyi alıp çıktım odadan.
Küçük konağın mutfağında yemek pişmiyordu, hatta kullanılmıyordu bile ama sanki her an kullanılacakmış gibi temiz ve düzenli tutuluyordu. Gerçi temizlik bu evin her noktası için geçerli bir numaralı kuraldı. Çünkü Korhan'ın toza alerjisi vardı. Bu yüzden de evin hiçbir yerinde zerre toz tanesi yoktu.
Büyük evin derdi büyük olur derlerdi. Ama içinde hasta olan büyük bir evin derdi bence hepsinden daha büyüktü.
Elimdeki sürahiyi lavaboya bırakıp dolapta doldurulmuş aynı sürahiden bir diğerini ve yeni yıkanmış bardaklardan birini alıp geri döndüm içeri.
"Hastaneye gitmemiz lazım." Odaya geri dönen Uraz'ın sesi sıkıntılıydı. Elindeki ateşölçere bakıp kafasını sağa sola salladı.
"Ne oluyor?" dedim merakla. Elimdeki sürahi ve bardağı kapının girişindeki sehpaya bırakmıştım.
"Ateşi yüksek. Tansiyonu da devamlı düşüyor. Böyle olmaz Korhan. Birilerine haber vermem lazım." Telaşla elini cebine attı Uraz.
"Hayır! İstemiyorum. Kimseye haber vermeyeceksin."
"Saçmalama Korhan. Olmaz."
"İstemiyorum Uraz." Sesindeki kararlılığa ben de en az Uraz kadar şaşkın bir şekilde bakakalmıştım.
"O zaman Hüsamettin amcayı çağıracağım buraya."
"Hayır Uraz. Kimse bir şey yapmayacak. Dinlenmek, uyumak istiyorum sadece." Yüzü deminkinden daha solgun, sesi daha da yorgun çıkıyordu. Elimi çekingen bir şekilde alnına dokundurduğumda bakışlarım irileşti. Yanıyordu.
"Uraz haklı. Ateşin çok yüksek."
"İstemiyorum. Uraz gider misin?" Şaşkın ve biraz da korku dolu bakışlarım Uraz'a çevrildi. "Uraz git." Korhan ise ısrarla onun gitmesini istiyordu.
"Ateşin düşene kadar buradayım. Ateşini düşürmemiz lazım." Korhan'ı dinlemeden yatağın yanına gelip Korhan'ın üzerindeki yorganı çekti. Gri tişörtü terden sırılsıklam haldeydi. "Yardım et Zühre." Dedi sesindeki mesafeyi korurken. Yarı baygın haldeki Korhan'ı kucağına çekip tişörtünü yukarı doğru sıyırdı. "Dolaptan yeni bir tişört bir de eşofman getir."
İkiletmedim. Koşarak ilerideki küçük giyinme odasına girdim ve rastgele elime gelen beyaz bir tişörtü ve siyah bir eşofmanı kapıp geldim. O çoktan tişörtü çıkarmış, eşofmanını da çıkarıyordu. Bakmamak için arkamı dönük bir halde tişörtü ona geri uzattım.
"Giymese daha iyi. Ben sirkeli su hazırlayacağım. Sen de üzerini örtmesine engel ol." Sesindeki ciddiyet onda görmeye pek alışık olmadığım cinstendi. Krizi yönetmek sanırım böyle bir şeydi ve bu onun mesleğinin getirdiği bir şeydi.
Yatağın yanına gidip Korhan'ın yorganı boğazına doğru çekmesine engel oldum.
"Yapma..." dedim fısıltıyla.
"Üşüyorum." Tekrar yorganı boğazına doğru asıldı ama gücü öylesine azdı ki.
"Örtme sakın!" Uraz'ın uyarı dolu sesiyle yorganı geri çektim. Az sonra odaya elinde büyük bir kap sirkeli suyla geri geldi. Yatağa oturup bezleri suya bıraktı ve tek tek sıkarak çıkardı. Sırayla alnına, dirseklerinin içlerine, koltuk altlarına koymaya başladı. Sirkenin keskin kokusuyla beraber aklıma teyzemin küçükken biz hastalandığımızda bize böyle baktığı geliyordu.
Uraz bezleri ısındıkça değiştirirken Korhan artık 'istemiyorum' diye engel olmaya çalışamıyordu. Baygın gibi yatarken sadece küçük mırıltılar dökülüyordu çatlamış dudaklarından.
Kaç saat olmuştu bilmiyorum ama epey bir vakit geçtiği su götürmez bir gerçekti. Uraz bir çocukla ilgilenir gibi ilgileniyordu onunla. Ve ben böylesine güzel ilgilenen bir adamı 'hainlikle' suçlamıştım.
"Nihayet." Dedi Uraz elindeki ateş ölçere bakıp. "Düştü." Alnında biriken terleri elinin tersiyle silip serumu da kontrol etti.
"Özür dilerim." Dedim oturduğum yerden kalkıp. Sesimi kısık tutmaya çalışıyordum. Bakışları yine aynıydı. Sinirli. "Saçma sapan şeyler dedim sana."
"Bak Zühre. Neye dayanarak böyle düşündün bilmiyorum ama Korhan'a en son zarar verecek insan benim. Ben onunla doğduğumdan beri bir aradayım. Öyle bir iki günlük bir şey değil. Hem niye zarar vermek isteyeyim ki?" Onun sesi de aynı benim gibi fısıltıyla çıkıyordu ama sesindeki bağırış fısıltısından bile duyuluyordu.
"Gerçekten saçmaladım. Cebinden düşen kalem, telefon konuşman... Olayı çok başka yerinden yakaladım."
"Her şeyi yanlış anlamışsın. Telefondaki konu bambaşkaydı. Zaten kalem konusu apayrı. Ve sen de bu iki alakasız konuyu alıp benim Korhan'ı öldürecek olmama mı bağladın? Sence böyle bir şeyi yapar mıyım? Ya da sence böyle bir şey için ona çok yakın değil miyim?"
"Haklısın. Nereden bilebilirim ki? Ortada gizemi çözülmemiş 'Kuzgun' mevzusu dönerken ben de saçma sapan bir şekilde şüphelendim. Ayrıca dediğin gibi sen ona çok yakınsın. Böyle bir şey olsa niye seni yanında tutsun ki? Bir iki günlük, sadece kağıt üstünde evli olduğum için bilememem normal." Parmak uçlarımı sıkıntıyla Korhan'ın yatağının kenarında dolaştırmaya başladım.
"Zühre. Bak, her ne kadar kağıt üstü ya da değil. Sen de artık Korhan'ın hayatındasın. Dediğin gibi ben ona zarar verecek bir adam olsam beni hayatında tutmaz. Emin ol hem ona hem de hayatındakilere zarar verecek birini asla hayatında tutmaz." Ağır bir darbe gibi inmişti sözleri. Bakışlarını benden çekip çantasını bıraktığı masaya doğru yürüdü. Bir iğne çıkarıp serumun içine ilave edişini izledim sessizce.
"Ateşi düştü. İğne onu uyutacak. Direnci düşük olduğundan gölde yüzmek ona pek iyi gelmedi." Bakışları bana çevrildi. "Sen de uyu dinlen istersen." Kafamı sallayıp çıktım odadan.
Yorgundum. Aklım hastanede, yorgun bedenim ise işe yaramaz bir halde buradaydı. Ayağımdaki ayakkabıları gelişi güzel odada bir kenara fırlatıp öylece bıraktım kendimi yatağa.
🐦
Kapıyı yavaşça açıp parmak uçlarımda girdim içeri. Saat akşama geliyordu ve güneş batmak üzereydi. Abim bir saat önce gözlerini açmıştı. Bu durum hastanedeki matem havasını dağıtmış yerinde bayram havaları estiriyordu. Herkes derin bir nefes almıştı.
Hastaneye gidecektim. Ama gitmeden Korhan uyanmış mı diye kontrol etmek istemiştim. Uraz 'Daha uyur, uyanmaz, sen git' demişti ama dinlememiştim.
Derin uykuda hali sabahki halinden daha iyi sayılırdı. En azından sabahki gibi solgun görünmüyordu. Serumu bitmek üzereydi. Uraz'ın ateşi düşene kadar örttürmediği yorganı şimdi göğsünün hemen altına kadar çekilmişti.
Burada benlik bir şey yoktu. Hastaneye gidip gelecektim hemen. Nasıl parmak uçlarımda girdiysem geri parmak uçlarımda çıkarken uykulu sesi durdurdu beni. "Serçe Kuşu?"
"Korhan? Uyandırdım mı yoksa?" Halbuki ses yapmamak için epey de uğraşmıştım.
"Uyandım. Nereye gidiyorsun?" Yatakta doğrulmak istedi ama yorgun hali yüzünden beceremedi. "Gitmesene."
Açtığım kapıyı geri kapatıp bu sefer parmak uçlarına basmadan geri yanına vardım ve doğrulması için yardım ettim.
"Dinlenmen lazımmış. Bence yatmalıydın. Uraz görmesin."
"Bir şey olmaz. Siz barıştınız mı?" Arkasına yastık koyarken çok yorulmuş gibi bırakıverdi yastığa kendini. Kolundaki serum iğnesini hiç canı yanmayacakmış gibi sertçe çıkardı.
"Yani barıştık mı bilmiyorum." Elimle sırtındaki yastığı tekrar düzelttim. "Ama özür diledim ondan. Kendi bilir."
"Çok kötü sirke kokuyorum. Sirkeli su mu yaptınız?" Burnunu kırıştırdı.
"Ben değil Uraz yaptı. Ama senin de ateşin epey yüksekti. Dua et düştü."
"Düştü gibi." Dedi gülerek. "Duş alsam iyi olacak. Çok kötü kokuyor. Yaklaşma istersen."
"Yok. Rahatsız etmedi." Kucağında toplanan yorganı da düzelttim.
"Senden de tuhaf bir koku geliyor Zühre." Bakışları bakışlarımı buldu.
"Ay..." dedim dünden beri üzerimde olan tişörtümün yakasını burnuma doğru çekiştirip. "Kötü mü kokuyorum. Hastane kokusudur."
"Yok. Hastane değil de. Baharatlı bir koku. Parfüm gibi."
"Ne bileyim. Hastaneden olmuştur ya. Bende üzerimi değiştiremedim ki. Uyuyup kalmışım." Tişörtü biraz daha çekiştirdim ve kokuyu çektim içime. Baharatlı parfüm kokusu. Pamir'in kokusu.
"Sandalyemi getirir misin?"
"Niye?" dedim bir adım gerileyip.
"Duş alsam iyi olacak Zühre. Çok kötü kokuyorum."
"Uraz'a söyleyeyim mi?" dedim telaşla. Sandalyesini ona doğru da getirmiştim.
"Gerek yok." Benim yardımımla sandalyesine oturdu. "Ama içeri sen götürür müsün? Hiç halim yok."
Onu dikkatle içeri götürüp kendi için özel yapılan küvetine girmeden tişörtünü çıkarmasına yardımcı oldum.
"Bu..." dedim şaşkınca. Bakışlarım sol omzundan sırtına yayılan dövmede takılı kalmıştı. Her bir tüyün özenle çizildiği siyah kanat dövmesine hayranlıkla bakakalmıştım. "Dövmen..."
"Evet birden fazla dövmem var Serçe Kuşu."
"Çok güzel..." Önüne dolaştım. Kanatların bir kısmı omzunun üzerindeydi.
"Çok mu beğendin?"
"Çok... Çok güzel yapılmış."Bakışlarımdaki hayranlık sözlerimden de akmaya başladı. "Ne zaman yaptırdın?"
"Çok olmuştur. Üniversitedeyken."
"Peki ne anlama geliyor? Neden yani? Niye kuş kanadı? Peki bu hangi kuşun kanadı?" Sesim merakla yankılanıyordu banyonun duvarlarında. Gülerek baktı gözlerimin içine.
"Özgürlük."
"Özgürlük?"
"Evet özgürlük."
"Çok anlamlı." dedim gülerek. "Keşke benim de böyle anlamlı bir dövmem olsaydı."
Sandalyesinin kollarından destek alıp kendi için özel yapılan küvetine girdi ve suyu ayarladı.
"İstersen sana da yaptırırız Serçe Kuşu."
"Gerçekten mi?" dedim heyecanla. O suyla bedenini ıslatırken ben de küvetin kenarına iliştim. Suyun içindeki bacaklarını düzeltip şortunu çekiştirdi. "Ne zaman yaptırırız? Nerede yaptırırız?"
"Ne zaman istersen. İstersen benim dövmeciye gideriz. Rusya'ya."
"Sahi mi? O zaman düşünmem lazım. Yani ömür boyu taşıyacağım. Özel olmalı. Anlamlı olmalı." Heyecanla ellerimi birbirine çarptım. O kenarda duran şampuanı aşıp eline sıktı. "Bekle yardım edeyim." Köpüren saçlarına yavaşça masaj yapmaya başladım. "Sen iyisin değil mi? Korkuttun bizi. Özellikle Uraz'ı."
"İyiyim. Gerçekten iyiyim."
"Uraz göle girdin diye hasta olduğunu söyledi." Life biraz duş jeli sıkıp dövmesinin üzerinde dolaştırmaya başladım.
"Göl bahane. İyi ki de girdim."
"Yaaa. Ondan hasta olmadın zaten." Parmaklarımı dövmesinin üzerinde dolaştırdım. Elini getirip ıslak elimin üzerine koydu.
"Göle girmeseydim bir Serçe Kuşu beni öpmezdi sanırım." Yavaşça yutkunurken elimi çekmek istedim ama o bırakmadı. Başını bana doğru çevirdi. Elimi kendine çekip dudaklarına götürdü ve yavaş bir öpücük bıraktı. Kalbim ağzımda atarken kuruyan ağzımla kem küm ettim sadece.
Cesaretimi toplayıp kollarımı ıslak bedenine doladım.
"Karar verdim." dedim fısıltıyla. "Hangi dövmeyi yaptıracağıma."
"Bu kadar çabuk mu?"
"Bu kadar çabuk..." dudaklarımı omzundaki kanata dokundurdum.
Huzur doluydu içim. Abim yaşıyordu, gözlerini açmıştı. Uraz hain değildi.
Ve ben doğduğumdan beri ilk defa böyle hafif hissediyordum.
🐦
Nasıl buldunuz bölümü
Sizce ne olacak bundan sonra
Zühre hangi duygular içinde?
Peki ya Korhan
Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın
Sizi seviyorum Allah'a emanet olun |
0% |