Yeni Üyelik
10.
Bölüm

Pişmanlığın Silik İzleri

@seydnrgrsu

HOŞGELDİN


BENİ BURADAN (seydnrgrsu) TAKİP EDİP KURGULAR HAKKINDAKİ DUYURULARDAN HABERDAR OLABİLİRSİN. TİKTOK VE İNSTAGRAMDAN DA TAKİP EDİP BÖLÜM EDİTLERİ, DUYURULARINA ULAŞABİLİRSİN.


Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Eğer önceki bölümlerde oy vermedikleriniz varsa lütfen onlara da oy verin


'Ruhum bir serçeye aitti'


Satır araları bizim. Bol bol yorum yapmayı unutmayın ❤️


🎶Sia- Bird Set Free


🐦


Zaman göreceli bir kavramdı. Tuhaf bir şekilde insandan insana değişiyordu. Bir saat herkes için aynı şeyleri ifade etmiyordu ne tuhaf ki. Her an her şeyi sığdırabileceğimiz bir saat yetmiyordu çoğu zaman.


Bana en çok beklerken koyuyordu saatler. Ömrü beklemekle geçen ben, beklemeye alışamamıştım ne yazık ki.


Hayatımda toplansa ömrümün yarısı belki de daha fazlası beklemekle geçmişti benim. Bekleme hayatımın başrolleri ise babam ve abimdi. Batan diğer hayatımın başrolleri oldukları gibi.


Ben hayatımda hiçbir zaman kendi hayatımın başrolü olamamıştım. Her zaman bir adım değil üç beş adım hatta daha fazla geri planda kalmıştım çoğu şeyden.


'Bekle Zühre.' Olmuştu hep bana ilk söylenen. İlk önden atmam gereken adımlar engellenmişti böylece. Daha sonra öğrenmiştim engellenmenin adına 'beklemek' dediklerini.


Belki kendi hayatımın başrolü olamamıştım ama yan rol kısmında bana da bir ödül verilmeliydi. 'Yılın en iyi bekleyen oyuncusu' denebilirdi belki bana.


Şimdi de oturduğum kapı eşiğinde neyi beklediğimi bilmeden gözlerim gökyüzünde gecenin karanlığına inat parlayan yıldızlara takılı bir halde bekliyordum. Gecenin karanlığına inat mı parlıyorlardı yoksa gecenin bu örtü misali yayılan karanlığı sayesinde mi parlıyorlardı onda pek emin değildim. Parlıyorlar işte çok sorgulama.


İçimdeki ses 'ben de seninle bekliyorum' dercesine varlığını belli ettiğinde hafifçe gülümsemiştim bakışlarımı gökyüzünden çekmeden.


"Üşümüyor musun yoksa?" bakışlarımı gökyüzünde karanlığa inat parlayan yıldızlardan çekmemiş, yanıma yaklaşan sese de tepki vermemiştim. Gelen sesi tanımamam mümkün değildi. Her ne kadar aynı evde beraber büyümesek de, birlikte geçirebileceğimiz yıllar başka şeylere tercih edilip engellense de ve ben ne olursa olsun aramızda bizden istemsiz doğan 'kan bağına' nefret kussam da onun abim olduğu gerçeği değişmiyordu.


Tuhaf bir şekilde içimde bir yer ona karşı benden önce ısınırken kendime küfretme isteğiyle dolup taşıyordum. Yine doldun, taşmak istemiyorum.


"Umursuyor musun?" dedim umursamaz bir şekilde bakışlarımı ona çevirmeden. Umursamasa sormazdı bence Zühre.


"Elbette umursuyorum. Serin esiyor bugün rüzgar." Umursamadığım şeylerden biri de hava durumuydu. Rüzgar esmiş, fırtına biçmiş, tornado yok etmiş falan umrumda değildi şu an. Hem Haziran ayını devirirken, Urfa gibi bir şehirde havanın serin olmasını düşünmemeliydi. Düşünmediği ve umursamadığı diğer şeyler gibi bunu da umursamayıversindi.


Yandan onun ne yaptığına bakarken dizlerime sardığım kollarımı sıkılaştırmıştım. Oturduğum taş zemine bir müddet bakıp pantolonunu çekiştirerek oturmuştu o da.


Oturmazdı normalde. Orada ben oturduğum için değil. Üzerinin kirleneceğini, toz olacağını düşündüğü için oturmazdı. Öyle üstüne başına epey dikkat eden bir adamdı o. En ufak lekeye tahammül edemeyen, asla ütüsüz gezmem diyen biriydi. Düzen ve tertibin vücut bulmuş haliydi.


Mesela kıvrılmış gömlek kolları en nefret ettiği şeydi. Hele ki ütüsüz tişörtler cinnet sebebiydi. Tişört giydiği gün sayısı belki ömrünün milyonda birine tekabül ederdi ama o giymek zorunda kaldığı zamanlarda ütüsüz 'asla' derdi. Ütü benden daha çok kardeşti onunla. Belki obsesifti bilemiyorum ama ben Allah'tan fazla vakit geçirmedik demiştim onunla. Bir de fazla zaman geçirsek ne olurdu acaba?


Bazı şeyler kan bağıyla geçerdi insanlara ama bizim geçişte muhtemelen bir tıkanıklık olduğundan o düzen ve kontrol bana geçememişti. Aman geçmesindi zaten. Üşenen ben için en ideali buydu.


Ben düzenli dağınık biriydim. Düzenli olarak dağıtır ama o dağınıklıkla da düzenli bir şekilde baş ederdim.


"Üşümüyorum." dedim vücudumun normal sıcaklığına zıt buz gibi bir sesle. Hava beni üşütmese de sesimde ayaz vardı. Sesim üşütür müydü ki acaba onu?


"Serin ama sanki. Emin misin üşümediğine?" Alnı hafifçe kırışmıştı. Emin olamıyordu. Sanırım üşüyüp üşümediğime karar veremeyeceğimi sanıyordu. Belki de anlamayacağıma inanıyordu. Ya da en olmayacak ihtimal 'abiliği' tutmuştu. İnsan ceket meket bir şey getirir ama.


"Abiliğin mi tuttu?" dedim ne dediğimi düşünmeden dan diye. Aslında çoğu zaman düşünmeden konuşan patavatsızın teki olsam da sinirli bir tınıyla bunu söylemek pek hoş değildi. Zaten hoşuna gitmediği de bakışlarından belli etmişti o anda kendini.


"Abinim ben senin Zühre." Diyecek oldu ama onun yerine bakışlarındaki abiliği titredi usulca. Kırık bir tebessüm yer edinirken suratında yutkundu yavaşça diyemediklerini. Onun yerine dizimin üzerine elini koyup hafifçe sıktı 'abinim ben senin' der gibi. Ben mi böyle anlamak istiyordum yoksa o gerçekten de mi böyle diyordu emin değildim. İlla bir duygusallık yaratacaksın yani kendine.


İçimdeki sese sinirli bir şekilde gülümsemem hemen yanı başımda dizimin üzerine elini koyup bekleyen abim tarafından olumlu algılanmış olacak ki dizimi bir kez daha sıkmıştı.


"Çocukken de böyleydin sen." Gözlerinde halen 'abi' tarafının titrediğini belli eden şeyler vardı. Kendi kendine hafifçe gülmüştü. Sanırım aklına bir şeyler gelmişti. Sağ kaşım hafifçe havalanırken bayık bakışlarım sorgular bir halde onda takılıydı. Biraz daha gülüp benim bayık bakışlarıma toslayınca boğazını temizlemişti hafifçe. "Şey... Küçükken de böyleydin ya. Aklıma geldi."


"Nasıldım ki?" dedim somurtkan bir biçimde. Bana dün ne yediğimi sorsanız hatırlamayan biri olarak onun bundan kaç yıl önce olmuş, zihnimizi belki de şimdiki gibi kontrol edemediğimiz zamanları hatırlaması da bir tuhaftı. Benim zihnimde fazlalığa yer olmadığından çocukluğuma dair şeyler silinip gitmişti neredeyse. Hem çocukluğumuzda fazla zaman geçirmememize rağmen nasıl oluyordu da hatırlayabiliyordu hayret edilesiydi.


"Elde avuçta durmayan biriydin. Hep öyle oldun. Hala da öylesin."


"İnsan." dedim oturuşumu düzeltip. Sesimde bilge bir kahinin tonu vardı ve ne ara içime kaçmıştı bende anlayamamıştım. "Yedisinde neyse yetmişinde de o olur derler. Ne yapayım yani değişeyim mi?"


"Adının hakkını hep verdin. Serçe Kuşu..." Hafifçe güldüğünde sol elmacık kemiğinin üzerinde minik bir çukur oluşmuştu. Gamzesi vardı benim aksime.


"Ne alaka şimdi?" Kafa karışıklığım yüzümde kırışmaya sebep olurken kıstığım bakışlarım onun üzerindeydi.


"Gören seni sessiz sakin sanacak fakat öyle değilsin. Kim ne yapacağını anlamadan karıştırıveriyorsun ortalığı." Övüp gömme konusunda ne yaptığını pek anlamasam da sözlerini bitirsin diye beklemeye kararlıydım. Konuşsundu zira ben konuştuktan sonra susmayacaktım. "Kimseye sormadan gidip attın o imzayı."


"Teşekkür mü etmeye çalışıyorsun anlamadım ki." Bedenimi biraz daha döndürmüştüm ona. Bence etmeliydi. Eğer şimdi burada havadaki bedava oksijeni bedava bir şekilde ciğerlerine çekiyorsa benim sayemdeydi. Gurur duyulası bir tarafı olmasa da teşekkür edilebilirdi.


"Sanırım. Bilmiyorum Zühre. İçimde bir yerde pişmanlık tüm benliğimi ele geçiriyor gibi."


"Niye? Yaşıyorsun sonuçta. Nefes alıyorsun. En önemlisi kendi hayatından önce düşündüğün sevgili ağlak karın Gülnare de hayatta."


"Laflarının hiç ayarı yok. Ama çok seviyorum bu halini." Övdü gibi Zühre. Sence?


"Bak abi. Bu duruma bizi sen soktun." dedim parmağımı ben de onun gözüne sokarcasına salladığımda. "Gittin birini kaçırdın, yetmedi hamile bıraktın sonra gelip temizlemek için yok saydığınız beni buldun. Yıllarca evlat olamadığım aileye kurban oldum ben. Bırak da laflarımın ayarı olmasın. Hem senin sulu gözün nerede?"


"Sulu göz? Gülnare mi?" Çevremde ondan daha sulu göz biri yoktu. 'a' deyince gözleri dolan, 'b' deyince hüngür hüngür ağlayan bir tek o olduğundan artık onun adının 'sulu göz' olması gerektiğine kanaat getirmiştim. Hem ekşi ve tatlı arası bir his uyandırıyordu ben de. Hani şu küçükken çiğnediğimiz, ağza atar atmaz insanı eciş bücüş yapan sakızlar gibi. Ama sonradan o mayhoş tat ağzı tatlandırıyordu kendine aksi bir şekilde.


"O içeride. Abisinin yanında. Beklemek istedi."


Bugün ben gibi herkes bekleme peşindeydi anlaşılan. Gülnare abisini bekliyordu, abim de Gülnare' yi. Ben ise ne beklediğimi bilmeden bana yazılan muhtemel belirsiz sonu bekliyordum saatlerdir. Ama cidden saatlerdir bekliyordum. Çünkü buraya oturduğumda hava aydınlıktı. Şimdi aydınlık yerini kara örtüye bırakmış, serin rüzgarın bu karanlığa eşlik etmesine izin vermişti.


Ben beklerken Nurdan hanım gelip kaldırmak istemişti, Nevide bir şeyler demişti, adını bilmediğim hala takımından birileri zırvalamıştı ama ben öylece oturuyordum saatlerdir burada. Tam on bir saat kırk yedi dakika elli üç saniye oldu Zühre.


"Yemek yedin mi?" Yememiştim. Kahvaltıda önüme konan türlü kahvaltılıklara elimi sürmemiş, önüme gelecek mısır gevreğini beklemiştim ama o da gelememişti ne yazık ki.


"Yedim." dedim tok bir sesle. Yalan söylemekten asla gocunmayan ben günlük hayatımın akışına yalanlarla devam etmeyi adet edinmiştim kendime. Midem sırtıma yapıştığından artık ses çıkarmayı bırakmıştı. Hem bu yalan sayılmazdı. Yediğim kazık karnımı epeyce doyurduğundan aç değildim şimdilik.


"Harap etti Gülnare kendini. Gidelim dedim ama abisini bırakmak istemiyor." Gülnare' ye sadece ağladığı ve sürekli gözündeki yaşlarla gezdiği için kızmıyordum. Evet ağlayan insanlara hiç tahammülüm yoktu ama ağlayan ve saf bir Gülnare' ye hiç hiç tahammülüm yoktu. Çünkü kendisi fazla ağlaklığının yanında saf ve salaklığın ortak paydada buluştuğu bir kızdı.


"Madem abisini bu kadar çok seviyordu ne diye evlendi seninle?"


"Zühre o nasıl soru? Abisinin durumu ortada. Hem ben bu kadar zor olduğunu bilmiyordum." Ses tonuna acıma serpiştirildiğinde kafasını önüne çevirip bakışlarını taş zeminde dolaştırmaya başlamıştı.


"İnşallah..." dedim ayaklanıp ağzımı doldura doldura. "İç güveysi alırlar seni de gününü görürsün. Sulu gözünle beraber ağlaşırsınız abisinin başında."


"Niye böyle yapıyorsun abicim?" 'Yürü gidiyoruz abicim'den yumuşak tonlu bir şeye evrildiğinde aramızdaki kahkahamı basmıştım. Sesim boş taş avluda yankılanıp giderken biri duyar mı diye asla endişem yoktu. "Senin sinirlerin bozulmuş. Haklısın. Hepsi benim suçum. Ama bu denli olacağını bilmiyordum ben. Korhan'ın durumundan haberim yoktu."


"Ha yani haberin olsa kaçırmazdın Gülnare' yi."


"Evlenmemize asla müsaade etmeyeceklerdi bizim. Ben Gülnare' ye ilk gördüğüm andan beri aşığım Zühre. Her yolu denedim ama olmadı. İki ailenin birbirini ezelden beri sevmeyişi engel oldu önümüzde."


"Sen de dedin ki benim işe yaramayan kenarda eşantiyon bir kardeşim var. Zaten varlığından kimsenin haberi yok. Ben de onu atarım önlerine olur biter. Böyle mi dedin abi!" Ses tonum delirme çizgimi geçtiğimin sinyallerini veriyordu bas bas. Uzanıp kolumu tutmak istediğinde bir hışım çekilmiştim geri.


"Ne var biliyor musun?" dedim titrek ama yüksek bir şekilde. Diyeceğim şeyler bana bile ağır geldiğinden bir müddet sessizce bakışmıştık birbirimize. Onun koyu harelerinin çevresi yaşlarla dolmuştu ama ben de tık yoktu. Ağlama yetisi doğuştan olmayan ben imrenmiştim onun bu kolayca gözleri doluveren haline. Belki de Gülnare'yi kıskanıyordum. Bilemiyorum. "Neyse ya." dedim diyeceklerimi tek tek yutup. Olan olduğundan diyeceklerimin pek de bir anlamı kalmamıştı zaten.


Adımlarımı taş zeminde pat pat vurarak içeri girdiğimde küçük sesler gitmişti kulağıma. Biri ağlıyordu. Bilin bakalım kim?


"Kendine iyi bak tamam mı? Ben yine geleceğim sabah." Eğer yüzü bana dönük olsaydı muhtemelen gözünden aşağı hadsizce süzülen yaşları da görürdüm ama aktığını tahmin de edebiliyordum. Çünkü ses tonu veriyordu kendini ele. Belki ses tonu gerçekten öyledir Zühre...


"Git artık Gülnare." Abisinin sesi ise ona nazaran bıkkınlık barındırıyordu.


"Abi... Bak aklım da kalbim de burada tamam mı?" Bence kalbi dışarıda kapının önünde benim arkamdan bakakalan abimdeydi. Bilemiyorum.


"Git artık cidden." Sesindeki azarlamaya aldırmadan abisine sarılıp elleriyle gözlerindeki yaşları sile sile kapıya adımlamıştı Gülnare.


"Abim..." dedi kızarık gözleri kumral kıvırcık saçlarına yakışmayacak bir şekilde kan çanağı halindeyken. "Size emanet. Ben sabah yine gelirim." Her seferinde onu yolma isteğim tüm benliğime ince bir şekilde işlerken yapmacık olduğu en az beş yüz metre öteden belli olacak şekilde gülümseyip omzuna pat pat vurmuştum elimi.


Kapının eşiğinin önünde nereye, hangi yöne adımlayacağımı düşünmeye başladığımda kararsızlık dakikalarım da başlamıştı.


Ben öyle çok kararsız kalan biriydim. Öyle her konuda yaşardım ama. Belli bir şeye has değildi. Yemek olsun, kıyafet olsun, gezeceğimiz yerler olsun fark etmezdi. Kararsız kalmak deyince akla ben gelirdim ilk. Belki de bu yüzden insanlar bana 'Karar ver Zühre, Yine karar veremedin mi Zühre, Senin karar vermeni mi bekleyeceğiz Zühre, Karasızlıkta üstüne yok Zühre' diye seslenirdi. Adımın önüne eklenen kalıcı bir sıfattı benim için.


Ellerimi düz mavi kotumun arka ceplerine yerleştirdiğimde bir kapıdan içeri bir de dışarı bakıyordum. Gözlerim bir anlığına ucu Korhan'ın koluna bağlanmış içinde sarımtırak bir rengi andıran sıvı bulunan seruma kaymıştı. Uyumuyordu. Ama ne benden tarafa bakıyor ne de herhangi bir tepkide bulunuyordu. Hareketsizdi. Belki de yorgundu. Sabahtan beri yapılan iğneler ve şu an koluna takılı olan serum da sakinleştirmiş olabilirdi kendini. Bana kalırsa sakinleşmesi bir mucizeydi.


Kararsız adımlarım zihnime ters bir şekilde odadan içeri çoktan girdiklerinde onlara engel olamayacağımı anlamak için epey geçti. Ellerim halen pantolonumun ceplerinde tereddütle basıyordum her birini. Tam yedi adımda yatağın ayak ucuna ulaştığımda bakışlarım yatağın arkasındaki boş ve düz duvarda dolaşmıştı dolaşabildiği kadar.


Bence bu evin sessiz ve görünmeyen kuralları vardı. Ve o kurallardan biri de duvarların boş kalmasıyla ilgili olmalıydı. Belki de ilk ve değiştirilemez kuraldı bu.


Bakışlarım yavaş yavaş diğer noktalara kayarken önce yatağın hemen sağ tarafındaki küçük kahverengi komodinin üzerindeki ilaç şişelerine takılmıştı. Tam yedi adet cam şişenin yanında üç tane de kartondan kutu vardı. Şişelerin üçü kahverengi, biri turuncu ve diğerleri de şeffaftı. Muazzam bir düzende büyükten küçüğe, etiketleri aynı yöne bakacak şekilde sıralanmışlardı.


Bakışlarım yatağın diğer tarafındaki komodine kaydığında boynu bir kuğuyu andıran uzun bir sürahi ve muhtemelen onun takımından olan da bir bardak duruyordu. Bardaktaki damlalara bakılırsa yakın zaman önce su içilmişti. Karşınızda afiye Zühre.


Başımı soluma çevirdiğimde büyük cam pencere, geniş duvarı boydan boya kaplıyor ve bahçeye bakan, şimdi ise etrafta vuran sönük lambaların aydınlattığı manzarayı gri renkte bir tül perde gölgeliyordu.


Başımı iyice geri çevirdiğimde yatağın tam karşısında kalan duvarda boydan boya bir kitaplık vardı. Kaşlarım şaşkınlık ve merakla havalanırken tüm rafların büyük bir nizam içinde dolu oluşuşuna hayran kalmamış da değildim. Bir kitapçıyı andırmıyor mu Zühre?


"Vay canına." dedim kısık bir tonda. Karşımdaki muhteşem bir görüntüydü. Bir kitapçı gelse odaya 'emeklerim' diye ellerini böğrüne vurabilir ya da kıskanıp burnunu kıvırabilirdi. Ben biraz kıskandım Zühre.


Kütüphaneden hallice duvara hayran hayran bakarken adımlarımı biraz daha oraya yakınlaştırmamda bir sakınca olmadığını görüp dört adımda devasa kitaplığın önüne ulaşmıştım. Oldum olası kitapları seven ben bu kadar kitabı bir arada görünce neye uğradığımı da şaşırmıştım.


Duvar genişti, enlemesine de epey yüksekti ve bu genişliğe muazzam büyüklükte bir kitaplık inşa edilmişti. Tüm rafları muazzam bir düzenlilikteydi. En üst rafta epey kalın ansiklopedilerden oluşan bordo siyah cilt tüm rafı doldurmuştu. Hemen altındaki rafta ise kitaplar kalından incelere doğru sıralanmıştı.


Hepsine dokunmak, hangi kitaplar olduğunu tek tek inceleme isteği ile yanıp tutuşurken gözüme önce Sineklerin Tanrısı çarptı. Heyecanlı bakışlarım hızla yan tarafa kaydığında odağıma İnsan Ne İle Yaşar girdi.


Sadece klasikler de yoktu. Çağdaş edebiyat, Divan edebiyatı, Cumhuriyet dönemi eserleri de vardı. Alttaki iki büyük raf ise yabancı eserlerle doluydu. Rafın birinde boydan boya hangi dil olduğunu anlamak için eğilip yakından bakmam gereken kitaplar vardı. Rusçaydı. Sanırım Rusça biliyordu. Bilmese bu kitapları buraya koymazdı herhalde. Aksesuar niyetine değildir herhalde.


"Vay canına..." dedim kısık bir sesle içimdeki büyük hayreti dile getirirken. "Ulan eve bak..."


Arkamdan küçük bir öksürük sesi yükseldiğinde irkilip arkamı dönmek zorunda kalmıştım. Kendimi kitaplara öylesine kaptırmıştım ki onun odadaki varlığını tamamen unutmuştum.


"Selam..." dedim kitapları tekrar odağıma alırken. "Ben uyuyorsun diye şey etmemiştim." Yoo aslında uyanık olduğunu gayet iyi biliyordun Zühre. Kıvırma istersen.


İçimdeki çingene pembesi sese göz devirip parmaklarımı usulca kitapların üzerinde dolaştırmaya devam ediyordum. Hayır yani bir kere benden yana çıksa ölürdü. Oldu başka. Sen de benden yana çık biraz da Zühre hanım.


"Selam.." dedi epey yorgun bir sesle. Dizlerimin üzerine çöküp en alt raftaki kitapları daha rahat inceleme çabasına girmiştim o sırada.


"Ne kadar çok kitabın var." dedim sesimdeki hayreti ellerimi dizlerime vurup gösterirken. Elime aldığım ve bu sefer hangi dil olduğunu bilmediğim siyah kapaklı bir kitabı evirip çevirmeye başlamıştım. "Okudun mu sahiden hepsini?"


Bence bu kadar kitabı tek başına okuması imkansızdı. Belki de kardeşi, annesi ya da babası da okuyor olabilirdi. Gerçi Gülnare ağlamaktan, Tahir ağa da kibrinden vakit bulabiliyorlarsa okurlardı ama. Bilemiyordum.


"Yani... Sayılır." Elimdeki kitabı evirip çevirirken o da yatakta hafifçe doğrulup geri yaslanmıştı.


"Toplam ne kadar kitap var burada?" Bence o sayısını bilmiyordu ama benimki de soruydu işte. Ama cidden merak etmiştim sayısını.


"Beş yüz kırk yedi." Sesindeki yorgunlukla hiç düşünmeden söylediğinde ağzım hafifçe aralanmıştı şaşkınlığımdan. Ben bu kadar kitaba sahip olsam bile sayısını muhtemelen aklımda tutamazdım. "Yanılmıyorsam dört yüz elli dört tane de arka odada var."


"Yuh!" dedim sesimdeki ayarsızlıkla. Tuhaf bakışları üzerimde dolaşmaya başladığında "Pardon." Diye elimi havada salladım. "Yani çok geldi sayısı. O yüzden. Daha önce evinde bu kadar kitabı olan birine rastlamadım da. Ne bileyim. Yani okudun bir de hepsini?"


"Bilmem sence okumuş muyumdur?"


"Ben nereden bileyim. Okuduysan okumuşsundur da.." Elimde yüzüncü kez evirip çevirdiğim kitabı yerine bıraktığımda bağdaş kurmuştum açık renk parkede.


"Da? Okuduğuma inanmadın yani? Öyle mi?"


"Bilemedim." Sağ dizine kolumu yaslayıp elimi de çeneme yerleştirmiştim. Okumuş olabilirdi. Beş yüz kusur kitap çok okuyan biri için neydi ki? Umursamazca omuz silktim. Bana neydi? Ama okumak istesem acaba bana ödünç verir miydi?


"Millet nelere yatırım yapıyor. Sen kitaplara harcamışsın varını yoğunu." Sesimdeki hayrete sanırım artık 'dur' demem gerekiyordu. Ayrıca bence 'Var'ı çok 'yok'u ise hiç yoktu. Yani varlıklı olduğundan üç beş kitabın parası koymazdı. Tam bin bir kitap Zühre.


"Yani yılların birikimi denilebilir."


"Maşallah hiçbir tür ayırmamışsın. Her türden kitap var. Öyle türlü çorbası gibi ne bulduysan doldurmuşsun." Sahiden de öyleydi. Mesela ben daha çok polisiye ve gizem tarzında romanlar severdim. Evimizde küçük bir kitaplık vardı. Bir rafı benim Peyami Safa'larım ve Agatha Cristie'lerimle doluyken diğer rafımız Günce'nin aşk romanlarıyla doluydu. Tam bir pembe dizi çakmasıydı kardeşim.


"Türlü çorbası?" dedi sesindeki yorgunluktan ziyade anlamamazlıkla. Yine başlamıştık ayrı tellerden çalmaya.


"Şey yani çok çeşitli bir zevkin var. Onu kastettim." Elimi 'beni boşver' der gibi havada sallamıştım bu sefer de. "Kaç yılda biriktirdin hepsini?" En gereksiz soruydu bence bu. Adam toplu almış da olabilirdi ne bileyim çok saçmaydı ama sormuştum işte.


"Bilmem saymadım." dedi benim kafamdaki saçmalığı onaylarcasına. Boynumu yukarılara uzatmaktan omzumdan aşağı hafif bir ağrı peyda olmuştu ama merakım 'az bekle hele' diyordu daha bana. Rusça olan en kalın kitabı elime aldığımda evirip çevirmeye başlamıştım.


"Merakımdan soruyorum maruz gör."


"Ben de sormadın diye çok içerliyordum biliyor musun?" Sinirleri çabuk gerilen biri olarak gergin gergin bakmaya başladığımda yüzü düz ve mimiksizdi yine. Bence yüz kasları bozuktu. Kullanmayı tercih de etmiyor olabilirdi tabi. Bilemiyorum.


"Ay sormuyorum be!" diye cırlayıp elimdeki kalın kitabı pat diye parkeye bırakmıştım.


"Ne soracaktın?" dedi yorgun sesine hafif gülme tınısı eklendiğinde. Gülebiliyormuş Zühre.


"Rusça biliyor musun diyecektim. Kursağımda koydun sağol." Eğer merakım engellenirse çabucak beş yaşa iner, tribimi de atardım. Kim olduğu asla fark etmezdi. Ha beni yıllarca tanıyan biri olsun ha yeni tanıştığım biri olsun.


"Biliyorum."


"Ohaaa..." dedim attığım tribi yiyip. "Cidden?" Bilebilir Zühre niye şaşırdın ki?


"Konuşsana." dedim ellerimi bağdaş kurduğum dizimin üzerine pat diye koyup. Sonuçta epey zengin bir ailesi vardı. Kendisine özel hocalar tutulmuş olabilirdi. Ya da oraya bile gidip yaşamış da olabilirdi. İmkann...


"Ne konuşayım şimdi?"


"Adını söyle mesela." Utanmasam mahalledeki Hasan dayı gibi 'Gavurca bir küfret bakam' da derdim. Diyebilirdim. İngilizce küfür biliyorduk da Rusçasını da öğrensek fena olmazdı. Hele bir adını desin bakalım bekle onu da sorarız.


"меня зовут Кorhan."


"Nerden bileyim adını dediğini?" dedim elimi tekrar dizime vururken. Bence adını demişti ama benimki de saçmalamaktı. Sanırım açlıktan beynim error vermeye başlamıştı. Mavi ekran yanıyordu bende.


"Dedim ya. Cümlenin içinde Korhan geçti hatta."


"Ne bileyim küfrettin belki ben anlamadığım için." Tek kaşım fezaya yöneldiğinde gülmemek için yanaklarımın içine dişlerimi batırıyordum bir yandan.


"Evet kendime küfrettim. Adıma sövdüm."


"Takılıyorum. Şey etme. Sen nasılsın? Nasıl oldun?"


"Sence nasılım?" Bu bir soru gibi değil de görünen köy kılavuz istemez demek gibi olmuştu. Sesinden yorgunluk akarken yüzü de 'berbatım' diye bağırıyordu ayrıca. Hatta sarhoş bir edayla kelimeler dilinden peltekçe yuvarlanıyordu dışarı. Sarsak ve kördü kurduğu cümleler. Sanırım aldığı serumlar ve ilaçlar sersemletmişti.


"Sabaha göre soruyorsan daha iyisin." Sabahı hatırlamak dahi istemiyordum. Hayatımda sinir krizi geçiren birini ilk defa yakından gördüğümden midir bilinmez tutulup kalmıştım. "Ya..." dedim elimdeki kitabı kenara itekleyip ayaklanırken. Dar kotum bağdaş kurduğumdan bacaklarımı acıtmıştı. "Ne oldu sana öyle sabah? Yani ben..."


"Bilmem."


"Uraz sinir krizi dedi ama. Niye oldu? Yani niyesi bilinmez belki ama bir şey mi tetikledi?" bence bir insanın sinir krizi geçirmesi için bir sebep şarttı. Ya içinde atamadığın bir şeyler birikecekti ya da o an seni bir şey bu duruma sürüklemeliydi.


"Burada mı daha o p-" Kendi sözünü kendi kestiğinde sırtını doğrultmak için ellerini yatağa bastırmıştı.


"Bilmem. Görmedim sabahtan beri. En son sana bakıp gitmişti." Ellerimi tekrar kotumun arka cebine yerleştirip bilmiyorum der gibi omuzlarımı silkmiştim. Bahçeden vuran loş ışıkta dışarı az biraz belli oluyordu. İki üç adımda gri tüllerin örttüğü pencerenin önüne varıp dışarıya çevirmiştim bakışlarımı.


"Korktun değil mi sen de?" Bakışlarımı belli belirsiz görünen bahçeden çekmeden kafamı sağa sola 'hayır' anlamında salladım hafifçe. Neyi kastettiğini anlamıştım.


"Korkmak değil de." dedim ona dönüp derin bir nefes alırken. "Neye uğradığımı şaşırdım diyelim. Hayatımda ilk kez sinir krizi geçiren birini görmüyorum."


"Çok görmüş gibi konuştun şimdi."


"Yok. Çok da görmedim. Bizim mahallede Hacer abla vardı. Kırklı yaşlarında muhasebecide çalışan bir kadın. İki çocuk annesi. Biri oğlan biri kız. Oğlan olan büyük. On dört yaşında. Kız da daha sekizinde. Kocası bunu aldatmış bir gün. Tabi her aldatılan kadın sinir krizi geçirmez ama görmeliydin Hacer ablayı. Of!" Verdiğim gereksiz detaylardan daha çok Hacer ablanın o gün hem yaşadıkları hem de mahalleye yaşattıkları aklıma gelince yine olayın heyecanına kapılıvermiştim.


"Eee..." dedi sesindeki yorgunluğa merak tınısı serpiştirildiğinde. Sanırım anlatmaya başladığım olay ilgisini çekmişti.


"Kadın bir gün çocukları annesine bırakmış. Niye bırakmış, neden bırakmış orasını bilmiyorum ama bırakmış işte. Kocasını da arkadaşında maç izliyor biliyor. O da annesinden geç dönmüş eve. Gelince bir de ne görsün. Maç izliyor bildiği kocası evde başka bir kadınla. Adamdaki de cesaret ama. Madem karının eve geleceğini biliyorsun ne diye eve kadın atarsın. Sonra Hacer abla bir güzel dövmüştü bunu. Hatta komşular zor almış elinden. Adamın omzu falan çıkmıştı. Ama Hacer abla hıncını da alamamıştı. Sonra kriz geçirdi işte. O zaman görmüştüm."


"Haklıymış ama o da geçirmekte. Talihsiz bir an." Kafasını yatağın başlığa yaslayıp bayık bakışlarını bana çevirmişti.


"Talihsiz mi? Ben bu rezalete talihsizlik demezdim. Kırk yaş azgın adam sendromu varmış bunca yıllık kocasının. Kadının yaşadığı yıkım. Şerefsiz iti dövmüştü Allah'tan." O gün aklıma geldikçe nasıl da mahallenin kargaşaya döndüğünü, Hacer ablanın bağıra çağıra her yeri yıktığını düşünmek içimdeki öfkenin kabarmasına neden oluyordu. Dövmek için ben de adımlamıştım da teyzemler zor tutmuştu o gün beni.


"Doğru. Kolay değil."


"Ne kolay olacak!" O günkü hararetim tekrar baş gösterdiğinde sinirle elimi sallamıştım. "Aldatılmak bir kadın için ne kadar kötü! Hacer ablanın yerinde ben de olsam ben de o adamı döver sonra sinir krizi geçirirdim."


"Farkım olmazdı diyorsun. Aldatılsan yani."


"Olmazdı sanırım. Ama öyle bir sorunum olmadığı için şanslıyım. Her ne kadar evli olsam da ki daha dün evlendim, bu evlilikte aldatılmayı çok umursamazdım." Kendi kendime hafif bir kahkaha attığımda mimiksiz bir şekilde beni o bayık bakışlarla izlemeye devam ediyordu.


"İzin verirdin yani seni aldatmama." İşte buna oda dolusu gülünürdü. Büyük kahkaham odanı içinde yankılanıp gittiğinde halen mimiksiz durmamalıydı.


"Biz seninle iki aşireti aldatıyoruz farkında mısın?" dedim gülmelerimin arasından. "Sen beni aldatmışsın çok da sorun etmem yani."


"Haklısın." dedi hafifçe tebessüm edip yüz kaslarının çalışabildiğini gösterirken.


"Bacakların..." dedim bedenimi ona biraz daha döndürdüğümde. Sabah o çırpınışları arasında öylesine acımasızca vurmuştu ki onlara. Çığlıkları kızgın bir demirin çıplak tene basılıp bıraktığı iz gibi kazınmıştı zihnime. "Sabah yani... Çok vurmuştun." Kupkuru çıkan sesim dudaklarımdan firar edip döküldüğünde yere öylece saçılmış gibi gözlerimi dolaştırmıştım açık renk zeminde. Keşke demeseydin Zühre.


"Hayat çok tuhaf değil mi? Birbirini tanımayan iki insanken kardeşlerimizi kurtarmak için düştüğümüz hale bak. Koskoca insanları kandıracağız diye ettiğimiz oyuna bak." Konuyu değiştirmeliydim de böylesine değiştirmek yararlı olur muydu bilmiyordum. Saçmala Zühre. En iyi yaptığın şey nasılsa.


"Tuhaf. Ama değil de."


"Peki ya yaraların? Acıyor mu hala?" Bacaklarına vurmasının yanı sıra tırnaklarını kendi etine öyle bir geçirmişti hepimizin gözü önünde. Hissetmediğini biliyordum. Bacaklarına yaptığı en ufak bir teması hissetseydi sanırım tırnaklarını oradan kan akarcasına bastırmazdı tenine. Ama o acımasızca yapmıştı bunu. Benimki de soruydu.


"Yaralar basittir. Sen anlam yükledin diye acırlar. Kanar, kabuk bağlar, biter."


Acımasız mıydı yoksa acısı öylesine derin miydi anlayamamıştım o an. Dünyaya bakışını kestiremiyordum ama kendine bakışında duygu olmadığını biliyordum. Hele ki bacaklarına bakışında hiçbir duygu yoktu. Hissetmediği gibi hissizdi.


Hissizce irislerini üzerine beyaz nevresim örtülü bacaklarına çevirmişti.


"Neyse..." dedim elimi saçımın arasına daldırıp. "Ben gideyim. Dinlen sen." Bakışlarını bacaklarından çekmemişti. Gittiğimi de umursamamıştı.


Adımlarımı baştan başa uzun koridorda atıp boş düz duvarların arasında gelişine dolaştım bir müddet. Sıkılmıştım. En iyisi gidip odamda sıkılmaktı.


Kendimi hemen karşısındaki odaya attığımda odadan çıkmadan cebime sıkıştırdığım küçük sarımtırak kağıdı merakla elime almıştım. Epey yıpranmış duran kağıdın katını açmadan önce odanın düz beyaz kapısını sakin bir şekilde kapatmıştım.


Parmaklarımın arasında tuttuğum kağıt aslında özel bir şey olabilirdi. Sonuçta onun odasından almıştım.


Çaldın Zühre dedi benim çingene pembesi sesim o sırada.


"Hayır aldım." dedim ona inat.


Çaldın çaldın.


"Ne çalacağım be?" Cırladığımda sanki bana cevap verecekmiş gibi inatla ayağımı yere vurmuştum. "Çaldın diyor bir de. Yere düştü merak ettim aldım." Yalan da değildi hem. Elimdeki kalın kitabı pat diye parkeye attığım sırada düşmüştü yere. Ben de merakıma yenilip almıştım. "Hem geri koyacağım." dedim içimdeki ses rahatlasın diye.


Unutmazsan koyarsın belki Zühre.


Haklıydı. Unutabilirdim. Unutmayı bile unutan biri olduğumdan bu defa doğru demişti benim çingene pembesi.


Parmaklarımın arasında evirip çevirdiğim kağıdı usulca açtığımda dünyanın en büyük sırrını bekliyormuş gibi meraklı bakışlar atmıştım da hayal kırıklıklarım hemen bitivermişti dibimde. Sanırım kendimce eğlence arıyordum ben de.


"Rusça yazılmış bir kitabın arasından da hazine haritası bulmayı beklemiyordun herhalde Zühre?" dedim kendi kendime içimdeki çingene pembesinden önce. Çünkü parmaklarımın arasında tuttuğum kağıtta Rusça bir şeyler yazıyordu. "Aman be.." dedim kağıdı katlayıp geri cebime tıkıştırırken.


İnsan çeviriden falan bakar dedi o sırada içimdeki çingene pembesi. Sanırım o da en az benim kadar merak etmişti.


"Hani demin çaldın diyordun. Hani hırsızdım ben." Çemkirecek yer arıyordum. Açlık midemi sırtıma yapıştırırken beyin fonksiyonlarımı da devre dışı bırakıyordu. Mavi ekranımda kırmızı ünlemler çıkıyordu artık. Beynim çorbadan hallice değil de çölü aratmayan bir boşluktaydı adeta. Böyle durumlarda da çemkirecek yer arardım. Açlık başıma başıma vuruyordu.


Bir yandan da adımlarım beni yatağımın yanındaki komodine ulaştırmıştı. Kaç gündür kapalı tuttuğum telefonumu elime alıp uzunca basmıştım tuşuna açılsın diye. Dört yıldır Hurdacı Ali Ustanın eşeğinden daha fazla şey yüklenen telefonum beni fıtık edercesine yavaş bir şekilde açıldığında bir de kendine gelsin diye keyfini beklemem gerekecekti. Ayağımdaki beyaz spor ayakkabılarımı birbirlerinin arkasına basa basa çıkarıp kendimi güç bela yatağa attığımda boş duvarlar gibi boş tavanla da bakışmaya başlamıştım.


"Ulan zenginlik bu sanırım." dedim kendi kendime. "Gerçi ben de zengin olsam donatmazdım öyle evimin her tarafını. Ne o öyle görmemişler gibi." Bir yandan da ekranında çıkmaz ayın son çarşambasından kalma kedi duvar kağıdımla bakışmaya başlamıştım. Bir iki dakikaya kalmadan da patır patır mesajlar ve cevapsız aramalar dökülmüştü ekranıma. "Ulan bir yavaş gelin amına koyayım ya." dedim sinirle kasan telefonumu da sallayarak.


"YUH! Bin dört yüz elli beş mesaj nedir lan!" Ekranda Günce, ben ve Balca'dan oluşan zibilyon yıl önceden kalma whatsapp grubumuzdan gelen mesajlar ardı arkası kesilmeyecek gibi sıralanmıştı. "Çeneniz de ağrımıyor ki... Ulan ne konuşmuş olabilirsiniz be..." dedim.


Ben mesajları ekranda görüp sonra cevaplarım ya diyenlerden olduğumdan çok da bir şey yazmazdım fakat o ikisi yok muydu o ikisi. Parmakları aşınana kadar yazarlardı.


Ama en çok mesaj Balca'dan gelmişti. Günce bir şey dememek için suskunluğunu korurken Balca olan onca şeyden habersiz destan yazmıştı adeta. Gruba girip en baştan başlamıştım destanı okumaya.


BGZ


Balca: Hu hu bebeklerim size bomba bir haberim var.


Günce: Semih'le barıştınız?


Balca: Bomba haber diyorum kızım! Ne Semih'i?? Şeytan görsün yüzünü.


Günce: Aylardır para biriktirdiğin çanta indirime girmiş?


Balca: Kızım bomba diyorum!!


Günce: İstediğin rujlar indirime girmiş?


Balca: Yahu kızım vizyonsuz musun sen! Allah aşkına Zühre neredesin! Şu kardeşinin tavrına bak ya. Bomba diyorum. Vizem çıktı kızım vizem. Bu kız Almanya yolcusuuu


Günce: Yok Zühre! Sen çikolata getir unutma.


Balca: Gerizekalı. Nerede bu Zühre?


Bütün coşkusunu mesajlara da yansıtan Balca abimin beni Urfa'ya yani buraya getirdiği gün Almanya'ya gideceğinin haberini vermişti. Dayısı orada yaşıyordu ve yılda bir kere de olsa hep gider gelirdi. Yani o aramızdan ülke sınırları dışına çıkmayı başarabilen tek kişiydi. İşte ben de eften püften sebeplerle il değiştiriyordum. Eften püften?


Ekrandaki her on mesajın dördünde Balca benim nerede olduğumu, neden son görülmemin hep aynı kaldığını sorup durmuştu. Günce telefonumun bozuk olduğuyla ilgili bir yalan atsa da üst üste defalarca Günce'nin telefonundan görüntülü aramıştı. İnanmazdı Balca. Ben olsam ben de inanmazdım. Ne kadar salakça bir yalan


Ekrandaki mesajlar her kaydığında yokluğum hemen fark edilmiş ama Günce de kıvırmak için taklalar atmıştı. En sonunda da Balca'dan paragraflarca mesajlar gelmişti bana. Saçma geyiklerinin yerini artık benim hiçbir arama ve mesaja cevap vermeyişim almıştı. Haliyle hiçbir şeyden haberi olmayan Balca da meraklanmıştı.


BALCA


Zühre? Telefonun bozuk diyor bu Güncekuş. Aradım onu da ama tersledi beni? Domuz..


Züh?? Teyzen ve Hamiş de açmıyor.


Yahu bana küstünüz de benim haberim mi yok acaba!!


Ya ne yapmış olabilirim Allah aşkına biriniz de açın artık şu telefonu!!


ZÜHRE! Resmen şu Almanya işim olmasa evinizi basacağım!!


Zühre iyi misin!


Kızım senin mesaj ya da aramalarıma cevap vermemen için ölmüş falan olman lazım!


Ölmemiştim ama evlenmiştim sayılır mıydı? Yani ben artık evliyim bekarlarla görüşmüyorum desem abes kaçar mıydı? Elim Balca'nın numarasının üzerinde tuşlamak için hazır beklerken vazgeçip tekrar whatsapp grubumuza girmiştim. En son mesaj dün gelmişti Balca'dan. Bize küstüğünü söylüyordu cevap vermediğimiz için.


BGZ


Zühre: Kızlar


(Günce çevrimiçi)


(Balca çevrimiçi)


Balca: Nihayet be kızım ya. Kaç gündür neredesin sen? Cidden bir şey oldu sandım. Ne diye cevap vermiyorsun?


Zühre: Öyle biliyorsunuz beni


Balca: Günce telefonun bozuk dedi ama bence siz bana bozuksunuz. Hayır sadece sen değil tüm aile bana cevap vermez oldunuz ya hayırdır? Neyin domuzluğu bu?


Zühre: Evlendim ben


Bombayı resmen ortaya atıp bir müddet boş tavandaki dışarıdan vuran gölgelere bakmaya başlamıştım. Böyle dan diye demesem iyiydi ama ne diyecektim? 'Şey abim var ya hani benim Balca. Biliyorsun kafasızın tekidir. Hah işte yine aynı kafasızlıkla beni de berdel dedikleri şey yüzünden Urfa'ya getirdi.'


Gerçi benim kafasızlığım daha büyüktü. Kendimi aklımdan düşündüğüm şeyleri yazarken bulmuştum. Sil sil sil sil...


Balca: Hahaha ne içtin kızım sen. O kafadan istiyorum.


(Günce çevrimdışı)


Zühre: Ne içeceğim be! Evlendim ben.


Balca: Bak şimdi hastanede dayımın kontrolleri için uğraşıyorum. Arayacağım seni. Git yüzüne su falan çarp beni delirtme!!


Durmadan saçmalayan benimle baş etme duyuları artık 'Salla, takma' olarak evrildiğinden Balca beni umursamamıştı bile. İyiydi de.


Ayaklarımı yatağın başlığına dayadığımda sabahtan beri belimi sıkan pantolonumun düğmesini açıp yattığım yerde değişik şekillere girerek sıyırıp atmıştım. Eş zamanlı olarak rahatlayan bacaklarımı havaya doğru sallayıp 'Oh be' demiştim. Oda sıcaktı, ben üşengeçtim. O yüzden ne dolaba adımlayıp pijamalarımı alacak ne de yataktaki ters pozisyonumu değiştirip kendimi düzeltecektim. Midemin ve beynimin boşluğu yerini uykumla doldururken olduğum gibi kıvrılıp uyumayı tercih etmiştim.


🐦


Duvarları boş, düz, beyaz, ahırdan bozma evin ışık alan her odası gibi ışık alan koridorunda dördüncü turumu atarken bir yandan da tırnağımın kenarındaki etleri kemiriyordum.


Bakışlarımı arada bir koridorda tek renk olarak bulunan sarı çoraplarıma çevirirken hafifçe burun kıvırdım.


"Sarı nedir ulan..." dedim kendi kendime. Asla sarı ve tonlarını sevmiyordum. Ama o gün ne hikmetse ayağıma sarı çoraplarımı geçirivermiştim. "Sarıdan nefret ediyorum." dedim olduğum yerde durup.


Peki ya altın sarısı Zühre??


"Ulan seveceğim sanırım sarıyı bu gidişle." dedim hafifçe gülerken iç sesime. Şimdi sarıdan nefret edebilirdim ama altın sarısını da düşünmeliydim.


"Günaydın!" dedi arkamdan o sırada beni zıplatacak kadar şiddetli bir ses. Boşluğuma denk gelmişti. "Korkuttum mu seni?"


Teyzem gibi baş parmağımı damağıma bastırıp ödümün patlamasına engel olabilirdim ama yapmadım. Şaşkın bakışlarımı elindeki büyük turuncu çantayla duran Uraz'a çevirdim. Belki de adı Ural'dır. Emin olamıyorum.


"Yok... Boşluğuma geldi sadece. Günaydın sana da." Üzerindeki mavi üniformayı düzeltip sağ elindeki çantayı sol eline alırken bir adım daha yaklaşmıştı bana. Sanırım doktor Zühre.


"Ne oldu Korhan'ı mı bekliyorsun?" Bakışlarını benden çekip beyaz, düz kapıya çevirmişti saniyeliğine.


Korhan'ı beklemiyordum. Belki de bekliyordum. Bilmiyorum. Ama merak ettiğim kesindi. Dünkü hali hal değilken bugün nasıl olduğunu merak etmiştim.


"Yoo." dedim gereksiz bir şekilde 'o' harfini uzatıp. "Sen hayırdır?" Böyle dedim diye kaşları hafifçe havalanıp yeşile çalan ela gözleri irileşmişti. Böyle dedim diye kendi üzerine çevirmişti nakış nakış şaşkınlığın işlendiği bakışlarını.


"Yani şey diye dedim. Üzerinde doktor önlüğü var ya. Ondan soruyorum. Ne iş yani?"


"Ha sen onu diyorsun. Evet. Yani doktor değilim. Hemşirim ben. Korhan'ı muayene için geldim. Ondan öyle giyindim."


"Ya." dedim anladığımı belirten bir mırıltı dökülürken dudaklarımdan. Ellerimi siyah kotumun arka ceplerine yerleştirmiştim. "Oo iyi atanmışsın hemen."


"Yok. Kadrolu değilim ben. Sadece Korhan'a kadroluyum."


"O nasıl oluyor öyle?" dedim şaşkın bir şekilde gülerken. "Hayırdır devlet kişiye özel kadro mu açtı?"


Küçük bir kahkaha atarken boştaki eliyle gür siyah saçlarını sıvazlamıştı.


"Yok öyle değil. Aslında ben mesleği bıraktım ama sırf Korhan için part time çalışıyorum diyelim." Onun küçük kahkahasına ben de eşlik etmiştim.


"Hadi ya mesleği bıraktın demek. Bırakman için daha iyi bir işinin olması şart. Yani biliyorsun günümüzde öyle kolay iş bulunamıyor maalesef." Kendimi ve Günce'yi düşünürsek bu su götürmez bir gerçekti. İşsiz ve parasız sürünüyorduk yıllardır.


"Yani özel sektör diyebiliriz." dedi gülüp. Sağ yanağındaki gamze hafifçe çukurlaşmıştı.


"O zaman arkadaş kıyağı geçiyorsun Korhan'a da." dedim sağ elimi cebimden çıkarıp havada sallarken.


"Tam üstüne bastın. Ama o bunu kullanmayı pek bilmiyor maalesef." Bakışlarını saniyelik olarak kapıya yöneltti.


"Nasıl yani?" dedim merakla.


"Anlarsın birazdan." Yorgun bir soluk buhar olup karıştığında havaya kapıyı çalma gereksinimi duymadan açıp içeri adım atmıştı. Ben girip girmeme konusunda kararsız bir şekilde eşikten bakıyordum.


"Günaydın günaydın." dedi coşkuyla Uraz ya da Ural bilmiyorum. Kollarını iki yana açıp büyük bir heyecanla girmişti içeri.


"Sikme beynimi..." dedi o sırada yataktan gelen yorgun ses. Ben bir güleceğim Zühre. Halbuki ne efendi çocuktu. Değil miydi?


"Ne de güzel karşılıyorsun beni. Bu kadar özlediğini bilsem daha erken gelirdim." Elindeki çantayı yatağın ayak ucuna bırakıp bitmek üzere olan ve ağır ağır damlayan seruma doğru yürüdü.


"Siktir git Uraz." dedi aynı yorgun ses.


"Hop birader." Dedi bir eliyle serumun uzandığı kordonu düzeltip diğer elini yatağın üzerine koyan Uraz. "Küfretme. Yenge de burada."


İşte buna müdahale etmem şarttı. Bir kere yakışmıyordu adımın yanına o sıfat.


"Hop hop." Dedim acele bir tavırla içeri dalıp. "Yenge demesek." Dört şaşkın gözün odağında ellerimi iki yana açmış bir vaziyette gelince tuhaf bir portre çıkmıştı ortaya. "Demeyelim." Dedim kısıkça.


"Ne diyelim?" dedi umursamazca Uraz. Açtığı çantasından bir şırınga çıkarmıştı. Paketi ağzıyla yırtarken önce bana sonra da yatan Korhan'a baktı.


"Yani bu öyle bir şey değil... İşte o sıfat güzel değil... Bana hiç uygun değil... Hem bu öyle bir şey değil." Dedim saçmalama modum açıldığında.


"Uraz biliyor durumları. Ama nasıl davranması gerektiğini bilmiyor hepsi bu." Ellerini yatağının kenarına yerleştirip yavaşça çekmişti kendini Korhan.


"Ne yani ben şimdi ağız tadıyla yenge diyemeyecek miyim?" Cümlesi hayal kırıklığı üzerine kuruluydu fakat alaycı bir şekilde dökülmüştü dudaklarından. Tiye almıştı beni. "Hayallerim suya düştü bak."


"Ne yapıyorsun sen?" dedi Korhan onu ciddiye almayarak. Çattığı kaşlarının altından onun her hareketine sinirli bakışlar atıyordu.


"İğneni yapacağım. Sonra günlük rutinimiz. Bir de çalışacağız."


"İstemiyorum."


"Yapmak zorundayız. Bugün çalışacaksın." Dedi elindeki ampulden sarıya yakın sıvıyı şırıngaya doldururken.


"Hayır!"


"Sana kapının önünde demiştim hani demin. Bedava sağlıkçı buluyor ama bunuyor bu adam." Şırıngayı dişlerinin arasına alıp Korhan'ın kolunu tutmuştu ama sert bir şekilde savurdu onu Korhan.


"Şimdi değil kardeşim. Sonra."


"Zühre sen çık istersen bizim işimiz uzun." Dedi bıkkınca şırıngayı ağzından çeken Uraz. Allah'tan yenge dememişti. Ha bir de deseydi.


Kovulur gibi dışarı çıkıp kapıyı arkamdan kapatmıştım. Boş koridorda şaşkınca bir sağa bir sola bakıp ortamı renklendiren sarı çoraplarımla attım dışarı adımımı.


"Zühre yenge?" Hay ben sizin bana yenge diyen dilinizi... "Uyanmışsın. Ben de sana bakmaya geliyordum. Kahvaltı için."


Sanırım bu evde kimse kendi başına uyanamıyordu. Belki de evin diğer kurallarından biriydi. Tıpkı duvarların boş kalması gerektiği gibi.


"Korhan abim geliyor mu?" Benim cevap vermeyişimi geçip bakışlarını benim arkama çevirmişti.


"Bilmem." Dedim omuz silkip. "Uraz var yanında."


"Sahi mi?" Şaşkın bir biçimde havalanmıştı gür biçimli kaşları. Gür koyu renk saçları gibi yüzüne ayrı bir güzellik kattığını geçemiyordum.


"Niye şaşırdın? Hemşiri değil mi sonuçta?" Omzumu bir kez daha silkip onun bu ekstra şaşkın haline kafa salladım.


"Yok yani öyle değil de. Kabul etmez ya Korhan abim ondan dedim."


"Kabul etmez mi?" Az önce içeride iğne yapmaya çalışıyordu ona. Dün de serumlarını o takmıştı hep. Üzerindeki önlük zaten hemşir olduğunu da vurguluyordu. Daha neye şaşırıyordu ki Nevide?


"Etmez tabi ya. Asla baktırmaz kendine Korhan abim. Uraz abim her sabah üşenmeden girer odasına. Sonra bir güzel kavga ederler, çıkar gider. Bak işte." Dedi o sırada içeriden duyulan bağırış seslerini bana işaret ederken. Başımı omzumun üzerinden çevirip kapısı açık eve bakıyordum.


"Niye?" dedim bağırış seslerine ithafen.


"Öyledir. Korhan abim ısrarla baktırmaz kendine. Ama Uraz abim de üşenmeden gelir her sabah muayene için. Emeğine yazık."


"Alt tarafı bir iğne yapacak. Neyin tantanası bu?" sesler git gide çoğalırken Nevide'nin şaşkın suratına korku dolu bir ifade de yerleşmişti. "Sahi her sabah yaşanır mı bu?"


"Yaşanır. Altı yıldır her sabah yaşanır. Ne ilaçlarını alır Korhan abim ne de günlük yapması gereken hareketleri yapar."


"Delinin zoruna bak..." dedim ağzımın içinden. Bedava sağlıkçı bulmuştu kendine neyin tantanasıydı acaba bu?


İşte kimi hayatlar öylesine zıttı demek ki birbirine. Kimi insanlar günlerce ulaşamazken sağlıkçı birine o da bulup bunuyordu. Değişikti.


🐦


"Kız üç şeker çok değil mi?" Oturduğum tay tüyü beyaz koltukta sağ bacağımı altıma alıp aheste aheste kaşığı önümdeki yeni konulmuş çayın içinde gezdirmeye başlamıştım. Ömrü billah çok çay içmeyen ben soğuk içeceklerin kölesiydim ama hala takımından iri ela gözlü adı Dilva olan kadının ısrarını geri çevirememiştim.


"Çok mu?" dedim tek kaşımı kaldırıp üzerimdeki tuhaf bakışlara aldırmadan çayımdaki şekerler erimesine rağmen karıştırmaya devam ederken.


"Hele çok ya. Kız o kadar şeker koydun çayına ip gibisin o nasıl iş?"


"Nasıl nasıl iş?" dedim üzerime çöken öküz gibi gailesizlikle. İnce belli çay bardağını parmaklarım yanmasın diye kibarca tutup dudaklarıma götürdüğümde küçük bir yudum almıştım.


"Hele nasıl diyor bir de? Kız ben şekeri kestim, tuzu kestim, unu da keseceğim inşallah ama zayıflayamıyorum be." Dilva hala iri ela gözlerine çöken mahzunlukla boynunu büktüğünde yanında oturan Berivan hala gülüp hemen arkasından ağzını kapatmıştı. Kardeşine göre daha zayıf olduğu su götürmez bir gerçekti. Onun da gözleri aynı kardeşi Dilva halanınkiler gibi iri ve elaydı. Sanırım Gülnare halalarına çekmişti.


"Kesecek inşallah. Sabah akşam börek yemeği bırakırsa unu da kesmiş olacak." Gülerken ince parmaklarını dudaklarına bastırmıştı. Kardeşinin güldüğünü gören Dilva hala ise daha da asmıştı suratını.


"Doğru. Üç beyazdan uzak duracaksın derler ama yalan bence." dedim çayımdan küçük bir yudum daha alırken.


"Deme!" dedi Dilva hala şaşkınca. "Yalan ha. Boşuna mı kestim ben o zaman şekeri tuzu?"


"Boşuna değil tabi. Sağlık için şart elbette ama sadece onları kesmek yetmez ki. Ne demiş atalarımız?" dedim elimdeki çay bardağını önümdeki sehpaya bırakıp işaret parmağımı havaya kaldırırken. Öyle bilge bir havaya bürünmüştüm ki görmeliydiniz.


"Ne demiş?" dedi heyecanla Dilva hala.


"Hareket. Tabi canım. Hareket şart. Bak sen başla sabah yürüyüşlerine nasıl fayda görüyorsun."


"Deme kız... Ev işi yapıyorum sayılmaz mı hareketten?" Sırtımı geniş koltuğun rahat arkasına iyice yasladığımda ellerimi de dizlerimin üzerine bıraktım.


"Bak şimdi..." Üzerime çöken bilgeliği görmelisiniz ama. Daha iki gün önce geldiğim bu evde iki halayı da önüme topladım da akıl verdim derdim artık. "Hareket sağlığın için şart. Yoksa hangi kiloda olduğunun ne önemi var ki. Kadın her bedende güzeldir. Herkes zayıf olmak zorunda değil ki. Kendini hangi kiloda iyi hissediyorsan bence o kiloda olmalısın. Aynaya bakınca hangi Dilva'yı görmek istiyorsan o kiloda kal. Ha üç beyazdan uzak dur diye sağlığından ötürü diyorlar. Yoksa bu işin kalbi var, şekeri var, tansiyonu var. Var da var yani. Ama hareket mühim konu."


"Hele bu kız haklı." dedi Dilva hala kardeşine dönüp. O da kafasıyla onu onaylıyordu. "Kız sen ne tatlıymışsın da. Sohbetini de pek sevdim ben senin."


"Bende valla abla. Ne sıcakmışsın sen." Aslında asla kırk yaş üstü hanımların ortasına oturup onlarla muhabbet etmezdim. Benim muhabbetim genelde sokağa çıktığımda sabahın erken saatlerinde mahallenin güvenlik görevine başlamış teyzelere laf yetiştirmekten ibaret olurdu. Onlar layığıyla mobese görevlerini yerine getirirken günlük havadisleri alırdım. Yoksa oturup sohbet etmek bana göre pek değildi. Sıkıntımı gidermeye çabalıyordum işte.


Mesela birinci mobese Gülfem teyze vardı. Sokağın sağ başı ondan sorumluydu. O taraftan kim gelmiş kim gitmiş ondan sorulurdu. Hatta geçen yıl gelen gideni daha net görebilmek için gözlük almıştı kendine.


İkinci mobese Dudu teyzeydi. Zira beni korkutan bir kişiliği vardı. En sessiz mobeselerdendi. Hatta küçükken onun Sihirli Annem'deki Dudu'nun gerçeği sanırdık. Bakışları ürkütücü ve yıldırıcıydı. Bu sayede de mahallede yabancı pek dolaşamazdı.


Üçüncü mobese Huriye teyzeydi. Şen kahkahası mahalleyi doldurur, genç çiftleri utandırmaya yetip de artardı. Sokağın sol başı ona emanetti. Bazen camdan ayarsızca sarkıttığı sepetler illa birimizin kafasına çarpardı da buna rağmen hoş görürdük onu. Tek sevmediğimiz tarafı evinin önünde top oynamamıza izin vermezdi. Neymiş bizim sesimizden mahalledeki sesleri duyamıyormuş.


Günlük kim bilir ne dedikodular dönerdi de bizim mahallede en son bombayı ben atıp kaçmıştım. Resmen şehir de değiştirmiştim bunun üzerine. Uzun bir müddet benim dedikodum yeterdi onlara. Mahalledeki herkes beni yanına almayan babam ve abimden haberdarken şimdi apar topar onların gözünün önünde bir arabaya bindirilişim epey uzun konuşulurdu. Aman konuşsunlardı zaten. Ne yapabilirdim ki. Ağızlarını büzmeye hem gücüm yoktu hem de ben bizim mahallede değildim artık. Ne zaman dönerdim orasını da Allah bilir. İnşallah döneriz be Zühre...


"Eh bizim Korhan oğlanı da kendin gibi ısıt da kaynaşsın artık bizle."


"Niye çok mu soğuk size?" dedi tekrardan çayıma uzanıp. Sanırım çayın tadı hoşuma gitmişti. Acaba evde teyzem güzel mi demleyemiyordu? Sakın duymasın Zühre.


"Hele dediğine? Sanırım sana pek bir sıcak." Berivan hala dudaklarını birbirine bastırırken amacı gülmesini engellemekti.


"Bizim Korhan oğlan azıcık mesafelidir. Yani içine kapanıklık mı dersin, tabiatı mı dersin, yaşadıkları mı dersin bilemem ama azıcık soğuk işte." Dilva hala uzanıp dizime elini koyduğunda geniş beyaz yüzünün hafif kızarıklığına bakıyordum ben de. "Neyse kızım sen ne iş yaparsın, daha önce hiç görmediydik biz seni. Pek gelmez miydin Urfa'ya?"


Şimdi gel de bunu bu hala takımına anlat hadi bakalım Zühre. Ne diyecektim 'Aslında babam iki farklı kişilik. Ben sadece beni hafta sonu ziyarete geldiği tarafını tanıyorum. Diğer tarafı da burada. İşte onu bilmiyorum.' mu? Denesene Zühre.


"Berivan, Dilva, gelinim? Siz ne yaparsınız burada?" Sanırım Nurdan hanıma en ihtiyacım olan zaman buydu işte. Hala takımı alttan alta benim hakkımda bir şeyler öğrenmek istiyorken gelip birinin müdahale etmesi şarttı. Yoksa ben çorba kıvamına dönmeye başlayan beynim yüzünden su püskürtebilirdim onlara.


"Hele ne yapalım abla. Oturduk laflıyoruz gelin kızımızla. Ne oldu?"


"Ee misafirler var ya akşama. Dünürlerimiz gelecek ya. Hazırlık yapıyorduk mutfakta. Gelin haydi sizde yardım edin. Sen dinlen Zühre kızım." Dünürlerimiz dediği sanırım babam ve ailesi oluyordu. Zira akrabalık bağları için çeşitli sıfatlar kullanıldığından başka da olabilirdi. Benim kafam pek basmazdı akrabalık bağlarına ve isimlerine. Aslında umursamadığım daha aşikardı. Gerçi babam ve ailesini pek umursamayı istemiyordum. Ama neneni sevdim Zühre. Ya sen?


"Ay bırak be!" hala takımı ayaklanırken ben de çayımı yudumlamaya aheste aheste devam ederken dışarıdan tiz bir çığlık ve gürültüyle hepimiz donakalmıştık olduğumuz yerde.


"Sana diyorum bırak be!" diye de devam etmişti aynı tiz ses. Tanıyordum bu tiz sesi. Yıllar boyunca da duymuştum.


"Hayırdır inşallah?" dedi Nurdan hanım şaşkın bakışlarını bizden çekip hala takımıyla beraber kapıya doğru yürümeye başladığında. Hayır mı şer mi birazdan görürdü zaten. Gözlerimi kapatıp iki saniye sonra gelecek çığlığa hazırlıyordum kendimi. 1... 2... ve çığlık.


"Yalnız bayan ayıp oluyor." Kapıdaki siyah takım elbiseli adam hayatının hatasını yapıyordu da haberi yoktu. Ama hataların farkına erken varmak şarttı. En azından kendi sağlığı için.


"Bayan mı!" dedi o anda elindeki çantanın sapını ağır ağır avcunun içine toplayan Günce. Yazık takım elbiseli adam halen hatasının farkında değildi. Evet evet Günce gelmişti.


"Evet bayan. Ayıp oluyor." Ayıp olmuş muydu bilmiyorum ama o adama yazık olduğu kesindi.


"Bayan ha!" dedi Günce ve bam! Elindeki boyutu küçük ama etkisi epey büyük olan çantayı adamın suratına geçirivermişti. Avludaki herkes ne olduğuna şaşkın şaşkın bakarken Günce hızını alamayıp bir kez daha vurmuştu çantasıyla adama.


"Bayan diyor bir de! Sen beni içeri alma bir de gel bayan de ha! Al sana bayan! Al sana bayan!"


"Ya evladım dur hele!"


Ama hata ikiyi de yapıyorlardı. Eğer Günce sinirli ve biriyle kavga ediyorsa her iki durumda da ona dokunmamak lazımdı. Artık gidip el mi atsan Zühre...


"Günce." Dedim kavga etmesinden çok onu burada gördüğümden ötürü. Kavga etmesine epey alışık ama burada oluşuna da epey yabancıydım.


Bir alev topunu andıran yeşil gözlerini bana çevirmişti acele bir şekilde. "Zühre naber?" dedi çantayı son kez adama vurup. Hafifçe gülümsedi.


"Sen ne yapıyorsun ya?" Şaşkınca sorduğum soruya dağılan saçlarını geri savurup üzerini düzelterek cevap verdi. Sanki daha iki saniye öncesine kadar ortalığı birbirine katan o değil gibiydi.


"İyiyim kuzum sen ne yapıyorsun?" Sesi öyle havadan sudan sohbetten epey uzaktı. Tınısında başka bir ton vardı.


"Çay... Sen gelmeden çay içiyordum." Yeşil irislerindeki alev harlanıyordu. Fark ediliyordu.


"Eee gelin kızım kardeşini al içeri. Gelsin çay içsin bizimle." Nurdan hanım büyük bir gülümsemeyle attı adımlarını bize doğru. Bak şimdi Zühre... Günce ve çay içmek...


"Yok!" dedi Günce sesindeki o acayip tınıyı gizlemeden. Yüzünde gülümseme, yeşil irislerinde alevler vardı. "Biz çayımızı burada içmeyelim."


"Aa kız olur mu taze çayımız?" Hala takımından Dilva dahil oldu.


"Olur olur." Günce elimi kendi elinin içine hapsettiği gibi beni kapıya doğru çekiştirdi. Ölümcül bakışları az önce dövmeye kalkıştığı kendinin en az üç katı olan korumayı buldu. "Çekilsene kardeşim!"


Ama koruma da maşallah kapı gibi olduğundan sanırım önce onu açmamız gerekecekti. Aşmaya çalıştı Günce lakin başaramadı. Hey maşallah boya posa...


"Kardeşim çekil!" Sesi bile kısa kaldı adama Günce'nin. Minyon yapısı daha da minyonlaştı adamın karşısında. Ama adam çekilmedi.


"Osman ne oluyor burada!" Avludaki herkesin bakışı bir anda arkamızdan yükselen sese döndü. Korhan'a.


"Abi yengeyle bu bayan gitmeye kalktılar." Adı Osman olan kapıdan hallice koruma siyah takımın ceketini itinayla düzeltti. Dik duruşu daha da bir dikleşti. Bu sıcakta nasıl pişmiyordu bu ceketin içinde aklım almıyordu. Yahu elli dereceyi görüyorduk belki de, hem nem çoktu. Yazık günah ediyordu kendine. Sadık bir adama benziyordu Osman ama puanını kırmıştım. Çünkü bana yenge dediiii!


"Neler oluyor orada!" Bu sefer ses sol taraftan yükseldi. Yazık Osman da bizde bir o tarafa bir bu tarafa bakıyorduk şebek gibi. Osman duruşunu daha da dikleştirirken yüzü beyazlar gibi oldu. Bu kadar mı korkuyordu yahu bu Tahir Arslanoğlu'ndan?


Ee tabi elalemin işinde çalışınca böyle olması gerekiyordu tabi. Şimdi işini düzgün yapmasa yok maaş kesintisi, yok bilmem ne uğraşıp durmak zorunda kalacaktı. Günümüzde çalışan olmak çok zor Zühre.


"Ağam yenge ve bu bayan gitmeye kalktılar." Az biraz papağanlık da vardı bunda. Emin oldum. Geçen sefer de yapmıştı aynısını. Günce derin bir nefes aldı yanımda. 'Bayan' dendikçe siniri kabarıyordu. Elimi sıkmasından belliydi.


"Hayırdır gelin hanım nereye!" Tahir ağanın tok ve otoriter sesi avludaki sessizliği böldüğünde tek kaşım havalandı karşımdaki adama. Soru sormamıştı. Merak etmemişti nereye gittiğimizi. 'Gidemezsin' diyordu bas bas. Pardon o kimdi?


"Sana mı soracak baba?" Tahir ağanın benim üzerimde olan odaklı bakışları sağ tarafıma kaydı. Şaşırmıştı. Ben de şaşırdım Zühre. Ay bir dakika....


"Oğlum..." Sesi otoriterliğini kaybediverdi bir anda. Bana sönmeye başlayan bir balon hissini veriyordu bu durum. Hava mı kaçırıyordu acaba Tahir ağa? Kaçırıyor bence Zühre.


"Zühre istediği yere gidebilir."


"Oğlum Zühre bu konağın gelini..."


"Ee ne olmuş geliniyse? Esir değil ya burada. İstediği yere istediği gibi gidebilir."


"Oğlum-" İtiraz etmek istedi Tahir ağa. Avludaki herkes pür dikkat baba oğula bakıyordu.


"Zühre." Dedi Korhan sandalyesini bize doğru biraz yakınlaştırıp. Babasını umursamadı. "Garajdan istediğiniz arabayı alabilirsiniz. Eğer şoför isterseniz Osman size şoförlük edecektir."


İstediğiniz arabayı alabilirsiniz mi dedi o? Bir dakika...


Günce ve ben bir anlığına şaşkınca bakmıştık birbirimize. Bakışlarım sol tarafımda kalan Tahir ağaya kaydı. Mors mu olmuş o? Morardı da biraz.


Eğer çingene pembesi sesim susmazsa gülmeye başlayacaktım ve gülmemek için yanaklarımın içini ısırıyordum.


"Şoföre gerek yok." dedim gülmemi engellemeye çalıştığımdan ötürü tuhaf çıkan sesimle. "Ben kullanırım."


Kullanırdım. Acayip iyi şoförlüğüm vardı. Üniversiteye başlar başlamaz part time çalıştığım işlerin parasıyla yazılmıştım bir kursa. Orada sürücü hocamı delirtene kadar uğraşıp nihayetinde almıştım ehliyetimi. Sonrası ise arkadaşlarla araba kiralamalar, mahalledeki Hasan dayının külüstürünü kaçırmalarla iyice alışmıştı elim. Bazen teyzemin çalıştığı yerdeki küçük arabayı da kullanıyordum. Servis elemanına ihtiyaç duyulduğunda hop beni buluyorlardı. Zaten eskiden beri de vardı ilgim merakım.


Osman'ın gösterdiği tarafa doğru adımlayıp büyük garaja adım attım Günce'yle. Garaj garaj değildi. Tam bir oto galeriydi mübarek.


"Hoy maşallah!" dedim şaşkınlığımı ve hayranlığımı gizlemeye gerek duymadan. Yan yana sıralanmış Range Rover'lar da gezindi hayran bakışlarım. Hemen sol tarafımdaki Audi'lere baktım sonra hayran hayran. Renk renk olan Passatlar'ı dile getirmiyordum bile.


Adamlar soyadlarını boşuna vurgulamıyorlardı demek ki soyadlarının vurgusunda zenginlikleri dile geliyordu. Bizim arabalarımız çok diyorlardı belki. Acaba vergileriyle nasıl başa çıkıyorlar?


Günümüz şartlarında bazı hanelere bir motorlu araç zar zor düşerken bu evde herkese cömert bir şekilde ikişer üçer tane düşüyordu sanırım. Saray yavrusuna ev dedin Zühre...


"Çüş!" Dedi hemen yanımda dikilen Günce. O da benden farksızdı. "Bu garajda helikopter de yoksa adım Günce değil."


"Garajda değil bayan." Ne yani helikopterleri de mi var Zühre? Çüşşş.


"Sen bana iki de bir bayan diyorsun ya sana acayip kıl oldum yalnız!" Yumruk yaptığı elini ona doğru gösterdi Günce. Ben çoktan siyah bir Range Rover'ın yanına adımlamıştım.


"Var yani helikopterleri?" dedim elimi siyah pürüzsüz, parlak kaputa sürerken. İçim bir tuhaf olmuştu böylesine zengin bir arabaya elimi dokundurduğumda ötürü.


"Var evet."


"Ben helikopteri istiyorum." Dedim dan diye. Osman'ın gözleri şaşkınlıkla açıldığında ciddi bir şekilde duran suratıma öylece bakakaldı. Ne diyeceğini bilemedi, rengi attı. Mesela 'olmaz' diyebilirdi ama cesaret edemedi. Keyiflendirmişti bu durum beni. Bir hoşuna gitti.


"Şaka yapıyorum. Bunun anahtarını getir." Dedim hafifçe gülüp. Sanırım nefes almıyordu da uzunca zamandır başka bir yerlerinden derin bir nefes aldı.


"Kızım ben seni kaçırmaya geldim ama onlar resmen altımıza araba verdiler." Günce de şaşkındı. Hepimiz şaşkındık. Şaşkınlar cemiyeti kuracaktım bu gidişle. Başına da Tahir Arslanoğlu'nu getirecektim. En büyük şaşkınlığı o yaşıyordu çünkü.


Oğluyla aralarında her ne varsa bilmiyordum, bilmek belki istiyordum ama bu çekişmeli durumdan biz yararlanmıştık.


Bir uzay aracından farksız arabaya kurulup elimle deri kaplama direksiyonu sıvazladım. Araba buram buram zenginlik kokuyordu. Önceden yolda böyle bir araba görsem fakirliğimden dönüp bakmaya utanırken şimdi içine oturmak ve az sonra kullanacak olmak mükemmel bir histi. Heyecanlanmıştım.


Zenginlik kokan havadan ciğerlerime çektim derince. Ciğerlerim bayram etti fakirce.


"Zühre bu mükemmel!" Günce de farksızdı benden. Elimle direksiyonun hemen altındaki tuşa dokundum. Ve muazzam uzay aracımdan hafif bir ses duyuldu. Bu hafif çalışma sesi bile mükemmeldi.


"Hazır mısın Güncecik!" dedim gazı hafifçe dokunurken.


"O ne be 'kınalı yapıncak' der gibi?" burun kıvırdı ama keyifli yüzü bozulmadı.


"Kızım bu arabanın içinde ikimiz şu an 'Sezercik' ve 'Ömercik' olarak oturuyoruz." Kahkaha attı. Kahkahalarımız arabanın içinde fakir kalsa da oralı olmadık. Açık kapıdan altımda yağ gibi kayan arabayla çıkmaya başladım.


Zorla geldiğim Urfa'dan altımda milyonluk arabayla çıkıyordum. Kime anlatsam 'Üf bir defol' derdi. Aman desinlerdi. Sanki bu kızın çok umurundaydı. Ama arabayı geri gönderecektim. Ona şüphe etmemeliydi kimse.


Kanadı açık büyük, işlemeli avlu kapısından tam gaza basıp çıkıyordum ki frene dokunmak zorunda kaldım. Sayamadığım kadar araç yolu kapatmıştı.


"Züh ne oluyor?" Günce'nin şaşkın bakışları etrafı tararken çevremizde oluşan hareketliliğe bakıyordum onun gibi. Kafa salladım 'bilmiyorum' dercesine.


Tam yolumuzu kapatan siyah lüks minibüsten kır saçlı orta boylu bir adam indi. Üzerindeki takım elbisesi bağırıyordu bas bas 'ben zenginim' diye. Yan tarafımdan Tahir ağa ve etrafındaki adamlarının geçtiğini gördüm. Kır saçlı adamın tam karşısında durdular.


"İyi günler Tahir ağa." Dedi kır saçlı adam. Arkasında bir sürü adam sıralanmıştı. Orduyla gelmişti mübarek. Dikiz aynasından görünen Korhan'a kaydı bakışlarım. Hemen yanı başında dikilen Uraz'la karşımdaki kalabalığa bakıyorlardı.


"Ne istiyorsun?" dedi Tahir ağa. Sesi bir hayli sert çıkmıştı.


"Sana Kuzgun'un selamını getirdim." Dedi kır saçlı adam yüksekçe. 'Kuzgun' diye bahsettiği kimdi ya da bir insan mıydı bilmiyorum ama ortam iyice gerildi. Gergin bir sessizlik çökerken dikiz aynasından Korhan'ın elini oturduğu sandalyesinin koltuğuna vurduğunu gördüm.


Kır saçlı adamın hiç de hoşa gitmeyen bakışları benimle kesişti. Elini hafifçe içinde oturduğum arabanın önüne dokundurduğunda dudakları kıvrıldı. Tahir ağa ise onun aksine gülmüyordu. Kaşları çatılmıştı. 'Kuzgun' her neyse keyfini kaçırmış olmalıydı.


Kimdi peki bu Kuzgun?


🐦


Nasıl buldun bölümü?


Sence ne olacak diğer bölümlerde?


Karakterler hakkındaki düşüncelerin neler?


Zühre??


Korhan??


Günce??

Loading...
0%