Yeni Üyelik
26.
Bölüm

Porselen Kalbim

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz

 

Lütfen yıldıza dokunmayı ve bol bol yorum yapmayı unutmayın olur mu?? Sınır koymuyorum ama bol okunma alan bir bölümün azıcık oy ve yorum almasına üzülüyorum haberiniz olsun🥹🥹

 

 

Şarkılar

Sena Şener- Porselen kalbim

Ahmet Hatipoğlu,Mavi Gri- Sensiz Hayatımın En Kötü Günü Bugün

Nilüfer, Emre Aydın- Son Perde

Nilüfer- Böyle Ayrılık Olmaz

 

 

 

 

(Ben bu bölümü yazmadan defalarca 'Son Perde' dinledim. Zühre'nin kırılmışlıklarını en iyi o hissettirdi bana)

 

 

☁️

 

 

 

Ömrüm boyunca bulunduğum ülke sınırları içinde gezdiğim şehirler bir elin parmağını geçmezdi. Ömrü hayatını bize harcamış anne yarımdan zaten ülke turu için fazladan bir maddiyat da bekleyemezdim öyle değil mi? Zaten yolculuklar asla bana göre değildi. Uzun yolculuklar beni huzura kavuşturmaktan çok strese sokuyordu. Midem bulanır, başım döner, moladan hemen sonra tuvaletim gelir ve ben mutlaka bir yerlerde unutulabilirdim.

 

Bir de valiz taşımaktan Selena'nın Hades'ten nefret ettiği kadar nefret ederdim. Üniversite yıllarımda valizimi hazırlama işini Günce'ye kitlerdim hep bu yüzden.

 

Kah soğuk günlerde kah götümden ter akan günlerde kaplumbağa misali valizlerle gezmek hayatımın işkencesi olurdu. Bir de yaşadığımız yer şehir merkezine epey uzak bir kasaba olduğundan hayatımızın çoğu da ellerimizdeki valizlerimizle dolmuş köşelerinde, duraklarda beklemeyle geçerdi.

 

Hayatımda hep valizlerimin ağırlığından şikayet etmiştim. Ama şu an elimde tuttuğum valiz hayatımda taşıdığım en ama en ağır valizdi. Oysa içinde sadece bir tişört, bir pantolon ve bir de hırka vardı. Peki nasıl oluyordu da ben hayatımın en ağır valizini taşıyor gibi hissediyordum?

 

Gecenin serin havası açık kalan kollarımı üşütürken ben ilçeden kasabaya giden son dolmuşu bir dakikalık farkla kaçırmış, ellerimden kayıp giden hayatım gibi yolda akıp giden dolmuşun arkasından da öylece bakakalmıştım. Bundan sonrası tabanvayla geçecekti.

 

Beynim patates püresinden halice, midemde onca saat çektiğim otobüsün o karışık kokusundan dolayı oluşan bir bulantı vardı. Kafamın içindeki filler bile bu kargaşa yüzünden pestili çıkmış gibi yatıyorlardı.

 

Elimde dünyanın en ağır valizi, omuzlarımda dünyanın en ağır yükü, göğüs kafesimin içinde milyonlarca kırık ve kafamın içindeki patates püresiyle kasabaya inen tenha yolu yürüyordum gecenin on birinde.

 

Hiç yorgun olmadığım kadar yorgun hissederken ne çevrede bana havlayan köpeklere, ne tenimi üşüten rüzgara aldırıyordum.

 

Yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm.

 

Bacaklarım artık isyan bayraklarını çekerken dedemden kalma iki katlı küçük eski eve giren yolu görünce içime bir rahatlık çökeceğine daha da huzursuzlanmıştım. Huzursuzluğum eve varınca kapıyı açanlara ne diyeceğimdi. Ne anlatacağım, ne bahane bulacağım, nasıl bir yol izleyeceğim...

 

Eve uzanan toprak yolu elimdeki tonlarca ağırlığa ulaşan valizimle yürürken bakışlarım ayaklarımın altında ezilen toprak zeminden ara ara içi boş olduğundan daha dolu olan valizime kayıyordu. İçinde bir tişört, bir pantolon, bir hırka ve kilolarca hayal kırıklığı, tonlarca ezilmişlik, bir de terk edilmişlik vardı.

 

Elimdeki valizi bırakmadan eve uzanan taşlı yolun başındaki demir kapıyı elimle iterken yine bıraktığım gibi gıcırdamış yine yerdeki taşlara sürterek geri açılmıştı. Alt kattaki pencereden dışarı sızan cılız ışık çarpmıştı gözüme. Teyzem yine pembe dizilerinden birini izliyor olmalıydı. Hamiş de muhtemelen onun karşısındaki tekli eski koltukta yine bir şeyler örerken uyuyakalmış bile olabilirdi. Günce kim bilir neredeydi?

 

Adımımı yıllarımı burada geçirdiğim, burada doğup burada büyüdüğüm avluya atarken içime tanıdıklık hissinden daha çok tarif edemediğim de bir yabancılık çökmüştü. Peki insan niye böyle hissederdi ki? Doğduğu, büyüdüğü, koştuğu, yuvarlandığı bu avluya neden yabancı hissederdi ki?

 

Derin bir nefes alıp elimde tonlarca ağırlığa ulaşmış valizimle birlikte eve doğru yürüdüm. Valizimi kapının tam önüne bırakırken yumruk yaptığım elim kapıya tam değecekken vazgeçip döndüm arkamı. Peki vazgeçip gitsem nereye gidecektim? Neresi kalmıştı? Neresi vardı?

 

"Zühre?" dedi ben vazgeçmeye tam niyetlenmişken arkamda açılan kapıdan teyzem. "Senin ne işin var burada!" sesi şaşkınlık ve korkuyla harmanlanmıştı.

 

"Sürpriz!" dedim kollarımı yana doğru açıp heyecan kondurmaya çalıştığım suratımla.

 

"Gecenin bu saati ne sürprizi bu Zühre! Nereden çıktı bu!" Yüzü anlamsızlık doluydu. Dehşetle bakıyordu gözleri bana. Şaşırmıştı. Hem de çok.

 

"Sürpriz işte teyze." dedim yerdeki valizi elime alıp içeri adım atarken. Yanağına kondurduğum öpücüğe bile anlam verememişti. "Sürprizin saati mi olur?"

 

"Anooo!" dedi benim içeri girdiğimi gören Hamiş. Tahmin ettiğim koltuğunda, tahmin ettiğim gibi örgü sepeti önünde oturuyordu. Beni görünce şaşkınlıkla ayaklanmıştı. "Kız senin ne işin vardır burada!"

 

"Sizi özledim geldim. Sürpriz yaptım." Yüzümde hayatımın en yalancı, en sahte gülümsemesi, ses tonumda dünyanın en sahte coşkusu vardı.

 

"Kim getirdi seni? Gecenin bir saati nasıl geldin? İnsan önceden geleceğini haber verir. Nasıl olur da haber vermezsin? Kocan nerede? Niye tek başınasın? Ne sürprizi bu canım!" Teyzem nefes almayı unutmuş gibi ardı arkasınca sorularını sıralarken ben üst kata çıkan merdivenleri tırmanmaya başladım. Bırakın cevap vermeyi nefes alacak halim bile yoktu.

 

Koridorun en sonundaki odaya ilerlerken teyzem ve Hamiş arkamda sorularını sıralamakla meşguldüler. E onlar da kendilerince haklıydılar. Gecenin bu saatinde kapılarında belirmem için geçerli bir sebep arıyorlardı kendilerine. 'Sürpriz' bahanem onlar için geçerli bir sebep değildi.

 

Bahanem yoktu. Gerçekler çarpmıştı suratıma. Gerçek sandığım her şey kızgın bir lav olup dökülmüştü başımdan aşağı. Tutunduğum dal elimde kalmıştı. Ve gidecek tek yerim burasıydı. Tabi onu da becerebilir miydim onu bilmiyordum.

 

"Zühre!" dedi gürültüyle açtığım kapıyla oturduğu yatakta sıçrayıp giden Günce. Kulağında pembe büyük kulaklıkları, elindeki bilgisayarıyla yine bir şeyler izliyordu.

 

"Naber Günce?" Elimdeki valizi yere yavaşça bırakıp yirmi kusur yıldır yatağım olarak kullandığım yatağa attım kendimi ve üzerinde serili battaniyeyi tepemden yukarı çektim.

 

"Anne ben doğru mu görüyorum!" demişti şaşkınlıkla Günce. Sanırım burada oluşumu gerçek olarak düşünemiyordu.

 

"Vallahi ben de bilmiyorum." demişti ona cevaben teyzem. "Zühre!" eliyle de beni dürttü. "Kızım ne oluyor Allah aşkına!"

 

"Yoldan geldim yorgunum." dedim kafamı battaniyenin altından çıkarmadan.

 

"Allah aşkına!" dedi tekrar teyzem. Sertçe üzerimdeki battaniyeyi çekip aldı. "Ne oldu anlatacak mısın! Ne işin var senin burada!"

 

"Uyumak istiyorum. Beş kusur saatlik yoldan geldim." Sesimdeki yalvarır tona bakakalmışlardı.

 

"Kızım..." dedi sesi aniden yumuşayıverirken. Gelip yatağa oturdu. Yüzüme gerilen saçları iteledi. "Bir şey mi oldu? Niye geldin?" Şaşkınlıktan daha çok endişe doluydu bakışları. Gecenin bir saati çalan kapıda beni karşılarında görmeyi beklemiyorlardı haliyle.

 

"İstemiyorsanız gidebilirim." dedim yatakta oturur pozisyona geçip. "Kalma dersen..."

 

"O ne biçim söz be." Eliyle hafifçe koluma vurdu. "Ben niye geldiğini anlamaya çalışıyorum kızım. Bir şey mi oldu? Bir şey mi yaptılar sana? Doğru söyle Zühre? O evden biri saç teline zarar verdiyse söyle!" Harareti katlanıverdi.

 

"Kimse bir şey yapmadı." dedim kırık bir tebessümle. Kimse bir şey yapmamıştı. Kimse bir şey yapmadığı için böyleydim ya. Ama saç tellerim hiç acımadığı kadar acıyordu. Bugüne kadar acıdıklarından daha çok acıyorlardı.

 

"Ee o zaman!" dedi annesinin hararetini devralan Günce. "Söylesene be! Kimse bir şey yapmadıysa gecenin bu saati ne işin var burada!"

 

"Ben uyusam ya..." zorla yutkunup gözlerimi teyzeme çevirdim. "Olur mu? Lütfen..." En ihtiyacım olan şeydi şu an uyumak. Yaşadığım gerçeklerden kaçmak için uyumam şarttı. beynim tuhaf bir ağrının içinde kavrulup duruyordu. belki uyursam geçerdi.

 

"Zühre." dedi ısrarla tekrar ve tekrar teyzem. "Korhan mı bir şey yaptı?"

 

"Cık..."

 

"Kızım..."

 

"Valla, hiçbir şey yapmadı. Serçe kuşları adına yemin ederim yapmadı." Sesim titrerken hızlıca diğer tarafıma dönüp yüzümü yastığa gömdüm.

 

"Öyle olsun..." demişti yataktan kalkmadan hemen önce. Yataktan kalkıp 'sabah öğreniriz' nasılsa diyerek çıkmıştı Hamiş'le birlikte. Günce biraz daha ısrarla sormuş, cevap alamayınca o da çıkıp gitmişti.

 

Hem gerçekten bir şey yapmamıştı Korhan. Sevmemişti beni. Hata saymıştı. Bir şey yapmayan bir adamın günahı olur muydu? Olmazdı. Her şey benim bu kafamın içindeydi. Baş edemediğim zihnimde kurduğum şeylere takılıp düşmüştüm işte. Kendim düştüğüm için de ağlamak olmazdı. Zaten ağlayamıyordum. Gözümden akmıyordu yaşlar ama ciğerlerime batıyordu. Ve bu sefer ciğerlerime batan bu acıyı nasıl dindirirdim hiçbir fikrim yoktu. Ne saçlarımın acısını ne de ciğerimdeki bu sızıyı dindirecek dermanım da yoktu hem.

 

☁️

 

"Niye öyle bakıyorsun?" dedim masanın en başındaki sandalyeye bir dizimi dikmiş otururken. Ocağın üstündeki çaydanlığı tam eline alacakken vazgeçmişti Günce. "Tişörtünü giydim diye mi kızdın? Merak etme yıkarım. Valizi açmak zor geldi de. Seninkini buldum sandalyenin tepesinde. Kızdın mı?"

 

Hızlı ve küçük adımlarla ilerleyip buzdolabını açtı. Bal kasesini ve reçel kavanozunu çıkarıp kapağı kapattı.

 

"Bugünlük giyeyim bunu olur mu? Söz yıkarım. Teyzem sanırım benimkileri kaldırmış çatıya. Bulurum birazdan." dedim elimi yanağıma yaslarken.

 

"Zühre niye fazlalıkmış gibi konuşuyorsun ki? Sanki daha önce soruyor muydun benim kıyafetlerimi giyerken?"

 

Yoo. Sen kızarsın." Gülmeye zorladım kendimi.

 

"Kızmam Serçe Kuşu." Reçel kavanozuyla uğraşmayı bırakıp yanımdaki sandalyeye geldi ve oturdu. "Ama bana ne olduğunu anlatmazsan kızarım. Benden bir şey saklarsan kızarım. Şimdi söyle, niye geldin?"

 

"Siz de benim gelmemden amma rahatsız oldunuz. Ne var bir iki gün sizi göreyim dediysem. Giderim olur biter." Tam sandalyeden hışımla kalkacaktım ki bileğimden kavrayıp geri oturttu beni.

 

"Yalan söyleme Serçe Kuşu. Bir şey olmuş." Çakır gözleri sorgular biçimde dikildi mavi gözlerime. Ve sanırım konuşup anlatmazsam asla kurtulamayacaktım elinden.

 

"Teyzemler nerede kaldı ya! Öldüm açlıktan! Misafirinizi böyle mi ağırlıyorsunuz siz? Ben size böyle mi yaptım?" Gülerek ayağa kalktım ve tezgaha doğru yürüdüm. Onun demin bıraktığı kavanozu elime aldım ve ikinci çekmeceden çıkarttığım cam kaseye boşalttım biraz.

 

"Sen ağa gelinisin unuttun herhalde. Senin yaşadığın konakta bu kasaba nüfusu kadar çalışan var."

 

"E ne olmuş varsa. Sanki paralarını ben veriyorum."

 

"Zühre sen neyden kaçıyorsun Allah aşkına?" Konuşmadıkça bırakmayacaktı peşimi. Dibime gelip kavanozu aldı elimden. "Anlat artık şunu."

 

"Bu reçel Ayfer teyzenin reçeli mi? Onun yaptığına benziyor." Kaseyi alıp masaya adımladım. Geri geldim ve iki elime ikişer bardak alıp geri masaya bıraktım.

 

"Zühre!"

 

"Yumurtalar kaç dakikadır haşlanıyor?" dedim bu sefer de ocağa doğru adımlayıp.

 

"Zühre?"

 

"Kekik var değil mi?" Ocağın üzerindeki küçük dolabı açıp baharat kavanozlarını karıştırmaya başladım. "Hah buldum."

 

"Sen bana baksana!" Hızla asılmıştı koluma.

 

"Ne?" ona nazaran daha sakindim. Öyle görünmeye çalışıyordum desek daha doğru olurdu tabi.

 

"Gecenin bir yarısı çat diye geliyorsun. Garip garip davranıyorsun şimdi de. Ne oldu diyoruz, anlatmıyorsun. Kim ne yaptı diyoruz, bir şey demiyorsun. Senin neyin var Allah aşkına!"

 

"Bir şeyim yok." Elimdeki kavanozun kapağını açmaya giriştim. "Sıkışmış bu da."

 

"Evdekiler canını sıkacak bir şey mi yaptı? O Tahir ağa denen orta yaş krizi mi yoksa hala tayfasından biri mi? Ne bileyim şeytan bakışlı yenge de olabilir." Kimse bir şey yapmamıştı. Evet Tahir ağa orta yaş krizi olabilirdi belki ama Dilber hanım bana kalırsa şeytan bakışlı değildi. Halalar ne yapacaktı zaten.

 

"Hayır Günce." Sıkışan kavanozun kapağına asıldım var gücümle. Parmak boğumlarım acımıştı. Kapak elimde aniden açılınca kekiğin bir kısmı yere dökülüvermişti. "Ay döktüm. Teyzem söylenecek yine." Kavanozu tezgaha bırakıp ellerimle yere dökülen kekikleri toplamaya çalıştım. Beceremiyordum ama. Daha da berbat etmiştim.

 

"Korhan yapmış..." dedi ses tonu fısıltı gibi çıkarken. Yerdeki kekiklerden bakışlarımı ağır çekimde kaldırırken başımı Günce'ye çevirdim. "Korhan bir şey yaptı değil mi?" Evet demeye mecalim yoktu ama dudaklarımdan 'hayır' kelimesi de çıkamıyordu maalesef. İlk defa yalan söylerken zorlanıyordum. Halbuki ben pembe yalanları çerez niyetine tüketen bir insandım. Peki şimdi basit bir 'hayırı' neden diyemiyordum.

 

"Kalkmışsın nihayet." Soluk soluğa girmişti tam o sırada içeri teyzem. Elindeki kırmızı kapaklı telefonunu masaya bırakıp tam önüme geldi. "Nurdan hanımla konuştum."

 

"Nurdan hanımla mı?" Gözlerim iri iri açılırken ellerime bulaşan kekikleri bir çırpıda silkeleyip ayağa kalktım. "Neden!"

 

"Kimseye haber vermemişsin evden giderken. Kadın kendi aradı beni."

 

"Sürpriz şeyi ya. Haber vermedim ona." Geçiştirmeye çalışıyordum kendimce. Hafifçe gülmeye çalıştım bir yandan. Ama teyzemin bir kaşı fezada baştan aşağı süzüyordu beni.

 

"Kadın neye uğradığını şaşırmış. Bu ne iştir Zühre?"

 

"Amma abarttınız sizde ya. Sizi özledim. Canım gelmek istedi, geldim. Yoksa siz gelip gelip orada misafir olmak zorunda kalıyorsunuz sonra da evimi özledim diyorsunuz. Hem siz zahmet etmeyin dedim hem de gerçekten burayı özledim. Gelmese miydim?"

 

"Gel tabi. Gel ama ne bileyim kızım. Ne oradakilere bir şey demişsin. Ne bize doğru düzgün bir şey diyorsun."

 

"Hadi kahvaltı edelim. Valla dün otobüste yediğim o sandviçle duruyorum. Çok açım." Hiçbirinin yüzüne bakmadan önceden bu masada nereye oturuyorsam o sandalyeyi çekip oturdum. Bu da Günce'nin tam karşısı teyzemin sol tarafı oluyordu. "Çatalları getirsene Günce."

 

"Sen bana bak bi. Korhan'la mı bozuksun sen? Kavga falan mı ettiniz?"

 

"O nereden çıktı?" ekmekten bir parça koparım domateslerin suyuna bandım.

 

"Nurdan hanım da Korhan'ı sıkıştırmış ondan da laf alamamış. 'Teyzesigili özledi ondan gitti' demiş." Ağzımdaki lokmayı zorla çiğnerken yutmaya çalıştım. Tabi ki bilecekti buraya geldiğimi. Konağın kapsından adımımı atmadan haberi olmuştu belki de. Çünkü o 'Arslanoğlu'ydu. Kardeşimi, beni kısa zamanda bulan adam mı bilmeyecekti buraya geldiğimi? Ama o da az yalancı değildi anlaşılan. Ne diyecekti, 'Zühreyi dün gece terk ettim mi?'

 

"Doğru demiş. Öyle çünkü."

 

"Koskoca ağanın oğlu karısını otobüsle mi yollamış yani?" dedi masanın başında dikilen Hamiş.

 

"Ben istemedim."

 

"Sen istemedin?" Teyzemin yüzündeki kocaman soru işaretine bakıp tekrar ekmeğimden bir parça kopardım. "Anlayamıyorum seni ben. Vallahi de billahi de akıl sır erdiremiyorum sana Zühre." Pes der gibi ellerini havada sallayıp yerleşti sandalyesine.

 

"Sen bana ne zaman akıl sır erdirdin bakayım?" dedim şirince yanağından makas alırken. Ama o gülmek yerine tereddütle bakıyordu bana. "Serçe Kuşuyum ben unuttun mu?"

 

"Ya ya.." dedi burun kıvırıp. "Bilmem mi? Kim akıl sır erdirdi de ben erdireceğim sana? Gerçi herkesten gizli evlenen kızın sürpriz yaptım diye gelmesine de şaşırmamak lazım değil mi?" Vazgeçmeyecekti asla. Ne laf sokmaktan ne de bu durumu yüzüme böyle çat çat vurmaktan.

 

Gülmekle yetindim. Hatta gülerken sol şakağıma doğru saplanan ağrıyı da belli etmemek için daha çok güldüm. Kendi yumurtamı yedim, yetmedi hiçbir şey yemeden öylece beni izleyen Günce'nin yumurtasından tırtıkladım. Onlar beni uzaylı görmüş misali izlerken olabildiğim kadar normal davranmaya çalışıyordum. Hem normal olmayacak ne vardı ki? Değil mi?

 

☁️

 

"İnanmıyorum Serçe Kuşu! Bu sen misin!" Bakışlarımı omuzlarımın üzerinden ağzını şaşkınlıkla en az yarım saattir açık tutan Balca'dan çekip tekrar silmeye çalıştığım camlara çevirdim.

 

"Ta kendisi." dedi Günce bıkkınlıkla. İkisi de ayakta dikilmiş öylece beni izliyorlardı. sanki karşılarında uzaylı duruyordu. alt tarafı cam siliyordum, neyin şaşkınlığını yapıyordu bunlar Allah aşkına?

 

"Serçe Kuşu? Senin ne işin var burada?"

 

Günce benim yerime cevap verdi. "Bizi özlemiş güya."

 

"Şu temiz bezi versene Günce." dedim onlara bakmadan. "Hadi!" Teyzem gibi sabırsızca elimi salladım.

 

"Serçe Kuşu bu sen misin?" yanıma dolaşmıştı Balca. Şortumdan açık kalan bacağımı cimciklemesiyle dudaklarımdan küçük bir 'ah' kaçtı.

 

"Ne yapıyorsun ya! Manyak mısın kızım!"

 

"Sen misin diye emin olmaya çalışıyorum Serçe Kuşu. Senin ne işin var burada ya!"

 

"Bir tur da sana mı anlatayım? Ya siz bana yardım etmeyecek misiniz?" Elimdeki bezi ona doğru silkeleyip tekrar camı silmeye giriştim. "Bakın orada bez var. Elinize birer tane alıp yardım edebilirsiniz. Daha camları bitirdikten sonra alt kata ineceğim."

 

"Zühre sen delirdin mi Allah aşkına?" Şaşırmayı bile abartan bir insandı Balca. "Ben gözlerime inanamıyorum."

 

"Valla ben de inanamıyorum." diye ona destek oldu Günce. "Sabahtan beri evin her köşesini temizliyor. İnanabiliyor musun? Temizlemediği bir yer kalmadı. İnanmıyorsan bal dök yala."

 

"Sen makinayı çalıştırdın mı?" dedim elimdeki bezle birlikte koltuğun tepesinden bir çırpıda inip. Etraftaki temizlik malzemelerini kucaklayıp alt katın yolunu tuttum. Onlar da peşimden geliyordu.

 

"Zühre!" Ne Balca'nın ne de Günce'nin seslenmelerine aldırmadan suyla doldurduğum kovayı kaptım bu sefer. "Zühre saçmalıyorsun!" dedi Balca koluma asılırken. "Kendine gel ya."

 

"Ne var! Şuraları silmem lazım."

 

"Allah aşkına Zühre sen ne yaptığının farkında mısın ya!"

 

"Ne yapıyormuşum!" dedim sinirle.

 

"Saçmalıyorsun! Sen temizlikten nefret edersin! Yapmazsın! Biz yaparken kaçmak için bir sürü bahane uydurursun! Ayrıca o kadar yolu teyzenin evini temizlemek için mi geldin sen! Daha ben senin neden geldiğine bir anlam bile veremiyorum oysa!" Sinirle ellerini saçlarının arasından geçirdi.

 

"Haklısın. Teyzemin evi. Temizletmek istemeyebilir." dedim gülmeye çalışıp. Elimdeki kovayı da bırakıverdim yere. Her yer birilerine aitti ve ben asla bu yerlerden birine ait değildim. Ait olmadığım yerde kafama göre bir şeyler yapmam da doğru değildi.

 

Babamın evi vardı, Korhan'ın evi vardı, teyzemin evi vardı ama benim bir evim yoktu. Yıllarım birilerinin yanında sığmaya çalışmakla geçiyordu. Hep birinin çatısı altına sığınmak zorunda kalmıştım bu yaşıma kadar.

 

Derin bir nefes aldım ve gülümsememi sürdürdüm. "Zaten temizlik bitti sayılır. Kalanına teyzem devam eder. Biz çarşıya gidelim mi?" dediğim hem Günce'yi hem de Balca'yı daha da dumura uğratırken ciğerlerime batan kırıklarla gülümsememi daha büyüttüm.

 

Sanırım bir ruhun kırıkları ne kadar çoksa gülümsemesi de o kadar büyük oluyordu.

 

☁️

 

"Sen şimdi neden geldiğini anlatmayacak mısın?" Çarşının en sonundaki küçük kafede oturuyorduk. Biz lise bire başladığımızda açılmıştı ve halen varlığını sürdürüyordu. Gerçi artık Numan amca yerine oğlu Gürkan işletiyordu.

 

Bu küçük, her yeri el işlemeleriyle dolu olan kafe el değiştirince de daha modern çizgilerle döşenmişti ama sıcaklığı hâlâ yerli yerinde duruyordu. Yine eskisi gibi liselilerin, taze aşıkların ve bol kahkaha atan arkadaş gruplarının gözde mekanıydı.

 

Lise zamanlarımızda kaçıp kaçıp çok gelmiştik buraya. Zaten küçük kasabamızda da gidecek pek fazla yer yoktu. Belki seçenek olmadığından belki de buranın havasını solumayı sevdiğimizdendi. Bir nevi tiryakilikti bizimkisi.

 

"Anlattım ya." dedim bıkkınca. O gün kafe her zamankinden daha doluydu. Yaz tatilinin son günleri yaşanırken gençler okul açılmadan bu boş zamanların keyfini çıkarıyor olmalıydı.

 

Elimi havaya kaldırıp bizi görmesi için garsona işaret ettim ama fark etmedi. Soluk soluğa bir o masadan bir diğer masaya koşuyordu.

 

"Bu mu yani? Zühre sen baksana bir bize. Kısım sen normal değilsin." Kolumu çekiştirdi Balca.

 

"Bunu yirmi kusur yıldır diyorsun." Dedim omuz silkerek.

 

"Korhan ne yaptı sana?" dedi Günce bana doğru hızla eğilirken.

 

"Korhan ne yapmış!" Balca da şaşkınlıkla döndü bana.

 

"Bir şey yapmadı." dedim ısrarla. "Hem yapsa bilmeyeceksin sanki Balca. Uraz'la bıt bıt bıt her dakika mesajlaşıyorsunuz. Olsa demez miydi sana?" Yanakları kırmızıya çalarken tek kaşım hafifçe kalkmıştı. Utanıyordu. Peki neden utanıyordu?

 

"Ne alaka Zühre..." dedi eliyle doğuştan sarı saçlarını eline alıp oynamaya başladığında.

 

"Niye? Saklıyor musun aranızda bir şey olduğunu? Neden? Yalan mı? Konuşmuyor musunuz?"

 

"Evet konuşuyoruz!" Sinirle fırlamıştı kelimeler ağzından. "Ama seninle ilgili hiçbir şey demedi. Hatta demin aradım işim var dedi. Soramadım yani."

 

"Sorulacak bir şey yok. Sizi özledim geldim. Ayrıca o dövmeli it bazen canımı sıkıyor haberin olsun." Elimle tekrar garsona işaret ettim ama yine görmeyip başka masaya doğru gitmişti. Görünmez miydim yahu ben!

 

"Çok saçma Serçe Kuşu!" Kafasındaki parçalar her neyse yerine oturtamıyor olmalıydı. "Gecenin bir yarısı otobüsle geliyorsun."

 

"Allah icat edenden razı olsun." dedim bu sefer iki elimi havada sallarken. Sinirlenmeye başlamıştım.

 

"Yani evdekiler bir şey yapmadı?"

 

"Cık..." Ayağa kalkıp elimi salladım bu sefer.

 

"Ee Korhan da yapmadıysa ne oldu Zühre?" Garsona içimden gelen tüm küfürleri sesli sessiz karışık ederken arkamdaki sandalyeyi hızla itip ilerlemeye başladım. Tepsilere siparişleri dizerken elimi önünde vurdum sertçe.

 

"İki saattir işaret ediyorum görmüyor musun!" On yedi bilemedin on sekiz yaşlarında cılız bir oğlandı. Benim hararetime de iri iri açılan gözleriyle bakakalmıştı. karşısında ilk defa böylesine kaba bir müşteri gördüğündendir.

 

"Şey abla..." dedi mahcup bir ifadeyle.

 

"Oradan bakınca görünmüyor muyum ben!"

 

"Ben yardımcı olayım istersen Zühre." Şaşkın garsonu kolundan yavaşça yana çekmişti o sırada Gürkan. "Bir sorun mu var?" Sorun vardı ama ne onu ne de beni göremeyen garsonu ilgilendiriyordu.

 

"Yok... Sipariş verecektim."

 

"Bugün işler yoğun. Eleman eksiğimiz de var. Kusura bakma. Ne alırsın?" Bu sefer mahcup olma sırası bana geçmişti. Bakışlarımı utangaç bakışlarını bana kaldıramayan garsondan çekemiyordum.

 

"Soğuk bir şeyler. Ne varsa. Çok soğuk olsun ama." İçimde iki gündür harıl harıl yanan bir ateş vardı ve ne içtiğim soğuk sular ne de yediğim buzlar fayda etmiyordu.

 

"Bayadır buralarda değildin sanırım." Arkasındaki büyük buzdolabına ilerledi ve iki şişe çıkardı.

 

"Değildim." O içecekleri hazırlarken ben de sandalyeye oturup onun hazırladıklarını izlemeye başladım. Gürkan liseden sınıf arkadaşımdı. Bizim bir alt mahallede oturuyordu. İlkokul zamanı ara ara gelir bizim mahallenin maçlarına katılmak isterdi ama diş telleri ve gözlüğü var diye bizim takımdakiler onu oyuna almazdı. Bahaneleri, ağzına top gelirse diş tellerinin topu patlatacağıydı.

 

"Evlenmişsin." dedi üst raftan üç bardağı önümdeki masaya bırakıp. Buz kasesinden buzları aldı ve bardaklara bıraktı.

 

"Hı hı..." Günce hiç sevmezdi Gürkan'ı. 'Fazla konuşuyor' derdi hep ona. Allah'ın işi de lisede her grup ödevinde ikisi aynı gruba düşerdi.

 

"Şaşırmadım diyemeyeceğim." dedi hafifçe gülüp. Lise sona kadar taktığı diş tellerinin epey faydasını görmüştü.

 

"Niye?" dedim bakışlarımı onun inci misali duran dişlerinden çekip.

 

"Ne bileyim Zühre? Sen pek evlilik insanı değildin de. Aşka, ilişkiye hep karşıydın ya. Valla kim seni evliliğe ikna ettiyse helal olsun ona." Bakışlarını usulca yüzüme çevirmişti. "Lisedeyken gördük ya nasıl karşı olduğunu ondan diyorum."

 

Lise üçte çantama aşk mektupları bırakan gizli bir sapık vardı. Küçük kağıtlara küçük aşk sözleri yazıp her Allah'ın günü bırakıyordu. Önceleri bir iki kelimelik olan notlara şiirler eklenmiş, sonraları uzun mektuplar bırakılmaya başlamıştı. Tabi ben elime her geçen kağıtta küfürlerden boncuk yapıp diziyordum. Çok sonra bunu yapanın Gürkan olduğu çıkmıştı ortaya. Ya çok akılsızdı ya da kendini darı ambarında gören tavuklar gibiydi. Yoksa meyve vermeyeceği belli olan bir taştan kim umut bekler, ona her Allah'ın günü mektuplar yazardı ki?

 

Hikayedeki umutlu kişi oydu. Taş kişisi de ben. Tabi ben çantama mektuplar bırakanın o olduğunu öğrenince bir güzel geçmiştim üzerinden. 'Ulan aşk ne be, ben aşık olmam' diye esip gürlemiştim karşısında. Şimdi ise kalbimin üzerinde bir tonluk bir yükle, 'aşık olmam' diye ettiğim lafları sindiremediğimden öylece oturuyordum. Ona aşık olmamıştım ama hayatımın en yanlış kişisine aşık olmuştum. Ve birine aşık olurken onun hata saydığı biri de oluvermiştim.

 

"Her şey değişiyor." diye geçiştirmeye çalıştım. En değişmeyeceğimi iddia eden ben bile değişmiştim. Bence kıyametin kopması da yakındı artık.

 

"Öyle." dedi gülümsemesi genişlerken. "Engel olmasak da değişiyor. Bazen keşke değişmeseydi diyoruz ama."

 

"Ben demiyorum ya." dedim onun gibi gülüp. Aslında en çok değişmesin diyen bendim ya. Tepsiye hazırladığı bardakları aldım elime.

 

"Olsun Zühre. Bazı şeyler eskiden güzeldi. Bazı şeyler değişmemeliydi. Sen pek değişmemişsin ama." Elini önlüğündeki havluya kurulayıp tam karşımda durdu.

 

"Hiç sanmıyorum."

 

Elimdeki tepsiyle bir şey demeden kızların yanına doğru yürümeye başladım. Bir yandan da cebimdeki telefon çalıyordu.

 

"Yavşak Gürkan'ın radarına takıldın değil mi? Ne boş konuşmuştur yine." Günce burnunu kıvırarak tepsideki bardağın birini önüne çekti. Yıllar geçse de Gürkan'a olan nefreti asla geçmeyecekti. Elimi cebime atıp telefonu çıkardım. Ekranda 'Nevide' yazıyordu. Masadan bir iki adım gerilerken aramayı yanıtladım.

 

"Yengem!" dedi coşkulu bir ses. "Ay yenge açtın ya nasıl sevindim!"

 

"Niye açmayayım Nevide?" Kafenin dışına çıkmıştım. Kenardaki büyük taş saksının ucuna iliştim.

 

"O kadar yazdım sana dönmedin! Merak ettim! Haber vermeden gitmişsin."

 

"Görmemişim. Bakmadım pek telefona." Yalan söylüyordum. Yazdığı mesajların hepsini bakmadan silip atmıştım.

 

"Niye gideceğini haber vermedin yenge. Çok merak ettik seni."

 

"Teyzemleri görmek istedim ya. Çok önemli bir şey değil yani." Kaldırımda yürüyen kedinin biri gelip ayak ucumda durmuş şaşkınca bakıyordu bana. Ya görünmüyordum bu dünyada ya da görenler şaşkınca bakıyordu bana.

 

"Ama öyle haber vermeden gidince aklımız kaldı yenge. Nurdan yengem nasıl merak etti, nasıl ağladı sabahtır."

 

"Ağladı mı?" dedim şaşkın bir tona bürünen sesimle. Kimsenin benim için ağlamasına gerek var mıydı Allah aşkına?

 

"He ya. Gelinim gitti diye harap etti kadın kendini."

 

"Teyzemleri görmeye geldim sadece. Abartmayın."

 

"Sen iyisin değil mi yenge? Bir sıkıntın yoktur değil mi?" Elimle bir yandan kedinin başını okşamaya başladım.

 

"Ne sıkıntısı olsun Nevide." Sesimi olabildiğince düz ve normal tutmaya çalışıyordum. Asıl sıkıntı bendim. Sayılır mıydı?

 

"Korhan abim de bir tuhaf."

 

"Niye?" demiş bulundum bir anda. Ona dair bir şey sormayacaktım aslında. İstemeden dökülmüştü dilimden. Ah Serçe Kuşu...

 

"Vallahi dünden beri küçük konaktan dışarı çıkmadı asla. İçeri kimseyi de kabul etmiyor."

 

"Öyle mi?" Belki de o da pişman olmuştu. Olabilir miydi?

 

"Vallahi yenge. Hiç çıkmadı. Uraz abiyi bile almadı yanına. Fazla sinirli. Sabah kahvaltısını götürdüm. Tepsiyi başımdan aşağı geçirdi. Yenge siz iyi misiniz?"

 

"İyiyiz Nevide. Bir şey yok." Nevide'yi iyi olduğuma ikna etmek pek kolay değildi. Ama benim aklım Korhan'da kalmıştı şimdi. İyi değildi. İyi değildik.

 

"Düşünmeyeceksin Zühre!" diye uyardım kendi kendimi. Nasıl ki ben o yatakta, kırılmışlıklarımla kaldıysam ve o beni öylece bırakırken beni düşünmediyse ben de onu düşünmeyecektim.

 

Kaldırım boyunca nereye doğru yürüdüğümü bilmeden adım atarken de yerdeki taşları tekmelerken de onu düşünmemek için kendimle savaş veriyordum. Ama bu savaşı ne ben ne de zihnim kazandı. Elimdeki telefondan numarasını tuşlarken buldum bir anda kendimi. Telefon kulağımda çalarken tek bir şey diyecektim ona. 'NEDEN?'

 

Çaldı, çaldı ve çaldı. Tam vazgeçip kapatacaktım ki telefon açıldı.

 

"Alo?" dedi karşımda Korhan'a ait olmayan ses. Ferda'nın sesi.

 

"Korhan yok mu?" dedim titreyen sesimle. Şaşkınlık yayılmıştı tüm bedenime.

 

"Yok canım. Müsait değil kendisi."

 

"Peki..." dedim yavaşça. Telefonu kapatıp zar zor cebime tıkıştırdım. Diyeceklerim, demek istediklerim, içimden geçenler, sorularım sadece 'Neden' sorusuna sığacaktı ama onun yerine 'Peki' kelimesine sığdı.

 

Oysa Nevide ona kimseyle görüşmediğini, dışarı dahi çıkmadığını söylemişti. Ama ben yanılmıştım. O beni gerçekten hata olarak görüyordu ve yokluğumdan gram etkilenmemişti. Hayatına normal bir şekilde devam edebiliyordu. Peki etmeyip ne yapacaktı? Zaten kardeşi için evlenmemiş miydi benimle? Kardeşi ve yeğenini kurtarmak değil miydi derdi? Biz üç canın ölümüne mani olmak için kabul etmemiş miydik her şeyi? O zaman neyin derdiydi benim yaşadığım? O zaman neyin kırılmışlıklarıydı bu?

 

Bir anlık olan bir şeydi ve tekrarlanmayacak bir hataydı işte.

 

Her şey benim bu zihnimdeydi işte! Her şey kendi sanrılarımdan, öyle sanmalarımdan ibaretti. Ben en ufak bir gülüşü, saç okşayışı, ilgiyi aşk sanmıştım. Suç bendeydi. Her şeyi ben kendi kendime yapmıştım. Abim için çıktığım bu yolda amacıma sadık kalamamıştım.

 

Ciğerlerim sıkışıyor, gözlerim kararıyordu. Bayılacaktım. Hissedebiliyordum.

 

İlk defa kanatlarımdan darbe almamıştım. Ama ilk defa bu kadar büyük yaralanmıştım.

 

"Zühre!" diyordu kafamın içindeki uğultunun arasından bir ses. "Zühre bana bak!" Bulanık bakışlarım Günce ve Balca'nın yüzlerini zar zor ayırt ederken dizlerim daha fazla taşıyamadı beni.

 

Bayıldım...

 

☁️

 

"İyi misin Serçe Kuşu?" Kirpiklerim güç bela aralanırken odağıma birden fazla kafa girince gözlerimi tekrar yummak zorunda kalmıştım. "Zühre duyuyor musun beni!" Kolumdan biri hafifçe sarsıyordu.

 

"İyiyim..." Sesim çatal çatal çıkıyordu. Boğazım kupkuruydu. "Bayıldım mı ben ya..." dedim elimi başıma atıp. Sanki üzerimden tır geçmişti. Öyle bir ağırlık vardı.

 

"Evet Serçe Kuşu. çarşının ortasında böyle pat diye bayıldın."

 

"Tansiyonun düşmüş. Hemşire Gülşen abla baktı."

 

"Hadi ya." Dedim gözlerimi açmadan. "Olmuştur."

 

"Olmuştur diyor haytaya bak!" Hamiş de buradaydı. "Nasıl korkuttun bizi biliyor musun?"

 

"Sanki hiç olmayan bir şey." dedim gözlerimi açıp. Gülmeye çalıştım.

 

"Neye stres yaptın sen?" Teyzem sol tarafımda saçlarımı okşuyordu. "Durduk yere bayılmazsın sen?"

 

"Diğerleri öyle hesaplı oluyor sanki? Bilmiyor musunuz, hep durduk yere bayılırım ben."

 

"Zühre!" dedi teyzem. Yatakta oturmaya çalışıyordum bir yandan. "Bilmiyor muyum seni ben?"

 

"Vallahi iyiyim ya. Abarttınız. Kaç yıllık Serçe Kuşu'yum ben. Daldan dala gezmelerim kadar bayılmalarım meşhurdur."

 

Teyzem ve Hamiş biraz daha yanımda durup inanmadıkları bakışlarından belli ola ola çıkmışlardı odadan. Onlar çıkmıştı ama inanmayarak bakan iki kız kalmıştı başımda.

 

"Ne var?" dedim onlara doğru.

 

"Uraz Korhan'la konuşmaya çalışmış ama o da bilmiyor." dedi Balca. Ayak ucumda oturuyordu. "Kimseyle konuşmuyormuş evde."

 

"Evde konuşmaz tabi. Evde değil çünkü." dedim yüzüm düşüverirken. Ben niye bu kadar içerlemiştim. Bana neydi!

 

"Konuştunuz mu siz?"

 

"Ferda ile birlikte sanırım."

 

"Ferda mı?" dedi Günce şaşkınca. "Şu genel müdür kadın mı? Hani gördüğümüz?"

 

"Evet."

 

"Ee ne var bunda Serçe Kuşu? Çalışanı sonuçta."

 

"Aaa!" dedi hışımla ayağa fırlayan Balca. "Yoksa o kadınla bir ilişkisi var da ondan mı buraya geldin sen!" Şaşkınlıktan gözlerim iri iri oluvermişti bir anda. Bu hangi dizinin senaryosuydu acaba?

 

"Ne gerçekten yaptı mı böyle bir şey!" dedi bu sefer de diğer tarafımdan Günce. "Varsa öyle bir şey söyle çabuk!"

 

"Ne yapabileceksin Allah aşkına..." dedim küçümseyici bakışlarımla. "Abimi ve yeğenimi kurtarmak için öylesine bir evlilik yaptığım adamdan hesap mı soracaksın?" Nefretle çıkmıştı ağzımdan kelimeler.

 

"Zühre... Siz evlisiniz sonuçta." dedi bu sefer daha sakin bir şekilde Balca. Unutuyordu. Kağıt üstünde evliydik.

 

"Kağıt üstünde."

 

"Bana kalırsa hiç kağıt üstünde gibi değil Serçecim ama sen bilirsin." Alev topuna dönmüştü bir anda bakışlarım ve Balca'nın üzerinde sabitlenmişti.

 

"Ferda ile bir şey mi var aralarında!" Hışımla asıldı koluma Günce. "Söylesene!"

 

"Yok! Hem olsa da beni ilgilendirmez. Onun özel hayatıyla ilgilenmiyorum."

 

"Yalan söyleme!"

 

"Söylemiyorum!" dedim onun gibi inatla.

 

"O zaman derdin ne senin! İçinde ne yaşıyorsun da dışında biz Zühre'yi göremiyoruz!"

 

"Bir şey yok!" dedim kolumu ondan zorla çekip ayağa fırlarken. Ellerimle saçlarımın acısına aldırmadan çekiştirdim sertçe.

 

"Kendini kandırıyorsun!"

 

"Hayır!"

 

"Gecenin bir yarısı elinde içi boş denecek bir valizle çıkıp geliyorsun! Salak salak davranıyorsun! Soruyoruz söylemiyorsun! Şu haline baksana sen!" dedi o da ayağa kalkarken. Yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. "Şu haline bir bak! karşımda Serçe Kuşu yok benim! Beraber büyüdüğüm kardeşim yok! Her boku yerken bana sormayan kız tişörtüm için defalarca izin istedi bu sabah benden! Eline toz bezi almayan kız koca evi tek başına temizledi! Ne oluyor sana!" eliyle omzumdan geri doğru itti beni.

 

"Aşık oldum! Oldu mu! Aldınız mı cevabınızı!" Haykırırcasına dökülmüştü kelimeler ağzımdan. "Korhan'a aşık oldum!"

 

"Ne..."Daha şimdi sinirden beni parçalayacak gibi duran kızın sesi bir anda sönerken ellerimle saçlarımı çekiştirip pencereye doğru ilerledim. Pencerenin kanadını zorla açarken içeri dolan soğuk hava tenime ok misali saplanmıştı.

 

"Zühre..." Balca geldi yanıma. Elini tereddütle omzuma koydu. "Sen ne diyorsun?"

 

"Duydunuz! Dedim ya! Aşık oldum!"

 

"E ne var bunda Serçe Kuşu?" Omzumu şefkatle sıktı. "Ne güzel işte."

 

"Güzel mi! Bu mu güzel!"

 

"Serçe Kuşu aşık olmanın neresi kötü?" Gözlerindeki şefkat, beni yatıştırma isteği görülesiydi. İlişki konusunda yüzü gülmezdi ama tam bir destekti insana.

 

"Benim canım acırken nasıl güzel olabilir bu! Tam buram acıyor!" Elimle göğsüme bastırdım. Ben bastırdıkça kırıklarım daha da canımı yakmıştı.

 

"Bundan mı kaçtın?" dedi sesi yumuşayan Günce. "Bunun için mi harap ediyorsun kendini?"

 

"Anlamıyor musunuz! Canım çok yanıyor! İçimi kanatan bir şey var! Çok rahatsız edici!"

 

"Anlamaya çalış kendini Zühre. İlk defa yaşıyorsun çünkü bu duyguyu."

 

"Anlaşılacak bir şey yok." Dedim sertçe. "İçimi kanatan bu şeyden nefret ediyorum ayrıca."

 

"Zühre..." Dolu dolu olmuştu bakışları Balca'nın. Ayrıyeten epey şaşkındı da ikisi. Çünkü doğduğumdan beri ilk defa böyleydim karşılarında. Her şeyi umursamayan, olmuyorsa varsın olmasın diyen, çorba kıvamındaki beynini asla yoramayan ben ilk defa böylesine çırpınıyordum karşılarında. "Peki sen niye böylesin? Korhan'ın da sana karşı ilgisi kaçmamıştı bizim gözümüzden. Değil mi Günce?" destek almak ister gibi Günce'ye döndü. Günce hafifçe başını sallayarak onayladı onu.

 

"İlgisi falan yok! Ben kendi kafamda kendi kendime yaşıyorum sadece bunu! İstemiyor beni! Oldu mu! Duymak istediğinizi duydunuz mu!"

 

Daha fazla titreyen bacaklarıma tahammül edemeyip pencerenin önündeki sandalyeye çöküverdim.

 

"Nasıl yani Zühre?" Günce yanıma gelirken elleriyle saçlarımı sıvazladı yavaşça. O dokununca saçlarımın acısı ciğerlerime dökülmüştü. Zoraki bir nefes aldım.

 

"Ben onun ilgisini öyle yorumlamışım sadece. Bana iyi davranmasını öyle yorumlamışım. Kendi kafamda yaşamışım yani her şeyi. Kendi içimde kurmuşum. Belki de aklından benimle ilgili bir şey geçirmedi." Öfkeli değildim ona. Olmaya da hakkım yoktu zaten. Tüm öfkem, tüm kırgınlığım kendimeydi bu noktada. Ben onun davranışlarını kendime göre yorumlamıştım sadece. O ise amacından hiç sapmamıştı. Kardeşi ve yeğeni için girmişti bu yola. Diğer her şey fazlalıktı onun için.

 

"Hem ben nereden bileyim ki! Daha önce aşık mı oldum hiç! Saçmaladım işte! Saçma sapan kendi kendime şeyler kurdum kafamda! Kendi kendime! Her şey bu zihnimin içinde oldu benim!" Elimle sertçe kafama vurmaya çalıştım ama Günce mani olmuştu. Hatta beni çekip göğsüne bastırdı.

 

"Saçmalama Zühre. Kendin diyorsun nereden bilebilirsin?"

 

"Bilmeliydim tamam mı? Bu kadar saçmalamamalıydım! Her şey benim o gün abime dayanamayıp gittiğimle başladı! Madem gittim dişimi sıkacaktım sadece ya! Beş altı ay dişimi sıkacaktım! Ben ne yaptım1 ben gittim bokların en büyüğünü yedim!" Eğer ağlayabilseydim hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Ciğerlerimde öyle derin bir sızı vardı. Ruhumun, kalbimin kırıklarının açtığı yaraların sızısı. Serçe Kuşu'nun tam kalbinden aldığı darbenin sızısı. Kanatlarındaki acılara eklenen sızı.

 

☁️

 

Ben bu sızıyla nasıl baş ederdim bilmiyorum ama evdekiler benimle pek baş edemiyorlardı. Dört gün geçmişti. Dört koca gün. Üç uykusuz geçen gecenin ardından yeni bir gün başlıyordu. Ben yine yola bakan pencerenin önünde içimdeki sızıyla baş etmek için uğraşıyordum. İçimdeki ateşe buraların serinleyen havası bile fayda edemezken tek yaptığım o sandalyenin üzerinde hiçbir şey yapmadan oturmaktı. Arada bir gözüm pencerenin pervazına koyduğum telefonun ekranına kayıyordu ama ne bir mesaj ne bir bildirim olmadığından bakışlarım yine boşluğa çevriliyordu.

 

Ara ara Nevide mesaj atıyor, halimi hatrımı soruyor, bazen de Nurdan hanım arıyordu. Ama hiçbirine cevap verecek dermanım da yoktu. Hayatım hep bir şeyleri beklemekle geçmişti ama bu sefer koca bir hiçliği beklemek aralarındaki en zor şeydi. En yorucusu, en can acıtanıydı.

 

Aramamıştı. Aramayı geç neredesin diye mesaj dahi atmamıştı. Peki ben niye bunların beklentisi içindeydim? Bu daha büyük aptallık değil miydi? Bir küçüğünü ona aşık olarak yapmıştım.

 

Ben onun bir daha tekrarlamayacağım bir hatasıydım...

 

Peki daha neyin aptallığıydı yaptığım? Aramayacaktı elbette. Daha neyi bekliyordum? İstemiyordu beni. Hiç istememişti.

 

Derin bir nefes alıp çıplak ayaklarımı artık soğuk denilebilecek parke zemine bıraktım. Bacaklarım saatlerdir sandalyenin tepesinde oturmaktan uyuşmuştu. Teyzem az önce sandalyemin dibine bir tepsi kahvaltılık bırakıp işe gitmişti. Günce pazara çıkacak, Balca ise bugün buraya hiç uğramayacaktı. Çünkü kasabadaki anaokulunda gönüllü olarak çocuklara oyunlar oynatacaktı. Hamiş ise kim bilir neredeydi.

 

Yıllarımı geçirdiğim, içinde büyüdüğüm duvarları krem, yer yer fotoğrafların olduğu odada gelişi güzel bakışlarımı gezdirirken kendimi buraya olabildiğince yabancı hissediyordum. Gittiğim her nokta, gittiğim her yere fazlalıkmışım gibi geliyordu. Ve bundan daha fazla rahatsız eden bir duygu yoktu.

 

Üzerimdeki dört gündür çıkarmadığım tişörtü çekiştirirken zihnim 'duşa gir artık' diye isyan etmeye başlamıştı. Dört gün önce bir kara delik misali beni yutan yataktan çıktıktan sonra üç saate yakın suyun altında kalmış ve gözümden akamayan gözyaşlarımı öyle akıtmaya çalışmıştım.

 

Odadan çıkarken adımlarımı çatı katına çıkan dar merdivenlere doğru yönlendirdim. Teyzem eşyalarımın birazını oraya kaldırmıştı. Belki o da fazla yer kapladığımı düşünüyordu.

 

Ellerimle ahşap kapağı var gücümle itip genzime dolan tozlarla birlikte zar zor çıktım çatıya. Dar, olabildiğince tozlu ve karışıktı. Ayaklarımın toza bulana bulana ilerleyip teyzemin büyük harflerle 'Zühre' yazdığı karton kutuyu çektim zorla.

 

"Benim bu kadar eşyam mı varmış ya... Haklıymış kadın buraya kaldırmakta. Şu hale bak. zaten göt kadar ev, iyi yapmış buraya getirmekle." Kutunun çoğu kitap, defter doluydu. Elbiseleri ise pembe bir çantaya koymuştu. Pembeden de ölesiye nefret ediyordum halbuki. Kutuyu biraz daha sürüklerken sırtım duvardaki rafa çarptı, raftan ise bir albüm düştü yere pat diye.

 

Annemin albümü...

 

O an bulacağım tişörtleri, eşyaları unutuvermiştim. Olduğum yere öylece çökerken albümü titreyen parmaklarımla kavradım güç bela. İnce, içi pek de dolu olmayan bir albümdü. Annem dünyada işte bu albüm kadar yer kaplamıştı. Benim ömrümdeki yeri ise daha kısaydı.

 

İlk sayfada lise sıralarında tüm hayat enerjisiyle gülümsemişti. Bu en sevdiğim fotoğraflarından biriydi. Uzun siyah dalgalı saçları omuzlarından beline dökülmüş, gülümsediğinde sol yanağı hafifçe çukurlaşmıştı.

 

"Anne..." diye fısıldadım gülümseyerek. Fotoğrafı elime alıp arkasını çevirdim ve kendi el yazsıyla not düştüğü yere çevirdim bakışlarımı.

 

'1993 Nisan. Çok sevgili arkadaşım Figen'e gülümsüyorum.'

 

Figen, Balca'nın annesiydi. Annemin küçklükten en yakın arkadaşı, can dostu Figen teyze. Balca'nın babasından boşandıktan sonra Almanya'daki kardeşinin yanına taşınmıştı. Balca ise burada babası ve babaannesiyle üç kişilik bir hayat kurmuştu kendine. Ama yılın belli zamanları Almanya'ya da gidiyordu.

 

Daha sonraki fotoğraf bizim evin bahçesinde teyzem ve Hamiş'le birlikte çekilmişti. Teyzem bu fotoğrafa her baktığında 'annene en benzediğin halindesin' derdi bana.

 

Sonraki fotoğraf ise benimleydi. Daha üç günlük bir bebek ve ona aşkla bakan annesinin bir fotoğrafıydı bu. Arkasındaki notta 'Mucizem daha üç günlük. Ona mucizem diyorum çünkü ona baktıkça yaşama isteğiyle doluyorum. İyi ki geldi hayatıma, hayatımıza' yazıyordu. Hafifçe alt dudağımı dişleyip diğer sayfayı açtım. Ellerimden tutmuş arka bahçede ilk adımlarımı atışıma gülerek bakıyordu bu sefer. 'Mucizem ilk adımlarını attı bugün. Çok heyecanlandım. Hayatımın en güzel günü' yazıyordu fotoğrafın en altında. her ne kadar heyecanla gülümsese de annemin zayıflamaya başladığı artık fotoğraflara da yansımıştı.

 

En son fotoğrafta üzerimde sarı bir elbise, başım onun göğsüne yaslı, kollarım boynuna dolanmış bir haldeydi. Annem sıcaklığını buradan bile hissettiğim öpücüğünü saçlarıma konduruyordu. Ama yüzü en zayıf halinde, en solgun biçimindeydi. Bu ondan ayrılmadan on beş gün önce çekilmiş son fotoğrafımızdı. Yavaşça arkasını çevirdim fotoğrafın. Ezberlemiştim her bir satırı ama ilk defa okuyormuşum gibi derin bir nefes aldım.

 

'Mucizem... Her şeyim... İyikim... Kelimelerle anlatamam sana olan sevgimi. Cümlelere sığdıramam. Dünyaya geldiğin günden beri bir anını kaçırmamak için uğraşıyorum ve sen çok hızlı büyüyorsun Zühre. Korkuyorum. Sana yetişememekten, sana yetememekten korkuyorum. Ama biliyorum, aramızdaki bağın, aramızdaki bu güçlü sevginin bizi ilk günkü gibi tutacağını biliyorum.

 

Canım kızım... Şu kısacık ömrümde iyi ki senin annen oldum diyorum. Bana iyi ki bu tarifi olmayan duyguyu yaşattın. Mükemmel bir anne miyim bilmiyorum ama sen mükemmel bir evlatsın bundan şüphe etmiyorum.

 

Ben bana benzemediğini düşünüyorum ama teyzen ve Hamiş benim kopyam olduğunda hem fikirler. Ben emin olamıyorum. Babana da benziyorsun. Hatta onun gibi güzel gülüyorsun. Şaşırınca bile yüzün aynı onunki gibi oluyor.

 

Olsun... Hangimize benzediğin pek önemli değil. İyi ve sağlıklı olman yeter bana.

 

Seni sevdiğimi, seni hep seveceğimi ve daima yanında olacağımı hiç unutma olur mu güzel saçlı kızım? Pırlanta gibi kalbine saf duygulardan başka bir şey girmesin inşallah.

 

Seni hep sevecek olan annen... Maral...

 

Boğazımdan bir şey düğüm düğüm olurken albümüm kapağını yavaşça kapattım ve göğsüme bastırdım.

 

"Anne..." dedim boğazımdan çıkamayan, göz pınarlarımdan akamayan yaşla birlikte. "Keşke yanımda olsaydın. Keşke hiç gitmeseydin." Sanki onu öpebilecekmiş gibi dudaklarımı tozlu albüme bastırdım. "O kadar çaresiz hissediyorum ki... Yanımda olsaydın sanırım bir tek sana çekinmeden anlatabilirdim. Ne yapacağım hiç bilmiyorum anne. Her zaman bir şeyleri bilmedim ama bu sefer ne yapacağımı o kadar bilmiyorum ki bilmediğim için canım yanıyor. Hayatımda hiç yaşamadığım bir duyguyu ta içimde yaşıyorum ve bu yüzden acı çekiyorum. Canım çok yanıyor. Ağlayamadığım için ilk defa bu denli nefret ediyorum kendimden." Zar zor nefes aldım ve albümü sıkabildiğim kadar sıktım parmaklarımın arasında.

 

"Hata dedi anne. Aşık olduğumu itiraf ettiğim, kollarında hayat buldum sandığım adam bana hata dedi. Bir eve daha fazlalık geldim. Bir eve daha sığamadım." Zorla yutkundum. "Bir kalbe daha fazlalık geldim..."

 

"Her saç telimi öpen adam ait oldum sandığım tek yuvam darmadağın etti anne. Meğer benim gerçekten yuvam yokmuş..."

 

"Sen burada olsaydın ne babamın beni sığdıramadığı o eve ne de beni kabul etmeyen adamın evine muhtaç kalırdım ben. Bu yüzden çok kızgınım hayata! Seni benden bu kadar erken aldığı için çok kızgınım. Bizi ayıran bunca şeye çok ama çok kızgınım."

 

Elimdeki albümü yavaşça düşen yerine koyup ne alacağım tişörtü ne de diğer eşyaları umursamadan aşağı indim. En alt katta etrafıma öylece bakınırken tek aradığım bir makastı. İşime yarayacak bir makas. Mutfağın çekmecelerini alt üst ettim. Orada bulamayınca hızlıca girişteki dolaplara yöneldim. Hatta o kadar hızlı gidiyordum ki kolum duvardaki fotoğraf çerçevesine çarpmış çerçeve yere düşmüştü. Ama Allah'tan camı kırılmamıştı.

 

"Ulan ben senin gibi fotoğrafa!" dedim sinirle. Benim geçen sene avluda Günce'nin fotoğraf makinesine gülümseyerek poz verdiğim fotoğrafımdı. Bana göre tüm dişlerimi göstererek çekildiğimden iğrenç çıkan ama teyzeme göre çok içten ve güzel gülümsediğim bir fotoğraftı.

 

"Ne arıyorsun kız sen?" dedi şaşkınca içeri giren Hamiş.

 

"Makas..." dedim ona bakmadan. Tek tek çekmeceleri açmaya devam ettim.

 

"Ne olacak makas?"

 

"Lazım. Hah buldum işte." Dedim hazine bulmuş gibi makası havaya kaldırıp. Hamiş halime bir anlam verememişti. Ben de açıklamaya gerek duymadan elimde makasla koşa koşa üst katın yolunu tuttum. Koridorun en sonundaki oda yerine banyoya yönelttim adımlarımı. Kapıyı hızla açıp içeri girdim.

 

"Eminim..." dedim kendi kendime. "Çok eminim hem de." Elimdeki makası sıkı sıkı tutarken olduğum yere çöküverdim. Banyonun soğuk fayansları etime diken diken batarken duvardan alıp yere koyduğum aynadaki bana epey yabancı suretle göz göze geldim. Tanıyamıyordum onu. Gözlerindeki o fersizliği, omuzlarındaki bu çökkünlüğü tanıyamıyordum.

 

Sonra hemen elimden bırakmadığım makası açtım. Acımasına aldırmadan tepeden sıkı sıkı topladığım saçlarımı diğer elimle koparırcasına açarken ciğerimin içinden bir şeyler kopuyordu. Saç diplerim hiç acımadığı kadar acıyordu.

 

Önüme düşen saçlardan bir tutam aldım ve makasın arasına yerleştirdim. Onun saçlarımda bıraktığı izleri silebilecek başka bir yol bilmiyordum. Onu saçlarımda bıraktığı izlerden kessem de kurtulabilir miydim emin değildim.

 

Ama tek istediğim saçlarımdaki bu acıyı dindirmekti.

 

Tam makası sıkıştıracaktım ki banyonun kapısı büyük bir gürültüyle açıldı ve elimdeki makas sertçe çekilip alındı.

 

"NE YAPIYORSUN SEN ZÜHRE!" dedi teyzem haykırırcasına. "SEN NE YAPTIĞINI SANIYORSUN! NASIL KESMEYE KALKARSIN SAÇLARINI!"

 

"Teyze ver şunu." Sesim ona nazaran daha sakindi. Gerçi kim olsa onun sesinin yanında sakin kalırdı.

 

"SEN AKILINI MI KAÇIRDIN! SEN NASIL YAPARSIN BUNU!" Gözleri her an çanağından fırlayacak gibiydi. "Sen aklını mı yitirdin ha!" Hışımla koluma asıldı ve beni bir çöp poşeti misali ayağa kaldırdı.

 

"Teyze bırak..." dedim güçsüzce. Ona karşı koyacak gücüm yoktu.

 

"Sen bunu nasıl yaparsın Zühre! Yıllarca makas değmeyen saçlarını kesmeye nasıl kalkarsın sen!"

 

"Teyze bırak ne olur! Çok acıyor tamam mı! Kesmezsem kurtulamam bu acıdan!"

 

"Öyle mi! Kesince geçecek mi acısı! ANNENİN ÖPÜP KOKLAMAYA KIYAMADIĞI, DOYAMADIĞI SAÇLARINI SIRF ACIYOR DİYE KESECEKSİN SEN ÖYLE Mİ!" gözünden bir damla yaş süzülmüştü. "Al kes!" dedi makası ayaklarımın önüne fırlatıp. "Kes hadi! Kessene!"

 

Bir ayaklarımın önüne bir de gözünden yaşlar süzülen teyzeme baktım öylece. Ne makası elime aldım ne de bir şey dedim. Onun omzuna çarpıp kapıdan dışarı attım kendimi.

 

"Zühre?" dedi kapının önünde ne olduğunu anlamaya çalışan Günce. "Ne oluyor anne?" sonra da arkamdan çıkan teyzeme çevirdi bakışlarını.

 

"Zühre hanıma sor!" o kadar sinirle fırlıyordu ki kelimeler ağzından. "Yediği haltı sor!"

 

"Zühre?" Bir şey diyemeden ve bakışlarımı asla teyzeme çeviremeden öylece Günce'ye bakıyordum.

 

"Saçlarını kesiyordu ben gelmesem!"

 

"Ne!"

 

"Annesinin kıyamadığı saçlarını kesmeye kalkıyordu! Ne için Zühre! NE İÇİN!"

 

"ÇOK ACIYOR TAMAM MI!" dedim ona doğru dönüp. "Canım çok ama çok acıyor! Saçlarım çok acıyor! Korhan'ın öptüğü saçlarımdan kurtulmak istedim ben sadece! Oldu mu! Elimden başka bir şey gelmiyordu tamam mı!" elimi gelişine duvara vurup ikisinin arasından odaya yürüdüm ve çarptım kapıyı sertçe. Kendimi yatağa atarken boğazıma dizilen her şeyi yutmaya çabalıyordum bir yandan.

 

Teyzem bana kızmakta haklıydı. Yıllarca asla kısa kesilmeyen saçlarıma makası acımasızca vuracak olmama kızmakta çok haklıydı. Annemin ne kadar kıymet verdiğini bildiğim saçlarıma bir hiç uğruna makas değdirecek olmama kızmakta çok haklıydı.

 

Bu hayatta benden başka herkes haklı e normaldi.

 

Ben hataydım.

 

Yattığım yatakta saatler geçmiş, gündüz geceye kavuşmuştu. Saatten haberim yoktu. Ama geç olduğunu kararan odadan biliyordum. Günce gelip teyzemle Balca'nın babaannesine gideceklerini haber vermişti. Benden uzaklaşarak sinirini geçirmeye çalışıyordu. Benimle aynı evde durdukça sinirin katlanacağını biliyordu. Ne yapsındı canım kadın.

 

Aşağıdan gelen tıkırtıyla kafamı yataktan kaldırıp duvardaki saate çevirdim. On biri geçiyordu. Gelmiş olmalıydılar.

 

"Gidip konuşsam mı?" dedim kendi kendime. Ellerimle önüme düşen saçlarımı hızla geri iteledim. İleri gittiğimi biliyordum ama canımın acısını dindirecek başka çarem de yoktu. Beni de anlamalıydılar.

 

Ayaklarımı yere sarkıtıp terliklerimi geçirdim. Şortumun uçlarını çekiştirirken pencereden giren serin hava yüzünden içim titreyip gitmişti. Günce'nin yatağının üzerinde duran hırkayı sırtıma geçirdim ve odadan dışarı çıktım.

 

Bir yandan da içim içimi yiyordu. Çok öfkelenmişti teyzem bana. Ve sonuna kadar haklıydı.

 

Merdivenleri inip salona adımladığımda "Teyze-" dedim ama cümlem yarıda kalmıştı. Salonun ortasında teyzem, Günce ya da Hamiş'i beklerken onlardan hiçbiri yoktu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanıverdi. Görmeyi beklediğim kişi o değildi.

 

Pencereden vuran loş ışık yüzünün yarısını aydınlatırken bana dönmüştü. Elinde sabah duvardan düşürdüğüm fotoğrafımı tutuyordu. Bu salonda görmeyi beklediğim en son kişiydi. İçim tuhaf bir ürpertiyle dolarken şaşkınlıkla aralanan dudaklarımdan adı döküldü.

 

"Korhan?"

 

 

 

☁️

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

 

 

 

şimdiden diyeyim diğer bölümde ikilinin yüzleşmesini okuyacaksınız

 

Ben bölümde Zühre'ye o ağır gelen boş valizde ve Zühre'nin onu taşıyamayacağında kaldım. Bir de saçlarının acısını dindirmeye çalışmasında🥹 bir de kendini hep fazlalık hissedip sormasında😢

 

 

Sizce Korhan ne diyecek?

 

 

 

 

Zühre ne yapacak?

 

 

 

 

beni buradan (seydnrgrsu), instagramdan ve Tiktok'tan takip etmeyi unutmayın.

 

 

 

 

sizi seviyorum Allah'a emanet olun.

Loading...
0%