Yeni Üyelik
17.
Bölüm

Serçe Kuşu

@seydnrgrsu

SERÇE KUŞU

 

'Neden Serçe Kuşu?'

 

 

Mavi Gri~ Dünyanın En Güzel Kızı

Yaşlı Amca~Yakamoz Güzeli

Lana Del Rey~ Blue Jeans

 

 

 

 

 

Merhaba hoşgeldiniz

 

Nasılsınız iyi misiniz?

 

Beğenmeyi, yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın.

 

Aydınlatın yıldızımızı gelin her satıra. Hepsinde Zühre'nin izi var ⭐️

 

Beni buradan, instagramda ve TikTok'tan takip edip bölümlerle ilgili duyurulara, editlere ulaşabilirsin.

 

 

🔥

 

 

 

Göz kapaklarımda tatlı bir kızıllık dolanırken tenimde ılık bir esinti hissediyordum. Burnuma ferah kokular doluyordu ve rüyada olduğumu çok iyi biliyordum. Bedenim rahat ve tatlı bir uykudaydı ama beynim sonuna kadar uyanıktı. Halbuki her zaman beynim bedenimden sonra uyanırdı benim.

 

Belki bulutların üzerindeydim belki de pamukların arasında. Nerede olduğumu bilmiyordum ama tek bildiğim çok rahat olduğumdu.

 

Göz kapaklarım halen birbirine kenetliyken el yordamıyla üzerimdeki ince örtüyü savurdum yana doğru. Sanki saatlerdir hiç pozisyon değiştirmemiş gibiydim yatakta ve her yanım tutulmuştu. Küçük mırıltılarla vücudumu esnetirken göz kapaklarıma dokunan kızıllığın gözlerime girmesine izin verdim. Güneşin yeri gökyüzü en nihayetinde.

 

Yerimde doğrulup kollarımı iki yana iyice açmış vücudumu gerebildiğim kadar germiştim. Sanki günlerdir uyumamış ve en sonunda rahat bir uykuya kavuşmuş gibiydim. Sahi ben kaç saat uymuştum böyle?

 

Tam on bir saat otuz üç dakika Zühre.

 

"Yuh!" dedim ağzım esnemekten ayrılacak gibiyken.

 

Uykuyu severdim ama çok uyumanın kölesi değildim. Kızlar bazen bu huyumla dalga geçer 'Sen Serçe Kuşu değil tavuksun resmen' derlerdi.

 

Ayaklarım taş zemine değerken kollarımı iyice açıp gerindim tekrar. "Tavuk değil Serçe Kuşu." dedim kendi kendime hafifçe gülerek. Serçe Kuşu?

 

"Evet ben Serçe Kuşu." Sanırım iç sesim uyanamamıştı. "Serçe Kuşu..." Kendi kendime mırıldanırken pencerenin önüne varmıştım. Ellerimi saçlarımın arasına daldırdığımda ise kafamda 'dank' sesi yankılandı. Ama öyle böyle değil.

 

'Her öpüştüğümüzde böyle bayılacak mısın Serçe Kuşu?'

 

"Uyumadım..." dedim kendi kendime. Evet uyumadın Züh.

 

"Bayıldım..." dedim dün gece silik silik gözümün önüne gelirken. Evet bayıldın Züh...

 

Uyumam on bir saat kusur uyanmam ise on bir saatten de fazla sürmüştü.

 

"Hiii!" dedim kendi kendime. "Ay of! Of ya of ya of!" Geniş odanın içini boydan boya adımlarken kemirecek tırnak arıyordum parmaklarımda. "Sakin ol Zühre sakin!"

 

Oda her adımımda sarsılıyordu.

 

"Sakin ol kızım sakin! Ne oluyor be sana ayrıca neyin saçmalaması bu!" Odanın tam ortasında durup kendi kendime kızmaya başladım. Eğer mantıklı bir insan olabilseydim kendi kendimden cevap da beklemezdim. Ama bekledim.

 

"Hem siz bunu daha önce konuştunuz. Olabilir dediniz! Neyin bayılması bu Serçe Kuşu!" Tüm serçeler belki duymuştu bağırmamı ama benliğime ulaşmamıştı sesim.

 

Serçe Kuşu...

 

"Hem o nereden biliyor ayrıca benim adımı ya!" Sinirlenmiştim. "O kim ya!"

 

Yatağın yanında duran telefon sesi de benim sinirli konuşmalarıma karıştı.

 

"Ulan Serçe Kuşu! Ulan Serçe Kuşu! Bu nedir ya!" Ayaklarımı pat pat vura vura komodine ilerlerken bir de serçe parmağımı yatağın kenarına çarptım. Bence bugün ben serçeler tarafından lanetlenmiştim. "Hay sikeyim ben böyle işin ızdırabını! Ulan seni yatak diye buraya koyanlara sokayım ben e mi! Seni yatak diye satanlara sokayım! Seni yatak sanıp bu eve alanlara sokayım! Ama burası ev değil! Cennet parçası mübarek! Buraya ev diyenlere de sokayım! Her işe sokayım!"

 

Telefonu elime almıştım almasına ama sek sek oynayan İsmail abi misali zıplıyordum serçe parmağımın acısından.

 

"Ulan Serçe Kuşu! Senin akılsızlığına da sokayım!" Nefessiz bir biçimde küfür ederken telefonu kulağıma götürüp ayarsız bir "Alo!" dedim.

 

"Ne bağırıyorsun kız! Bu telefon böyle mi açılır!"

 

"Teyze..." dedim canımın acısıyla dayanamayıp kendimi yere atarken.

 

"Zühre!" Sesi bir anda müthiş bir telaşa büründü. "Ne oldu kızım! Zühre ne oldu! Bir şeyin mi var!"

 

"Yok iyiyim. Merak etme. Ayağımı yatağa çarptım sadece." Sinirli bakışlarım yataktaydı.

 

"Zühre doğru söyle!" İnanmazdı. Kendi gözleriyle bile görse öyle hemen emin olmazdı.

 

"Serçe kuşları üzerine yemin ederim ki iyiyim. Ayağımı çarptım o kadar. Sen niye aradın?" Ayaklarımı kendime çekip bağdaş kurdum yerde.

 

"Delinin zoruna bak! kızımı merak ettim aradım. Dün ulaşamadım sana hiç. Ne oluyor Zühre!" Gözlerimi teyzemin sabah sabah fazla doz olan endişesine devirip karşı duvara çevirdim. Gri düz duvara. Sanırım 'Arslanoğlu' ailesi olarak asla duvarlarında pürüz sevmiyorlardı. Çünkü hem konakları hem de bu cennet parçasındaki saray yavruları dümdüz duvarlıydı. Gerçi onlar da haklıydı. Duvara asılacak her obje fazladan temizlik demekti. Gerçi onlar zengindi. Temizlikçi tutar kolayca hallederlerdi bu işi. Zenginin malı işte böyle züğürdün çenesini ağrıtıveriyordu.

 

"Bir şey olduğu yok teyze. İyiyim. Ne bu şiddet bu celal ya."

 

"Kız gelirsem yolarım etlerini! Ne diye açılmıyor bu telefon dünden beri!" Yolardı. Ona hiç şüphem yoktu. Burcu yengeç, elleri yengeçti benim teyzemin. Lime lime ederdi beni kesin.

 

"Tatile geldim teyze. İyiyim yani sorun yok."

 

"Tatil mi? Ne tatili?" Arkadan hışırtılar duyuldu ve teyzemin endişe dolu sesi bir anda normale döndü.

 

"Uzun hikaye teyze. Öyle kafa tatili diyelim. Konakta değilim, Urfa'da da değilim. Ama merak etme çok iyiyim." İyi olup olmadığından ben pek emin değilim Serçe Kuşu.

 

Biraz dil döküş biraz yalvarma biraz da yalan sıkılayıp teyzemin içini rahatlattıktan sonra boylu boyunca uzandım zemine. İyi olduğuma inanmadığını adımın 'Zühre' olduğu kadar biliyordum. İlgisini çeken 'tatildeyim, dinleniyorum' kısmı olmuştu.

 

"Palavra palavra palavraaaa..." dedim Ajda Pekkan misali. "Palavra palavra palavraaaaa..."

 

"Hepinizde aynı taktik aynı yalan. Beğenmedim." En az benim gibi şarkıya işkence eden bir ses doldu kulaklarıma şarkıyı tamamlayan. Sonra da dünyaya ters olan bakış açıma Uraz'ın gülen suratı girdi. "Palavraaaaa..." dedi detonelikten başka bir boyuta atlamış sesiyle. "Naber Zühre?"

 

"İyi ne olsun. Senden naber?" Tam tepeme gelip bana garip garip bakmaya başladı. Bence garip olan Uraz değil sensin ama yine de sen bilirsin...

 

"İyi. Uyur gezer misin yoksa?" Başındaki şapkayı geri doğru çevirip bana garip bakmaya devam etti. gülüyordu bir yandan.

 

"Yoo. Nereden çıktı?" Yerin pek rahat maşallah Züh. Kalkasın yok.

 

"Ne bileyim gece yatağına yatırdım seni. Şimdi yerde görünce. Ben seni nasılsın diye merak edip geldim. Sen uyanmışsın bile." Yerde ayı postu gibi uzanan beni es geçip pencerenin önüne adımladı.

 

"İnsanın kişisel sağlıkçısının olması ne güzel." dedim yerden kalkarken. "Sen istemesen de kontrolün yapılıyor. Şans, para, güç."

 

"Arslanoğlu gücü derler buna. Alışsan iyi edersin. Ayrıca sana bakmamı Korhan istedi." Tüm tadım tuzum kaçarken yüzümü ekşittim. "Bence döner dönmez senin şu bayılmalarına detaylıca bir bakıtmalıyız."

 

"Psikolojik bu sayın sağlıkçı. Burada bitiyor hepsi." İşaret parmağımla 'burada' dediğim yerde şakağıma baskı yaptım.

 

"Neyse uyandığına göre kahvaltı hazır. Hadi gel." Olduğum yerde dikilirken o benim yanımdan geçip kapıya varmıştı çoktan. Ellerimi kahveci dayılar gibi arkamda birleştirip öylece bakıyordum ona.

 

"Hiç kahvaltı edesim yok." dedim mırıltı halinde. Aslında midem isyan içindeydi ama hiç o masaya Korhan'la oturasım yoktu. Dünden sonra karşısına geçip de normal bir kahvaltı etmek kolay olmayacaktı. Abartma Zühre.

 

"Niye uykunu tam alamadın mı yoksa? İstiyorsan buraya gönderelim kahvaltını. Ama bana kalırsa gelmelisin. Bahçeye muazzam bir sofra kurdular. Bu manzarayı kaçırmak isteyeceğini sanmıyorum." Tabi şimdi ona diyemezdim 'Dün akşam beni Korhan pat diye öptü, utanıyorum' diye. Desene bir Zühre.

 

"Balca ile konuşacağım." dedim onun yerine. "Onun sohbeti biraz uzun sürer. Beklemeyin beni."

 

"Kahvaltıdan sonra ararsın ama sen bilirsin yine de." Tuttuğu kapı kolunu indirirken hafifçe omuz silkti. "Şu Balca?" dedi kafasını geri uzatıp. "Ne kadar tuhaf bir kız." Gözlerinde meraklı parıltılar vardı.

 

"Ne o sayın sağlıkçı? Niye tuhaf geldi sana Balca?"

 

"Dikkat çeken bir kız. Benim de dikkatimi çekti. Ondan sordum." Kaşlarımı 'hadi oradan' dercesine kaldırıp ona baktım.

 

"Tipi değilsin bence." Balca'nın erkekler konusunda net bir kriteri asla yoktu ama bana kalırsa sarışın erkek de sevmezdi. Sevedebilirdi ama bundan bana neydi? Şehirlerarası çöpçatanlık yapamazdım. Zaten çöpçatanlık asla başarılı olduğum bir konu da değildi. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş zaten Züh. Bence boşver.

 

"Neyse ya geleyim kahvaltıya." dedim onu ve olacakları düşünmemeye çalışıp. Derin bir nefes alıp açık kapıdan dışarı çıktım. Utanacak bir şey yoktu. "Bişey yok bişey yok bişey yok..." dedim kendi kendime kısık sesle.

 

🔥

 

"Bu yediğim MU-AZ-ZAM!" Her kelimenin her harfini vurgulayarak söylüyordu Uraz. Önünde meyvelerle hazırlanmış ve adının ne olduğunu bilmediğim kahvaltılığını yeniletmişti Orlenda hanıma. Çalışanların isimlerinin telaffuzu zordu. Senin Rusçan yok Zühre. İsimlerini doğru telaffuz edebilsen sanki gidip konuşacaksın.

 

İç sesime hafifçe omuz silkerken Orlenda hanım gülümseyerek meyve suyumu tazeledi. Bir an olsun yüzündeki gülümsemesi solmuyordu. Güzel yeşil gözleri, çıkık elmacık kemikleri ve beyaz tenine zıt kömür karası saçları ile epey güzel bir kadındı. Belki benim yaşlarımda belki benden bir yaş büyüktü sadece.

 

"Ne o Zühre? Orlenda'ya yiyecek gibi bakıyorsun." Uraz'ın sesiyle kendime geldim. Bakışlarımı Orlenda hanımdan çekip ona çevirdim.

 

"Çok güzel bir kız. Daldım gittim güzelliğine. Dün akşam bizi karşılayan kadına benziyor. Kızı mı?"

 

"Evet. Aslında burada olmayacaktı. Bende görünce şaşırdım." dedi tabağını daha da önüne çekip.

 

"Nerede olacak ki?" dedim önüme yeni servis edilen kızarmış ekmeklere bakarak.

 

"Geçen ay evlendi. Korhan izin vermişti kendine ama gelmiş yine."

 

"Ya..." dedim kıza hayran bakışlarımı çevirip. Birkaç adım daha geri gitmiş ve yine gülümseyerek bakıyordu bize. "Rus kızları sarışın olmaz mıydı ya genelde? Garip."

 

"Hayatında kaç tane Rus kız oldu Zühre?" Gülerek bakan Uraz'a dönüp omuz silktim hafifçe.

 

"Bilmem. Senin kaç tane oldu ki?"

 

"Oo saydırma bana şimdi." Keyifli bir kahkaha atıp sandalyesine geri yaslandı. "Şaka yapıyorum. Abaza bir adammışım gibi düşünmeni istemem."

 

"Yooo düşünmedim. Sadece biraz deli olduğunu düşünüyorum hepsi bu. Bir de tuhafsın." Tuhafsın kelimesine bilerek vurgu yapmıştım. Hem yalan da değildi. Tuhafa tuhaf denirdi başka ne denirdi ki?

 

"Deli? Ben?" Ağzını olabildiğince doldurmuş olduğun sesi boğuk çıkmıştı. İşaret parmağının ucunu kendine çevirip kaşlarını kaldırarak baktı bana.

 

"Evet. Hem ne demişler; Hacı hacıyı Mekke'de, deli deli her yerde tanırmış. Gözümden kaçmadın yani." Büyük bir kahkaha attı.

 

"Bak bunda haklısın. Senin de tahtalarında çatlak olduğunu biliyordum."

 

"Sadece çatlak mı? Kırıklar ve eksikler de var benimkinde." İkimizin de kahkahası etrafa yankılanıp giderken durdurmuyorduk kendimizi. "Ay..." dedim karnımı tutarak geri yaslanıp. "Çatlaklarımdan kahkaha sızıyor dışarı. Durduramıyorum."

 

Belki dünkü saçmalık belki Korhan'ın masada olmaması belki buradaki fazla oksijen belki de doğuştan gelen çatlaklığım yüzünden güldükçe gülüyordum.

 

Az önce tatlı tatlı gülümseyerek bana bakan Orlenda bile garip garip bakmaya başlamıştı. E haklıydı da. Masada birden fazla deli daha önce görmemiş olsa gerekti. Hele de benim gibi birini. Yanımıza yaklaşan ve dün bizi kapıda karşılayan adam Uraz'ın kulağına doğru bir şeyler söyledi. İngilizce konuşuyordu. Dilden o kadar yoksundum ki kulağına fısıldamasına gerek yoktu.

 

"Korhan ormanın içinde gezmeye çıkmış. Onu haber veriyor." Bir şey demeden önümdeki kahvaltılıklarıma döndüm. "Sizin aranızda yine bir problem mi var?"

 

"Yoo... Yok. Nereden çıktı?" Öpüşmek problem sayılır mı? Bence sayılmaz ama.

 

"Bilmem kaç gündür bir tuhafsınız. Neyse karı koca arasına karışılmaz." Gülerek arkasına yaslanırken cebinden sigara paketini çıkardı. İçinden bir dal çekmeden önce paketi bana doğru uzattı. Bir dalı çekip dudaklarımın arasına yerleştirdim. "Hazır Korhan yokken içelim."

 

"Hassas bir bünyesi var." Ciğerlerime hasret kaldığım zehirli duman dolarken gözlerimi kapattım usulca. Benimki öyle bağımlılık değildi. Dudak tiryakisiydim sadece.

 

"Evet. Hem de çok hassas. Kazadan sonra tüm bağışıklığı düştü. Bedeni hastalıklara çok açık bir hale geldi."

 

"Ama tedavi olsa?" Gülnare'nin dedikleri gelmişti aklıma. Abisinin tedavi olabileceğini söylüyordu.

 

"Tedavi olsa işler değişir tabi." Dudaklarından beyaza çalan dumanı yavaşça üfledi havaya.

 

"Ama reddediyor. Seninle her Allah'ın günü bunu tartışıyor. Neden reddediyor ki?" Milyonda bir olan bir ihtimal diye bahsetmişti kendi. Ve bu denli zor olan ihtimale umut bağlamak istemiyordu.

 

"Korhan öyle biri işte. Doğduğumdan beri onunla yan yanayım ama onu anlayamadığım çok nokta var. Onun açısından bakıyorum bazen. Evet bulutların üzerindeki bir hayattan yerin yedi kat dibine bir çakılış. Zor... Çok zor."

 

"Hiç mi umut yok?"

 

"Aslında var. Çok zor bir ihtimal. Tehlikesi çok büyük. Belki de bundan kabul etmiyor. Bilemiyorum. Her şeyini bilirim ama bunu bilemiyorum."

 

Sigaramdan büyük bir nefesi çektim içime. Sol bacağımı sağ bacağımın üzerine atıp geri yaslandım. "Altı yıl... Hiç kolay değil. Evden çıkmamak, insanlarla muhatap olmamak. Belki burası ona iyi gelir." Kendi kendime mırıldanmıştım.

 

Sigara dumanı usulca kıvrıldı yol aldı önümde. İkimiz de susmuştuk. Benim bakışlarım güneş ışınlarının parlak yollar kurduğu masmavi göldeydi. O kadar dingindi ki şu an ruhum. Etrafımda gereksiz gürültüler yerine sadece kuş sesleri, gözümü alabildiğince uzanan bir yeşillik vardı. Ağaçlar ve yeşillik her zaman kendimi daha iyi hissettirirdi. İşte bu da Serçe Kuşu'nun doğasıydı, gerçeğiydi, değişmez huyuydu. Hatta masadan birazdan kalkıp kendimi ağaç tepelerine atacak, yemyeşil çimlere çıplak ayaklarımla basacaktım.

 

"Şu Balca..." dedi paketinden yeni bir sigara daha alırken. Herkesin de kendine göre bir karın ağrısı vardı işte. Ama sustu sonra. Demek istediği şeyden vazgeçmişti.

 

"Hoşlanılmayacak kız değildir. Senin de radarına girmiş." Benimde sigaram bitmişti ama onun gibi hemen yenisini yakmadım. Elimdeki izmariti kül tablasına gelişine bastırmaya başladım. Keskin bakışlarım üzerinde sabitlendi.

 

"Hoş kız. Yalan söyleyemeyeceğim. Sevgilisi var mı?"

 

"Ne o? Gidip hemen yazacak mısın?" Başındaki şapkasını çıkarıp masaya bıraktı. Sesinde garip bir çekingenlik vardı, şimdiki sessizliğinde de. "Ne o sayın sağlıkçı? Lise ikiye gerilediniz birden?"

 

"Dalga geçme Zühre ya. Hiç böyle bir adam değilimdir ben aslında." Güldü yarım ağız. "Bana da garip geldi bak bu halim." Sigarasını içmeyi unutmuş içindeki endişeyle masa örtüsünü çekiştirmeye başlamıştı. Acaba ona güvenmemeyi abartıyor olabilir misin Zühre? Olabilirdim ya da olmayadabilirdim ama tek istediğim içimdeki bu kötü hissin yalancı çıkmasıydı.

 

Eğer güvenilmeyecek bir adam olsaydı Korhan ne diye tutacaktı ki yanında onu? Ya da o nasıl bu kadar başarılı saklayabilecekti kendini? Zaten 'Kuzgun' diye bahsettikleri adam ölmüştü haberlere göre. Korhan da desteklemişti bunu. Tehlike teşkil eden kalıntılardı. Peki Uraz bir kalıntı mıydı?

 

Olmamasını temenni ederek kalktım yerimden. Benden bir cevap bekliyordu. Gözlerinde lise ikiye giden bir ergen ışıltısı vardı. Balca'nın rüzgarına kapılmıştı. Balca'nın etkisi altına giren zavallılardan biri olmuştu demek ki.

 

"Balca..." dedim tam onun yanında adımlarımı durdurup. Kardeşini koruyan ablalar gibi ellerimi cebime sokup üstten bakmaya başladım ona. "Güveneceği adamları sever. Yalan sevmez, sır sevmez. Dürüst insan bekler karşısında." Dudakları tereddütlü bir gülümsemeyle şekil aldı.

 

Onu geride bırakıp eve doğru adımladım.

 

🔥

 

Büyük ferah salon sıkıntımı geçirmemişti. Evin her odasını gezmiş kendimi oyalamak için uğraşıp durmuştum. Ama bir türlü sıkıntımı geçirememiştim. Aklım fikrim dışarıdaydı. Ağaçlara çıkmaya, toprağa karışmaya, çimlerde yuvarlanmaya ihtiyacım vardı.

 

Ama yapamıyordum.

 

Korhan'ın dışarıda olduğunu bildiğimden çekindikçe çekiniyordum.

 

"Sen böyle biri değildin Zühre." dedim kendi kendime. Değildim. Böyle biri hiç olmamıştım. Teyzeme göre arsızın teki, kızlara göre uslanmazın biriydim ben. Bu utangaçlık da nereden çıkmıştı ki?

 

Belki sıkıntım geçer diye de en üst kata çıkan merdivenlerdeydim şimdi. Sanki derdime çare merdivenlerdi. Halbuki bu saray yavrusunda bir adet asansör olmasına rağmen.

 

Üzerine bastığım cam basamaklar muazzam tasarlanmıştı.

 

"Ulan Serçe Kuşu sanki hayatında daha önce tasarlanmış basamak gördün de." Kendi kendimi aşağılarken 'cık cıklıyordum'. "Dededen kalma eski iki katlı evinize dümdüz on üç basamaklı merdiven koymuşlardı. Belki de tasarım olan oydu. Allah Allah ya..."

 

Üst kata çıktığımda koskoca geniş bir alan karşıladı beni. Çatı katıydı ama öyle bizim evdeki çatı katı gibi tozlu ve örümcekli değildi.

 

"Hey yavrum hey." dedim ıslık atıp. Kendi etrafımda da bir tur dönmüştüm. "Ulan bok gibi para var tabi. Adamlar boşuna 'Arslanoğlu' diye gerinmiyorlar ortada." Dedi Zühre Arslanoğlu...

 

Büyük geniş alanda ağzımdan salyalar aka aka gezerken balkona açıldığını tahmin ettiğim cam kapıya ilerledim. "Heyt be!" dedim karşımdaki muazzam manzaraya bakıp.

 

Yeşil ve mavinin her tonu şu an bulunduğum noktadan öyle güzel görünüyordu ki. Renklerin cümbüşü vardı aşağıda. Huzurun tonları...

 

Derin bir nefes alıp gözlerimi kapadım. Resmin büyüğü her zaman daha güzel ve daha özeldi. Kartpostallardan fırlamış bir görüntüydü karşımdaki.

 

"Ulan Serçe Kuşu. Kartpostal nedir? Zaten yaşadığın bu devirde de güvercinlerin ayağına mektup bağlayıp haberleşiyorsunuz ya." Bugün kafamın içindekiyle epey derdim vardı. İnsan ne dese kendine batar mıydı? Bana batıyordu işte. "Ulan Serçe Kuşu ulan Serçe Kuşu!"

 

Sesim epey yüksek çıkmış olacak ki aşağıda olan herkesin bakışları bana döndü bir anda. Bahçede çalışanlar, Uraz ve hemen onun yanında oturan Korhan bile. Kaçma istedim. Yere eğilip saklanmak istedim ama bunun bana faydası olmayacağını bildiğimden elimin altındaki demir parmaklıkları sıkmakla yetindim.

 

"Sıçayım kafana Serçe Kuşu..." geri eve girip hem içimden hem de dışımdan söve söve hayran hayran çıktığım merdivenlerden pata küte indim aşağı. Oksijene ihtiyacım vardı. Temiz hava almalıydım. Temiz hava alamadıkça saçmalıyordum da saçmalıyordum. Evin ön tarafında yan yana oturmuş Korhan ve Uraz'ı görmemiş gibi yaparak hızlı adımlarla sık ağaçların arasına uzanan toprak yola yürüdüm. Onlara bakmamaya çalışmıştım. Mesela ellerinde bir tablet, hararetli ve dikkatli bir şekilde ekrana baktıklarını görmemiştim hiç.

 

Kaçıyor musun Serçe Kuşu?

 

"Hayır kendi ortamıma dönüyorum." Ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp nemli çimlere temas ettim. "Oh be..." Tüm sinirim, stresim, elektriğim şu an ayaklarımdan yere iletiliyordu. "Topraklama mucizesi dedikleri."

 

Yürüyebildiğim kadar yürüdüm. Attığım her adımda bedenimden bir şeyler hafifliyordu.

 

Ağaçlara dokundum, yetmedi tırmandım, çimlere uzandım hatta yuvarlandım. Üzerimdeki açık renk tişörtün de, bedenimin de çimen yeşiline, toprak karasına bulanmasına oralı olmadım. Serçe Kuşu'ydum ben yahu doğal ortamımda başka ne yapacaktım.

 

Ne kadar süre geçmişti bilmiyorum ama saatlerdir buradaydım. Saatlerdir yeşilin tam ortasında, dupduru gölün tam kıyısındaydım. Ruhum, aklım, bedenim her şeyim arınmış gibiydi. Huzurla doluydum.

 

Cebimden telefonumu çıkarttım. Arayan yoktu, mesaj yoktu, şebeke yoktu. Onun yerine bol kuş sesi, bol huzur ve bol oksijen vardı. Mesela Balca buraya gelse kafayı yerdi. Sosyal medyaya giremediği her dakika ömründen giderdi.

 

Gülümseyip kamerayı açtım. Yeşilin arasında, kendi ortamımda birkaç selfie ve bolca manzara resmi çekmeye başladım.

 

"İşte..." dedim keyifli bir biçimde kamerayı göle doğru çevirip. "Kartpostallık resmin alası burada." Karşımda berrak, masmavi bir göl, üzerine batmaya yüz tutmuş güneşin turuncu ışıkları vardı. Eğer cennetin fragmanı dünyada insanlara gösteriliyorsa burası kesinlikle cennetten bir parçaydı.

 

"Zühre..." dedi arkamdan bir ses. Dalıp gittiğimden, tüm dikkatim karşımdaki manzarada olduğundan sıçradım aniden. Boş bulunduğumdan da elimdeki telefonu fırlatıvermiştim göle.

 

"Ay!" dedim korkuyla karışık. Elimden fırlayan telefona Küçük Emrah misali bakakalmıştım.

 

"Korkuttum mu seni? İyi misin?"

 

"Boş bulundum. Dalmışım. Ama telefonum gitti." Şaşkın ve korku karışık bakışlarım bir göle bir de arkamda duran Korhan'a çevriliyordu.

 

"Kusura bakma. Korkutmak değildi seni niyetim." Elimi 'sorun yok' der gibi sallayıp göle adımladım. "Ne yapıyorsun?"

 

"Telefonum düştü onu alacağım. Pirinç vardır değil mi evde? Of ya..." Üstümün başımın ıslanacağını düşünmeden paldır küldür girdim göle. Soğuk su önce tüm vücudumu titretmiş sonra da bedenimde tatlı dalgalar yaymıştı.

 

Kıyı balçık kıvamında olduğundan sendeleyip düşer gibi oldum önce. Sonra elimi daldırıp yokladım ama ne elime telefon geliyordu ne de ben bir şey görebiliyordum. "Of ya..." dedim tekrar.

 

"Zühre gel bulamazsın öyle."

 

"Ama ne yapayım telefonum..." Biraz daha ileriye adımladım. Artık sular göğüs hizamı geçmişti bile çoktan. Parmak uçlarıma basıyordum.

 

"Zühre bırak gel." Oralı olmadım. Hatta ona bakmadım bile. Kafamı suya sokup görmeye çalıştım. "Zühre gel baktırırız birine. Hasta olacaksın."

 

Kafamı sudan çıkarıp derin bir nefes aldım. "Yok bakacağım ben. Bulurum herhalde." Elimden öyle hızlı kaymıştı ki telefon ama bu kadar da uzak gideceğine ihtimal veremiyordum. Kafamı suya tekrar sokup aramaya başladım. Hatta kafamı sudan hiç çıkarasım yoktu. Korhan'dan kaçtığından değil yani.

 

Suyun içinde içimdeki çingene pembesine göz devirecek oldum ama beceremedim. Hatta burnumdan içeri sular dolmaya başlayınca da nefes nefese kafamı yukarı çıkardım.

 

"Ay... Yok... Aaaa!" dedim büyük bir şaşırmayla. "Sen nasıl girdin suya?" Korhan bir kulaç ötemde suyun içindeydi. Telefonum aklımdan uçup giderken ona doğru ilerledim. Boğulmasından korkuyordum. "Ay dur ne yapıyorsun?"

 

"Sakin ol. Yüzebiliyorum."

 

"Ama nasıl... Şey..."

 

"Bacaklarım sadece yürümeme engel Zühre, yüzmeme değil. Ayrıca ben senin için endişelendim. Bence ben değil sen boğulacak gibisin."

 

"Yooo neden boğulayım ki?" geri geri gitmek için hamle yaptım ama gölde sular çabuk derinleşebildiğinden ve tuzlu su gibi insanı kaldırmadığından gömülüverdim suya. Hızlı bir hamleyle beni kollarımdan tutup çekti yukarı doğru.

 

"Bırak telefonu. Koca gölde bir telefonu bulmak için uğraşılmaz."

 

"Dedi Arslanoğlu. Telefonsuz mu kalayım? Telefon almaya kalksam on iki taksiti gözden çıkarmam lazım. Yok kalsın." Kendimi toparlayıp etrafıma bakınmaya başladım. Belki de haklıydı. Koca gölde telefon aramak bir akıllının işi olamazdı zaten. "Sanırım haklısın." dedim bıkkınca. "Neyse... Sen de çok kalma. Hasta olursun."

 

Yanından geçerken aniden bileğimi kavradı suyun içinde. "Benden kaçıyorsun." dedi hafifçe gülerek. Batmaya yüz tutmuş güneşin kızıl ışıkları dolaşıyordu yüzünde. Sakalları ve saçları ıslanmıştı.

 

"Nereden çıktı bu?" dedim gülmeye çalışıp. Yüzümden akan suları sildim boşta kalan elimle.

 

"Kaç saattir sataşmadın, gelmedin. Benim olduğum yerde durmak istemiyorsun."

 

"Abartıyorsun." dedim bileğimi ondan çekiştirip. Ama bırakmadı.

 

"Hayır abartmıyorum. Dün akşamdan son-"

 

"Bir anlıktı tamam. Sorun değil." Diyeceği kelimeleri sırasıyla bildiğimden pat diye kestim sözünü. Bileğimi tekrar çekiştirdim ama yine bırakmadı. Hatta kendine doğru çekti biraz.

 

"Hayır bir anlık değildi." dedi. Kaşlarım hafifçe çatılırken ne demeye çalıştığını anlamaya çalışıyordum. "İçimden geldi ve öptüm seni."

 

"Oksijen çarpmış sana. Yeşillik çarpmış. Bir de kaç saat uçtuk ya." Küçük bir kahkaha atıp nihayet bileğimi elinden kurtardım.

 

"Yok gayet iyiyim." Gülümsemesi biraz daha büyürken hem şaşkınlıktan hem de içimdeki oluşan o tuhaf hisle nefesimi tutmuştum.

 

"Neyse..." dedim geri dönüp. Suyun soğukluğu yanaklarımda ve tüm vücudumda etki eden sıcaklığa asla fayda etmiyordu. Yanaklarıma hücum eden bir alev topu vardı ve ben bu alev topunun verdiği sıcaklıkla şurada buharlaşacak gibi hissediyordum.

 

Dönüp gidecekken tekrar tuttu bileğimden.

 

"Kendini kötü hissetmeni ya da aklını bir şeylerin karıştırmasını istemiyorum. Biliyorum sen 'neden' diye soruyorsun kendine. İçimden geldi Serçe Kuşu. O an orada ayın ışığı altında çok güzeldi yüzün. Karşı koyamadım." Bana doğru gelip tam önümde durdu. Aramızdaki açıklığı az bir mesafeye indirmişti. İşaret parmağıyla yanağıma yapışan saçları geri iteledi. Parmaklarındaki sular ıslak yüzüme karıştı. Gözlerinde bir alev vardı güneşin kızıllığı yüzünden. Nefesi bedenimi titreten suyun aksine sıcaktı.

 

Ağır bir hamleyle gözlerimi kapatıp açtım. Hafifçe yutkundum.

 

"Burası iyi geliyor Serçe Kuşu. Sen iyi geliyorsun." Söyleyecek kelime arıyordum ama bulamıyordum. Aklımda müthiş bir karmaşa vardı. Dilim lal olmuştu. Tek bildiğim kalbimin tam ağzımın içinde attığıydı. "Bayılmandan korkmuyor değilim." Biraz geri gitti. "Peki neden Serçe Kuşu? Neden başka bir şey değil de Serçe Kuşu? Korkak olduğun için mi?"

 

"Cık..." dedim gözlerimi gözlerine kenetleyip. "Uçarım, kaçarım, yalanların arasında depar atarım. Ağlamam, korkmam. Ruhum bir serçeye ait. İflah olmazım." Gülümsemesi yayıldı dudaklarına. 'Sen nereden biliyorsun' diyemedim.

 

Gitmek için geri döndüm ama ayağıma değen şeyle dudaklarımdan güçlü bir çığlık kaçarken kollarımı ona dolamış olarak buldum. Bedeni suya biraz daha dalmıştı. Zaten kendini anca taşıyordu.

 

Çekilmek istedim ama belime dolanan eli buna müsaade etmedi. Kara kömür gözleri benim gökyüzümde dolaştı bir süre. Kara kömür gözlerinde kızıllık vardı batan güneşin esiri. Teni benimkinden sıcaktı. Yüzünde bir elması andıran su taneleri vardı. Biçimli kaşları, uzun sakalları, esmer teniyle çok güzeldi. Kalemle çizilmiş gibiydi.

 

İşte tam o sıra Serçe Kuşu olarak serçe kuşluğumu yaptım. Hiç düşünmeden, ölçmeden tartmadan dudaklarımı onunkilerin üzerine kapatıverdim. Nefes alamıyordum ama onun nefesiyle doluyordu ciğerlerim. Benim acemi ve aceleci dudaklarımın aksine temkinli ve yavaşça hareket ediyordu dudakları. Zaten az sonra da kendimi ona bırakmış, sadece ona tutunmaya çabalıyordum.

 

"Her an bayılabilirim..." dedim nefes nefese. Ama o bu boşluğu bile çok görmüştü.

 

"Bayılmayacaksın..." dedi. Elleri sımsıkı belimi tutarken ben de omuzlarına tutunuyordum güçsüz bir şekilde.

 

 

 

Cam bir kar küresinin içinde yavaş akan zamanın esiri haldeydik belki de. Belki rüyadaydım belki gerçeğin tam ortasında. Ama ikisini de ayırt edebilecek durumda değildim. Etrafımda akan zaman onun dudaklarınla birleşince durmuştu belki de.

 

Belki de böyle oluyordu bilmiyorum. Tek bildiğim bu gerçekti ve ben halen bayılmamıştım.

 

Dudaklarıma yayılan korlarla çektim geri kendimi. Suyun içinde geri nasıl kaçılabilirse kaçtım.

 

"Ben... Ben..." dedim kararan gözlerimi sıkıca kapatıp geri açarken. Bana doğru gelip tekrar yakaladı belimden.

 

"Zühre iyi misin?"

 

"Evet..." dedim nefes nefese. "İyiyim."

 

Gülümsedim hafifçe. Sık nefeslerim halen daha onunkilere karışıyordu. O da gülümsedi.

 

"Serçe Kuşu..." dedi fısıltıyla. Sıcak nefesi dudaklarıma çarptı. Zaman yeniden akmaya başladı.

 

🔥

 

'Sen burayı kullanabilirsin' diye beni çıkarttığı oda dün gece kaldığım odadan daha ferah, daha geniş ve daha sade döşenmişti. Kendisi de Uraz'ın şaşkın bakışları ve gereksiz soruları eşliğinde çıkmıştı odadan. Uraz'a göre tekerlekli sandalyesi ıslandığı için bozulabilirdi. Ama sorun tekerlekli sandalyesi değildi. Sorun onun sağlığıydı.

 

İşte Uraz da çözemediğim nokta da buydu. Onu öyle ıpıslak bir halde görünce aklı başından gitmiş, son derece endişelenmişti.

 

Paçalarımdan sular akarken kendimi en az bu oda kadar ferah ve büyük olan banyoya atıp sıcak suyun altında durabildiğim kadar durdum. Bedenimden buharlar çıkarken aklım donuyordu. Kafamın içinde bir buzdağı vardı.

 

"Belki de beynin akıp gitmiştir be Serçe Kuşu..." dedim suyun altında kendi kendime gülerek. "Serçe Kuşu..." Hafifçe dudaklarımı ısırdım. Aklımda buz dudaklarımda korlar vardı.

 

Bedenime yumuşak bornozu, saçlarıma da havluyu sarıp çıktım dışarı. Hava kararmıştı. Saatlerdir duşun altında oyalanmıştım. Aslında kendime gelmeye çalışıyordum hepsi bu. Kendime gelmem de bir saatten fazla sürmüştü.

 

Gri saten nevresimlerin serildiği yataktaki kıyafetlere baktım. Bedenimde tatlı bir uyuşukluk vardı. Kendimi yatağa sırtüstü bırakıp derin bir nefes alırken biraz daha tembelliğin kimseye zararı olmayacağını biliyordum.

 

Bakışlarım düz beyaz tavandaydı.

 

"Serçe Kuşu..." dedim kendi kendime yine. Yıllarca haşereleğimden ötürü söylenmişti bu isim bana. Uçmamdan kaçmamdan konmuştu. Ama yıllar sonra ilk defa bu yüzden söylenmemişti. Onun dudaklarından bir şarkının en can alıcı sözü gibi dökülmüştü. Seni öptüğü dudakları Züh...

 

Kafamı iki yana sallayıp içimde beni sinir bozucu derecede gıdıklayan hisle geri doğruldum.

 

"Saçmalama Zühre... Ne oluyor kızım sana ya..." Ellerimle yine bir alev topunu andıran yanaklarımı yokladım. Sonra elimi bornozumdan açık kalan göğsüme koydum. Gereksiz derecede hızlı çalışıyordu bugün kalbim. "Kendine gel..." dedim yerimden doğrulup.

 

Başımdaki havluyu sinirle yana fırlattım. Üzerimdeki bornozu da atıp giyinmeye başladım. Üzerime geçirdiğim her parçada kendime de sövüyordum. "Kendine gel kalbim. Fazla hızlı kan pompalıyorsun canımı sıkıyorsun ha!"

 

Söve söve saçımı tararken bir yandan odada geziyordum. Eğer benden sonra odayı temizlemeye gelirlerse 'Kimin bu saçlar' diye şarkı söyleyebilirlerdi arkamdan. Ama onlar Türkçe bilmediğinden bu şarkıyı söyleyemezlerdi.

 

Kendimle söve söpürte verdiğim savaş sonrası nihayet saçlarım açılmış ben de insana benzemiştim. İnsana dönüşene kadar da odanın her köşesini adımlamıştım.

 

"Sen söyle vazo. Ne oluyor bana böyle?" Elimi belime koyup kaşlarımı çattım pencerenin hemen önünde duran büyük vazoya. Bekledim ama ses gelmedi. Daha da sinirlendim. "Aman be! Bir şey desen ölürsün."

 

Geri dönüp yatağa oturdum. Tavandan sarkan büyük siyah avizeye bakış attım 'ne oluyor' der gibi ondan da ses gelmedi. "Ulan hepinizin garezi var ha! Sokayım sizi eşya diye aldıkları güne."

 

Yataktan kalkıp geri döndüm sinirle. Sataşacak yer arıyordum. Bakışlarım yatağın hemen arka duvarına takılı kaldı. Odaya geldiğimden beri farketmediğim büyük tabloya bakıyordum şaşkınca.

 

Büyük koyu griye boyanan duvarın çoğunu kaplayan duvara bakakalmıştım hayran hayran. Büyük konakta gördüğüm tablonun hemen hemen aynısı ama biraz daha büyüğüydü. Hangi kuşa ait olduğunu bilmediğim ve o kuşun kanadının çok yakından çekilmiş haliydi.

 

"Vay be..." döküldü dudaklarımdan. Zaten muazzam bir bütünlükte döşenmiş odaya da anca böyle güzel ve görkemli bir tablo giderdi.

 

Tablodan hayran bakışlarımı çekip nemli saçlarımı geri savurarak çıktım odadan. Asansör yerine mükemmel tasarlanmış cam basamakları tercih ettim. En üst kattan en aşağı aheste aheste inerken hayran hayran süzüyordum etrafı.

 

Birinci kata ulaştığımda basamaklarda durmama bir ses neden oldu. "Tamam merak etme" demişti aceleci bir ses. Uraz'ın sesi. Merdiven basamaklarının hemen yanındaki kapısı aralık odadaydı. Kapı dinlemek çok ayıptır Züh.

 

Ayıbı ekmek arası yapan biri olarak merakıma yenildim aralık kapıdan içeriyi görmeye çalıştım. Kulağında kulaklıkları, elinde tuttuğu şırıngayla telefonda biriyle konuşuyordu. Tam önünde durduğu masanın üzerinde onda hep görmeye alıştığım turuncu sağlık çantası vardı.

 

"Tabi efendim sizin aklınız kalmasın sakın. Bana bu konuda güvenebilirsiniz." Dedi çantasına boştaki elini daldırıp. Demek ki birileri de ona bir konuda güvenmek istiyordu benim gibi. Ama çok yanlıştı bana kalırsa. "Bu gece..." dedi ağzıyla şırınganın iğnesindeki kapağı çekip. Elindeki kahverengi ampule batırdı hemen ardından. "Bu iş bitecek. Biletini keseceğim onun."

 

Gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi açılırken aklıma sadece bir ihtimal gelmişti. Korhan...

 

"Hiç aklınız kalmasın. Anlaştığımız gibi. Bu gece son nefesini vermiş olacak. Ağrısız ve acısız." Duyduğum her kelime hücrelerimde dolaşan endişeyi daha da körüklerken ellerimle ağzımdan kaçacak çığlıkları kapattım. "Tamam. Bu gece her şey bitmiş olacak."

 

Duyduklarım soğuk duş etkisi yaratmıştı bedenimde. Soğuk, her hücremi titreten, yüreğimi ağzıma getiren. Ona güvenmemekte haklıydım. Bu konuda haklı çıktığıma sevinemiyordum ne yazık ki ama üzücü de olsa ona olan güvensizliğim haklı çıkmıştı.

 

Uyarmam lazımdı. Gidip Korhan'a her şeyi anlatmam lazımdı. Derin bir nefes almaya çalıştım burnumdan, çünkü ağzım kapalıydı. Sağıma soluma bakınıp nereye gideceğimi kestirmeye çalıştım. Ayaklarım sanki yere çivilenmiş gibi kalakalmıştı. Korhan en son üst kattaydı. Acele etmem lazımdı. Uraz'dan önce onu bulmak zorundaydım.

 

Kendimi yapıştırdığım duvardan çekip ileri doğru koştum. Koşarken merdivenin başında duran büyük vazoyu da devirmiştim ama oralı olmadım.

 

Cam basamaklar her adımımda tuzla buz oldu. "KORHAN!" dedim var gücümle. Önce benim kaldığım odanın karşısına baktım, yoktu. Sırayla her odaya girerken bağırıyordum. "KORHAN!"

 

Ciğerlerim patlayana kadar bağıra bağıra neredeyse her odaya girdim ama yoktu. Koşa koşa çıktığım merdivenleri koşa koşa indim geri.

 

Ne büyük ferah salonda ne de olabilecek hiçbir yerde yoktu.

 

Nefes nefese kendimi dışarı attığımda bahçenin sonunda, göle uzanan yolda yanında Uraz'la duruyordu.

 

"Korhan..." dedim tüm nefesim tükendiğinde.

 

"Zühre?" Şaşkın bakışları benimkine takıldı. Ama benim bakışlarım onun koluna bastırdığı pamuktaydı. "İyi misin ne oldu?"

 

"Asıl sen iyi misin?" Koşarak yanına vardım. 'Ne oluyor' der gibi bakıyordu bu nefes nefese halime. "Ne iğnesi yaptın ona!" Elimi sertçe hemen solumda kalan Uraz'ın göğsüne çarptım. "NE İĞNESİ YAPTIN!"

 

"Ne oluyor sana Zühre? Sakin olur musun?" Göğsüne çarpan elim yüzünden bir adım geri sendelemişti. Boş bulunmuştu.

 

"SANA NE İĞNESİ YAPTIN ONA DEDİM!" Bu sefer iki elimi birden deminkinden daha sert vurdum göğsüne.

 

"Zühre sakin ol."

 

"Bırak!" Korhan'ın eli kavramıştı kolumu. "Sana ne iğnesi yaptı biliyor musun!" Alev topunu andıran bakışlarım ona çevrildi.

 

"Suya girdiğinden dolayı bedeni kötüleşti. Basit bir takviye sadece." Yalan üstüne yalan koyunca iyice sırıtmış oluyordu işte.

 

"Basit bir takviye öyle mi! KİMİ KANDIRIYORSUN SEN!"

 

"Zühre kendine gel! Basit bir iğne sadece."

 

"Hayır değil!" dedim Korhan'a dönüp. Telefonda konuşurken duyduğum her şeyi kelime kelimesine anlatacaktım. "Hayır değil, duy-"

 

"Korhan problem var!" Benim aceleci sesimi aynı benim gibi aceleci olan başka bir ses böldü. Osman'ın sesi. Nefes nefese gelmişti yanımıza.

 

"Ne problemi?" Korhan soru soran bakışlarını benden çekip Osman'a çevirdi.

 

"Gülnare ve Zeynel... Kaza geçirmişler. Durumları kötü."

 

 

 

 

🔥

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Gülnar ve Zeynel'e ne oldu sizce?

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun ❤️

Loading...
0%