@seydnrgrsu
|
Merhaba hoşgeldiniz?
Nasılsınız iyi misiniz?
Aydınlatın yıldızı, gelin her satıra. ben ve Zühre satır aralarındayız.
🎼Aydilge & Halil Sezai- Aşk Yüzünden
🐦
Zihnim bir anı defteriydi. Yazarı ise hiç kendim olamamıştım. Kendi hayatımın bile baş rolü değil yan rolüydüm.
Senarist her kimse çok acımasızdı. Kalemi keskin ve her defasında beni yok sayıyordu.
Anı defterim dönüm noktalarından oluşuyordu. Her bir sapakta defterimden bir sayfa hunharca koparılıyor ve ayaklar altında çiğnensin diye atılıyordu.
Her satırdaki el yazısı farklıydı. Yaşadıklarımı aktaran ise zihnimin içindeki şahsına münhasır kızdı. Kendi hayatımın senaristi değildim. Kendi kafamın içindeki senaristin eğer uygun görürse rol verdiği gündelik bir oyuncuydum hepsi bu.
Şimdi de anı defterimden bir sayfaya daha el uzatmıştı senarist ve ben ilk defa fiziksel anlamda bir acı yaşamıştım duyduklarım karşısında.
Ruhumda ezikler, çürükler çoktu. İçimdeki kız çocuğunun dizleri hep yaralıydı ama o alışkındı. Kolundan tutan olmaz, canı isterse sarardı kendi yaralarını. Bazen de üşenirdi bazılarını sarmayı. Fakat yıllar sonra 'kardeşim' olduğunu öğrendiğim kız çocuğu ise asla acı çekmemeliydi.
"Zeynep..." diyebildim güçsüzce. "Kardeşim kaybolmuş..." Elim gayriihtiyari başıma giderken sol kaşımın üzerinde çakan ağrıya baskı yapmaya çalıştım. Nefesimi bile kesen ağrı başımdan tüm vücuduma yayılırken dudaklarımdan küçük bir 'ah' kaçtı.
"Zühre. Bana bak."
Sadece dört saniye sürmüştü bedenimi bir anda uyuşturan ağrı. Derin bir nefes alırken Korhan'ın her daim sıcak olan parmakları kavradı onun teninden soğuk olan tenimi. Dudaklarımın önüne bir bardak suyu dayamıştı. Ne zaman, ne ara doldurmuştu bardağı?
"Bir yudum iç." dedi sakin bir sesle. Yarım yudum anca içebilirken elimle ona tutunmaya çalıştım. "Halan tam olarak ne dedi?"
"Zeynep yok. Kız kayıp." Halamınki kadar telaşlı değildi sesim. Aksine biraz şaşkın, biraz da anlamamış bir tondaydı. "Kardeşim kaybolmuş..." dedim kendi kendime. Aynı cümle zihnimde defalarca yankı buldu.
'Kardeşim kaybolmuş...'
'Kardeşim kaybolmuş...'
"Tamam. Sakin olacağız. Sen Osman'a haber ver. Beş dakika içinde herkes salonda olsun." Uraz onu başıyla onaylarken kapıya varmıştı bile çoktan. "Babama da söyle." diye ekledi. Sonra bakışları hızla bana döndü. İyi bir kriz yöneticisiydi. Gözlerinde talaş vardı ama asla davranışlarında yoktu. Seri düşünüyordu.
"Kardeşim kaybolmuş..." dedim. Diyecek bir sürü şeyim vardı fakat dudaklarımdan sadece bu çıkabiliyordu. Başım sola doğru düşerken kontrol edemeyeceğimi biliyordum. Sanırım bayılacaktım. O benden hızlı davranıp başımı eliyle yakaladı.
"Hişt hişt hişt... Bir şey olmayacak..." dedi beni kendi göğsüne çekip. Bayılmamıştım ama gözlerim açık hiçbir şey yapamaz duruma gelmiştim. Kilitlenmiş gibiydim.
"Kardeşim kaybolmuş..." dedim kontrolsüzce tekrardan. Ağzımdan çıkan kelimeleri zapt edemiyordum. İstemsizce çıkıyordu ağzımdan.
"Kardeşim kaybolmuş..."
🐦
"Daha çok küçük..." Elli ikinci dakikada on yedi kez dökülmüştü bu kelimeler Hicran hanımın dudaklarından. Gözlerinden akan yaşları sayamıyordum. "Kızım çok küçük..."
Halalarım Ayşe ve Hayriye Hicran hanımın dizinin dibine çökmüş onu sakinleştirmeye çalışırken yengem Kadriye elinde su bardağıyla başında bekliyordu. Ağzına kadar dolu bardağın belki de yarısına kendi göz yaşlarını eklemişti. O derece ağlıyordu.
"İyi misin Serçe Kuşu?" Günce çekingen bir tavırla elini soğuk koluma koyarken başını iyice önüme sokmuştu. 'Hayır' anlamında kafamı salladım. Balca'nın sıcak elleri dolaştı saçlarımda bu kez.
"Kardeşi kaybolan biri nasılsa öyleyim şu an." Hafifçe omuz silkerken tek damla yaş akmayan bakışlarımı onlara çevirdim.
Diyecek hiçbir şeyi olmazdı ya insanın işte tam o noktadaydım. İçimden bir şeyler çekiliyor ve ben engel olamıyordum.
Kardeşim kaybolmuştu. Daha birkaç ay önce onun kardeşim olduğunu öğrenmiş ve şimdi de kaybetmiştim.
Ben bu yaşıma kadar hep 'Serçe Kuşu' olmuştum. Ben bu yaşıma kadar hep birinin sınıf arkadaşı, mahallede top oynarken adam yoksa yedekte bekleyen oyuncu, bakkala gidecek ayakçı, dert dinleyecek kişi, çocukların oyun arkadaşı olmuştum. Günce'nin 'baş belası', Balca'nın 'zır delisi', teyzemin 'bir akıllanamadın be kızımı' olmuştum. Ama ben bu yaşıma kadar hiç 'abla' olmamıştım. Tam oldum dediğim yerde onu da kaybediyordum sanırım.
Bu yaşıma kadar aile üyeleri tam olmamıştı hiç hayatımda. Hep bir yerlerde bir eksiğim vardı. Belki de hayatın kanunu buydu ve hep eksik olmak zorundaydı. Birini bulunca birini kaybetmesi gerekiyordu insanın. Benim de öyle olmuştu.
Hayata başlarken aile olamamış bir ailenin içine doğmuş babamı bulduğum noktada annemi kaybetmiştim. Sonra babam ve kan bağıyla mecbur bırakıldığım bir ailem olmuştu ama şimdi de kardeşimi kaybetmiştim.
Belki de kadınlar haklıydı. Benim bir yuvam yoktu ve olmayacaktı.
Halbuki dün gece gözlerimi kapatmadan önce bir yuvam olduğundan emindim.
Belki de benim cezam buydu işte. Kendimi azıcık bir yere ait hissedince bir şeyleri kaybetmek zorundaydım. Belki de lanetliydim. Ama diğer insanların suçu neydi ki? Benim lanetim yüzünden onlar üzülmek zorunda mıydı yani? Belki de gerçekten gittiğim hiçbir yere iyilik değil de sadece kendi kötü şansımı götürüyordum ben.
İnsanlar girip çıkıyordu içeri.
Uraz burada, sinir krizleri geçiren Hicran hanıma iğne yapmış ve belli aralıklarla tansiyonunu ölçmüştü. Babam işlemeli kapısı kapatılan salona üç dakika önce girmiş ve bahçede milyon dolarlık arabaları olan adamlarla yüksek sesli bir konuşmaya dalmıştı. İçeridekinin bir kriz masası olduğunu biliyordum. Az önce adamları ardı arkasınca beş tane arabaya doluşup etrafa dağılmışlardı.
Kardeşim sabah yine aynı saatinde uyanmış, saçlarını evde çalışan Kıymet ablaya ördürmüş ve yine mor tokalarını taktırmıştı ucuna. Kahvaltıda rafadan yumurta yemiş, sütünün yarısını içmemiş ama annesi Hicran hanımın hazırladığı ballı ekmeği bitirmişti.
Hicran hanım durmadan dönüp dönüp bunları anlatıyordu. Hatta kapıdan çıkmadan Gülnare'nin karnını okşayıp o gün okulda yapılacak olan okuma sınavı için doğmamış yeğeninden şans istemişti.
Bunu da Gülnare ağlayarak anlatmıştı.
Babam kendisine kapıda sarılmış ve kendi elleriyle arabaya bindirmişti. Şoför Nazım tanıdıktı. Yıllardır babama ve ailesine hizmet eden Mahmut abinin oğluydu. Hatta o kadar tanıdıktı ki bunca zamandır kilometrelerce uzakta yaşayan ben bile tanıyordum onu. Çünkü onunla gelip giderlerdi hep yanıma.
Ama şimdi o babamın talimatıyla garaja kapatılmıştı. Evdeki kimse fark etmemişti büyük ihtimalle ama ben oraya götürülürken görmüştüm ve sıkı bir sorgudan geçeceğinden emindim.
Kapıdan çıkmadan nenem beş tane okunmuş pirinç yedirip okuduğu duaları Zeynep'in yüzüne üflemişti. Bunu Hayriye halam anlatmıştı. Ama nenem neredeydi kimse bilmiyordu.
Tam bir saat elli dört dakika geçtiğinde Hicran hanım ve hala takımının ağlamalarına daha fazla dayanamayıp kendimi evin arkasındaki büyük ağacın dibine atmıştım. Dizlerim karnımda, çenem ise dizlerimin üzerinde boş boş kuru toprağı izliyordum. Elimden hiçbir şey gelmiyordu ve ben içimi kavuran şeyle sadece o ağacın dibinde oturabiliyordum.
İnsan dediğin bir işe yarabilmeliydi. Ama ben şu an kendimi dünyanın en gereksiz insanı gibi hissediyordum. Lanetliliğimde cabasıydı ayrıca. İçimdeki ses bile o gün bırakıp gitmişti beni.
Gitmedim dedi onun gittiğinden emin olduğum noktada. Korkuyorum sadece diye ekledi.
Cebimdeki telefon titrerken dünyanın en ağır yükü dizlerimdeydi sanki ve kafam dünyanın en ağır şeyiydi o an. Zorla kafamı kaldırıp cebimdeki telefonu aldım elime. Ekranda 'Bilinmeyen Numara' yazıyordu. Bankalar, alışveriş siteleri bile bana mesaj atmazken bu 'bilinmeyen numara' da kimdi Allah aşkına?
Elimde büyük duran telefonu tek elimle zapt edemeyeceğimi anlayıp kucağıma çektim ve mesaja tıkladım.
'Bir ablanın kardeşi için yapamayacağı şey yoktur değil mi? O zaman babanın hazırladığı ihale dosyasını sana göndereceğimiz adrese getirip kardeşini alabilirsin. Ama unutma. Tek başına ve kimseye haber vermeden. Kardeşinin yaşaması sana bağlı. Ama biraz da hızlı olman gerekli çünkü sadece elli dakikan var."
"Zühre?" dedi Korhan'ın sesi ben fal taşı gibi açılmış gözlerimle ekrana bakarken. Onun burada ne işi vardı? Ne zaman gelmişti? Kaç dakikadır buradaydı?
"Korhan?" dedim apar topar oturduğum yerden kalkıp. Ekranını kapattığım telefonu kotumun arka cebine sıkıştırdım alelacele. "Sen ne zaman geldin?"
"Şimdi geldim." dedi sandalyesini biraz daha bana yaklaştırırken. Elini uzatıp elimi kendi avcunun içine aldı. "Sen iyi misin?" İyi olup olmadığımdan emin olmak için her seferinde elimi tutuyordu. Peki öyle nasıl anlıyordu? Bu böyle elden anlaşılan bir şey miydi?
"Kardeşimden hâlâ bir haber yok..." dedim düşüveren sesimle. 'Sen gelmeden evvel bana bir mesaj geldi' diyemedim. 'O mesaj kardeşimle ilgili' de diyemedim. 'Kardeşimi bulmak için babamın işlerini alt üst etmem gerekiyor ve bunu kimseye söylememeliyim' hiç diyemedim. Onun yerine hafifçe yutkundum. Halimi üzüntüme verse olmaz mıydı? Ya da gitse, beni tek bıraksa.
🐦
'Gül Mahallesi 5. Çıkmaz Sokak Numara:7'
Sol elimde tuttuğum telefonumun ekranından tam on dördüncü kez baktım adrese. Ezberlemiştim zaten ama hafızamı yoklamak zorunda hissediyordum kendimi. Bir yerden bir ayrıntı kaçırırım diye ödüm kopuyordu.
Sonra kafamı sağ elimde tuttuğum mavi kapaklı dosyaya çevirdim. 'İhale' dosyası. İçinde milyon dolarlık bir teklifin olduğu, her detayının yazıldığı, sayfalarca kelimelerin özenle yazıldığı ve babamın emeklerinin olduğu dosya.
Bu dosyayı her kim istiyorsa epey kafaya takmış olmalıydı babamı ve bu ihaleyi. İhale, Urfa'nın en büyük otellerinin biriyle alakalıydı ve milyon dolarlık bir projeydi.
Derin bir nefes alıp telefonumu kapattım ve arka cebime sıkıştırdım. Sağ elimdeki dosyayı da sıkabildiğim kadar sıkıyordum. İhanet sayılır mı bu Zühre, babana?
'Bilmiyorum' der gibi omuz silktim iç sesime.
Elimdeki kağıt parçası birinin hayatını kurtaracak birinin emeklerini de hiç edecekti. Bakışlarımın odağında duvarlarının rengi atmış yeşil tek katlı ev vardı. 'Ev' diyordum lakin buraya ev demek pek de doğru gelmiyordu bana. Camları olmayan, her yeri dökülen bir yapıya ev denir miydi pek bilmiyordum.
Ve gerçekten korkuyordum...
Telefonumun ekranını bir kez daha gözlerimin önüne alırken bana verilen elli dakikadan sadece on dakika kaldığını görmek ise korkumu körüklüyordu.
Derin bir nefes daha aldım ve gözlerimi sımsıkı yumdum göz kapaklarımdaki baskı gitsin diye.
"Abla!" dedi bir anda arkamdan bir ses. Gözlerimi alelacele açarken oturduğum koltuktan ileri atıldım ve kollarıma koşan küçük sıçanı sarmaladım sıkı sıkı. "Ablam!"
"Zeynep! Buradayım! Bulduk seni!" dedim onu ne kadar sıkı sarabilirsem o kadar sıkı sararken. "İyi misin! Bana bak Zeynep! Bir şey yaptılar mı sana!" Hayatımın belki de şimdiye kadar yaşadığım en telaşlı anıydı. Bu sesi duymak, onu kollarım arasına alabilmek için tam kırk dakikadır bekliyordum ben. Onu bulmak içinse yirmi üç yıldan fazla beklemiştim.
"İyiyim abla." İri gözlerindeki ışıltının ardına saklanmış korkuyu görebiliyordum ama. Tekrar onu kollarım arasına alırken minnet dolu bakışlarım Korhan'ın üzerindeydi. Dudağında içten bir gülümseme vardı.
"Babanlar haber bekliyor." dedi elindeki telefonu bana doğru uzatıp. Numarayı çoktan tuşlayıp bana verdiğinde bana tek kalan 'Zeynep'i bulduk' demek olmuştu. Ben hiçbir şey yapmamıştım. O bulmuştu. Her şeyi o yapmıştı.
"Teşekkür ederim." dedim kollarımla bir yandan Zeynep'i sararken ona fısıltıyla. "Sözünü tuttuğun için teşekkür ederim."
"Ben tutamayacağım sözler vermem Serçe Kuşu."
"Ne zaman geldi bu mesaj sana?" Elimden öyle sert çekmişti ki telefonu. "Zühre!"
"Az önce. Sen yanıma gelmeden hemen önce." Ekrandaki yazıyı kaç kere okumuştu bilmiyorum ama her okuduğunda kaşları çatılabildiği kadar çatılmıştı. "Tamam verir misin artık telefonumu? Adres gönderecekler."
"Ya sonra?" Bakışlarını telefonumdan kaldırıp benim telaşla kavrulan mavi irislerimde sabitledi.
"Gidip kardeşimi alacağım hepsi bu."
"Tek başına?"
"Evet tek başıma. Görmüyor musun yazanları?"
"Gördüğüm için soruyorum Zühre! Babanın dosyalarını 'tek başına' gidip onlara vereceksin ve kardeşini 'tek başına' alacaksın öyle mi!" Neden cümlenin içinde kullandığı tüm 'tek başınaları' vurgulamıştı ki? Ne olacaktı sanki? Adamlar kimseye söyleme demişti ve ben ona söylemekle büyük hata yaptığımı düşünüyordum. Fark etmiyor muydu acaba? Zaman daralıyordu ve kardeşimi bulmak için bunu yapmak zorundaydım!
"Evet! Evet! Neyini anlamıyorsun! Evet! Babamın hazırladığı dosyaları alacağım ve gidip o adamlara vereceğim1 sence başka yolu var mı Korhan! Benim kardeşim kayıp! Zeynep kayıp!" Derin bir nefes alamaya çalışırken ellerimle saç diplerimi olabildiğince sert çekiştirmiştim. İçimdeki acı ve öfkeyi saçlarımdaki acıyla geçirebileceğimi sanıyordum hepsi bu. "Verir misin şu telefonu artık!"
"Yapma. Çekme saçlarını."
"Kardeşim kayıp benim." Sesimde canımı yakan bir titreme vardı. "Daha çok küçük..."
"Kardeşini bulacağız Serçe Kuşu. Kardeşini bulacağım." Sandalyesini ilerletip tam önümde durdu ve elimi kendi elinin içine aldı. "Sana söz veriyorum kardeşini bulacağım."
🐦
"Biraz daha kalsan olmaz mı abla?" Onun ağzından çıkan ve adımın yerine kullanılan bu kelimeyi yadırgamıyordum artık. Kabullenmiştim bile.
"Üç gündür buradayım küçük sıçan." dedim hafifçe burnuna dokunup.
"Kal biraz daha Zühre. Zeynep'i kırma." Bakışlarımı dudaklarında tebessümle bizi izleyen Hicran hanıma çevirdim. Saatlerdir odanın ortasındaki halının üzerine oturmuş Zeynep hanımın saçlarını öreceğiz diye uğraşıyorduk. Ben bu konuda berbattım. Hatta 'Balca yapsın o çok iyi yapar' desem de küçük sıçana dinletememiştim. Zeynep'e göre Balca çok konuşuyordu. Kime sorsan aynı şeyi der ama. Küçücük çocuk bile anlamış.
"Yine gelirim. Ama bugün gideyim artık olur mu?" dedim Zeynep'in öremediğim saçlarına minik bir öpücük bırakıp. "Sen de yemeğini ye uyu sonra."
"Teşekkür ederiz Zühre. Her şey için." Kapıdan çıkarken Hicran hanım elimi kavramıştı nazikçe. Fal taşı gibi açılmış gözlerimle bir ona bir de elinin içindeki elime bakıyordum şaşkınca. "Sen ve Korhan olmasaydı Zeynep'i nasıl bulurduk bilmiyorum. Yanımızda olduğun için teşekkür ederim." Ve sonra beni şaşkınlığın zirvesine oturtan o hamlesini yaptı.
Sarıldı. Hem de sıkı sıkı.
""Zeynep iyi olsun da..." dedim kendimi yavaşça geri çekerken. Ona karşı hâlâ daha çekingendim. Aslında o da bunun farkındaydı. Nasıl çekingen olmayacaktım ki hem. Kendimi bu evin ortasına düşen yıldırım olarak hissediyordum.
Ondan kaçar gibi alt kata indiğimde beni bekleyen bir adet Korhan ve Tahir ağa karşıladı salonda. Ve ilk defa babam ve Tahir ağanın olduğu ortamda gergin bir hava yoktu. Hatta gerginlik kokusu bile yoktu. Yüzlerinde gerginliğin izi hiç yoktu.
"Gelin hanım da geldiğine göre bize müsaade." dedi dizlerine hafifçe vurup oturduğu koltuktan kalkan Tahir ağa.
"Ben tekrardan size çok ama çok teşekkür ederim. Yardımlarınızı bir an olsun esirgemediniz. Kızımı bu kadar erken bulmama yardım ettiniz." Minnet vardı babamın bakışlarında. Bakışlarındaki minnetin aynısıyla da önce Tahir ağanın sonra da Korhan'ın elini sıkmıştı. "Özellikle sen Korhan oğlum." dedi. "Sen olmasaydın inan Zeynep'i nasıl bulurdum bilmiyorum."
"Ben bir şey yapmadım. Asıl siz ve çalışanlarınız yardım etti de beraber bulduk. Sadece iş yaptığınız insanlara biraz daha dikkat etmeniz gerekiyor. İşinizi yaparken ailenize de dikkat etmeniz gerekiyor." Cümle çok açıktı. En azından benim açımdan. "Ayrıca Turhan Akyüz konusunda da şikayetçi olmanızı tavsiye ederim. İşe aileleri karıştırmak olmaz. Hele de çocukları karıştırmak hiç olmaz."
Babam böyleydi. Yıllarca aşiretinin, işlerinin ve diğer insanların yükünü çekerken ailesine dikkat etmemişti. Ya da etmişti tek geride bırakılan bendim. Bilemiyorum.
"Gidelim mi Zühre?" dedi bana dönüp. Yüzündeki sakin tebessüm beni rahatlatıyordu. Başımla onu onaylayıp çıktık dışarı.
∞
"Hah hoşgelmişsiniz Zühre kızım." Nurdan hanım küçük konağa girdiğimde boynuma atlarcasına sarılmıştı. "Kardeşin iyidir değil mi?"
"İyi iyi. Maşallah hiç korkmuş gibi değil." Aklıma cin gibi halleri gelince gülesim gelmişti. Fazla cesur bir kızdı ben bundan emindim.
"Oh çok sevindim. Aman iyi olsun da. Küçücük sabi daha." Bir yandan da eliyle beni çekip üçlü koltuğa oturtmuştu. "Korhan nerededir kızım?"
"Onlar Tahir ağa ile büyük konağa geçtiler. İşle ilgili konuşacağız dediler."
"Demek doğru." dedi gülümsemesi büyüyen kadın. Peki 'doğru' olan neydi? Kafama takılan soru yüzümden de belli olmuş olacak ki kadın gülerek ellerimi kendi elleri içine aldı. "Korhan işine geri dönüyor."
"Nasıl yani?" Geçen gün şirketteki krizi çözmek için üst üste gitmelerinden mi bahsediyordu acaba?
"Sabah Uraz'a derken duyduydum. 'Babamla konuşup işlerin başına geçeceğim. Böyle olmuyor' diyordu. Oğlum eski haline geri dönüyor Zühre." Gözleri dolu dolu olmuştu ve sanırım buna 'sevinç gözyaşları' deniyordu.
"Sahi mi?" dedim şaşkınca.
"Vallahi öyle kızım. Oğlum eskisi gibi konaktan çıkıyor, eskisi gibi gülüyor, şimdi de işine geri dönüyor. Vallahi bunlar senin sayendedir."
"Ben ne yaptım ki Nurdan hanım?" dedim mahcup bir şekilde. "Benlik bir şey yok."
"Olmaz olur mu? Sen elinden tuttun. Oğlumu sen güldürüyorsun Zühre. Senin sayende olmayacak da neden olacak? Allah senden razı olsun kızım."
"Hayır Nurdan hanım. Ben hiçbir şey yapmadım. O kendi isterse yapar sadece. Dediğim gibi benim yaptığım bir şey yok." Ayağa kalktım ve kapıya doğru iki adım attım. O da peşimden kalkıp yanıma geldi.
"Doğru. Oğlum ne isterse kendi isteğiyle yapar. Babası istedi diye değil de kendi isteğiyle evlendi zaten seninle. Ama senin yanında o eskisi gibi değil. Oğlum altı yıldır gülümsemiyordu bile bize. Ama senin yanında gülümsüyor Zühre. Altı yıldır aha o kapıdan dışarı çıkmamıştı. Ama seninle çıktı. Şimdi de işine geri dönüyor. Eski hayatına adım adım geri dönüyor oğlum. Tek bir şey kaldı. O da tedavi olması. O sandalyeden kurtulacak biliyorum ve bunun senin sayende olacak Zühre."
"Ama..." diyecek oldum. Evet Korhan yavaş yavaş eski hayatına dönüyordu belki ama tedavi konusunda netti tavrı. Nasıl değişirdi bilmiyordum?
"Sen bunu onunla konuş olur mu Zühre? Ben bu konuda ağzımı bile açamıyorum ona. Lafını ettirmiyor. Uraz'a karşı olan tavrını da biliyorsun. Ama sen münasip bir dille dersin olur mu? Bir de bu konuştuklarımız aramızda kalsın." Ne desem de fayda olmayacak bir noktadaydık. Öyle inanmış bir halde bakıyordu ki kadın gözlerimin içine 'Ben konuşamam' diyememiştim. Hem konusu açılınca direkt kapatan birine 'Hadi tedavi olman lazım' nasıl denirdi ki? Korhan'ı o benden daha iyi tanıyordu.
"Ama Nurdan hanım..." dedim kadının tavrı karşısında.
"Ben ona 'hadi hava al, git biraz kafa dinle' desem gider miydi? Gitmezdi. Ama senle gideceği için gitti tatile. Sen iyi ki de kabul ettin oraya gitmeyi. Sen 'gidelim' demesen gitmezdi o ben biliyorum. İyi ki kabul ettin de ikna ettin Korhan'ımı. Dediğim gibi oğlum senin sayende kabul edecek bu tedaviyi de. Sen onu boşlama bu konuda."
Gözlerime umutla bakan kadının gözlerinden gözlerimi dış kapının kapanma sesini duymamla çektim.
"Ben gideyim kızım. Sen Korhan'ımı ihmal etme."
"Bakın Nurdan hanım. Siz oğlunuzu benden daha iyi tanıyorsunuz. Korhan istemediği hiçbir şeyi yapmaz. Ben konuşmuşum ya da konuşmamışım fark etmez zaten. Ama dediğim gibi. Onunla konuşmak da sadece onun canını sıkar. Ben konuşurum ama o kendi istediğinden başkasını yapmaz. Benim konuşmamın da zaten o noktada bir yararı olmaz. Endişenizi anlıyorum, oğlunuza olan düşkünlüğünüzü de görüyorum. Ama beni de anlayın Nurdan hanım." Bir şey demedi nurdan hanım. Elimle yüzümü sıvazlayıp çıkıp gitmişti.
Derin bir nefes aldım ve salondan dışarı çıktım ben de. İlerleyip Korhan'ın odasının önünde durdum ve kapıyı iki kez tıklatıp beklemeden kafamı uzattım içeri.
"Gelebilir miyim?" dedim yavaşça. Pencerenin önünde sırtı kapıya dönük halde dışarıyı izliyordu. "Zeynep'e kalsa bugünde orada kalmamı istiyordu." Hafifçe gülüp kapıyı kapattım arkamdan. "Ama ne demişler misafirliğin kısası makbul." Ellerimi pantolonumun cebine yerleştirip ona doğru iki adım attım. "Maşallah hiç korkusu yok. Ne ağladı ne zırladı."
"Cesur bir çocuk." dedi dümdüz bir sesle. Hâlâ daha manzarayı izliyordu. Ben de yanına vardım ve kararmaya başlayan gökyüzüne çevirdim bakışlarımı.
"Yok mu sayıyor yaşadıklarını anlamıyorum ki." dedim omuz silkip. Bahsetmiyor bile. Sadece ilk gün biraz bahsetti o kadar. Neyse iyi olsun da. Bir gün daha kalsam başımın etini yiyecekti. Aman Balca ve Günce'nin başının etini yesin. Onlara musallat olsun küçük sıçan." Küçük bir kahkaha attım.
"Öyle." dedi. Ses tonunda bariz bir umursamazlık vardı ve ben bunu neye borçlu olduğumuzu bilmiyordum. Kafasını benden tarafa çevirmemeye yeminliydi belki de o an. Çünkü demine kadar bir şeyi yoktu.
"Bir şey mi oldu?" dedim merakla. "Neyin var senin?"
"Bir şey yok." dedi geçiştirircesine. Yatağa doğru döndürdü sandalyesini ve ilerletti.
"Bir şey olmuş olmalı. Niye o zaman böylesin?"
"Nasılım?" dedi odaya girdiğimden beri ilk defa bana dönerken. Suratındaki ifadesizlik biraz dikkat çekiciydi. Bir şey olmuş Zühre...
"Mesafeli. Bir şey mi oldu? Canın neye sıkıldı senin?"
"Sırf annem istediği için mi benimle ilgileniyorsun sen?" dedi bir anda. Sesi biraz yükselmişti. Yüzündeki ifade de sertleşmişti.
"Anlamadım? O ne demek?"
"Bir soru sordum Zühre. Sen sadece annem istediği için mi benimle muhatap oluyorsun? Ya da şöyle sorayım; sen sırf annem istediği için mi bana iyi davranıyorsun?"
"Sen iyi misin ya? Nereden çıkardın bunu? Hem ne demeye çalıştığını hiç anlamadım!" Benim de ses tonum yükselirken ona doğru bir adım attım ama sandalyesini geri çekmişti.
"Sırf beni tedaviye ikna etmek için bana güler yüz gösteriyorsun sen?"
"Bunu nereden çıkardın?" dedim şaşkınca. Allah aşkına yarım saat öncesine kadar iyi olan adama ne olmuştu böyle?
"Demin annemle öyle konuşuyordunuz salonda! Münasip bir dille bana tedavi olmamı söylemeni istiyordu annem! Yalan mı Zühre! Ne zamandan beri annemin dedikleriyle yüzüme gülüyorsun!"
"Her şeyi yanlış anlamışsın..." dedim mırıltı gibi. Demin Nurdan hanımla konuşmalarımızı duymuş olmalıydı ve içinden sadece cımbızla çekip yorumlamıştı bana söylediklerini.
"Senin herkesten farklı olduğunu sanmıştım. Senin diğerleri gibi bana acımadığına inanmıştım!"
"Acımak mı! Sana neden acıyayım ben! Neler diyorsun sen ya!"
"Doğru ya en başta anlamam lazımdı!" dedi gülerek. Tamamen sinirinden gülüyordu. "Durup durup bana 'neden tedavi olmuyorsun' diyordun. Gülnare ile de bu yüzden konuşmuştun değil mi? Sen de herkes gibi gidip hastaneye yatayım diye düşünüyorsun!"
"Saçmalıyorsun." dedim sakince. "Kafanda türlü senaryolar kurmuşsun ama gerçekten saçma. Senden iyi senarist olmaz." Kafamı iki yana sallayıp pencerenin tam önüne vardım.
"İlk defa bana acımadan bakan biri var demiştim. Ama yanılmışım..." dedi sona doğru düşen sesiyle.
"Öyle mi?" dedim sertçe. "Böyle düşünüyorsun yani!"
"Ben senin samimiyetine inanmıştım Zühre. Ama unutmuşum."
"Neyi?"
"Biz kardeşlerimizi kurtarmak için girdik bu yola. Samimiyet, arkadaşlık belki de ötesi fazla. Sınırları korumak zorundaydık en baştan."
İnsanın boğazına oturan yumru nasıl taştan sert, bıçaktan keskin olabiliyordu anlamıyordum ama onun sözleri aynı tarif ettiğim yumru gibi olmuştu boğazımda. Derin bir nefes aldım bir şeyler demek için araladım dudaklarımı. Sonra geri kapattım yavaşça.
Ona diyecek bir sürü kelimem, bir sürü haykırışım vardı ama gücüm yoktu. Kelimelerimin gücü yoktu.
Hızlı adımlarla kapıdan çıkarken son kez dönüp baktım ama o bakmıyordu bile. Boğazıma oturan yumru kadar olmasa da sertçe çarptım kapıyı ve çıktım.
🐦
"Bir çay daha koyayım mı kızım?" Çay harareti bastırır derlerdi. Peki ben her içtiğim çayda neden daha da hararetleniyordum? İçim neden yandıkça yanıyordu. Deyimdeki o çay bu çay değil miydi yoksa?
"Koy be amca." dedim gülerek. Elimle hafifçe önümdeki tahta tabureye vurdum. Ne bu sarhoştan bozma hareketler Zühre? Çayla mı sarhoş olmaya karar verdin yoksa!
Omzumun üzerinden dükkanın önünde duran gri Range Rover'a bir bakış attım. "Yanlış park etmedim değil mi amca?" dedim çay ocağında çayımı tazeleyen ve adı 'Kasım' olan yaşlı amcaya doğru. Uzun bir zamandır burada yedinci bardak çayımı içerken tanış olmuştuk.
"Yok kızım. Münasip orası."
"Aman emanet de o bana. Çekilir falan. Başımıza iş almayalım akşam akşam."
"Merak etme. Çekilmez." Önüme çayımı bırakırken bir tane de bisküvi iliştirmişti tabağına. Bisküviyi kırıp çaya bandım ve ağzıma attım.
Öfke doluydum. Hatta öfke taşıyordum etrafa. Ve öfkemi bastırmak için bu eski dükkanda çay içiyordum anca. Çay ne öfkemi bastırıyordu ne de hararetimi alıyordu. O çay bu çay değil Zühre... İç sesim alnına vurdu bezgince.
"Bir çay da bana koyar mısın Kasım amca?" dedi karşımdaki tabureyi çeken sesin sahibi. Pamir...
"Koyarım tabi Pamir oğlum. Hoş gelmişsin."
"Nasılsın Zühre?" dedi benim üzerimdeki ölü havaya zıt bir coşkuyla.
"Pamir?" dedim şaşkınca. "Sen ne arıyorsun burada?"
"Çay içmeye gelmiştim. Sonra seni gördüm burada. Böyle pat diye oturdum ama rahatsız etmedim inşallah. Birini bekliyorsan eğer gidebilirim." Tereddütlü bir ifade oluşmuştu yüzünde. Hatta kalkmak için hamle de yapmıştı.
"Yoo..." dedim ölü gibi. "Beklediğim biri yok. Bekleyenim yok. Bekleyeceğim yok. Hatta birini beklemek ve özellikle 'beklemek' istemiyorum."
"Yine mi yanlış zaman?" dedi gerisin geri tabureye oturup. Siyah kumaş pantolonunun dizlerindeki tozları silkeledi.
"Hiç doğru zamanı olmaz mı insanın diye sorsana bir?" dedim gülerek. "Ya da hiç doğru olamaz mı insan?"
"Olduğun yere göre değişir. Bazılarının hayatında yanlış olman senin yanlış olacağını göstermez ki." dedi önüne gelen çayına iki şeker atıp karıştırırken. "Yani insanların." diye ekledi.
"Aman." dedim elimi havada sallayıp. "Yanlışlar ve doğrular çok da umurumda değil. Kim yanlış kim doğru o da umurum da değil. Çay içelim." dedim elimdeki bardağı havaya kaldırıp. Bardağını getirdi ve hafifçe benimkine tokuşturdu. Cebindeki telefon çalınca elindeki bardağı ilk o geri çekti ve telefonu kulağına götürdü.
"Tamam." dedi suratı birden ciddi hal alırken. "Hemen geliyorum. Ben gelmeden başlamayın. Bekletin." Telefonu kapattı ve bana dündü.
"Bir şey mi oldu?" dedim değişen ifadesine. Suratı düşmüştü.
"İşle ilgili. Benim şimdi gitmem lazım Zühre. Ama sonra tekrar çay içerken doğrulerı ve yanlışları konuşmak isterim." Cebinden cüzdanını çıkartırken mani oldum ona.
"O kadar çok çay içtim ki sen ödemesen daha iyi." Ama oralı olmadı. Çıkardığı paraları masadaki küllüğün altına koyup hızla çıktı dışarı. Benim de ağzımda çayın verdiği tuhaf tat yüzünden bir ekşilik oluşmuştu. Ben de yerimden kalkıp bu sefer doğru park ettiğim arabaya doğru ilerledim.
"Ne yapalım?" dedim direksiyona geçerken. "Bebek doğana kadar idare edeceğiz işte."
Konağa geldiğimde avluda kimse yoktu. Hem büyük konağın hem de küçük konağın ışıkları sönmüştü. Uyumuş olmalılardı. Cebimdeki telefonu açtım ve saatin gecenin on birine yaklaştığını görünce kendi kendimi onayladım ve istemeye istemeye küçük konağa adımladım.
Kapıyı açarken sessiz olmaya da gayret ediyordum bir yandan. Ayakkabılarımı sessizce çıkartıp parmak uçlarımda kendi odama doğru ilerlerken benim sessizliğime zıt yüksek ses durdurdu beni.
"Nereden geliyorsun Zühre!"
Bakışlarım salonun açık kapısından içeri çevrilirken karanlıkta tek başına oturan Korhan'la göz göze geldim.
"Korhan?" dedim onu orada karanlıkta otururken görmenin verdiği şaşkınlıkla.
"Nereden geliyorsun Zühre?" Ses tonunda gram değişiklik olmadan yine aynı soruyu sordu. Çay hararetimi almamış daha da beni hararetlendirmişti ya kulaklarımdan buharlar çıkıyordu.
"Ne yapacaksın?" dedim ters bir ifadeyle. Oralı olmadan iki adım atıp odama ilerlemiştim ki tekrar deminkinden daha sert sordu.
"Sana diyorum! Nereden geliyorsun Zühre!"
"Sana ne!" dedim geri hızla dönüp. "Seni neden ilgilendiriyor!"
"Soruma cevap ver!"
"Pardon! Bunu bana kim olarak soruyorsun! Ya da bunu bana sormaya hakkın var mı desem daha doğru olur!" Elimle sertçe kapı pervazına vurdum. Pencereden vuran loş ışık yüzünde küçük yansımalar oluşturuyordu ve yüzü onu tanıdığım andan beri ilk defa bu ifadedeydi. Ama ben bana bakan adamın yüzündeki bu ifadeyi tanıyamıyordum.
"Laf kalabalığı yapma Zühre! Nereden geliyorsun! Ya da şöyle sorayım; kimin yanından geliyorsun!"
"Bu seni niye ilgilendirsin! Sen bugün kafanı bir yere vurdun herhalde! Saçma sapan konuşuyorsun! Bir uyu da kendine gel istersen!"
"Zühre soruma cevap ver!"
"NEDEN! SANA HESAP MI VERECEĞİM BEN! UNUTTUN HERHALDE! BİZ SADECE KARDEŞLERİNİ KURTARMAK İÇİN BİR ARAYA GELEN İKİ YABANCIYIZ! SAMİMİYET YOK! ARKADAŞLIK YOK! ÖTESİ HİÇ YOK!"
Delirme çizgimi de nihayet geçtiğime göre istediğimi yapmamda bir sakınca yoktu öyle değil mi? Ayrıca sınırları hatırlatan oydu. Ben de onunla aramızda olan sınırları çiğnemiyordum ki zaten.
"Unutuyorsun Zühre." dedi deminkine nazaran daha normal bir sesle. Ama hâlâ sesindeki sertlik yerini koruyordu. "Benim soyadımı taşırken dikkat etmen gerekenler var."
"Öyle mi!" dedim tam sandalyesinin önünde durup ellerimi sandalyesinin kolçaklarına yerleştirirken. Burnumdan ateş soluyordum. Saçlarım yüzüne doğru düşerken oralı bile olmamıştı.
"Öyle!" dedi o da en az benimki gibi.
"Neymiş o noktalar!"
"Sen büyük bir aşiretin gelinisin Zühre! Arslanoğlu ailesinin gelinisin!"
"Başka?"
"Sen benim karımsın! Her ne kadar kağıt üstünde de olsa bile."
"Başka?"
"Bu çatı altında ne yaptığınla ilgilenmem ama dışarıda ne yaptığın beni ilgilendirir! Dışarıda kiminle olduğun beni ilgilendirir!" Alev püsküren gözlerim ve alev püsküren gözleri arasında sadece santimler varken hafifçe gülümsedim dediği karşısında.
"Kimsin sen?" dedim biraz şaşkın biraz da sitemli bir dille. "Ben kimle konuşuyorum şu an?"
"Sen kimle konuşuyorsun biliyor musun? Sen-"
O sırada kulaklarıma polis sirenlerinin sesi doldu. Eş zamanlı olarak kapı açılırken Uraz'ın telaşlı sesi doldurdu odayı.
"Polisler geldi!"
"Ne!" ikimiz de şaşkınca bakışlarımızı Uraz'a çevirirken kendimi geri çektim ve önüme düşen saçlarımı geri ittim. "İyi de ne olmuş ki? Birine bir şey mi oldu?" Bakışlarımın odağında Uraz vardı.
"Bilmiyorum." Derken omuz silkti ama yüzündeki telaş pek iyi değildi.
"Oğlum ne istiyorsunuz benim oğlumdan?" Kapıya doğru ilerlerken önde Nurdan hanım ve Tahir ağa arkada ise dört polis girdi görüş açıma. Nurdan hanım polislere eliyle mani olmaya çalışıyordu.
"Korhan Arslanoğlu?" dedi diğerlerinden bir adım önde duran kırklı yaşlardaki polis.
"Buyurun benim." Biz şaşkınlıkla ne oluyor diye bakarken o serinkanlılıkla duruyordu.
"Bizimle emniyete geleceksiniz. Hakkınızda şikayet var."
"Konu neydi?"
"Emniyette öğrenirsiniz."
Nurdan hanım, Nevide, ve diğer konak halkı ağlarken Korhan gayet rahat bir şekilde ilerlemeye başladı dışarıda.
"Oğlumun durumu." dedi Tahir ağa araya girip. "Özel bir durumu. Ne olduğunu öğrenebilir miyiz? Bu şekilde götüremezsiniz."
"Baba. Bir şey yok. Neymiş öğrenip gelelim." Babasının sözünü net bir şekilde kesip polislerin eşliğinde arabaya doğru ilerledi.
Böyle gidemezdi. O arabaya binmesi sandalyesiyle imkansızdı. Ama kimse dinlemedi. Uraz onu kolları arasına alıp polis arabasına yerleştirdiğinde bile itiraz etmedi.
🐦
"Nereye götürdüler oğlumu! Uraz nereye götürdüler! Tahir bey bir şey yap!" Emniyet müdürlüğünün bahçesine geldiğimizde araba durar durmaz atmıştı kendini Nurdan hanım dışarı. Kendisine 'sakin ol' diyenler pek de başarılı olamıyordu maalesef.
"Nurdan annem sen sakin ol. Ben bakacağım. Prosedür gereği getirdiler onu buraya. Bir şey olmayacak."
"Ben anlamam ondan bundan! Oğlumu göreceğim ben!"
"Sen dur biz bakacağız. Nevide sahip çık yengene." Nevide ve Dilber hanım Nurdan hanıma mukayyet olmaya çalışırken Tahir ağa ve Uraz binaya doğru yürümeye başlamışlardı.
Ben de indim arabadan.
"Zühre sen gelme." dedi benim de peşlerine takıldığımı fark eden Uraz geri dönüp.
"Hayır geleceğim." dedim onu umursamadan.
Binaya girmeden kimliklerimiz alınmış, üstümüz aranmıştı. Sanki içeri girip bir şey yapabilecektik bu kadar polis arasında. Alt tarafı Korhan'a ne olmuş öğrenmemiz lazımdı hepsi bu.
"Ne tarafa götürdüler?" dedi Uraz hepimizden önce girişteki memura. Sesinin hararetli çıkmasından dolayı masada oturan memur pek de hoş olmayan ifadeyle süzmüştü onu.
"Göremezsiniz. İfadesi alınacak." dedi Uraz'ı muhatap alıp ters bir ifadeyle.
"Bakın memur bey." diye araya girdi Tahir ağa. Uraz'a ve bana göre daha sakin ve yapıcı konuşuyordu. "Benim oğlum apar topar buraya getirildi. Fakat özel bir durumu var. Bu şekilde olmaz."
"Göremezsiniz. Savcı girecek onun ifadesine."
"Müdürünüz Kemalettin Bey ile görüşmek istiyorum. Oğlumun sağlık durumu riskli ve bu şartlarda ifade veremez."
"Raporunuz nerede? Raporunuzu sunar, özel izin istersiniz."
"Kardeşim yürüyemiyor! Bünyesi zayıf! Ben onun özel sağlıkçısıyım! Neyini anlamıyorsunuz acaba!" Patlamıştı en sonunda Uraz. Memurun ifadesi sertleşirken hışımla yerinden doğrulmuştu. Uraz da elini masaya vurmasa iyiydi ya.
Geri iki adım atıp ellerimi saçlarıma daldırdım ve sakin olabilmek adına sertçe çekiştirdim.
"Zühre?" dedi sol tarafımdan bir ses. Ellerimi saçlarımdan çekip soluma doğru çevirdim bakışlarımı. "Senin ne işin var burada?"
"Pamir?" dedim şaşkınca. Asıl onun burada ne işi vardı? Yoksa bugün günlerden 'Dünya polis merkezinde buluşma günü' falan mıydı? "Asıl senin ne işin var burada?"
"Sayın savcım." dedi ben şaşkınca Pamir'e bakarken onun hemen yanı başındaki elinde dosya tutan adam. Bu hitabı Pamir için mi kullanmıştı. "Şüpheli Korhan Arslanoğlu'nu getirmişler. Sorgu için sizi bekliyorlar." Şaşkınlığım katlanarak artıyordu.
"Ne?" dedim şaşkınlığımdan dolayı sesim mırıltı gibi çıkarken. "Savcı mı?"
"Sen neden buradasın?" dedi dosyaya bakmadan bana doğru çevirerek bakışlarını.
"Zühre Korhan'ın eşi, benim de gelinimdir." dedi yanı başımıza gelen Tahir ağa. "Oğlumu neden getirdiğinizi bilmek hakkımız sayın savcım."
Pamir'in bana karşı olan bakışları mı yoksa benim Pamir'e karşı olan bakışlarım daha şaşkındı bilmiyorum ama bu akşam şok üstüne şok geçiriyordum. Göz kapaklarımda o bilindik rahatsız edici baskı vardı ve giderek artıyordu.
"Cinayet şüphesi..." dedi bakışlarını benden çekmeden.
🐦
B Ö L Ü M S O N U
Nasıl buldunuz bölümü?
Sizce ne olacak bundan sonra?
Korhan'a ne oldu?
Peki ya Pamir?
Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın.
Beni buradan seydnrgrsu, instagramdan ve Tiktok'tan takip edip editlere, duyurulara ve videolara ulaşabilirsin.
#şeydanınkalemi
#serçekuşu
#eliftöre
#zührehanoğlu
#korhanarslanoğlu
seydanurgursu |
0% |