Yeni Üyelik
20.
Bölüm

Serçenin Yuvası

@seydnrgrsu

"Senin için zamanı durdururum"

 

SERÇENİN YUVASI

 

 

🐦

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Korhan!" avaz avaz değil de cılız bir haykırıştı sesim. Boşlukta yönünü arayan küçük bir kız çocuğunun korkulu bakışlarıyla gidecek bir yer araması gibi.

 

Adımlarım seri ama nereye, hangi yöne gideceğini bilmiyordu. Çevremde tuhaf bakışlar, 'Ne oluyor' diye soran garip insanlar vardı.

 

Biraz içgüdüsel biraz da etrafımdaki insanların şaşkınca yol göstermeleriyle dördüncü kat en sondaki odaya vardı adımlarım.

 

"Korhan!" Destursuz dalışımla odadaki tüm bakışlar beni buldu. Benim bakışlarım ise hızlıca herkesi taradı ve onda sabit kaldı. "Korhan..." Cılızdı sesim. Nedenini bilmediğim bir şekilde cılızdı.

 

Elinde mavi kapaklı bir dosya vardı. Bakışları beni bulunca dosyayı kapattı. "Zühre?" eğildiği masadan kaldırdı başını ve şaşkınlık dolu bakışlarını sabitledi bana. "Zühre bir şey mi oldu?"

 

"Konuşabilir miyiz?" dedim kupkuru çıkan sesimle. Sesimi ayarlamak zordu. İçeride ben ve ondan başka tam altı kişi vardı. Ben az önce bir toplantının ortasına girmiştim dan diye. Girmek ne ki böldün Zühre hatta daldın pat diye...

 

"Bizi yalnız bırakır mısınız?" Sesi odadakilere bir emir oldu ve masanın etrafında dizilen insanlar hep birlikte çıktı dışarı. Kapının kapandığından ve herkesin çıktığından emin olduktan sonra adımladım yanına hızlıca. Pantolonumun arka cebine sıkıştırdığım telefonumu çıkartmaya çalıştım.

 

"Ellerin titriyor. Ne oldu sana?" Sıcak parmakları ondan soğuk olan tenime değince irkilip gitmiştim. Güç bela telefonu çıkardım ve az önce aldığım mesajı açıp telefonu masanın üzerine bıraktım. Şaşkınlık dolu bakışlarını benden çekti ve masanın üzerindeki telefona çevirdi. Mesajı okumak hepi topu iki saniyeydi ama o tam yedi saniye ekrana baktı. O baktıkça kaşları çatıldı. Masanın üzerinde duran kendi telefonunu aldı ve Uraz'ın numarasını tuşladı. "Osman'ı da al odama gel!"

 

Tırnaklarımın kenarını kemiriyordum.

 

"Seni buraya kim getirdi?"

 

"Kimse getirmedi. Kendim geldim."

 

"Ne demek kimse getirmedi? Sen konaktan buraya kendi başına mı geldin?" Soru sormuyordu. Kurduğu cümleler soru cümlesinden bir hayli uzaktı. Hem beni kimin getirip kimin getirmediğinin ne önemi vardı Allah aşkına?

 

"Konumuz bu mu! Mesajı görmedin mi sen!" Elimi sertçe masaya vururken gözünü bile kırpmadı, göz bebeklerimden bir saniye ayırmadı gözlerini.

 

"Gördüm. Sen böyle bir mesaj aldın ve hiçbir önlem almadan kendi başına mı çıkıp geldin konaktan? Neden aramadın Zühre?"

 

"Bir de onunla mı vakit kaybetseydim? Korhan görmüyor musun sen mesajı? Konumuz konaktan nasıl geldiğim mi olmalı sence? Olmadı sabah kahvaltıda kaç zeytin yediğimi de konuşalım!" Delirme çizgimi geçmiştim. Sesim odanın dışına taşıyordu.

 

"Yedi." dedi dümdüz bir tonda.

 

"Ha?" Sinirim havada şaşkınlığımla kalakaldı. " Hey güzel Allah'ım ya!" Ellerimi yukarı kaldırıp sabır dilenmeye başladım. "El elin eşeğini türkü çağırarak arar dedikleri bu olsa gerek! Eşek olan abim o konuda bir itirazım yok! Ama bu adam benim sabrımla oynuyor az kaldı delireceğim yüce Rabbim!"

 

"Korhan?" Ben ellerimi yukarı kaldırmış sabır dilenirken odanın kapısı açıldı ve önde Uraz arkada Osman girdi. "Bir şey mi oldu?"

 

Korhan parmaklarının ucuyla masanın üzerindeki telefonumu ileri doğru itti bakmaları için. Uraz 'Ne oluyor' der gibi kısa bir bakış atıp masaya ilerledi ve telefonu eline aldı. Osman ise onun omzunun üzerinden baktı telefona.

 

"Yok amına koyayım." Telefondaki mesajı okuyunca gözleri şaşkınlıkla irileşti. Sonra ne dediğini idrak edip eliyle ağzını kapadı. "Pardon Zühre."

 

"Ne pardonu sen de. Ben de ilk görünce böyle tepki verdim. Genelde böyle tepki veriliyor." Sözlerimdeki iğneler Korhan'a doğru gitti ama ona ulaşamadı. Hatta oralı bile olmadı.

 

"Ne zaman geldi bu?" Osman geldiğinden beri ilk defa açmıştı ağzını. Sesi de duruşu da ciddiyetini koruyordu. Bakışları benden kayıp Korhan'a çevrildi.

 

"Çok olmadı. Kızlarla dışarı çıkacaktım. Balca ve Günce beni bekliyordu. Hazırlanırken geldi. En fazla yarım saat oldu belki daha az. Görür görmez de buraya geldim işte." Korhan elini şaşkınca beni izleyen Uraz'a doğru uzattı. Uraz şaşkın bakışlarından ve tavrından ödün vermeden telefonu Korhan'a uzattı.

 

"Bilişimden birini çağırayım mı abi?"

 

"Gerek yok Osman." Korhan telefonu eline aldı ve çekmeceden çıkardığı kablonun bir ucunu telefona diğer ucunu da önünde açık duran bilgisayara taktı. Gerginlikten orta yerimden ikiye ayrılmak üzereydim. Ellerimi saçlarımın arasına daldırdım ve acımalarına aldırmadan sertçe çekiştirdim. "Yapma..." diye mırıldandı dikkati ekranda olan Korhan.

 

Ama sakin olamıyordum. Endişeli adımlarım geniş odayı baştan başa dövüyordu.

 

"Biri belki de şaka yapmıştır Zühre. Olabilir bence." Ve sinirim doruklarına ulaşmıştı Uraz'ın gevşek cümlesiyle. Elimle gömleğinin yakasını bir hışım kavrarken alev saçan bakışlarım esir aldı onu.

 

"Gerizekalı! Düpedüz tehdit mesajı bu! Ne şakası!"

 

"Tamam tamam tamam." Ellerini 'teslim' olurcasına havaya kaldırdı. Şaşırmıştı ani hareketim karşısında. "Ben ortam yumuşasın diye şey ettim."

 

"Senin yumuşamana da ortamına da sokarım Uraz!" Yakasını bırakıp sertçe omzuna vurdum ve geri çekildim. "Ben polise gidiyorum!" dedim avaz avaz. Durduğum yerde duramıyordum.

 

"Zühre sakin olur musun?" Niye hepsi papağan misali sakin olmamı söylüyorlardı ki? Ortadaki sorunu görmüyorlar mıydı yoksa hepsinin o gün kör olası mı tutmuştu? Ya da benim delirme saatim gelmişti de geçmişti bile. Az önce delirdin sen Zühre.

 

"Olur başka ne olayım? Ya siz manyak mısınız! Aldığım mesajı görmüyor musunuz siz benim! Babam... Babam tehlikede! Zaten direkt polise gitmem lazımdı benim!" Pişman olmanın pek sırası değil sanki ha Zühre...

 

"Bak şu an mantıklı düşünemiyorsun. Evet ortada bir sıkıntı var-"

 

"Sen tehdit mesajına sıkıntı demeyi mi tercih ediyordun Korhan!" Masanın üzerinde duran dosyaları tutam halinde alıp tekrar çarptım masaya. Kağıtlar savrulup gitmişti etrafa.

 

"Kendine gel Zühre!" Sesi onu tanıdığımdan beri ilk defa yüksek değildi. Bu onu bağırırken ilk duyuşum değildi. Ama bana karşı ilk defa yüksekti. Eğer narin kızlardan olsaydım bu hamlesi karşısında gözlerim dolar, alt dudağım titrer ve kapıyı çarpıp çıkardım. Ama ben öyle bir kız değildim. Bu güne kadar tek damla göz yaşı dökmemiş olmam da cabasıydı. Masanın üzerinde ona doğru eğildim ve elimi sertçe masaya vurdum. Deli damarımın da bir dayanma noktası vardı ve 'yeter' noktasını aşıp çat diye çatlamıştı. Adımın Serçe Kuşu olduğunu unutuyordu sanırım.

 

"Kendimdeyim! Ama sen de kendine gel Korhan Arslanoğlu!" dedim tane tane. "Ortada bir tehdit mesajı var ve tehdit edilen benim babam ve abim. Bu mesaj da bana geldi. Yardım edeceksen et. Etmeyeceksen ben polise gideceğim."

 

"Bak Zühre." Önündeki bilgisayarı hızla sola doğru itti ve başını bana doğru uzattı. Aramızdaki santimler sıfırlanmış sık nefeslerimiz birbirine çarpmaya başlamıştı. "İşin ciddiyetinin farkındayım. Senin de farkında olman için sana sakin ol diyorum. Konu abinle başladıysa bu beni de ilgilendiren bir durum çünkü işin ucunda benim de kardeşim var. Ayrıca bu sandığından daha ciddi bir şey haberin olsun."

 

"Ee?" dedim sinirle solumaya devam edip. "Ne oluyor anlat o zaman Korhan Arslanoğlu!"

 

"Belki şakadır?" dedi arkamızdan cılız bir şekilde Uraz. Hâlâ daha şaka teorisinde ciddi miydi bu çocuk Allah aşkına?

 

"Sikerim belanı Uraz!" Korhan ve benim ağzımdan aynı anda aynı sinirli tonlamayla döküldü kelimeler. Üç a sınıfı korosundan Zühre ve Korhan gururla sunar. Uraz ağzına görünmez bir fermuar çekip yutkundu sesli bir biçimde.

 

"Hat kullan at..." diye mırıldandı Korhan masada en sola kaymış bilgisayara tekrar bakıp. "Bir şey çıkmaz anlayacağınız." Bu öyle hemen anlaşılan bir şey miydi ya? "Osman sen yanına bir iki kişiyi daha alıp Hanoğlu Konağına git. Uraz sen de Balca ve Günce hanımı al. Ayrıca onların bizim konağa yerleşmelerini sağla. Yarım saat sonra herkes konakta olsun. Erdem'i de kap gel Osman." Sandalyesini masadan uzaklaştırdı ve bizden tarafa doğru ilerletti. Uraz ve Osman ise aldıkları komuta itiraz etmeden kapıya doğru yürümeye başlamışlardı.

 

"Biz ne yapıyoruz Allah aşkına?" dedim ona doğru dönüp. Tam yanımda durmuştu. "Neler oluyor?" Sesime bir korku yerleşmiş ve ben bundan nefret eder olmuştum. Her parça bir tarafa dağılmış ve ben toparlayamıyordum.

 

"Korkma tamam mı?" Sıcak parmakları koluma dolandı. "Korkma. Baban da abin de hiç kimse zarar görmeyecek." Sesindeki derin şefkat ona güven duymam için bağırıyordu. Zaten başka seçeneğim de yoktu.

 

Gözleri, yüzü, omuzları ve bedeni hâlâ yorgundu. Beş gün önce yaşadığı o büyük krize rağmen bana burada sonsuz güven veren bir gülümsemeyle bakıyordu.

 

Önden hızla adımlayıp kapıyı açtım ve onun geçmesi için kenara çekildim. Uzun geniş koridorda onun hızlı gidişine adımlarımı uydurdum ya da o benim hızlı adımlarıma kendini. Arada bir dönüp bana bakıyordu.

 

"Korhan?" dedi biz asansörün önüne ulaştığımızda arkadan narin bir ses. Az önce bu narin sesin sahibi kaba bir şekilde kovmamış mıydı bizi?

 

Kovmuştu. Hem de kırmızı ruja buladığı dudaklarını büze büze kovmuştu. Şimdi kırmızı ruju deminkinden daha kırmızıydı.

 

"Aa gidiyor musun hemen?" Sesinde sahici olmayan bir şaşkınlık vardı. Yanımıza gelirken ozon tabakasını bir tur daha deldi hatta belki de süzgeç haline getirdi. Bilemiyorum.

 

"Evet Ferda." Korhan pek de oralı olmadı. Bize Kapı yerine eşlik eden başka bir koruma seri bir şekilde asansörün düğmesine basmıştı o sırada.

 

"Şaka yapıyorsun." dedi ısrarcı bir laubalilikle. Belki de laubali değildi. Ben öyle anlıyordum o an. Öyle anlamak istiyoruz! "Ee döndün ama artık değil mi? Buradasın yani." Tüm kozmetik sektörü onun üzerinden para kazanıyor olmalıydı. Balca ile çok iyi anlaşırlardı.

 

"Sonra konuşalım mı Ferda?" Korhan'ın bakışları beni es geçti ve ona çevrildi. Ferda gür kumral saçlarını geri savurup ona bir adım daha attı.

 

"Ben de tam senin yanına geliyordum. Biliyorsun sabah kahvemi içmeden başlayamıyorum. Hem şu siber-"

 

"Sonra Ferda." O sırada asansör bizim kata ulaşmıştı.

 

"Gidiyor musun?" Cümledeki fiilleri hep tekildi. Bu adam yalnız değildi ki burada! Biz neciydik Allah aşkına! "Şirket bu durumdayken? Korhan siber saldırı var sistemde. Tüm gönderimler durdu. Akşamdan beri neler yaşanıyor. Tüm ihracat işi aksadı."

 

Asansör açılmış Korhan benden önce girmişti kabine. Bende girip tam yanına dikildim. Ferda hanım iri iri açtığı gözleriyle şaşkınca bakıyordu gidişimize.

 

"Nasılsa kahveni içip kendine gelmişsin Ferda. Ben gelene kadar idare de edebilirsin." Ve uzanıp kapıları kapatan düğmeye bastı.

 

"Köy yanar deli taranır derlermiş." diye mırıldandım kendi kendime kollarımı göğsümün altında birleştirirken. Zaten ondan girişte sinirimi çıkaramamıştım. Bir de kokusu burnumda kalmıştı iyi mi? "Aa gidiyor musun hemen." Sesimi onun gibi tizleştirmeye çalıştım. Bir yandan da dudaklarımı büzdüm. "Neci bu kadın ya!" dedim sinirle.

 

"Genel müdürümüz."

 

"Epey de genel bir müdürmüş canım." dedim dişlerimin arasından. Demek ki genel müdürlerin işi böyleydi. Genel olarak her işe bakıyorlardı sanırım. Kapıdaki güvenlikten tut da şirkete girmeye çalışana hatta şirketin patronuna kadar.

 

Bugün her şeye sokasım vardı. Genelinden tut özeline tüm müdürler de dahildi buna.

 

🐦

 

"Hele güzel torunum yüzün niye asıktır senin? Bu kurê kere canını mı sıkıyor yoksa?"

 

"O ne demek nene?" dedim şaşkın şaşkın.

 

"Eşeğin oğlu diyor Zühre abla. Korhan abiye diyor." Nenemin dediği bazı şeylere benim için alt yazı geçilmesi gerekiyordu ve bu görevi Hayriye halamın küçük kızı Sultan üstlenmişti. Yaşı benden ufaktı ama cüssesi benden büyük gösteriyordu yaşını. Yanık teni, kömür gözleriyle insanın içinin eriyeceği tatlı dilli bir kızdı.

 

Burada akrabam çoktu. Ben daha hala, yenge kavramını kafamda oturtamazken bir de onların çocukları çıkmıştı başıma. Enişte ve baldızları katmıyordum ile hesaba. Yeğenler kuzenler halaya durmuştu yan yana ve ben o halayın altında ezildikçe eziliyordum. Çarpık yapılaşmanın müteahidi de hemen yanımda oturuyordu. Sultan da her cümlesine alt yazı geçiyordu ben anlayayım diye.

 

"Vurayım alnının çatından? Kız nereye kaldırılmıştır benim tüfeğim?" Sesi yükselince bir anda salonda oturan herkesin bakışları bize dönmüştü.

 

"Nene!" dedim dişlerimin arasından esefle. Bakışlarım çekingence Korhan ve nenem arasında gidip geliyordu.

 

"Anne ne konuştuk seninle?" dedi babam uyarıcı bir tonda. Bu hali hiç hoşuna gitmedi nenemin de omuz silkti söylene söylene.

 

"Hele tüfeğim nerededir dedim kötü bir şey mi demişim?" Sesini epey normal tutup hiçbir şey yokmuş gibi davranması bana bir yerlerden tanıdık geliyordu. Bana da tanıdık geliyor Zühre. Hem de yirmi üç yıldır tanıdığım birine benziyor.

 

"Kalkalım mı artık biz Zühre?" Geleli yarım saati geçmiş, sanki abimi ziyaret etmek ve ağlasalı görmek için buradaymışız gibi oturmuştuk. Oysa tüm niyetimiz etrafı kontrol etmekti.

 

Aldığım tehdit mesajından babama hatta bir başkasına asla bahsetmemiştik. Şirketten sonraki durak küçük konağın hiç renk olmayan duvarlarla çevrili büyük salonu olmuştu. Şirketin bilişim sorumlusu Erkan bey ve Korhan önüne birer bilgisayar çekip anlamadığım şeyler yapmış ama bana mesaj atılan numaradan hiçbir şey çıkmamıştı. Yani 1-0'dık. Uraz teyzemleri ikna edip büyük konağa yerleştirmiş Osman ise güvenlik işini devralmıştı.

 

Şimdi de benim 'babamı görmek istiyorum' ısrarlarıma bir çare bulunulamadığı için gelmiştik. Bir müddet her şey sessiz sedası ve hiçbir şey olmamış gibi yürütülecekti. Ve bu süreçte Korhan 'uçan kuştan haberim olacak' diye sıkı sıkı tembihlemişti herkesi.

 

"Otursaydınız ya kızım biraz daha?" Cevriye halam atıldı söze. Geldiğimizden beri Korhan'a sormadığı soru kalmamıştı. Ama yüzündeki ifadeye bakılırsa daha sormak istedikleri vardı. Mesela en sevdiği yemeği öğrenmek istiyordu. Yazık Korhan da kibarlıkla onu cevaplıyordu. Hatta bu kibar davranışları hala takımının epey beğenisini toplamıştı.

 

Hayriye halam 'Pek kibar maşallah' demişti kulağıma eğilip. Ayşe halam ise 'Çok sevdim bu çocuğu' diye eklemişti. Ama nenem onu alnının çatından vurmakta kararlıydı. Ona göre insan düştüğü dalın meyvesiydi.

 

"Gerek yok gidelim gerçekten. Hem teyzemler de bekler." dedim zengin kalkışı bir ayaklanmayla. Eğreti bir zenginlik...

 

"İyi ki geldiniz Zühre." Geliş bahanemiz olan ve aramızda kan bağı bulunan abimin omzuna hafifçe vurdum. Artık yatağa bağımlı değildi ama boynundaki boyunluk tüm hareketlerini kısıtlıyordu. Karşımda Urfalı bir robot misali dikiliyordu. Solgun yüzü ve asla insan içine çıkmayacağı eşofmanlarıyla oturuyordu yanımızda. Oysa o beyaz yakaların adamıydı.

 

"Kendine iyi bak Urfalı robot." dedim gülmeye çalışıp. Üzerimdeki gerginlik nenem de dahil herkes tarafından fark edilirken bunu bastırmam lazımdı. Bakışlarım boynundaki boyunluktaydı. Eğer bu sabahki mesajın bir sonucuysa hiç iyi değildi.

 

Sonra bakışlarım ışıltılı kahveleriyle beni izleyen babama kaydı. Kimseye oralı olmadan boynuna doladım ellerimi. Saçlarımı yine öpmedi ama kolları sardı bedenimi sıkı sıkı.

 

Korkuyordum.

 

Ölümün her ihtimalinden değil, ölümün sevdiklerimi elimden alabileceği ihtimalinden korkuyordum.

 

Daha fazla yarım kalmaya tahammülüm yoktu. Yarım başladığım hayatımı yarım bitirmek istemiyordum.

 

"Dikkat et." dedim geri çekilirken. Şaşkınca bakıyordu bana. Ki beni tanıyordu. Öyle kolay kolay ona sarılmayacağımı da biliyordu. Hele de bu kadar insanın içinde sarılmayacağımdan adı gibi emindi. Ama eserekli hallerime çok şahit olduğundan bunu da onlardan biri olarak değerlendirebilirdi.

 

"O aileden biri bir şey yaparsa saat kaç olursa ara hemen. Hepsini ha o boş teneke kafalarından vurmazsam namerdim." Nenem kollarını sıkı sıkı boynuma dolarken fısıldamıştı dosta güven düşmana korku salan cümlelerinden birini.

 

"Söylerim. Hem belki bir gün sen bana tüfek nasıl kullanılır öğretirsin." Dediğimden cesaret alıp alnıma güçlü bir öpücük bıraktı.

 

"Kimin torunu bu be! Kimin kanı var damarlarında." Elini omzuma pat pat vurdu gururla. Bu gururlanacak bir şey miydi emin değildim. Hatta şu an benim için kim neden gururlanıyor umurumda da değildi. Tek düşündüğüm bir tehlike yaşanmasındı hepsi bu.

 

🐦

 

"Zühre?" dedi beni boğuştuğum düşüncelerden çekip çıkaran ses. Korhan'ın sesi. Araba konak yolunda ilerliyordu. "Aklın babanlarda değil mi?"

 

"Sayılır. Ama kim niye böyle bir şeyle tehdit ediyor, yani neden diye düşünüyorum daha çok. Hani sen dedin ya 'acaba babanın bir düşmanı mı var' diye."

 

"Bak Zühre. Düşüncelerime kılıf uydurup seni rahatlamaya çalışmayacağım. Her ihtimali değerlendirmek zorundayız. Babanın iş yaptıkları, alacaklıları, ortaklıkları, işine ket vurmuş olabileceği birileri. Çünkü basit bir şey değil. Ama emin olabilirsin." Dizlerimin üzerinde duran elimi benimkinden sıcak olan elinin içine aldı. "Zarar görmemesi için elimden geleni yapacağım."

 

Gülümsemekle yetindim. Hafif bir gülümsemeyle. Bakışlarımı tekrar boş yolda ilerleyen arabadan dışarı çevirdim.

 

"Aa!" dedim şaşkınca. "Bizim kebap yediğimiz dükkanı yıkmışlar!" Işıklı yamuk tabelayı nerede görsem tanırdım. Şimdi de dünyanın en garip şeyin görmüşüm gibi heyecanla arabanın camına yapışmıştım da yıkık görüntü akıp gitmişti gözümün önünden.

 

"Kentsel dönüşüm demişlerdi buralar için." dedi elindeki telefondan kafasını kaldırmadan mırıltıyla.

 

Kentsel dönüşüme giren caddeden konağa varana kadar on yedi dakika geçmiş ve ben on yedi dakikada on sekiz kez mesaj atan Günce'ye küfürle son noktayı koymuştum.

 

"Abi?" dedi ben Günce'ye uzunca bir küfür mesajı yazarken Kapı sıkıntıyla. Korhan elindeki telefondan kafasını kaldırmadan 'Hı' diye yanıtladı onu. "Şey oldu da..." Dikkati yoldayken kafasını ara ara omzunun üzerinden bize çeviriyordu.

 

"Söyle Osman." dedi dümdüz sesiyle Korhan. Bakışlarını bir anlığına telefonundan çekip ona çevirdi.

 

"Abi senin arabayı çekmişler de." dedi o koca cüssesine yakışmayacak bir çekingenlikte.

 

"E biz içindeyiz ya. Nasıl çekmiş olabilirler Allah aşkına Kapı?" dedim gülerek. Koca cüssesi acaba sabahtan beri koşması yüzünden mantıklı düşünemiyor muydu? Belki de günce ile olan atışmalarından sonra beyni yanmıştı.

 

"Yok yenge." dedi tekrar çekingence yutkunup. Omzunun üzerinden tekrar başını bize çevirdi. "Senin sabah konaktan götürdüğün araba. Onu çekmişler. Ters yere park etmişsin."

 

"Ayy!" dedim şaşkınca Korhan'a dönüp. Onun da bakışlarında şaşkınlık aradım ama bulamadım. Aksine normal bir şey duymuş gibi bakıyordu yüzüme. "İyi şoförümdür aslında. Tabela yoktu ne yapayım."

 

"Yok yenge. Park yapılmaz tabelasının önüne park etmişsin." Şaşkın bakışlarım yavaş yavaş öfkeye bürünürken değişen bakışlarımı dikiz aynasından Kapı'ya sabitledim.

 

"Tamam sorun yok." dedi ve telefonuna geri döndü Korhan. Ya arabanın alacağı cezayı umursamayacak kadar zengindi ya da telefonunda daha önemli bir şey vardı. Zengin olduğu su götürmez bir gerçekti ona lafım yoktu hatta kimsenin yoktu. Ama insan bir sorardı, bir sitem ederdi. Ama etmedi.

 

Ben de onun oralı olmayışına güvenip dıt dıt mesaj atan Günce'ye geri döndüm en ayrıntılı küfürlerimle. Günce kesinlikle iflah olmazdı. Öfkesi de boyundan epey kat büyüktü.

 

Şimdi de karşımda sinirle, canlı kanlı bir şekilde soluyordu. Ama beni görünce sinirle solumaları normal bir hal aldı. Hatta endişeye büründü çakır gözleri.

 

"Neyin var Serçe Kuşu?" dedi merakla. Küçük elleriyle önüme düşen saçlarımı geri iteledi. 'yok bir şey' diyerek onu geçiştirirken küçük konağın arka bahçeye bakan köşesindeki karaltı çarptı gözüme. Kalp atışlarım hızlanırken kendime güvenli sınırlar içinde olduğumu hatırlattım.

 

'Ne oluyor?' diye şaşkınca soran Günce'nin ağzına elimi kapatıp sinsice karaltıya doğru attım adımlarımı. Avına yaklaşan bir çita sessizliğinde ve çevikliğinde köşeye varınca bağırdım var gücümle. "Yaktım lan çıranı! Balca? Uraz?" diye kalakaldım şaşkınca.

 

"Ay Serçe kuşu? Kuzucuğum sen ne zaman geldin?" O benden daha şaşkındı görünürde. Belki şaşırmakta yarışırdık.

 

"Siz ne yapıyorsunuz burada?" dedim kızı Sultan'ı Ferhat'la yakalayan Pembe edasıyla.

 

"Ben etrafa göz atıyordum sonra Balca hanım geldi." Ağzı kurumuş gibi kelimeleri zar zor söyleyen Uraz bir bana bir de Balca'ya bakıyordu. Günce'nin sinirli solumalarını hesaba katan yoktu daha. "Aa sonra işte sohbet muhabbet ya..." Niyetini bilmesem 'belki' derdim ona ama bana açık açık açık Balca'dan hoşlandığını sökülmüştü bu çocuk.

 

"Evet Serçecim. Vallahi dalmışız sohbete. Hava su falan."

 

"Öf aman kesin be! Liseli ergenler gibi! Bana ne be! Ne halt yerseniz yiyin!" Gerginliğimi de arka cebime koyup pat pat vurdum adımlarımı yere.

 

Ben can derdindeydim onlar başka bir şey. O yüzden çok da umurumda değildi kim kiminle fingirdiyordu.

 

Aklım mesajda, korkularım avuçlarımın arasında uyumak için tam iki saat oyalandıktan sonra yataktan kendimi yere atıp sinirle halıya sövdüm dolu dolu. Bir tur da ayağıma dolanan nevresimlere geçirdim. Yetmedi tavandaki avizeyle kavga ettim.

 

"Yok amına koyayım..." dedim yerden doğrulurken. "Uyuyamıyorum." İçimdeki kurtları da yanıma alıp çıktım odadan dışarı. Adımlarım tam karşı kapının önünde durdu ve ben kapıyı çalıp çalmamak arasında tam üç dakika kendimle kavga ettim sessiz sessiz.

 

En son dayanamadım ve tıklattım yavaşça. Bekledim tam üç saniye kadar ve cevap gelmeyince vazgeçecektim ki içeriden beklediğim ses duyuldu. Kafamı kapıdan içeri uzattım beş yaşındaki küçük çocuk misali.

 

"Uyuyamıyorum..."

 

Üzerindeki örtünün kenarını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi. Küçük adımlarım onun ısıttığı yatakta kendine yer buldu. Sırtımı ona dönerken o da örtüyü güzelce çekti üzerime.

 

"Özür dilerim." dedi fısıltıyla. Sıcak ve yavaş nefesinin saçlarıma değdiğini hissediyordum. Yavaşça ondan tarafa döndüm. Loş odada kömürü andıran bakışlarına sabitledim bakışlarımı.

 

"Ne için?" dedim ben de onun gibi fısıltıyla. İşaret parmağıyla yüzüme düşen bir tutam saçımı geri iteledi ve parmağını usulca yanağımda gezdirdi.

 

"Sabah şirkette sana sesimi yükselttiğim için."

 

"Düşünmem lazım." dedim hafifçe gülümseyip. "Özrünü kabul etmek için düşünmem lazım." Yüzü durgun ve hâlâ solgundu ama solgun yüzüne ben gülümseyince o da bir gülümseme kondurdu.

 

"O zaman kollarımın arasında, sabaha kadar düşünebilirsin." dedi bana sardığı koluyla beni kendi göğsüne çekip. Başım boyun girintisindeydi. Alabildiğim en temiz en ferah kokuyu soluyordum teninden. Çenesini başımın üzerine koydu ve kolunu daha sıkı sardı.

 

"Sabaha kadar düşünmek yeter mi bilemiyorum." dedim mayışan sesimle. Ondan yayılan koku huzur bahşediyordu ve ben bu huzurla uyumak istiyordum.

 

"Senin için zamanı durdururum. Sen iste zamanı durdururum." Sıcak dudakları saçlarımın arasında yer buldu kendine. Uzun, upuzun ve güçlü bir öpücük bırakırken ben de kolumu daha sıkı sardım onun bedenine.

 

🐦

 

"Biz niye tam yedi gündür o konakta tıkılmışız ki? Dünya varmış, hayat dışarıda akıyormuş gençler!" Balca coşkulu çocuksu sesiyle sevinçli çığlıklar attı ve narin bir biçimde elini elimin üzerine bıraktı masanın üzerinde. Yeşil iri gözleri, bir haftada yanan beyaz teninde bir elmas gibi parlıyordu. Urfa'nın güneşi onun bembeyaz süt tenini bile karartmış, yanaklarına yanık pembeler eklemişti. Ama o bundan zerre şikayetçi değildi. Aksine deniz kenarına gitse böylesine güzel yanmayacağını iddia ediyordu.

 

Günce ise onun tersine epey şikayetçiydi bu durumdan. Beyaz şapkasını gölge yapsın diye iyice indirmişti yüzüne. Ama yüzündeki o memnuniyetsiz ifadeyi silemiyordu bir türlü. Kapalı mekanda da şapka takılmaz ama...

 

"Dünya içeride de vardı Bal." dedi memnuniyetsiz yüzüne yakışan memnuniyetsiz ses tonuyla. Balca'yı da kısaltmayı tercih ediyordu.

 

"Ay rahatını bozduk haspamın. Ama iyi etmedik mi kuzucuğum..." dedi geniş gülümsemesiyle bana dönerken. "Bütün çarşıyı gezdik. Ne güzel şeyler aldık." Benden destek almak istercesine uzun kirpiklerini kırpıştırdı. Onu onaylamamı istiyordu Monaco prensesimiz.

 

"Başındaki tuhaf şeyle daha da bir tuhaflaştın." dedi Günce. Elinde tuttuğu bardaktan biraz daha su içti ve sıcaktan bunaldığını gösterir gibi elini kendine yelpaze yaptı. Memnuniyetsiz bakışları bir süre Balca'nın üzerinde oyalanmıştı.

 

"Ay prenses gibi hissettirdi bu bana." dedi şakıyarak. Elleriyle başındaki yerel işlemeler olan şala dokundu. Prenses olduğu su götürmez gerçekti ama bu haliyle Monaco prensesinden çok Urfalı bir prensesti.

 

"Ya ya..." diye memnuniyetsizliğini sürdürdü Günce. Sıcak havadan nefret ediyordu. "Ne prenses ama. Ola ola Urfalı güzel yârim oldun." Oldu olası Balca ile uğraşırdı. Hatta her şeyine bir kulp takardı. Ama Balca ile bir teraziye konsalar asla bir taraf ağır basmayacağından Balca da ondan geri kalmıyordu.

 

"Yoldurma bana kendini!" diye cırladı Monaco prensesliğinden çalı süpürgeliğine ışık hızında bir geçiş yaparken. Kız kavgası... Bayılırım...

 

"Yol da görelim Urfalı güzel yârim!" Yayıldığı sandalyeden Balca'ya doğru yükseldi birden.

 

"Bana bak yerden bitme! Sabrımı zorlama! Kaşınma!"

 

"Zorluyorum ne var! Kaşı da görelim!"

 

"Kendinize gelin be!" diye çıkışırken ikisinin de kollarını kıskaçlarım arasında presledim. Ani hamlemle ikisi de acıyla suratlarını buruşturmuşlar ve geri çekilmek zorunda kalmışlardı. "Attırmayın tepemin tasını! Pabucumu çıkarır evire çevire döverim sizi burada o olur!" Yükselen sesim oturduğumuz küçük dükkanda epey yankı yapmış arka masamızda oturanlar ve ocağın başındaki adamla göz göze gelmiştim bir saniyenin içinde. Gerçi yapmadığım şey değildi onları dövmek. Bizim küçük kasaba az şahit olmamıştı onları dövememe. Sadece onları değil canımı sıkan herkesi dövebilecek biriydim ben.

 

Mahalledeki çocuklar az çekmemişti benden.

 

"İyi be! Bu da gerginlikten patlayacak!" dedi geri yaslanan Günce. O sırada çaylarımız gelmişti. Çayı getiren amca 'tövbeler olsun' dolu bakışlarıyla bana bakıp uzatmıştı çayımı. Ona da gergindim.

 

Gergin bakışlarımı yaşlı adamdan çekip cehennem gibi sıcak çayımdan küçük bir yudum aldım. Bakışlarım kapıda dikilen Osman'a kayıyordu ara ara.

 

Bir hafta geçmişti. Benim telefonuma gelen mesajın üzerinden bir hafta geçmişti. O bir haftada ise bir şey olmamıştı. Bir şey olacak diye beklemekten ise gerim gerim geriliyordum.

 

'Tehlike yok' demişti Korhan. Ona güveniyordum ama içimde bir yerde beni kemiren bir korku kurdu vardı. Tüm adamları gölge gibi babamı, Hanoğlu konağındakileri ve bizi koruyordu. Yani bir şey olamayacaktı, olmayacaktı.

 

"Sence de yakışıklı değil miydi o çocuk Serçe Kuşu?" dedi dirseğiyle koluma güçlü bir şekilde vuran Balca.

 

"Kim?" dedim şaşkın bakışlarımı ona çevirip.

 

"Prens William'ı diyor. Bizim mahalleden arsa alacakmış. Alsın mı diyor." Şaşkın bakışlarımı bu sefer de Günce'ye çevirdim. Neyce konuşuyordu bunlar Allah aşkına? Prens William'ın bizim mahallede ne işi vardı? Onun sarayı yok muydu?

 

"Ertan'ı diyorum Serçe Kuşu? Sen beni nerenle dinliyorsun Allah aşkına?"

 

"Ertan kimdi ki?" dedim aynı şaşkınlık telinde ilerlerken.

 

"Ay kim olacak canım geçen ay bana yazan çocuk vardı ya." Yüzünde 'Nasıl bilmezsin' der gibi bir ifade oluşmuştu Urfalı prensesin.

 

"O Erdem değil miydi?" dedi Günce. Erdem kimdi? Ertan kimdi? Ben bunları neden bilmek zorundaydım. Ayrıca o Erdinç değil miydi?

 

"Erdinç değil miydi o ya?" dedim saf saf.

 

"Ay Erdinç geçen sene konuştuğum çocuktu. Erdem ise bana mektup yazan çocuk. Bu devirde mektup mu kaldı canım?" dedi suratını buruşturup. "Sen iyi misin Serçe Kuşu ya? İki saattir anlatıyorum ama dinlemiyorsun bile beni. Şeker atmadığın çayını karıştıra karıştıra da bil hal oldun zaten. Kafan nerede kızım senin ya?"

 

"Nerede olacak kafası kocasındadır." dedi Günce kollarını göğsünün altında bağlarken. Çakır gözlerinde tuhaf ima ışıkları belirmişti.

 

"Ne alaka?" dedim ters bir ifadeyle. Konu benim kocama nereden gelmişti? Kocam?

 

"Valla Serçe Kuşu onu sen diyeceksin." Kaşı hafifçe havalandı ve çakır bakışları üzerimde keskinleşti.

 

"Evet Serçe Kuşu sendeyiz." dedi lafı devralan Balca. Geniş gülümsemesiyle bana dönerken ellerini eski tahta masanın üzerinde kenetlemişti. "Dökül bakalım."

 

"Neyi?" dedim anlamayan bakışlarımı Günce'den çekip ona çevirirken.

 

"Eteğindeki taşları. Neyi olacak Serçe Kuşu durağına uğrayan aşk kuşlarını tabi ki!"

 

"Ne kuşu ne aşkı be!" diye cırlarken sıcak çayımdan büyük bir yudum aldım. Organlarım haşlanırken içimin yangınına eşlik eden bakışlarım ikisi arasında gidip geliyordu.

 

"Uzatma istersen Serçe Kuşu. Ne bu hallerin edaların?" Günce imalı laflarıyla eğildi masanın üzerinde bana doğru.

 

"Sen bu Balca'yla dip dibe dura dura buna benzedin farkında mısın? Benim ben!" dedim elimi bağrıma vurup. "Ne aşkı ya! Evlilik diyecekseniz bu evlilik-"

 

"Kağıt üstünde aynen." Diye lafı tekrar devraldı Balca. "Ama biz öyle düşünmüyoruz."

 

"Siz ortak bir düşünceye mi vardınız?" dedim yalancı bir şaşırma ifadesiyle geri arkama yaslanıp. "Gökyüzünün bile mavi olduğu konusunda hemfikir olamayan siz nasıl oldu da aynı fikirdesiniz acaba? Anlatmak ister misiniz?"

 

"Diyeceklerimi perdeleme Serçe Kuşu. Biz senin ondan hoşlandığını düşünüyoruz." Dedi Balca bana daha da yaklaşıp. Sanki oturduğumuz eski küçük çay evi bir anda Rıza baba ve ekibinin sorgu odasına dönüvermişti. Tavandan sarkan beyaz ışığımız eksikti bir. Şimdi bir yerlerden Mesut komiser çıkıp hunharca yakama yapışsa ve 'Lafı geveleme' diye kükrese hiç şaşırmayacaktım.

 

"Hayır Korhan'dan hoşlanmıyorum." dedim üzerime eğilen Balca'ya doğru gittikçe kısılan sesimle.

 

"Bingo!" dedi parmağını gözümün önüne uzatan Günce. "Sana kimse 'Korhan'dan hoşlanıyor musun' demedi. Yani kendin itiraf ettin. Kolay olacağını biliyordum ama bu kadar kolay olacağını bilmiyordum." Elini havaya uzatıp Balca'ya bir beşlik çaktı.

 

"Yok artık ama!" diye çıkıştım Recep İvedik gibi ellerimi iki yanıma açıp. "Yohammına koyim!" dedim hızımı alamayıp.

 

"Bize bunu ne zaman söyleyecektin? Yani biz senin kardeşlerin değil miyiz Serçe Kuşu?" dedi Günce esefle kınarken beni.

 

"Evet Serçe Kuşu? Aşk olsun. Tamam o adamla gidip anlaşmalı olarak evlenmiş olabilirsin. Yıllardır haftadan haftaya anca görüştüğün abin için evlenmiş olabilirsin. Yani gidip bilmem kaç kilometre uzaklıktaki bir şehirde bambaşka bir hayata dahil olmuş olabilirsin ve bir adamla aynı evde yaşamaya başlamış olabilirsin. Buna sözüm yok. Ama Serçe Kuşu. Ama ondan hoşlanmış da olabilirsin. Ve sen bunu anlamayabilirsin. Çünkü o kapasitede bir insan değilsin sen. Sen duygularını dinleyen, duygularını okuyan biri değilsin. Hangi duyguyu yaşadığını idrak etmiyor da olabilirsin. Bilemeyebilirsin Serçe Kuşu. Bu önemli değil. Çünkü sen yıllarca sana 'Senden hoşlanıyorum' diyen çocuklarla nasıl dalga geçtin. Hatta yetmedi dövdün. Sen böyle birisin. Demem o ki sen şu an ondan hoşlandığını bilmiyorsun!"

 

"İzin verirseniz konuşabilir miyim ben de?" dedim taramalı tüfeğe bağlayan Balca'dan söz ister gibi işaret parmağı havaya kaldırıp.

 

"Tabi." Dedi Günce. "Medeni insanlarız biz. Demokratik bir ülkedeyiz sonuçta."

 

"Hoşlanmıyorum." dedim dümdüz ses tonumla. Ortamda on saniye kadar bir sessizlik oldu ama ikisi de kafalarını iki yana sallayıp geri yaslandı. "Hoşlansam bilirdim."

 

Hoşlanmıyorsun ama öpüşüyorsun diye araya girdi iç sesim. İç sesimin dudaklarını çuvaldızla dikmeye ant içtim!

 

"Sen bilemezsin Zühre." Balca ilk defa çok ciddi bir ifadeye büründü. "Sen hep demez misin, 'Ben severim ama her şeyi severim' diye. Sonra da eklersin 'Ben aşk bana gelse hiç anlamam'. Bu da öyle bir şey Serçe Kuşu."

 

"Ya hoşlansam bilirdim herhalde!" Cırladım Balca'ya doğru. "Yok öyle bir şey!"

 

"Adama bakarken gözlerinin içi parlıyor. İki lafından biri 'Korhan'a bir bakayım' oluyor. Yanından ayrılamıyorsun bile. Ve ayrıca Korhan son derece kibar, efendi biri. Yani tam aşık olunası. Sana karşı da ayrı bir titizliği var. Hem aynı evin içindesiniz."

 

"Ama yeter!" dedim sinirle. "Bunları konuşmak istemiyorum." dedim küçük bir çocuk gibi küserek.

 

"Peki. Bunları sonra konuşuruz zaten Serçe Kuşu." dedi Balca bilge bir tavırla. Düşüncelerinde katır gibi inatçıydı. "Ay!" dedi sonra elini alnına vurup. Benim ise o kafasını duvardan duvara top gibi sektiresim vardı. Öfkem öyle zirve yapmıştı. "Aldığım elbiseleri unuttuk!"

 

"Allah'ın sopası yok işte..." diye mırıldanırken bulmuştum kendimi. 'Ne' der gibi olan bakışlarını bana çevirdi. "Karma güzel kardeşim. Karma." Dedim elimle omzuna vurup.

 

"Ay alıp gelmeliyiz! Mahfer teyzem ve Hamişin de elbiseleri vardı içinde!" Yaydan çıkan ok gibi yerinden fırlarken Günce'yi de kaldırmış ve peşinde sürüklemişti. Onların hızlı çıkışlarına kapıda dikilen Osman bir anlam verememiş ve benim el hareketimle o da peşlerinden koşmuştu. Cidden koşuyorlardı. Önde iki kız arkalarında siyah takım elbiseli koruma cadde boyu koşuyorlardı.

 

"Beter olasıcalar..." diye mırıldandım oturduğum yerde. Yanaklarım iki elimin arasında bildiğim tüm bedduaları ediyordum arkalarından.

 

"Sahiden de o kız." dedi o anda küçük dükkana ellerinde bir sürü poşetle giren kadınlar. Arkamdaki masaya büyük bir gürültüyle oturmuşlardı. "Ben inanmamıştım ama oymuş hakikaten. Gitti demişlerdi."

 

"Öyle kolay mı?" dedi iri sesli olanı. "Var mı törelerimizde gitmek?" Kadınların dedikodusundan dikkatimi önümdeki çay kaşığına vermeye çalıştım. Kaşıkta yazan 'Koroğlu' markası sinirimi katlamıştı. Her şey onun adını çağrıştırmamalıydı ama! Kor-oğlu... Hoşlanıyor musun acaba Züh?

 

Hoşlanmıyorum be! Diye susturdum kendi iç sesimi.

 

"Yazık ama. İşi de çok zor. Kolay değil sakat oğlana bakmak." dedi kadınlardan biri.

 

"Zor tabi. Kendi başına hiç iş göremeyen bir oğlana bel bağladı. Kolay mı olur?" diye sürdürdü içlerinden diğeri.

 

"Öyle ya da böyle. Ailenin tek soy sürdüreni. Ama aylardır ses seda da yok. E ne olacaktı? Kurudu artık onların soyları. Kuma bile gelse de ben bir şey olacağını sanmıyorum." dedi gülerek diğeri. Bakışlarımı omzumun üzerinden geri çevirdim.

 

"O kadar şan şöhret para yalan. Tüm Urfa senin olsa ne olur bir soyunu sürdüremedikten sonra. Belden altı tutmuyor ne olsun. Yazık bu kızcağıza. Berdel diye yediler başını." Alenen benim hakkımda konuşuyorlardı. Sadece benim değil bizim hakkımızda konuşuyorlardı. Ve o anda beynimde çakan şimşekle tepemin tası atıverdi.

 

"Pardon?" dedim kibarlıktan epey uzak bir şekilde hışımla onlara dönüp. "Deminden beri dediklerinizi duymamak için uğraşıyorum ama epey bir dedikodumu yaptınız!"

 

"Yok." dedi afallayarak siyah şallı kilolu olan kadın. Destek ararcasına yanındaki kadınlara baktı. "Senin hakkında konuşan yok. Sen bizi yanlış anladın."

 

"Öyle mi?" dedim yerimden kalkıp. "Yani deminden beri benim ve kocam hakkında konuşmuyorsunuz öyle mi?"

 

"Hem konuşsak ne olacak?" dedi aralarında en zayıf ve esmer olan kadın. O da ben gibi ayağa kalkmıştı. Meydan okur gibi bir hali vardı.

 

"Ne mi olacak?" dedim gülerek. Öyle samimi bir gülme değil tamamen 'seni yolarım' gülmesiydi bu. Zaten koluna da yapışıverdim bir anda. "Aa! Delinin zoruna bak!" dedi kolunu tuttuğum kadın.

 

"Deli değil." diye düzelttim onu. "Zır deli! Deminden beri ağza alınmayacak şeyler dediniz siz farkında mısınız! Elalemin özel hayatından size ne ha!" Kural bir Serçe Kuşu asla yakalanmazdı. Kural iki ise Serçe Kuşu kendine asla kötü söz söyletmezdi.

 

"Sen bizi yanlış anladın." diye arayı yumuşatmaya çalıştı kilolu olan. Kolunu tuttuğum kadına göre daha ılımlıydı.

 

"Bırak bırak!" diye çıkıştı kolunu tuttuğum. "Yıllar sonra bulundu geldi. Kimdir nedir belli değil. Cahit ağa buna kızım der ama baksana şunun sıfatına. Nereden kızı olacakmış bu onun! Tabi Tahir ağa da sakat oğlunu evlendiremeyecekti. Uydurdular kılıfına."

 

"Ağzını topla! Deminden beri diline pelesenk oldu şu sakat kelimesi!"

 

"Yalan mı! Sakat değil mi o oğlan!"

 

"Sakat olan sensin!" dedim koluna yapıştığım kadına doğru. "Sen ve senin bu hasta zihniyetin!"

 

"Tamam kızım sen yanlış anladın." Dedi bir diğeri. Bizi ayırmak için araya girmeye çalıştı ama beceremedi.

 

"Yanlış falan anlamadım!" dedim bas bas.

 

"Ben eltim adına özür dilerim senden. Sen de bırak." Dedi kilolu olan kadın. Allah ona da kolaylık versindi. Elti kimdi bilmiyordum ama bu yılandan bozma bir şeydi.

 

"Sen ne özrü diliyorsun! Asıl o dilesin! Tabi sakat zihniyetiyle bunu bile bilemez ya o!"

 

"Bana bak kız! Sen de nereden geldiğin belli değil! Yerin yurdun yuvan belli bile değil! O sakat oğlan uğruna da kavga etmene değmez tamam mı! Hem sen kimsin ki!"

 

"Kim miyim!" dedim epey yüksek bir sesle. "Ben Zühre Arslanoğlu! Ve seni bu dediklerine pişman etmezsem insan değilim!" Sertçe geri doğru ittirdim onu. "Kim olduğu önemli değil ama bir insan hakkında böyle konuşamazsın sen duyuyor musun beni! Kim olursa olsun onu ne fiziksel özellikleriyle ne de özel hayatıyla yargılayamazsın! Hele de ne yaşadığını bilmediğin bir adam hakkındaysa bu sözlerin benim kim olduğumun bir önemi bile yok!" Öfkenin en koyu rengine bürünmüştü gözlerim. Burnumdan ateş soluyordum ona doğru. Elimle sertçe omzuna vurdum.

 

"Yürü Delal yürü." dedi kilolu kadın onu sürükler gibi çekiştirip. Poşetlerini apar topar alan kadınlar geldiklerinden daha hızlı giderlerken gözüm o esmer kadındaydı. Onun ise halen ben de.

 

"Sen bakma onlara kızım." Dedi çay evinin sahibi yaşlı adam. "Kendini bilmeyen destursuzun teki onlar. Geç sakinleş sen." Öfkeden olduğum yerde sallanıyordum. Alev alacak gibiydim.

 

Onlar kimdi! Onlar kimdi ve kendilerinde bu cesareti nereden buluyorlardı! Tanımadıkları biri hakkında konuşmak bu kadar mı kolaydı! Ne sanıyorlardı kendilerini.

 

Öfkeden deliye dönmüştüm. Sonra zihnimde Gülnare'nin dedikleri yankı buldu. Abim kendisi hakkında denilenleri duymamak için dışarı çıkmıyor altı yıldır'. Kendini bilmez üç beş zehir dillinin dedikleri yüzünden bir adam kendini eve kapatmıştı. Bu sözleri duymamak için yıllarca dört duvarın arasına hapsetmişti kendini. Hatta ölmek istiyordu' sırf bu yüzden.

 

Öfkeden durduğum yerde duramıyordum bir türlü. Cebimdeki bozuklukları masaya bırakıp bir hışım dışarı attım kendimi. Öfkeden önüme gelen şeyi tekmelemek, kırmak ve haykırmak istiyordum. Önümü bile göremiyordum ki sertçe birine çarptım. Elime batan bir şeyin sızısıyla da geri çekildim.

 

"Zühre?" dedi endişeli bir erkek sesi. Acıyla karışık elime bakarken bakışlarımı karşıma çevirdim. "İyi misin?" Pamir'in endişeli bakışları üzerimdeydi. Ona çarpmıştım.

 

"Sorun yok." Dedim elime tekrar bakıp.

 

"Güllerin dikeni mi battı?" Tüm suç elinde tuttuğu buketteki beyaz güllerdeydi. "Bakayım eline." Diye elime uzandı. Parmaklarıyla elimin üzerindeki kanayan yaraya dokundu.

 

"İyiyim." Diye çektim elimi geri. "Özür dilerim sana çarptım. Sen iyi misin?"

 

"İyiyim." Bakışları aşağı indirdiğim elimdeydi. "Hiç normal karşılaşamıyoruz farkında mısın? İlla bir aksiyon şart."

 

"Öyle." Diye geçiştirdim. Sesimde halen sinirli bir ton vardı.

 

"İyi bir gün geçirmiyorsun sanırım." dedi elini uzatıp koluma dokunurken. "Bir şey mi oldu?" Son bir haftadır iyi bir gün geçirmiyordum. Sayılır mıydı? Ya da az önce kendini bilmez kadınlar sinirimi tepeme çıkarmıştı. Peki o sayılır mıydı?

 

"Karışık bir gün." Dedim ses tonumu yumuşatmaya çalışıp. Derin bir nefes almam gerekmişti.

 

"Bir kahve içerken anlatmak ister misin?" dedi tepkime bakmak için hafifçe bana doğru eğilip.

 

"Gerek yok." Dedim hafif bir gülümsemeyle. "Seni de randevundan alıkoymayayım." Bakışlarım az önce beni yaralayan beyaz güllere kaydı.

 

"Ha bunlar mı? Bunlar kardeşim için." Gülerek elindeki gül buketine baktı. Geniş ve güzel bir gülümsemesi vardı. En azından sinirli olmayan insanlar onun gibi içten gülümsüyor olmalılardı. "İlk davasını kazandı da." Diye ekledi. "O biraz bekleyebilir. Bir kahve?"

 

"Dediğim gibi. Çok iyi bir gün değil. Ama borcum olsun." Dedim kibarca. Yüzü hafifçe düştü ama gülerek toparladı hemen.

 

"O zaman bu gülleri günü çok iyi geçmeyen bir hanımefendiye vermek istiyorum. Belki kötü geçen günü için bir nebze olsun iyi hissettirir." Elinde tuttuğu gül buketini bana doğru uzattı. "Hem az önce elini yaralamak gibi bir eylemde bulundular. Özür niyetine."

 

Beyaz ve özenle hazırlanmış gül buketine baktım. Ben güllerden pek haz etmezdim. Sanki kendilerini beğendirmek için uğraş içindeydiler ve 'kıymetimizi bilin' diye bakıyorlardı etrafa. Hem hediye için koparılan tüm çiçeklere karşıydım ben.

 

"Yok. Onlar kardeşin için. Ama teşekkür ederim." Dedim ileri doğru bir adım atıp. Ama koluma dolanan eli durdurdu beni.

 

"Peki. Ama kahve konusunda ısrarcıyım." Hafifçe gülümsedim ve hızlı adımlarla kaldırımda yürümeye devam ettim. Tüm damarlarımda öfke ama zihnimin içinde ise o kadının tek bir cümlesi vardı.

 

'Yerin yurdun yuvan belli bile değil'

 

🐦

 

"Biliyor musun? Dedim bakışlarımı onun kucağında duran bilgisayardan çekip. Tam tamına iki saat on yedi dakikadır ekrana bakıyor ve sonra da elindeki siyah deri kaplı deftere notlar alıyordu. Şirketin mali kaynaklarındaki tüm hareketleri tarıyordu. Geçen hafta şirketten gelen adam ona şirketteki sıkıntıyı anlatmış ve içeride bir 'hain' olduğundan söz etmişti. O günden beridir de Korhan ara ara şirkete gider olmuştu.

 

Anladığım kadarıyla şirket onun bıraktığı altı yıllık boşlukta tuhaf bir şekilde düzenli çalışıyordu. Bu göstermelik bir düzenlilikti.

 

"Neyi?" dedi elindeki pahalı kalemi döndürüp gözlerini ekrandan çekmeden. Alnı kırışmaktan bir hal olmuştu. Erken yaşlanabilirdi bu gidişle.

 

Öfkem bir nebze olsun geçmişti ama içimde hâlâ kızgın korlar duruyordu. Kadınların dediklerinden ona bahsetmemiştim. Hem bahsetsem ne olacaktı ki? Canı zaten epey sıkkındı bir de buna mı gerek vardı?

 

"Bazı kişilerin çoğu ilk güllerini cenazelerinde alırlarmış." Başımı onun omzuna yaslarken kokusunu hafifçe içime çektim. Gözlerimi de kapatıp bu kokuyu biraz daha kazıdım hafızama.

 

Elinde çevirdiği kalemi hafifçe kırışık olan alnına sürttü.

 

"Hadi ya?" Sesinde hafif bir umursamazlık vardı. Aslında tüm dikkati ekrandaki grafiklerdeydi. Biri şirket girdilerinde ufak tefek oynamalar yapmıştı. Ben emin olmuştum.

 

"Ben gül sevmem." dedim başımı biraz daha boynuna doğru kaydırıp. Uykum geliyordu yavaş yavaş. Mayışmıştım. "Hem de hiçbir rengini. Ama papatya iyidir."

 

Gözlerini yavaşça ekrandan çekerken başını bana doğru çevirdi. Dikkatini mi çekmişti yoksa.

 

"Uykun mu geldi?" dedi başını benden taraftan çekmeden. Küçük bir mırıltıyla onayladım onu. Kucağındaki bilgisayarı kapatmadan ekranı indirdi ve yan tarafındaki komodine koydu.

 

"Senin epey uykun gelmiş. Gel, uzan şöyle."

 

"Gelmedi." Dedim hafifçe omuz silkip. Uykudan dolayı sesim bir tuhaf çıkıyordu. Zaten tüm ağırlığımı da onun omuzlarına vermiştim.

 

"Gelmiş gelmiş. Yoksa sen sevmezsin ölüm falan konuşmayı."

 

 

"Biliyor musun?" dedim esneyerek.

 

"Neyi?"

 

"Seninle uyumayı seviyorum." Gözlerim ha kapandı ha kapanacaktı.

 

"Biliyor musun?" dedi burnunu saçlarımın arasına sürtüp.

 

"Neyi?" dedim tekrar esneyerek.

 

"Ben de seninle uyumayı seviyorum. Gel." Yatakta yatıp beni de göğsüne çekti.

 

"Korhan..." dedim kafamı göğsünden kaldırıp onun kömür karası gözlerine bakarken. Eliyle yüzümdeki saçları iteledi geri. "Bir şey olmayacak değil mi? Yani babama..."

 

"Bir şey olmayacak Serçe Kuşu." Dedi sıcak elini yanağıma koyup. Kömür gözlerinde şefkat ve güven vardı. "Söz veriyorum hiçbir şey olmayacak. Ben onları koruyacağım." Uzandı ve sıcak dudakları dudaklarımı esir aldı. Elim yüzüne tırmanırken gözlerimi kapattım yavaşça.

 

"Söz veriyorum Serçe Kuşu'm..." dedi sıcak nefesi yüzüme çarparken. "Herkesi koruyacağım." Başımı göğsüne yasladı ve saçlarımın arasına uzun bir öpücük bıraktı.

 

"Seni kendimden bile koruyacağım..." dedi fısıltıyla ben uyumadan hemen önce.

 

İşte o an karar verdim. İşte o an farkına vardım. Belki yersiz yurtsuz biriydim. Bu yaşıma kadar bir yere ait olamamış, bir eve sığdırılamamıştım. Ama artık Serçe'nin bir yuvası vardı. Bundan emindim.

 

🐦

 

"Korhan!" dedi uykumun tam ortasına bomba sesi gibi çakılan bir ses. 'Ne oluyor' diye mırıldanırken altımda sarsılan bedenle kaldırdım başımı. Uyku sersemi ve uykuya bulanık bakışlarım tam açılamamıştı bile.

 

"Uraz?" dedi eli üzerimde olan Korhan. O da ben gibi sersemce doğrulmuştu yataktan. Tuhaf bakışları beni buldu. Ama sonra hemen kendini toparlayıp elindeki siyah kutuyu ona uzattı. Kutuyu eline alan Korhan bir şey demeden kutuyu açarken kaşları çatılmıştı.

 

"Tavus kuşu tüyü mü?" dedim odadaki gergin sessizliği ilk bozarak. Kapağı açılan kutunun içinde bir tavus kuşu tüyü vardı. Korhan ve Uraz'ın bakışları ise birbirine kenetlenmişti. Sonra komodinde duran telefonumun melodisi doldu odaya. Ekranda 'Hayriye halam' yazıyordu.

 

"Alo?" dedim çağrıyı yanıtlarken. Ama benim sakin 'alo' deyişime feryat dolu bir çığlıkla karşılık verdi.

 

"Zühre! Zühre Zeynep yok!" dedi çığlık çığlığa.

 

"Ne?" ya sabahın erken saati olduğundan zihnim açılmamıştı ya da halam kötü bir rüyadan uyanmıştı.

 

""Zeynep yok Zühre! Kız kayıp!" dedi ağlamalarının arasından. Telefon elimden kayıvermişti duyduklarım karşısında.

 

"Zühre?" Korhan kolumdan tuttu endişeyle. "Ne oldu?"

 

"Zeynep..." diyebildim güçsüzce. "Kardeşim kaybolmuş..."

 

🐦

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

NASIL BULDUNUZ BÖLÜMÜ?

 

SİZCE NE OLACAK BUNDAN SONRA?

 

SİZCE ZEYNEP'E NE OLDU?

 

ONU KİM KAÇIRDI?

 

PEKİ KORHAN'A GELEN KUTUNUN ANLAMI NE?

 

YENİ BÖLÜMDE GÖRÜŞMEK ÜZERE.

 

ZÜHRE'NİN YILDIZINI PARLATIP HER SATIRA UĞRAMAYI UNUTMAYIN.BEN HEP SATIR ARALARINDAYIM. GELİN ÖZLEDİM HEPİNİZİ

 

 

 

 

Beni buradan seydnrgrsu, instagramdan ve TikTok'tan takip edip yeni bölüm alıntılarına, bölüm editlerine ve duyurulara ulaşabilirsin.

 

 

 

 

seydanurgursu@gmail.com

 

instagram:

sercekusuoffical

 

seydnrgrsu

Loading...
0%