Yeni Üyelik
22.
Bölüm

Tavus Kuşu

@seydnrgrsu

Aydınlatın yıldızı gelin her satıra⭐️

 

Bu bölümü yüzünüzde küçük tebessümlerle okuyacaksınız☺️

 

 

 

 

Can Bağdat- Mortingen Şıtraze

İbrahim Tatlıses- Kara Üzüm Habbesi

Onur Şan- Esmerim Biçim Biçim

 

 

🐦

 

 

"Cinayet şüphesi..."

 

Yazın son günleri yaşanırken, alnımdan ve sırtımdan terler akarken hatta çalışmayan klima yüzünden içerisi kaynar kazandan halliceyken nasıl üşüyordum inanın bilmiyorum. Bacaklarımda usul bir titreme, sol elimin parmaklarında ince bir uyuşma, ense kökümden başıma oradan da tüm vücuduma yayılan bir ağrı vardı.

 

Dikkatim darmadağın, kulaklarımda uğultu, etrafımda bir ton ses vardı.

 

"Oğlumu bu şekilde içeride tutmanız ne kadar doğru!" Bakışlarımı düz beyaz zeminden kaldırıp karşımda polis memuruna kafa tutan Tahir ağaya çevirdim. Buraya geleli yaklaşık bir saat olmuş, savcı olduğunu öğrendiğim Pamir'in ağzından duyduklarımızla dumura uğramıştık.

 

'Cinayet şüphesi' demişti Korhan'ın burada bulunma sebebine.

 

'Cinayet şüphesi...'

 

Asla onun adının önüne yakışmayan, ondan bahsedilirken kullanılmaması gereken bir şeydi bu. Bırakın cinayeti bir karıncayı bile incitemeyecek bir adamdı o. Peki ya seni incitmesi??

 

Beni incitmesi ve cinayet şüphesi aynı kulvarda yer alamazdı bile.

 

"Bakın savcı ifadesini alıyor."

 

"Peki ya özel durumu? Benim kardeşimin durumu ortada! Apar topar getirildi! Herhangi bir sıkıntı yaşanırsa ne yapılacak!" Uraz öfkeyle bağırırken hiç istifini bozmuyordu polis memuru.

 

"Savcının ifadesi bitene kadar bir şey yapılmayacak."

 

"Çeşitli alerjileri var! Yürüyemiyor! Siz bizi anlamıyor musunuz!" Elini polis memurunun yakasına atınca Osman ve Tahir ağa tarafından geri çekildi. Yüzü kıpkırmızı olmuş, sinirden alnındaki ve boynundaki damarlar şişmişti. "Kriz geçirebilir!"

 

"Serçe Kuşu! Serçe Kuşu!" Oturduğum yerden Balca ve Günce'nin çığlıklarıyla kalkarken kendimi bir anda onların kolları arasında buluvermiştim. Onlara kim haber vermişti Allah aşkına!

 

"Sizin ne işiniz var burada?" dedim bıkkın ve yorgun bir şekilde.

 

"Ne oldu? Korhan'ı niye getirdiler buraya!"

 

"Ne oldu Serçe Kuşu!"

 

"Bir şey desene!"

 

"Tamam kızlar yeter! Bilmiyorum. İnanın bilmiyorum." Biliyordum aslında ama onlara şimdi 'cinayet şüphesi' diyemezdim. En azından şimdilik.

 

"Savcı!" diye atıldı Uraz Osman'ın kollarından ileri doğru. "Savcı, kardeşimi boşuna tutuyorsun burada!"

 

"Pamir...Savcım..." dedim ben de kızların kolları arasından ileri doğru atılıp.

 

"Daha ne kadar tutacaksınız benim oğlumu savcı bey!" Tahir ağanın kızgın bakışları bir o kadar donuk bir şekilde bakan Pamir'in bakışlarında dolaşıyordu. İfadesiz, düz ve katı bir duruşu vardı. Asla dışarıda tanıdığım adam gibi değildi. Resmi, ciddi ve gergin. Adım attığı koridorun havasını da gerginleştirmişti birden. "Savcı! Sen kimsin benim oğlumu burada tutuyorsun!"

 

"Üslubunuza dikkat etseniz iyi edersiniz! Karşınızda bir cumhuriyet savcısı olduğunu unutmayın." Ağzından tane tane ve bir o kadar vurgulu çıkan kelimeler Tahir ağanın öfkesini daha da harlamıştı.

 

"Oğlumu apar topar buraya getirip bir şey demiyorsunuz! Üstüne üstlük bir de cinayet şüphesi diye suç atıyorsunuz! Sen kendini ne sanıyorsun! Sen benim kim olduğumu biliyor musun!"

 

"Üslubunu düzelt bir daha uyarmam! Savcıya hakaretten tıkarım seni de içeri! Burası senin ağalık taslayabileceğin kendi tarlan değil! Karşında da ırgatlarından biri yok senin!"

 

"Bak savcı!" Ortamın ateşi bir anda yükselmiş bizim dışımızdaki herkesin bakışları bize dönmüştü. Bu ateşe odunu bir Uraz bir Tahir ağa atıyordu. "Benim kardeşim suçsuz."

 

"Suçsuz olup olmadığını anlamak için burada tutuyoruz zaten. Bir de sizinle uğraşmayalım." Yanındaki polis memurlarıyla birlikte başka bir şey demeden çekip gitmişti yanımızdan Pamir. Bakışları bir saniye bile bana dokunmamış, dışarıda benimle birlikte çay içen adamdan bambaşka bir kimlikle konuşmuştu.

 

"Oğlumu içeriden çıkarmazsanız sizi başka deliklere sokarım avukat! Anladınız mı!" Tahir ağa sinirini ne savcıdan ne başkasından alamamış, şimdi de karşısında duran üç avukata dönmüştü hışımla. Aralarındaki en yaşlı olan girdi söze.

 

"Merak etmeyin. Korhan beyin üzerine atılmış asılsız suçlamayı kaldırmak için elimizden ne geliyorsa yapacağız."

 

"Elinizden ne geldiğiyle ilgilenmiyorum! Oğlumu çıkartmak zorundasınız! Bu cinayet şüphesi oğlumun üzerinden kalkacak!"

 

"Cinayet şüphesi mi?" Balca korku dolu bir sesle sokulmuştu dibime. "Korhan cinayet şüphesiyle mi burada tutuluyor?"

 

"Gerçek değil. İftira." dedim onu uyarırcasına. Peki ben nasıl bu kadar emindim kendimden.

 

"Hani bilmiyordun?" diye koluma küçük bir fiske vuran Günce ile bakışlarım ona döndü. Gözlerinde öfkenin koyu tonları oluşmaya başlamıştı.

 

"Nefes almam lazım." deyip kendimi onların kollarından kurtarıp dışarı adımladım hızlıca. Nefes almaya ihtiyacım yoktu. Tek derdim Pamir'i dışarıda yakalayıp 'ne olduğunu' sormaktı hepsi bu.

 

Koşar adım dışarı giderken bir yandan da telaşlı bakışlarım etrafı tarıyordu. Peki bu işe yarayacak mıydı? Bence hayır. Koskoca savcı benim gibi birini karşısına alıp dinleyecek miydi Allah aşkına? Hem ne diyecektim? 'Kağıt üstünde evli olduğum kocam karıncayı bile incitmez, ne cinayeti' mi?

 

Böyle manasız manasız kafamın içindeki uğultuyla etrafı tararken bakışlarım ileride arabanın yanında bir polis memuruyla konuşan Pamir'i buldu. Derin bir nefes aldım ve adeta koşarak yanına vardım.

 

"Pamir. Pamir savcım? Konuşabilir miyiz?" Bakışlarını elindeki kağıtları kendisine tutan polis memurundan çekip bana çevirirken benim aceleciliğimin aksine epey sakin bir şekildeydi. Başıyla polis memuruna işaret ettiğinde polis memuru iki adım geri çekilmiş ve bize konuşacak alan bırakmıştı.

 

"Pamir Allah aşkına ne oluyor? Pardon sayın savcım diyecektim. Çok saçma değil mi? Yani size de mantıklı geliyor mu onun birini öldürebileceği? Korhan öyle bir şey yapmaz."

 

"Sakin olur musun Zühre? Zaten kimse o yaptı demiyor ama şu an bir şüpheli olarak burada. Anlayabiliyorsun değil mi?"

 

"Hayır anlayamıyorum." dedim sesim sert bir tınıya bürünürken. "Mantıklı mı bu! Allah aşkına evden çıkmayan adam nasıl olur da birini öldürebilir!"

 

"Bak Zühre kimse zaten ona yüzde yüz suçlu demiyor. Bak bu durum geçici. En azından suçu sabitleninceye kadar." İçerideki gergin hali yerine birden dışarıda gördüğüm Pamir'e bürünmesi sinirimi daha da zıplatırken ona doğru bir adım daha attım.

 

"Niye savcı olduğunu söylemedin? Niye hiç bahsetmedin?"

 

"Ne yani? Tanıştığımızda karşına geçip 'ben cumhuriyet savcısı Pamir Karaçor' mu deseydim? Arkadaşlıklar ilk önce mesleklerimizi söyleyerek mi başlıyor? Peki sen niye evli olduğunu söylemedin?"

 

"Ne alakası var?" Sesim kontrolümün dışına çıkmaya başlamıştı. Delirme çizgimin tam sınırında tehlikeli adımlar atıyordum. Dikkat etmem gerekiyordu. Peki bu benim umurumda mıydı? Asla!

 

"Hepimiz bazı şeyleri ilk tanıştığımızda söylemeyebiliyormuşuz öyle değil mi Zühre? Peki sen nasıl bu kadar eminsin Korhan Arslanoğlu'nun suçsuz olduğundan?"

 

"Çünkü onu tanıyorum tamam mı? Ve görmek istiyorum. Tabi iznin olursa. Durumunu görmedin mi? Allah aşkına onun yapabileceğine nasıl inanıyorsun?"

 

"Ben kanıtlara, dayanaklara bakarım Zühre. Ben ne insanlar gördüm suçsuz görünen. Ne katiller, ne manyaklar tıktım içeri. Ayrıca bir insanı yeterince tanıyamazsın, unutma. Korhan'ı ne kadar tanıyorsun sen?"

 

"Korhan'ı görmek istiyorum!" dedim sertçe. "Onu görmek istiyorum!"

 

"Göremezsin. Çünkü nezarethanede." Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı elini beline yerleştirdi.

 

"Korhan'ı göreceğim ben!" dedim umursamazca ona doğru biraz daha yaklaşıp.

 

"Göremezsin Zühre! Neyini anlamıyorsun!"

 

"Öyle mi? Göremez miyim?" Kafasını tekrar iki yana olumsuzca sallayınca delirme çizgime el sallayıp diğer tarafa büyük bir adım atmış bulundum.

 

Benim devrelerimden her daim yanık kokusu gelir, beynim sebze çorbasından hallice olurdu. Beynimden gelen yanık kokusu artarken iki elimle sertçe onun göğsüne vurdum ve çekiştirmeye başladım. Bir anda etrafıma polisler dizilmişti ama benim umurumda bile değildi.

 

"Ne yapıyorsun sen!" Gömleğinin yakasını sertçe çekiştirip kendimi geri attım. Bir düğmesi elimde kalmıştı. Dehşete düşmüş bir halde öylece kalakalmıştı.

 

"Savcıya hakaret ve mukavemette bulundum! Suçluyum! Kabul ediyorum! Ben yaptım!" İki elimi birden havaya kaldırıp kafamı hafifçe yana yatırdım. "Ben yaptım! Savcıya hakarette bulundum! Gömleğinin düğmesini de ben kopardım!"

 

"Alalım hanımefendiyi içeri!" Bir polis memuru kollarımı indirip arkamda bağlarken bakışlarımı bana şaşkınca bakan Pamir'den çekmiyordum. Ve sanırım filmlerdeki gibi 'Hanımefendi sakin olun' diyecek kimse de yoktu.

 

"Unuttuğun bir şey var sayın savcım. Sen de beni tanımıyorsun. Sana kocamı görmek istiyorum dedim."

 

Polisler beni yaka paça içeri götürürken omzumun üzerinden dönüp ona bakmaya çalışıyordum bir yandan.

 

Herkesin unutmaması gereken bir kural vardı ve Serçe Kuşu'nun üçüncü kuralıydı bu; Bir Serçe Kuşu kafasına koyduğunu ne pahasına olursa olsun yapar...

 

🐦

 

"Tamam kardeşim bırak ya! Kendim yürürüm!" Sanki yürümeyi bilmiyormuşum gibi koluma giren sarı saçlı kadın polise ters ters bakmam da, bağırıp çağırmam da asla fayda etmiyordu. Beni nezarethaneye kadar çekiştire çekiştire getirmişti.

 

"Ne çenen var senin ya! Uslu dur yoksa fena olur!" Açtığı parmaklıklı kapıdan beni içeri fırlatırcasına sokmuştu.

 

"Ne olur uslu durmazsam!" Büyük asma kilidi kilitleyişindeydi bakışlarım. Kendi kendine 'tövbeler' edip gitmişti.

 

"Zühre?" dedi tanıdık bir ses sol tarafımdan. Kafamı parmaklıklardan dışarı uzatıp onun olduğu noktayı görmeye çalıştım. "Senin ne işin var burada?"

 

"Ooo Sayın Arslanoğlu? Kusura bakmayın parmaklıkların ardından gözlerinizin içine bakamıyorum da. Sizsiniz değil mi?" Öfkeli bir sesle bağırdığımda ilerideki masada oturan polis memurunun bakışlarıyla karşı karşıya gelmiştim. Ama oralı olmadım.

 

"Zühre ne diyorsun Allah aşkına! Ne işin var senin burada!"

 

"Savcıya hakaret, mukavemet falan filan..." Elimi parmaklıkların arasından dışarı uzatıp salladım.

 

"Savcıya hakaret mi? Sen kendinde misin Zühre!"

 

"Evet hiç olmadığım kadar. Ya sen? Pardon bu mesafe iyi değil mi aramızdaki? Sen dedim ama?"

 

"Zühre Allah aşkına? Ne hakareti ne şeyi? Ne saçmalıyorsun sen?" Bedenini tam anlamıyla göremiyordum ama öfkeli ve bir o kadar da şaşkın sesi sayesinde yüzünün nasıl hal aldığını hayal edebiliyordum.

 

"Tabi ben hep saçmalarım."

 

"Zühre!"

 

"Seni görmek istedim göstermediler ne yapayım! Aklıma başka bir şey gelmedi! Ben de yapıştım savcının yakasına!" Hızımı alamayıp sertçe kalın parmaklıklara vurdum da sonra can acısıyla geri çekilmek zorunda kaldım.

 

"Nasıl yani? Sen sırf beni görmek için mi girdin nezarethaneye?"

 

"Evet?"

 

"Sen manyak mısın!"

 

"Soruyor musun!"

 

"Haklısın! Neyini soruyorsam! Manyaksın kızım sen! Manyağın önünde gidenisin hatta!" Bir patırtı duyduğumda bir şeylere vurduğunu anladım.

 

"Beni çıkarın buradan ya! Ben bu adamla aynı yerde kalmak istemiyorum!"

 

"Sessiz olun! Babanızın evi mi sandınız burayı!" Masada oturan polis memurunun sesiyle kendimize gelirken gidip tahta küçük banka oturdum ve kollarımı göğsümde bağladım.

 

"Zühre? Niye böyle bir şey yaptın?" Sol elimin parmaklarında demin peydah olan uyuşma tekrar meydana geldiğinde tırnaklarımla hafice parmak uçlarıma baskı uyguladım geçsin diye.

 

"Dedim ya demin." Sonra parmaklarımla başımdaki ağrı geçsin diye şakaklarıma yavaşça baskılar uyguladım. "Cinayet şüphesi diyor savcı." dedim yerimden kalkıp yine parmaklıklara yaslanırken. Tam göremesem de onun parmaklıkların önünde olduğunu biliyordum.

 

"Evet."

 

"Çok saçma." Hafifçe kendi kendime güldüm. "Öyle değil mi?"

 

"Evet. İhtimal verebiliyor musun benim yaptığıma?"

 

"Hayır elbette." Ona her ne kadar sinirli olsam da asla yüzüne karşı kötü bir kelimem dökülemiyordu dilimden. "Ne olacak?" dedim bitkinleşen sesimle.

 

"Bir şey olmayacak. Ben suçsuzum Zühre. Bu ortaya çıkacak. Üzerime atılan bir iftira bu."

 

Dayandığım parmaklıklardan çekilip geri yürüdüm ve duvara yasladım sırtımı. Derin nefesler almam gerekiyordu. Beynim her an burun deliklerimden akabilir ve ben bayılarak buna müdahale edemeyebilirdim.

 

Korhan ara ara adımı seslendi ama benden kısa cevaplar dışında başka cevap alamayınca vazgeçmişti. Aradan dakikalar geçti, masada oturan polis memuru değişti ama nedense çok uzun zamandır buradaymışım gibi geliyordu.

 

"Korhan Arslanoğlu?" Duvarın dibine çökmüş, dizlerimi de karnıma çekmiş öylece tavana bakarken hızla geçen Pamir ve iki polis memurunu görünce ayaklandım ve parmaklıklara doğru koştum. "Sizi yukarı alacağız." Elinde anahtarlar olan polis asma kilide uzanmıştı, görebiliyordum olduğum noktadan. Pamir iki adım geride bana değen bakışlarını hızla çekmişti.

 

"Neden?" dedi kapısı açılırken Korhan.

 

"Doktorunuzun raporu geldi. Yukarı alacağız sizi."

 

"Burada kalmaya niyetlisin galiba Korhan Arslanoğlu?" Pamir yine savcı kimliğine bürünmüş, sesi epey katı ve ciddi çıkmıştı. Sanırım insanlar kimliklerine göre ses tonlarını da değiştiriyorlardı.

 

"Karım buradayken çıkmak istemiyorum."

 

"Saçmalama!" diye atıldım parmaklıkların izin verdiği kadar. Bu ne saçma şeydi.

 

"Karı kocaların göbek bağlarının bir olduğunu bilmiyordum." dedi aynı ciddi tonda Pamir. "Alalım şüpheliyi yukarı."

 

"İzin ver de çıkaralım seni."

 

"Çıkmayacağım."

 

"İçeri girip de çıkmayacağım diyen suçluyu ilk kez görüyorum. Kardeşim ne meraklıymışsın sen de tutuklanmaya." Ama polisler onu dinlememiş üzerinde oturduğu ve kendisine ait olmayan tekerlekli sandalyeyi ileri doğru sürmeye başlamışlardı.

 

"Zühre..." dedi önümden geçerken. Ama başka bir şey demesine fırsat vermemişlerdi. Sandalyesini süren polis memuru epey aceleci bir şekilde götürmüştü onu buradan.

 

"Zühre hanımı da alalım dışarı. Şikayetimi geri çektim." Verdiği komut keskin bir emir olurken arkasında hazır olda duran polis memuru hemen gelip benim de kapımı açmıştı. "Bir daha böyle şeyler istemiyoruz Zühre hanım."

 

"Engel olursanız daha çok şey görürsünüz sayın savcım!" Omzuna çarpıp Korhan'ı götürdükleri merdivenlere doğru polisleri beklemeden adımladım.

 

🐦

 

"Oh çok şükür çok şükür!" Nurdan hanım konağın kapısının önünde araçtan inmemize fırsat bile vermeden gelip kollarını dolamıştı Korhan'ın boynuna. E kolay değildi. Neredeyse iki gün boyunca üzerinde 'cinayet şüphesiyle' karakolda tutulmuştu oğlu. Göz yaşları, hıçkırıklar derken zar zor kendimizi araçtan indirip konağa ulaşabilmiştik.

 

İçeri geçene kadar üzerimizde olan her bakışta sevinçli bakışlar vardı. Buruk bir sevinçti. Bakışlardaki anlamı çok iyi okuyabildiğimden bu bakışların buruk sevinç dolu olduğunu çok iyi görebiliyordum.

 

Yıllarca insanların üzerimde olan bakışlarına anlamlar yüklemeye çalışırken öğrenmiştim bunları. Sokağımızın başında oturan Melahat teyze aynı böyle bakardı küçükken bana. Çünkü babamın arabasının geldiğini ilk o görür, balkondan babamla kavuşmalarımızı hep bu bakışlarla izlerdi. Sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk için bu bakışlarda o zamanlar bir anlam yoktu ama yıllar geçtikçe öğrenmiştim.

 

Habip amca vardı sonra bizim evin biraz alt tarafında oturan. Burnunun üzerinde iki kalın kırışığıyla 'deli' olduğumu vurgulayan bakışlarıyla süzerdi beni hep. Belki de bunda her sene düzenli olarak kırdığım camlarının etkisi de olabilir. Bilemiyorum.

 

Ayfer teyze vardı sonra. Onun bakışlarındaki sıcaklık teyzem ve Hamiş'in bakışlarındaki sıcaklık gibiydi hep. İki katlı yarı ahşap evinin penceresinden sürekli anlatacak bir şeyler bulurdu bana. Mahallenin dedikodusu onda dönerdi ve bilmediği şey yoktu. Bakkal Basri ve aşağı mahallede oturan dul Naide'nin ilişkisinden tut da, her gece üst sokakta yiyişen çiftlere kadar. Her ne kadar tüm dedikodular onda dönse de bana hep sıcak bakar, mahallede diğer insanlardan daha sıcak davranırdı bana.

 

Bu yaşıma kadar her bakıştan hangi anlamı çıkarmam gerektiğini çok iyi öğrenmiştim.

 

Bana olan çoğu bakışa küçükken anlam verememiş ve bunun büyüdüğümde 'acıma' olduğunu öğrenmiştim.

 

Acıyarak bakıyordu çevremdekiler. Dillerinden acıma sözleri asla dökülmüyordu ama bakışlarında hep bir acıma oluyordu. Annemin olmayışına, babamın arada bir gelişine acıyarak bakıyorlardı. Başlarda çok sinirlenirdim bu bakışlara. Sanırım sonraları da alıştım. Hatta oralı bile olmayıp bu bakışları görmemeye başladım.

 

Büyük konağın içinde sadece kemik kadro kalmış, Korhan'ın isteği, Tahir ağanın tembihleriyle başka insan alınmamıştı içeri. Bu hem benim hem de Korhan için en iyi şeydi.

 

En dikkat çekense kapıdaki ve avludaki korumaların sayısı artmış bırakın konağın etrafını çevresinde bile kuş uçmaz olmuştu. Sıkı tedbirlerin alındığı belliydi. En başta yine medyaya Tahir ağa sayesinde kısıtlamalar getirilmiş, Korhan hakkında en ufak bir çizik bile atılmasına izin verilmemişti. Bence bu hayret edilesi bir durumdu. Ellerinin bu kadar uzun olması insanı bir düşündürüyordu.

 

Bu coğrafyada, onların sınırları içinde her şey o kadar hızlı çözülüyordu ki. Kardeşimin bulunması da buna dahildi.

 

"Allah bize bir daha bunu yaşatmasın inşallah." Berivan hala açtığı ellerini yüzüne sürüp tükürüklerini bizi yıkamak pahasına saçmıştı.

 

"Amin"ler hep bir ağızdan dökülmüştü.

 

Korhan'a sarılmak için sıraya geçenler, 'Allah bir daha yaşatmasın' diye dua edenler, gizli göz yaşı dökenlerin bir sonu yoktu ve en sonunda Korhan isyan edecek hale geldiğinde Uraz herkesi uyarmıştı. Bu kalabalık fazlaydı. Korhan'ın dinlenmesi lazımdı. Diyetinden, evinin rahatlığından uzak iki gün geçirmiş ve bir insana göre normal sayılacak koşullar onun sağlığını son derece kötü etkilemişti.

 

"Abicim..." dedi herkes büyük salonu boşalttığında geride artık hiç şaşırmadığım göz yaşlarını akıtarak kalan Gülnare. Artık şişen karnını saklama gereği duymuyordu. Üzerinde hep gördüğüm o büyük beden hırkalar yerine normal bir elbise geçirmişti. Ve şişen karnı bana sınırları daha iyi hatırlatıyordu. Sınırlar... Onun karnındaki bebek için bu evdeyim ve o bebek benim sınırımdı. Geriye sadece beş ay kalmıştı. Beş ay daha sınırları koruyacak, ötesine geçmemeye çalışacaktım hepsi bu.

 

Başıma giren ağrıyla salondan mutfağa doğru adımladım.

 

"Kız Zühre iyisin?" Ek kök birbirine geçmiş cümlesiyle kolumdan tutan Berivan halaya sersemce bakıp kafamı sallamaya çalıştım. "Nasıl iyi olasın be kızım? Kolay değil tabi. Geç şöyle geç." Onun yönlendirmesiyle mutfaktaki sandalyeye Pazar poşetini yere atıveren teyzeler misali çökmüştüm.

 

"Yenge. Hele Uraz abimi çağırayım baksın mı bir sana? Yüzün sapsarı olmuş." Elimle başımda dikilen Nevide'yi durdurup masanın üzerinde kimin için doldurulduğunu ve kim tarafından yarısı içildiğini bilmediğim suya uzandım.

 

"İyiyim. Yorgunluk..." dedim şakaklarıma baskı yaparken. Başımda filler yan yana halaya durmuş ve umarsızca tepiniyorlardı. Halay başı fazla hareketli ve şakaklarımda zonklamaya neden oluyordu. Filleri severdim ama kafamın içindekilerden nefret ediyordum. "Teyzemler gitti mi?" dedim kurak ağzımla.

 

"Gittiler yenge. Seni sordular ama Korhan abim 'yorgun' deyince gittiler hepsi birden." Nevide dizlerimin önünde çöküp ellerini çekingen bir şekilde dizlerime koymuştu. "Hele de yüzün sapsarıdır. Bir doktor mu baksa sana."

 

"Başım ağrıyor. Ama geçer. İyiyim." Elimi onun elinin üzerine bırakıp hafifçe gülümsemeye çalıştım. Fazla sinir ve stres bünyemde alışılmadık şeyler yapmaya başlamıştı. Artık göz kapaklarımda değil direkt şakaklarımda baskı oluşuyor ama ben bu sefer bayılmıyordum. En azından bayılarak az da olsa sıyrılıyordum işin içinden.

 

"Senin ilacın bende." dedi omzuma elini koyan Berivan hala. "Bak bu benim ağrı kesicim." Birden bakış açıma mavi bir kutu girmiş ve hızlı hızlı sallanmaya başlamıştı. O kutuyu salladıkça gözlerim sallanıyor ve bende kusma isteği uyandırıyordu. "Şıp diye keser ağrıyı. Öyle diğer ağrı kesiciler gibi dakikalarca beklemezsin."

 

"Hala sen yanında ağrı kesici mi taşıyorsun Allah aşkına?" Aklımdan geçen ama bir türlü dile dökemediğim şeyleri benim yerime Nevide demişti sağolsun. Hem kim yanında ağrı kesiciyle dolanırdı ki?

 

"Öyle deme kız? Başının ne zaman ağrıyacağı belli olmaz."

 

"Ondan tedariklisin yani?" dedim elime kutuyu alıp. İyi de sen hiç ilaç içmezsin ki Zühre?? Öyleydim. Azrail'le yüz yüze gelmedikçe asla ağzıma ilaç koymazdım. Küçükken teyzem bu yüzden az çekmemişti benden. Ama şimdi dünden beri başımda kesilmeyen bu ağrıdan da nefret etmiştim. Hem bir ağrı kesiciden ne çıkardı ki?

 

Yerimden doğrulurken bir yandan da kutuyu açmaya çalışıyordum. Mavi kapaklı şişeden bir tane ilacı avcuma koyup tiksinti dolu bir bakış attım.

 

"Ulan ilaç..." dedim ve yetmeyeceğini düşünüp avcumdaki bir tane ilacın yanına iki tanesini daha ekledim. Ağrımın böyle göz açıp kapanıncaya kadar kesilmesi lazımdı. Hiç düşünmeden de üç küçük hapı yuvarladım gitti. "Ben dışarı çıkıyorum. Nefes alacağım." dedim geride kalanlara el sallayıp. Beni şu an sadece bahçedeki büyük ağaç kendime getirirdi. Tepesine çıkıp yıldız saymam lazımdı. Esen rüzgarın tenimi okşaması lazımdı. Ağacın gövdesine yaslanmam, daldan dala dolaşmam lazımdı. Ayaklarım toprakla buluşmalıydı. Ancak öyle kendime gelebilirdim.

 

"Yalnız Zühre. Az biraz sersem eder insanı demiş olayım. Yatsan daha iyi olur." Kapıdan çıkarken arkamdan bağıran Berivan halaya oralı olmadım. Üç küçük hapın ne gibi bir sersemletici etkisi olabilirdi ki Allah aşkına...

 

"Hele nerededir o domuzun oğlu!" Büyük konaktan küçük konağa uzanan yolda ilerlerken olduğum yerde kalmama neden olan ses avludan geliyordu. Hem de tanıdık ve bir o kadar da sinirli bir sesti. Nenemin sesi...

 

"Zahide hanım etme."

 

"Ne etmeyecekmişim be! Duydum olanları! Nerededir o domuzun oğlu!" elindeki tüfeği etrafına yaklaşanlara doğru sallarken gözlerinden hepsinin üzerine alevler saçılıyordu.

 

"Zahide hanım gözünü seveyim bırak şu tüfeği!"

 

"Ne bırakacakmışım! Nerededir bu soysuz itler!"

 

"Nene?" dedim şaşkınca ona doğru adımlarımı atarken. Alev topunu andıran bakışları beni bulduğunda tüfeğinin namlusu bir anlığına bana çevrilmiş sonra havaya kaldırmıştı. Yaşına zıt çevikliği, yaşının epey katı öfkesiyle duruyordu avlunun tam ortasında. "Ne yapıyorsun Allah aşkına!"

 

"Geç kız arkama! O soysuzu da babasını da kim varsa vuracağım alınlarının çatından!" Öfkeyle bağırırken elindeki tüfeği kendine yaklaşmaya çalışanlara sallamıştı tekrardan.

 

"Nenen delirdi Zühre!" dedi yan tarafında onu sakinleştirmek için duran Uraz. Ama hiçbir işe yaramıyordu dedikleri. Tüfeğin namlusu kendine dönünce dehşet içinde geri çekildi ve ellerini havaya kaldırdı.

 

"Nene Allah aşkına gerçekten ne yapıyorsun sen ya! Bu tüfek nereden çıktı!"

 

"Baban kilere saklamış. Güya bulamayacağım sanıyor! Ulan hepinizi cebimden çıkartırım ben be! Beheyt!" tüfeği bu kez bana çevirince ben de ellerimi havaya kaldırıp geri çekilirken Kapı'nın büyük bedeni bir anda önüme gerilmişti. "Geç kız sen arkama! Vuracağım o soysuzları!"

 

"Anne! Anne! Ne yapıyorsun sen! Nereden buldun o tüfeği!"

 

"Bulamayacağım sandın değil mi! Ulan seni ben doğurdum ben!" Avlu kapısından giren babam kalakalmıştı nenemi öyle görünce. "Sen ananı tanımıyor musun!"

 

"Kurban olayım indir şunu ya! Bir kaza çıkacak!"

 

"Ne kazası! Ben buraya aha şu domuzun oğlunu vurmaya gelmişim! Nerededir o oğlun!"

 

"Zahide anne. İndir şu tüfeği sakince konuşalım." Büyük konaktan hızlı adımlarla inen Tahir ağa tereddütlü bir şekilde varıp nenemin üç adım gerisinde durmuş, ellerini hafifçe havaya kaldırmıştı.

 

"Oğlun gelsin. İşim kısa. Kafasına sıkıp gideceğim."

 

"Anne bırak şu tüfeği!"

 

"Zahide anne, bak böyle olmaz. Şu tüfeği bırak öyle konuşalım."

 

"Konuşmaya değil oğlunu vurmaya geldim ben! Elin adamını öldüren o oğlunu vurmaya geldim!" Sakinleşecek gibi değildi. Aksine daha da harlanıyordu. Tüfeği havaya kaldırıp bir el sıktığında herkes korkuyla eğilmiş ama kaçamamıştı da. "Ben ciddiyim!"

 

"Bak sen yanlış anlamışsın. Oğlumun üzerine bir iftira atıldı. Yok öyle bir şey Zahide anne."

 

"Hep de senin oğlunun üzerine atılıyor bu iftiralar! Çağır gelsin oğlunu yoksa buradaki herkesi kurşuna dizerim! Aha da bu andım olsun!"

 

"Zahide hanım..." dedi o dehşet çukurunun ortasında herkes korkuyla neneme bakarken geriden bir ses. Uraz hızla önüne atılmıştı ama onu geçip tam nenemin önünde durdurdu sandalyesini. "Lütfen indirin tüfeğinizi."

 

"Aha geldi soysuzun oğlu soysuz!" Nenem öfkeyle tüfeğin namlusunu ona çevirdiğinde önümde duran Kapı da diğer herkes gibi öne atılmıştı ama Korhan hepsini tek hareketiyle durdurdu.

 

"Zahide hanım. Bakın böyle olmaz."

 

"Nasıl olacakmış? Öldürmüşsün ya adamı! Ben de vurmayayım seni öyle mi!" Tüfeğin namlusunu biraz daha kaldırıp onun alnına dayadığında artık ben de onlara doğru atılmıştım. Sahiden de vuracaktı onu. Gözünü karartmıştı.

 

"Nene bırak şu tüfeği. O yapmadı!"

 

"Sen sus kız! Ben sana arkama geç demedim mi!"

 

"Bakın Zahide hanım gerçekten ben yapmadım. Hem yapmış olsam ne diye bıraksınlar beni dışarı?"

 

"Elin kolun uzundur senin! Ne bileyim! Ben vuracağım seni!" Tüfeğin emniyetini açtı biz korkuyla ona bakarken. Çok kararlıydı.

 

"Nene bırak ne olursun!"

 

"Ne o kız! Ölüp bitiyor musun yoksa bu soysuz için!" Hayır ölüp bitmiyordum. Aksine ona o kadar sinirli, o kadar kırgındım ki. Bana bir yuvamın olmadığını hatırlatmış, nedenlerimi sorgulatmıştı. Ama ne olursa olsun suçsuzdu ve ölmeyi hak etmiyordu. Kimse öldürülmeyi hak etmiyordu.

 

"Nene ne olur bırak. O yapmadı. Hem yapsa niye salsınlar onu dışarı? Gerçek suçlu bulundu! O suçlu değil."

 

"Bak benim torunum iyi niyetlidir! Belli ki sana kıyamıyor! Ama sana sorarım! Gerçek suçlu bulunmuş mudur!"

 

"Bulundu Zahide hanım. Gerçekten benim hiçbir suçum yok."

 

"Hele bu soysuzun oğlu doğru mu der!" Başını geri dehşetle kendini izleyen kalabalığa çevirdi. Ama hep bir ağızdan 'evet' dökülmesi bile onu tatmin etmemiş gibiydi. Çünkü tüfeğini hâlâ daha onun alnından çekmemişti.

 

"Nene gerçekten böyle bir şey yapsa gelip ilk sana demez miyim ben?" dedim en ikna edici tonumu kullanmaya çalışıp.

 

"Der misin?"

 

"Demem mi hiç! Ben sana söz verdim unuttun mu! Hem ben kimin torunuyum! Böyle bir şey olsa bırakır mıyım onların yanına!"

 

"Bırakmazsın değil mi!"

 

"Kimin kanı dolaşıyor benim damarlarımda?"

 

"Benim! Sen benim torunumsun! Torunlarımın arasında en yüreklisisin hem de! Aynı ben!"

 

"Heh işte aynı senim ben! Kurban olayım bırak şu tüfeği!" Bir bana bir elindeki tüfeğe bir de Korhan'a bakıp düşündü bir süre. Sonra yavaşça indirdi tüfeği. Hepimiz derin bir nefes alırken tüfeği tekrar doğrulttu ve konağın camlarından birine ateş etti.

 

"İçim soğumadı Tahir efendi bilesin! Bir sonraki kurşunu yemek istemiyorsanız düzgün davranacaksınız!"

 

Koşup bir hışım kollarımı boynuna doladım. Bu korkudan ya da başka bir şeyden değildi. Tamamen ona duyduğum minnet ve güvenin sarılmasıydı. Tabi ki asla elinde tüfekle insanların evini basmasını ve o tüfeği onların alınlarına dayamasını doğru bulmuyordum. Ama işte o an kafam dank etmişti. Bir yuva aramaya ihtiyacım yoktu. Birilerinin küçük şefkat kırıntılarını yuva sanmama da gerek yoktu.

 

Nenem en başından beri haklıydı. Babam beni ondan yıllarca saklayarak beni nenemin yuvasından mahrum etmişti ama sanırım engel de olamamıştı.

 

Bir yuva aramaya ihtiyacım yoktu. Zaten bir yuvam vardı. Bu ne yıllarca beni kendinden esirgeyen babam ne de şefkatini bana kardeşi için veren Korhan'dı.

 

"Senin arkanda ben varım." dedi alnıma güçlü bir öpücük koyup geri çekilirken. "Ben seni yıllar sonra buldum öyle kolay kolay kimseye de yem etmem bilesin. Senin damarlarında benim kanım var. Senin özün Hanoğlu. Unutma."

 

"Nasıl unutayım ben Zahide Hanoğlu'nun torunu olduğumu?" Kollarımı bir kez daha ona kuvvetlice sardığımda saçlarıma küçük öpücükler bırakmıştı. İşte benim tek ihtiyacım buydu. Yıllarca teyzemin ve Hamiş'in kollarında bulduğum sıcaklığı nenem de veriyordu bana. Ve ben unutmayacaktım asla. Ben Zahide Hanoğlu'nun torunu, onun berrak sudaki yansımasıydım.

 

"Kızım..." dedi babam çekingence ben nenemin kollarından kendimi çekerken. Nenemin elindeki tüfeği hızlıca alıp arkasında dikilen kendi adamına vermişti.

 

"Konuşmayalım baba olur mu?" dedim buruk bir gülümsemeyle. Nenemi ikna etmemin verdiği güçle gelip sarılmak isteyecek 'kızım' diye bağrına basacaktı belli ki beni. Ama ne gerek vardı samimiyetsiz samimiyetlere.

 

"Zühre..." Sesi çatallaşmış bir şekilde benim aramıza saniyeler içinde ördüğüm duvarın gerisinde kalıvermişti. Kahvelerinde koyu hüzünler, titreyen ellerinde güçsüzlükler vardı. Peki niye vardı? Gerek var mıydı?

 

"Yürü Cahit yürü! Rahat bırak kızı." Nenem hışımla babamın koluna yapışıp onu kapıya doğru çevirmişti bir anda. Sonra hızını yine alamadı ve geri döndü. "Bana bakın Arslanoğlu soyu! En ufak bir hata daha dinlemem gelir hepinizi kurşuna dizerim bilmiş olun!"

 

Nenemin babamı sürükleyerek götürüşüne bakakalmıştı avlunun ortasında herkes. Başımdaki geçmeyen ağrıyla ben de kimseye bakmadan yürüdüm küçük konağa doğru.

 

Boğazımda bir yumru vardı ama o yumruya rağmen olabildiğince hafif hissediyordum kendimi.

 

Konağın kapısını var gücümle çarpıp içeri girdim ve yattığım odaya doğru ilerledim. Dolaptan kendime yeni siyah bir tişört ve siyah bir tayt çıkarıp fırlatırcasına yatağa attım. Ayağımdaki ayakkabıları karşı duvara fırlattım.

 

"Zühre..." dedi ben elime geçen şeyi bir oraya bir buraya öylece savururken. Korhan'dı.

 

"Çıkar mısın üzerimi değiştireceğim?" dedim pencereye varıp perdeleri sertçe çekerken. Ama oralı olmayıp sandalyesini odanın ortasına ilerletmiş kapıyı da yavaşça kapatmıştı. "Duymadın mı çıkar mısın?"

 

"Konuşmayacak mıyız?" Sandalyesini ilerletip aramızdaki mesafeyi çok aza indirdiğinde çattığım kaşlarımla izliyordum onu.

 

"Neyi? İnsanların üstü nasıl değiştirilir mi? Çıkar mısın?"

 

"Karakoldan geldiğimizden beri konuşmadık. Sence de konuşmamız gerekmiyor mu?"

 

"Bana ne? Aklandın ya ona bak. Hem neyini konuşacağız ki?"

 

"Zühre öncesi, olanlar..." Ellerini iki yana açıp bıkkınca bir nefes vermişti. Peki neyin bıkkınlığını yaşıyordu acaba? Burada tek bir bıkkın vardı o da bendim!

 

"Ne olanları ya! Çıkar mısın ben üstümü değiştireceğim. Uyumak istiyorum sonra da."

 

"Nasıl bu kadar hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyorsun Allah aşkına?"

 

"Nasıl davranıyorum ki ben? Lütfen çık. Ya da boşver ben çıkarım." Yatağın üzerine gelişigüzel attığım şeyleri alıp hışımla kapıya yönelmiştim ki sertçe bileğimi tutması yüzünden durmak zorunda kaldım.

 

"Ne yapıyorsun Zühre? Ne bu tavırlar?"

 

"Sınırları koruyorum!" dedim sert bakışlarımı ona çevirip. "Sınırımı biliyorum ve ona göre davranıyorum!"

 

"Öyle mi?" Yüzündeki sert ifade bir anlığına yumuşamış sonra küçük bir kahkaha kaçmıştı dudaklarından.

 

"Niye gülüyorsun? Pardon komik bir şey mi var?"

 

"Sınırlar öyle mi?"

 

"Evet sınırlar! Unuttun mu! Kendin demiştin hatırlatırım! Ben sınırlarımı çok iyi bilirim Korhan Arslanoğlu! Durup durup hatırlatman gerekmez endişe etme!" Gülen yüzü yine birden ciddi haline büründüğünde artık ya onun ya da benim delirme çizgisini geçtiğine emin olmaya başlamıştım. Ben delirme çizgimi geçmiş miydim onun farkında bile değildim. Karmakarışıktım çünkü.

 

"Senin sınırların ben de son bulur Serçe Kuşu! Anladın mı!" Beni kendine biraz daha çektiğinde saçlarım yüzüne doğru savrulmuş ve ben dengemi sağlamak için onun sandalyesinin kolçağına tutunmak zorunda kalmıştım. Bana Serçe Kuşu dememeliydi!

 

Kızgın lavların aktığı koyu kahvelerinde kendi yansımamı görüyordum. Ve ben bu bakışlarda tuhaf bir yabancılık seziyordum.

 

"Senin sınırların benim! Sen benim sınırlarımın içindesin!" Nefesi tüm yüzümü sert ama bir o kadar tuhaf şekilde okşarken hafifçe yutkunmak zorunda kalmıştım.

 

"Yanlış!" dedim aynı onun gibi dişlerimin arasından. "Ben sınırlandırılmam, kısıtlanmam." Bakışları yavaşça dudaklarıma inmişti.

 

"Çünkü sen Serçe Kuşu'sun..." dedi sesi fısıltıya dönerken.

 

"Evet ben Serçe Kuşu'yum..." dedim onun gibi.

 

"Benim Serçe Kuşumsun..." Diğer eli enseme uzanmış ve sert denilecek bir şekilde beni kendine daha çok çekmişti. Dudakları sertçe dudaklarımı kavrarken gözlerim yuvasından fırlayacak kadar açılmış dengemi sağlamak adına dizimi onun sandalyesine koymak zorunda kalmıştım.

 

Sert, hoyrat ve olabildiğince kabaydı.

 

En başta tanıdığım kibar, çekingen adam değildi. Bambaşkaydı.

 

Öptü, öptü ve öptü... Susuz kalan birinin dakikalarca su içmesi gibiydi yaptığı. Ve tuhaf bir şekilde de karşı koyamıyordum ona. Karşı koyma düşüncelerime bile ket vuruyordu. Aklım bulanıyor, zaten çorba kıvamında olan beynim daha da kaynamaya başlıyordu onun dudaklarındaki korlar sayesinde.

 

Tüm bedenime bir elektrik dalgası yayılmış, midemin tam üstünde adını koyamadığım bir şey kanat çırpmaya başlamıştı.

 

Sonra birden kafam dank etmiş ben de hışımla geri çekmiştim kendimi.

 

"NE YAPIYORSUN SEN!"

 

"Sana sınırlarını gösteriyorum." O ise benim aksime epey sakindi. Bu kadar sakin olması delirmemi daha da harlarken geri doğru sendelemiş göz kapaklarıma çöken baskıyla arkamdaki yatağa tutunmak zorunda kalmıştım.

 

"Manyak!" dedim güç bela kapıya doğru ilerlerken. "Manyaksın!"

 

 

🐦

 

 

"Ne cevval bir nenen varmış Zühre." İçinde oturduğumuz beyaz Mercedes minibüs karanlık yolda ilerlerken Uraz durup durup nenemi övüyordu. Gözü karalığından, çevikliğinden hatta bana benzeyen deliliğinden bahsedip kendi kendine hayretlere düşüyordu. Fazla düşmese iyi ederdi bana kalırsa. Çünkü bu fazla şaşkın hali benim de asabımı bozuyordu aynı neneminki gibi.

 

Cebime tıkıştırdığım ve Berivan halanın verdiği ilaç kutusunu çıkartıp avcuma üç tane daha hap koydum ve beklemeden ağzıma attım. 'Şıp' diye keser demişti ama benim beynimin içinde halay çeken filler yerli yerindeydi maşallah. Hem bu sefer arada bir halayı durdurup birbirlerini öpüyorlar bu yüzden de benim beynimde şimşekler çakmasına neden oluyorlardı.

 

"Nereye gidiyoruz?" dedim ona ve gereksiz şaşırmalarına oralı olmadan.

 

"Çiftlik evine. Nurdan annem sizi kalabalıktan kaçırdı. Sen iyi misin?" dedi bana doğru hafifçe eğilip. "Yüzün sapsarı."

 

"İyiyim. Asabım bozuk." Bakışlarımı karşımda oturan ve hiç konuşmayan Korhan'a asla dokundurmamaya çalışırken kutudan bir hap daha çıkarıp attım ağzıma.

 

"Tabi nezarethaneden çıkan biri için kolay değil." Kendi kendine gülmesi benim sinirli bakışlarıma toslayınca son buldu. "Şaka yaptım. Ortam yumuşasın diye. Çok gerginsiniz. Davul gibi."

 

Parmaklarımla burnumun kemerini sıkıp kafamı geri yasladım ve gözlerimi kapattım. Tuhaf bir sersemlik çökmüştü üzerime.

 

"Son durum neymiş?" Korhan ona ve gereksiz şakalarına oralı olmamıştı benim gibi.

 

"Ağır cezaya sevk edilmiş dedi avukat. İyi de oldu. Hayır anlamıyorum Ragıp denen o soysuzun dirisi ayrı dertti başımıza bir de ölüsü çıktı. Kuzgun Kuzgun derken gördü Kuzgunu. Kendi içlerinden birinin onun sonu olacağı belliydi ama senin üzerine sıçratmadan durmadılar yine."

 

"Ne bekliyorduk ki?"

 

"Öyle ama dirisi de ölüsü de huzur vermeyen bir adamdı. İnsan keşke cezasını çekseydi diyor."

 

Ragıp Elaldı... Defalarca Kuzgun denen adamın selamını getiren adam. Ve o selam getirdikçe katlanan huzursuzluklar... Korhan'ı üstü kapalı tehdit etmesi, bilmeden dükkanına gidip yemek yememiz ve orada ettiği üstü kapalı tehditler... Yıllar önce bir kazada ölen adamın kinini ve intikamını gütmesi... Hele de o kaza Korhan'dan bacaklarını çalmışken.

 

"İnek neden kuyruğunu sallıyor?" dedim kafamı yaslandığım koltuktan çekip hafifçe gülerek. Nereden ve neden aklıma gelmişti bilmiyorum ama birden gelivermişti. Sersemdim ve kelimeler hafiften yuvarlanarak çıkmıştı ağzımdan. Ama onlar gülmek ve 'neden' diye sormak yerine tuhaf tuhaf bakıyorlardı bana. 'Neden' diye sorsalar ölürler miydi!

 

"Neden?" dedi az bir zaman sonra Uraz tereddütlü bir şekilde. Azıcık gülesim gelmişti neyin tereddüdünü yapıyordu bu Allah aşkına?

 

"Çünküüüü..." dedim gülerek parmağımı havaya kaldırıp. "Kuyruk ineği sallayamıyor." Attığım kahkaha minibüsün içinde yankılanırken benden başka gülen olmadığını fark edince daha çok gülmeye başladım. Nedense gülmemi durduramıyordum. "Çok kaliteli değil mi!" dedim kahkahalarımın arasından. "Hem çok mantıklı."

 

"Ne diyorsun sen Allah aşkına Zühre? Sen kendinde misin?" Uraz elini uzatıp alnıma koymuştu. Ne yani alnıma elini koyarak gülmeme engel mi olacaktı? Daha neler!

 

"Evvet!" dedim nereden geldiğini bilmediğim coşkuyla. Ama sevmiştim. Hem başımın ağrısı da geçmişti.

 

"Sen bir şey falan mı içtin? Sarhoş gibisin?"

 

"Tövbe de! Ben alkol kullanmam! Sigara belki ama alkol ı-ıh! Ayıp Uraz! Sadece ağrı kesici içtim o kadar!" Başımı da kontrol edememeye başlamıştım. İçimden yayılan gülme isteğine ve vücudumu kontrol edemeyişime engel olmam lazımdı ama yapamıyordum.

 

"Ne ağrı kesicisiymiş o?" Yüzüme dik dik bakan Korhan konuşunca gülmem şıp diye kesilivermişti.

 

"Ne bakıyon dik dik! Ananı mı sik-"

 

"Hop hop hop! Yavaş ol kızım ya! Ne içtin sen böyle!" Elimi güç bela cebime atıp mavi kutuyu sanki mücevher bulmuş gibi havaya kaldırdım.

 

"Bu!" dedim tekrar gülmeye başlayıp.

 

"Bu halamın ilacı değil mi! Ne işi var sende!" Havaya kaldırdığım kutuyu elimden bir hışım çekmişti Korhan.

 

"Ağrım vardı, kesilmesi lazımdı! Kesti! Sana ne lan!"

 

"Zühre!"

 

"Ne be! Adımı mı ezberliyorsun Kohran!" Adı ağzımdan yanlış çıkınca bir an durup sonra daha kuvvetli gülmeye başlamıştım. "Kohran! Kohran Oğluarslan!"

 

"Yan etkisi epey kuvvetli bunun. Gelmedik mi daha Osman! Uyumadıkça kendine gelmez bu!"

 

"Ooop Kapı!" dedim elimi sarsakça havaya kaldırıp. "Kapıların kralı! İki metrelik yarma!" Engel olamıyordum kendime. Benden bağımsız çıkıyordu her şey ağzımdan. "Yakışıklı köpek! Köpek Kapı! Kapı köpek!"

 

"Zühre kendine gel."

 

"Sana ne Kohran! Sana ne!" kafamı geri yaslayıp aklıma bir anda gelen türküyü mırıldanmaya başladım bir yandan. "Esmerim biçim biçim... Ölürüm esmer için... Alem bana düşmandır... Esmer sevdiğim için..."

 

"Yenge uçtu." Uraz'ın kahkahası benim kahkahama karışırken araba sarsılarak durmuştu.

 

"Durun! Bir şey daha söyleyeceğim!" dedim hışımla. "Kara üzüm habbesi! Le le le canııım! Gönlüm sevmez herkesi esmersen güzelsin!" Eğer İbrahim Tatlıses burada olsaydı muhtemelen nenemden kaptığı tüfekle beni vurur 'Sen benim türkümü değil ben seni katlediyorum' derdi.

 

"Gelme biyeee küstüm siyeeee!" dedim Uraz benim çırpınışlarıma aldırmadan kucağına alıp beni minibüsten indirirken. "Gelme biyeee küstüm siyeeee!" Bulanık olan görüntüm bir de sallanmaya başlamıştı taşlı yolda onun kucağında ilerlerken. Kafam geri doğru düşmüştü.

 

"Tamam Zühre tamam. İçeride devam et konserine. Vallahi kulaklarım kanadı!"

 

"Sus be!" diye cırlarken Uraz'ın ağzına vurmaya başladım bir yandan. Hatta hızımı alamayıp saçlarını da çekiştirmiştim. "Ah! Zühre dur ya! Dursana ya! Korhan bir şey de şu karına!"

 

"Balca var ya abayı yakmış sana! Ne buluyorsa sende! Dövemeli it!" Kulağını daha sert çektim. Hatta yetmedi omzuna dişlerimi geçirdim.

 

"Ahh! Zühre yapma ya! Korhan!"

 

"Gelme biyeee! Küstüm siyeee!"

 

"Zühre sus Allah aşkına!"

 

"Gelme biye küstüm siyeeeee!" Gözüme loş ışıklar dolarken içeri girmiştik. "Bir öpücük vermediiiiin! Vallah huylandım siyeeee!" Elimi havada savururken bir anda durdum. "Sen bana öpücük verdin Kohran!" dedim abartılı bir şaşkınlıkla. "Hem de kaç kere! Daha buraya gelmeden öpüştük lan biz! Böyle çat diye! Bu var ya bu! Bu senin kardeşim dediğin dangoz var ya! Böyle çat diye öpüyor beni! Sonra geliyor-"

 

"Yavaş yavaş! Ben sizin başka neler yaptığınız dinlemek istemiyorum!" Uraz beni yumuşak bir şeyin üzerine bırakırken koluna yapıştım sersem bir halde.

 

"Yok be öyle bir şey değil! Öpüyor sonra diyor ki 'sınırları koruyalım'. Bok koruyorsun Kohran!"

 

"Ben sana bir kahve yapacağım." dedi kolunu elimden kurtaran Uraz. Yarı baygın ve bulanık bakışlarım hemen önümde duran Korhan'a kaydı.

 

"Yalan mı?" dedim peltek bir şekilde. "Demiyor musun!"

 

"Kahve seni kendine getirecek." Elini yavaşça yanağıma bırakmıştı. Elinden yayılan sıcaklıkla gözlerimi kapattım ve gülümsedim.

 

"Ne var biliyor musun Kohran!" dedim peltek peltek. "Ayarlarımla oynuyorsun! Ulan ben zaten dengesiz bir kızım! Bir de sen böyle yapıyorsun ya! Ben seni yuvam sanmıştım Kohran... Ama değilmişsin... Neymiş sınırmış neymiş kağıt üstü evlilikmiş neymiş kardeşlerimizmiş! Ulan sikmişim hepsini! Zaten ne olduysa benim uçkuru kaçık abim ve senin o sulugöz kardeşin yüzünden oldu! Hepsinin canı cehenneme lan! Hepsinin!"

 

"Tamam Zühre öyle." Usul usul okşuyordu yüzümü.

 

"Töreymiş adetmiş berdelmiş! Yere batsın lan sizin adetleriniz!

 

"Batsın Zühre."

 

"Ulan madem sınır diyorsun ne diye gelip öpüyorsun lan beni sen! Ulan koparırım senin o dudaklarını!" Yaslandığım yerden sarsakça doğrulup dudaklarına doğru savurdum ellerimi. "Koparırım lan!" Ellerimi havada yakalayıp mani olmuştu bana. Ama ben içimden taşan o tuhaf şeye mani olamıyordum. Önce kulağını yakaladım diğer elimle de tişörtünün yakasını çekiştirdim.

 

"Zühre tamam!"

 

"Değil efendim! Koparacağım beni öpen dudaklarını!" Yerimden kalkıp daha vardım üstüne ama dengemi kaybedip birden düşüverdim kucağına. "Koparacağım! Nerede ulan senin şu köfte dudakların!" dedim ama koparmak yerine zar zor bulduğum dudaklarına kapatıverdim dudaklarımı.

 

Dengesizin tekiydim ben. Aldığım ilaç da tuzu biberi olmuştu sağolsun.

 

"Çüş!" dedi geriden bir ses. "Ben niye şahit oluyorum ya bu manzaraya!"

 

🐦

 

"Alo neredesin Uraz!" Önümdeki beyaz eski kamyonet tam yedi dakikadır bana yol vermiyordu.

 

"Sana ne Zühre!"

 

"Ulan trip kanalın mı açık kaldı senin! Şirkette misin değil misin!"

 

"Sana ne dedim ya. İşim var kapat." Ve beklemeden çat diye kapatmıştı suratıma. Şaşkınca kapanan ekrana bakarken daha sert bastım kornaya.

 

"Ulan senin o trip kanalını bulup sikmezsem bana da Serçe Kuşu demesinler! Allah'ın yürüyen dövmeli tribi! Ulan ne buluyor benim şu salak Balca şu herifte anlamıyorum!" Sabah gözümü çiftlik evinin en üst katındaki büyük yatak odasında açmış uzunca bir süre tavanla bakışmış, sersem sersem aşağı inip Uraz'ın tripli suratını çekmiştim. Korhan ben uyanmadan şirkete gitmiş Uraz da bana surat asa asa çıkmıştı.

 

Dün gece Berivan halanın verdiği ilaç yüzünden kafam uçmuş evde saldırmadığım insan kalmamıştı Uraz'ın dediğine göre. Hatta kulağına yara bandı yapıştırmak zorunda kalmıştı. Öyle diyordu.

 

Ben hatırlamıyordum ne yaptığımı. Hem hatırlasam bile 'oh olsun' der geçiştirirdim ya onu. Neyse. Neler yapmadın ki Zühre...

 

Ne yapmış olabilirdim Allah aşkına? Bu kadar abartmamalılardı.

 

"Ulan kamyonet! Vereceksen versene lan yol!" Kapıda duran gri Range Rover'ı korumanın ısrarına rağmen kendim kullanarak dönüyordum. Durağım önce nenemin yanı sonra konak olacaktı. "Lan sokayım senin şoförlüğüne!" Kornaya daha sert asıldım. Deminden beri asla yol vermiyor, ben sollamaya çalıştıkça önüme kırıyordu. Sinirle bir daha asıldım kornaya.

 

"Ulan kasaptan mı aldın ehliyetini!" uzanıp geniş dokunmatik ekrandan bir yandan da Korhan'ın numarasını tuşladım. İki kere çalmış üçüncüde açmıştı.

 

"Ne oldu Serçe Kuşu?" dedi yumuşak bir sesle. Hâlâ ona kızgındım ve bana 'Serçe Kuşu' demese iyi ederdi.

 

"Nenemin yanına gidiyorum." Önümdeki kamyonete bir kere daha korna sıktım.

 

"Tamam. Neredesin şu an?"

 

"Araba kullanıyorum. Gerçi koruma sana haber uçurmuştur ama."

 

"Niye tek çıkıyorsun Serçe Kuşu?"

 

"Sana ne? Sana haber verdiğime dua et." Önümdeki kamyonet birden durunca frene asılmıştım var gücümle. "Ulan senin gibi kamyonetin!"

 

"Ne oldu?"

 

"Yok bir şey! Dangalak bir şoför var önümde. Kardeşim yürüsene!" Kornaya bir kere daha bastım ama bana mısın demedi. O sırada birden arabamın kapıları açılmıştı. "Hey hey hey!" dedim bağırarak. Korku ve şaşkınlık dolu bakışlarım hem yan tarafıma hem de arkaya geçen kar maskeli adamlara çevrilmişti. "Siz kimsiniz!"

 

"Zühre ne oluyor!" dedi telefonun ucundaki Korhan.

 

"Sana..." dedi yan tarafıma yerleşen kar maskeli adam. Elindeki silahı tam alnıma dayamıştı. "Tavuskuşu'nun selamını getirdim."

 

 

 

🐦

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

NASIL BULDUNUZ BÖLÜMÜ?

 

SİZCE NE OLACAK BUNDAN SONRA?

 

ZÜHRE??

 

KORHAN??

 

PAMİR??

 

VE CANIMIZ ZAHİDE NENEMİZ??

 

PEKİ KİM BU 'TAVUSKUŞU'?? TAHMİNLERİ ALAYIM!!

 

 

BEĞENMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN.

 

BENİ BURADAN (seydnrgrsu), İNSTAGRAM'DAN VE TİKTOK'TAN TAKİP EDİP VİDEOLARA, BÖLÜM DUYURULARINA VE SPOİLERLARA ULAŞABİLİRSİN.

 

SİZİ SEVİYORUM ALLAH'A EMANET OLUN

Loading...
0%