Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Yara İzi

@seydnrgrsu

Hoşgeldin


Zühre'nin yıldızını aydınlatmayı unutma. Her satır arası bizim uğra mutlaka


Beni buradan, instagramda ve TikTok'tan takip etmeyi unutmayın.


Not: Serçe Kuşu adım adım ilerleyen bir kurgu. Okudukça anlayacaksınız. Yazılan her kelime illa çıkacak karşınıza belki bir yerde belki ileride. O yüzden neden yavaş demeyin.


Madrigal- Dip


🕊


Zamansız bir insandım. Bir anım bir anımı asla ama asla tutmazdı. Kendim bile yabancı kalırdım çoğu zaman kendime.


Bir de tuhaf kaçardım girdiğim her ortama. Siyahın arasında sırıtan beyaz, ağlayanların arasında gülen deli ve çoraptan kaçan baş parmak gibi.


Çoğu insan hep tek kaşını hafifçe kaldırıp sorgular bir biçimde bakardı bana. Ama ne yapsaydım. Tabiatım böyleydi benim. Ruhum bir insan ruhu değildi. Bir serçeye aitti. Ve o yüzden dur durak bilmezdim. Adımın hakkını verişim belki de bu yüzdendi.


İnsanlar 'Serçe kuşları'nın canını hiçe sayarlardı, görmezden gelirlerdi. Oralı olmazlardı onlar için. Küçük, ürkek bir kuştu sadece. Dahası değildi. Üzerine öyle yazılmış destanlar, hikayeler yoktu. Hatırlanmazlardı. Uçarlar, kaçarlar ve gözden kaybolurlardı hepsi bu.


Belki de adım bundan 'Serçe Kuşu' olmuştu. Ağaçların meskenim, yeşilliğin yaşama sebebim olmasından değil, çoğu zaman 'hiçe' sayılmamdandı belki de adım. Ben de uçardım, kaçardım, gözden kaybolur ve hiçe sayılırdım. Aynı serçe kuşları gibi. Ama kimse onlar hakkındaki ufak detaylara dikkat etmezdi.


Mesela ağladıklarında ölürlerdi. Çok az insan bilirdi bunu.


Onların hayatları göz yaşlarında son bulurdu.


Çoğu şeyleri de gözyaşlarında gizliydi. Uçmaları, kaçmaları, kızmaları, korkmaları, aşkları...


Ağladıklarında bunların hepsi son bulacak ve hiç hatırlanmamak üzere yok olacaktı.


Belki de adımı benimsememdeki en büyük etken buydu benim. Haşereliklerim bir yana ağlayamamamdandı belki de bu sıfatı benimsemem.


Ben kaçardım, korkardım, daldan dala hoplardım. Ağaç tepelerinde meskenlerim hatta mahallelerim bile vardı. Ama ben aynı serçe kuşları gibi ağlayamazdım. Belki gözlerim dolardı hepsi bu.


Ağlama duygusu belki de yüklenmemişti bana. Ben bu tuhaf simülasyonda tuhaf olan başka bir şeydim. Gülnare'yi sevmeyişim biraz da bundandı. Sanki insanlara duygular yüklenirken bendeki ağlayabilme ve duygusallığı alıp Gülnare'ye vermişlerdi.


En son ne zaman hüngür hüngür ağladığımı inan ki hatırlamam. Aman hatırlayıp ne yapacaksın. Sanki başka şeyleri adam akıllı hatırlıyorsun da...


Heh işte bir de içimde başka bir 'Zühre' vardı. Benim aksime her şeye maydanoz olur, etliye sütlüye de pek güzel karışırdı. Zühreee!


Rengi çingene pembesiydi. Belki de ruhum ilmek ilmek çingenelikle yoğrulmuştu bilemem. Ama Urfalılıkla yoğrulmadığına emindim. Kök mök, soy sop anlama yaşını geçmiştik. Hayatıma bir sıfır geride başlamak şöyle dursun eksikleri ömrü boyunca tamamlanmayacak bir kızdım ben. Bize bir çiğ köfte yoğurmadılar ya...


"Hele amca bunun acısı olmuştur?" Türkçe tuhaf bir dildi. Zengin, gönlü de eki de kökü de hatta her şeyi bol bir dil. Mesela ben bu cümleyi asla ekine köküne ayıramazdım. Hatta soru sormuş mu sormamış mı asla anlayamazdım. Ama tek bildiğim canı çiğ köfte çeken iç sesime kalkıp çiğ köfte yoğuruyorlardı. Hem de burada, kocaman, altın işlemeli salonun ortasında.


Allah'tan başka bir şey dilesem olacakmış be Zühre. Kaçırdık Eşref saatini gördün mü?


"Tüh..." dedim omuz silkip.


"Ne oldu kızım? Bir şey mi olmuştur?" Nurdan hanım elindeki içli köfte tabağını önüme koyarken endişe dolu güzel gözlerini bana çevirdi. Kesinlikle Gülnare gözlerini annesinden almıştı. İnsan bu gözler için neler yapmazdı be. Belki de abin bu yüzden kıyamıyordur Gülnare'ye?


"Olmamıştır." Dedim gülümsemeye çalışıp. Bakışlarım karşımda oturan teyzeme toslayınca gülümsemem yüzümde tuhaf bir hal alarak solmak zorunda kaldı. Zira beni her an öldürebilecekmiş gibi bakıyordu.


"Bir eksiğin varsa söyle yenge. Sen Nevide de yeter." Benimde ölümcül bakışlarım masaya bardak taşıyan Nevide'yi buldu. İyi kızdı, güzel kızdı, çalışkan kızdı. Lakin bir eksiği vardı. Her anında bana 'yenge' diyordu. Demese iyi ederdi.


"Zühre zaten pek yemez böyle baharatlı, yağlı yemekleri." Teyzem pek nazik değildi o gün. Kaba bir kadın olduğuna dünya gözümle hiç şahit olmamıştım ama sanırım bugün bunu epey yaşayacaktım. Aç karnımız tok oldu iyi mi?


Değildi. Mesela ben yerinde yemek istiyordum çiğ köfteyi, içli köfteyi. Öyle memleketinden uzak yerlerde birebir aynısı olmazdı. E gelmiştik acının, baharatın, salçanın diyarına tadına bakmazsam ağlardı bunca yemek arkamdan.


Teyzemin ve Günce'nin ölümcül bakışları eşliğinde Nurdan hanımın masaya bıraktığı içli köftelerden birini taktım çatalıma. Büyük bir lokma koparırken bütün gözler sanki insan eti yiyen bir yamyamı ilk kez görüyorlarmış gibi çevrilmişti bana.


"Afiyet olsun kızım." Nurdan hanım gayet memnun bir şekilde geçmişti yanıma.


Masa kalabalık, altın işlemeler arasında boğuluyordu bu kalabalık. Gerçekten buraya bir hindi getirseler 'bu ne kalabalık' diye girerdi söze ve sonra sesi duyulmazdı kalabalıktan.


Bakışlarım arada Gülnare'ye kayıyordu. Ağlamadığı ender zamanlardan birindeydik. Şaşkındım elbette. Az sonra buraya, masanın ortasına bir meteor düşse ona bile daha az şaşırırdım. Ama yüzü ha ağladı ha ağlayacak gibi bakıyordu. Bakışları beni bulamıyordu.


"Korhan nerededir Zühre?" Damağımdaki muazzam lezzetle kendimden geçerken bakışlarım sol tarafımdaki hala takımından olan zayıf kadına kaydı. Bir türlü tutamıyordum adını aklımda. Benim için onlar 'hala takımı' olmuşlardı ve sanırım öyle kalacaklardı.


Korhan niye gelmemişti hiçbir fikrim yoktu. Hatta ciğerlerime zengin hava çektiğim siyah son model Range Rover'dan indikten sonra asla görmemiştim onu. Ama babası ile aralarında bir sıkıntı olduğunu sezmiştim. Ve bana kalırsa Korhan bu konağa adımını atmıyordu. Sezgilerime de son derece güvenirdim. Ya bana Zühre?


"Ee ablam Uraz ona iğne yapacaktı. Herhal uyudu kaldı." Ah be Nurdan hanım şekilden şekile girmeye değer miydi.


"Ya nihayet alıyor yani ilaçlarını? Öyle?"


"Öyle." Dedi ilk kez Tahir ağa elindeki çatalı sertçe masaya bırakırken. Kardeşine pek de hoş olmayacak bir şekilde bakıyordu. Gerginliğini üzerinden halen atamamıştı. Şu 'Kuzgun' diye bahsedilen şey her neyse canını epey sıkmıştı. Yüz hatlarından belliydi.


Öyle pek mimik oynatan biri değildi ama insanın canının sıkkın olduğu anlaşılırdı her halinden.


"Ne iyi ettiniz." Dedi sevecen bir şekilde Nurdan hanım. Minnet dolu bakışları masada oturan herkesin üzerinde dolaştı. "Geldiğiniz için hepinize teşekkür ederiz. Çok mutlu ettiniz bizi."


Teyzem ve Günce önlerine konan envai çeşit yemeklerden asla bir lokma almamışlardı. Zaten bu masaya da öyle memnun oldukları için oturmuyorlardı. Hamiş gelmemişti bile.


"Teşekkürler." Dedi teyzem yüzünde yapmacık olduğuna adımın Zühre olduğu kadar emin olduğum bir gülümseme kondurup. Bu durum beni küçüklüğümden beri hep korkuturdu. Çünkü teyzem gülümseyerek döven insanlardandı. Acımazdı. "Peki sen mutlu musun Zühre?"


Lokmam da tükürüğüm de sağolsun kalmıştı boğazımda.


"Teyze..." dedim zar zor yutkunup.


"Peki sen mutlu musun Zeynel? Peki siz Cahit bey?"


"Teyze..." dedim ona doğru eğilip.


"Sanırım tek mutlu olamayan biziz değil mi Günce? Mesela ben çok tuhaf karşılıyorum bu durumu ama siz yadırgamıyorsunuz sanırım Nurdan hanım?" Bir soru değildi bu. Fikrini merak etmiyordu. Açık açık rahatsızlığını dile getiriyordu.


"Mahfer hanım bakın çocuklar zaten kendi karar-"


"Kendi değil Nurdan hanım. Zeynel ve Gülnare'nin hatasını eşiniz hem kendi oğluna hem de benim kızıma yükledi. Yüklemediniz mi Tahir bey?" Kibar biri demiştim ya teyzem için. İşte böyle de kibar kibar zort ederdi herkesi. İçinde tutmazdı demek istediklerini. Ben de tutmazdım. Sanırım teyzeme çekmiştim. İçinde tutup kanser olacağına vur diline konser olsun be Zühre.


"Adetlerimizi pek de bilmiyorsunuz Mahfer hanım. Törelerimizden pek haberiniz yok." Canı sıkkın adam konuştu sıkkın sıkkın canımızı sıkarak. Gözlerimi devirdim. Adetine de töresine de başlamak şarttı. Zaten teyzem başlayacaktı az sonra.


"Öyle. İyi ki de yoktu bu zamana kadar. Eğer kızınız ve Zeynel bu hatayı yapmasaydı haberimiz de olmayacaktı. Keşke olmasaydı. Ya da siz çocuklarınızın önünde engel olmak yerine onlara yardımcı olsaydınız."


"Öyle mi?" dedi sırtını sandalyesinden ayıran Tahir ağa. Ellerini masanın üzerinde birleştirip daha da ciddileşti suratı. "Ben kızım ve Zeynel'in yaptığı şeyi asla onaylamıyorum. Yine onaylamıyorum, onaylamayacaktım da. Ta ki Zühre ve Korhan o evlilik cüzdanını ortaya atana kadar sürdü bu." İki saat falan sürdü...


Abimin bakışlarında büyük bir korku, Gülnare'nin kıyılamayan o güzelim bal rengi gözlerinde beni asla şaşırtmayan yaşlar vardı. Ne bekliyordun Gülnare hanım. Babanın 'ben kızımın arkasındayım' demesini falan mı?


"Teyze." Dedim engel olmak için. Ama olamayacağımı hesaba katmamıştım.


"Siz ve sizin töreleriniz bizi asla ama asla ilgilendirmiyor. Bu evliliği de asla onaylamıyorum."


"Babası burada Zühre'nin. Pardon ama?" Demeyecektin onu Tahir ağa efendi. O cümleyi kurmayacaktın. Bir düşmanlığın fitilini ateşledin de haberin olmadı be zavallı.


"Yirmi üç yıl sonra mı babası oldu pardon?" Teyzemin alev püskürten gözleri babama çevrildi. Diyecek kelimesi de yoktu ki babamın kalkıp itiraz etsin. Doğru söze boyun eğiyordu.


"Teyze tamam." Dedim ayağa fırlayıp. Daha fazla stresi kaldıramayacaktı zira benim bu bedenim. Gözlerimde hafif kararmalar peyda olmuştu.


"Bence de tamam Zühre. Biz zaten doyduk. Gidelim." Teyzem ve Günce aynı anda ayaklanırken tüm masa da onları takip etti. kırgındı bana teyzem. Hem de çok fazla. Ama haklıydı. Ve ben onun haklılığı karşısında her seferinde daha çok eziliyordum.


Sırf bir bebek yaşasın diye hayatımdan altı yedi ay kadar bir süreyi feda ettim sanıyordum ama daha fazlasını etmiştim, edecektim. Sadece günler ve aylarla sınırlı kalmayacaktı feda ettiklerim. Karşıma aldığım her şey belki kayıp gidiyordu avuçlarımın arasından. Ben en önce kanatlarımı feda etmiştim, uçamayacaktım. Peki uçamayan bir serçe kuşu ne kadar dayanabilirdi?


"Bak Zühre, kızım..." Teyzemin sıcak elleri her daim soğuk olan tenime dokundu, yüzümü avuçları arasına aldı. Belki de ellerinden yayılan anne sıcaklığı olduğu için bu kadar huzur veriyordu. "Ne olursa olsun gidebiliriz buradan."


Kapının önünde, arkamızdaki kalabalığa aldırmadan söylemişti. Yorgun bakışlarına bir de benim üzüntüm çökmüştü. Haksızlık ediyordum ona. En büyük haksızlığı ona yapıyordum.


"Ama teyze-"


"Bak adet töre anlamayız kızım biz. Ne işimiz var bu bilmediğimiz insanların içinde? Gel gidelim." Bilmediğimiz insanların arasına kan bağım olan abim ve babam da dahildi onun için. Haksız da değildi. Hatta sonuna kadar haklıydı. Bilmediğimiz insanlardı onlarda, yabancıydık.


"Teyze-" dedim bakışlarım gözlerinden her an yaşlar firar etmeye hazır olan Gülnare'ye kaydığında. Karnında masum bir bebek vardı her şeyden habersiz. Herkesten her şeyden daha fazla yaşamayı hak eden bir bebek.


Sessizlik ilmek ilmek işlendi içinde bulunduğumuz ana. Teyzem bir şey diyeyim diye umutlu umutlu baktı gözlerimin içine. Ama ağzımı açıp bir şey diyemedim. O sırada önünde durduğumuz kapı açıldı.


"Merhaba." Dedi sandalyesinde oturan Korhan. Hemen arkasında Uraz ve kapıdan hallice Osman dikiliyordu. "Hoş geldiniz Mahfer teyze." Diyerek elini teyzeme uzattı. Teyzemin yüzü renkten renge girerken bir bana bir de kendine uzatılan ele baktı. Baktı baktı ve baktı.


🕊


"Teyzeme teyze demek zorunda değilsin." Dedim sesimi olabildiğince kısık tutup. Gerçi sesim bu kalabalıkta duyulur muydu orası bilinmez ama dikkatlerin üzerimizde olduğu kesindi. İnkar edemezdim.


"Teyzen... Bu konuda tavrı belli. Amacım sadece arayı yumuşak tutmak." O da benim gibi kısık konuşuyordu.


"Teyzem katı sınırları olan biridir. Ve emin ol hiçbir şey onu yumuşatmaya yetmez." Teyzem ve Günce'nin bakışları çoğunlukla bizim üzerimizde dolaşıyordu. Ne hala takımının soruları ne Hicran hanımın sohbet çabaları onlarda pek etki gösteremiyordu. Nevide yazık bir sürü ikram taşıyordu içeri.


Ne gerek vardı canım bu kadar şeye. Zaten yemekte bir ton şey hazırlanmıştı masaya. İnsanlar da o masada doymadıysa daha neydi. Bütün günlerini mutfakta geçirmeleri gerekirdi bunlar için. Bir kere hepsi için tonla malzeme gerekirdi. Safi masraftı. Amaç karın doyurmaktı ama onlar karın doyurmanın yanında göz doyurmayı da tercih ediyorlardı. Ev büyüktü yaşayan ahali de. Çalışanlar, korumalar desen gırlaydı. O kadar insanın da boğazının doyması gerekiyordu. Gerçi ben niye kafa yoruyordumsa bu işlere. Cebinden para çıkan düşünmeliydi. Bana neydi.


"Kusura bakma." Kısık sesine mahcup bir tını eklenmişti. Baş parmağımın kenarını kemire kemire kemiğime ulaşmıştım gerginlikten. Bakışlarımı asla teyzem ve Günce'nin üzerinden çekemiyordum. Yemekten sonra yaklaşık yirmi dakika gibi bir zaman geçmişti fakat bu yirmi dakika hayatımdaki en uzun yirmi dakikalardan biriydi. Resmen gerginliğimle beraber saliseleri sayıyordum.


"Sen niye geldin?" dedim hafifçe ona eğilip sesimi daha da alçaltarak.


"Evim çünkü. Gelmese miydim?" Bir iki saniye donuk bakışlarıma 'ne var' dercesine baktı. Kastettiğim şeyi anlamamıştı zannımca. Biz galiba hep böyle ayrı tellerden konuşacaktık. Alt yazı şart Zühre.


"Onu mu diyorum? Hani gelmiyormuşsun ya buraya." Yüzü tuhaf bir şaşkınlığa büründü saniyeliğine.


"Sen nereden biliyorsun bunu?"


"Gelmiyorsun yani?" dedim tek kaşımı kaldırıp. Hoşuna gitmemiş gibi sandalyesinde sırtını dikleştirdi. Cevap vermemeyi tercih etti.


Bakışlarım üzerinde oturduğu sandalyesine kaymıştı. Ayağındaki siyah spor ayakkabılar gıcır gıcırdı. Tek bir kullanılma belirtisi bile yoktu. İçim bir tuhaf olurken bakışlarım bacaklarına tırmandı. Uzun bacakları bileğinden sandalyenin ayaklarına bağlıydı. Kendi bacaklarıma çevirdim sonra bakışlarımı. Çaktırmadan hafifçe hareket ettirdim. Tüm gün beni taşıyan, bir yerden alıp başka bir yere götüren bacaklarıma ilk defa bu denli içten bakıyordum. Hafifçe oynattım ayaklarımı. İlk defa onları hissettiğimi derinlemesine ve farklı bir açıdan fark ettim.


Onlar sayesinde koşuyordum, zıplıyordum, yürüyordum ama bir güne bir gün bunu fark etmemiştim böylesine.


Çok tuhaftı. İnsanoğlu nasıl da acımasız ve vefasızdı kendisine karşı. Tüm gün beni taşıyan bacaklarıma hiç böylesine bakamadığım için suçluluk kaplayıverdi içimi.


"Hele Korhan oğlum pek bir şaşırttın bizi." Hala takımından tombul yüzlü olan dikkatimi dağıtmıştı. "Seni uzun zaman sonra bu konakta görmek de varmış."


"He ya." Dedi hemen onun yanında oturan diğer hala. İkisi de gülünce birbirlerine benziyorlardı. Tek farkları kilolarıydı.


"Sahi oğlum kaç sene oldu sen buraya gelmeyeli? O kaza-"


"Hele Dilva sen benim böreklerden hiç yemedin." Nurdan hanım önündeki börek tabağını hızla uzattı Dilva halanın önüne. Amacı sözünü kesmekti. Anlaşılmayacak gibi olmamıştı. Zaten bir anda da ortalığı soğuk bir sessizlik kapladı. Ne diyecek diye yan tarafımda oturan Korhan'a döndüm fakat hiçbir şey demeden hafifçe gülümsedi halasına. ne bileyim surat falan asabilirdi. Somurtabilirdi. Ama yapmadı. Gülümsedi. Ben olsam deliliğimi konuştururdum. Çemkirir de çemkirirdim.


"Biz gidelim artık. Çok fazla oturduk. Yeter." Dedi dayanamayan teyzem. Afakanlar basmış gibi ellerini salladı. Bir hışım yerinden kalktı. Bakışları benim üzerimdeydi. Biraz kızgın ama çok fazla da kırgındı. Bakışlarımı kaçırdım. Kendin kaçsan bile fayda etmez Zühre teyzene benden demesi.


Nurdan hanım itiraz edecek oldu ama fayda etmedi kimseye. Onun da işi zordu. Her daim düğüncü davulu gibi gergin bir koca, dırdırı bitmeyen görümceler, ağlak bir kız, sorunlu dünürler, deli bozması bir gelinle işi epey zordu. Gelin? Sen misin bu?


Teyzem son kez bana bakıp yokmuşum gibi herkesten önce çekip gitti peşinden Günce'yi sürükleyerek. Babam ve abim konuşmak istedi fakat teyzeme çeken damarım tuttuğundan ben de onlar yokmuş gibi davrandım. Gülnare'nin gözleri yine doldu kapıdan çıkmadan. Zaten dolmasa şaşardım. Yine Gülnareliğini yapıp şaşırtmadı sağolsun beni.


"Yere tükürülmüş sakız gibi yok sayıldım gördün mü?" dedim aciz halime gülmeye çalışıp.


"Niye öyle dedin ki?" herkes herkesi kapıda uğurlamaya gittiğinden ve ben yok sayıldığımdan salonun ortasında kalakalmıştım.


"Bunca yıllık teyzeme ve kardeşime bak sen." Hayretler içinden çıkmalıydım bir an önce boğulmadan. Ama onlar tepkilerinde haklıydılar. Ben şaşırmamalıydım.


"Yemek yiyelim mi?" dedi o da diğerleri gibi beni ve içine düştüğüm durumu yok sayıp. Kınayan bakışlarımı ona çevirdim. Ben burada acı çekiyor, yok sayıldığımı hazmetmeye çabalıyordum. Onun derdi bambaşkaydı. Bu durumda nasıl midemi düşünürdüm.


"Olur ne yiyelim?" dedim ellerimi arkamda birleştirip. Yuh be Zühre...



"Bu Osman hep böyle kapı misali dikilecek mi?" Yanağımı sağ avucumun içine yaslayıp bakışlarımı etrafı pür dikkat izleyen Osman'a çevirdim. "Gelip o da bir şeyler yese ya."


"Sanmıyorum geleceğini."


"Niye karar veriyorsun onun adına. Belki aç." Herkes sen değil Zühre. "Hey kapı! Gelsene." Dedim sol elimi havada sallayıp. Etrafta gezinen bakışları beni bir anlığına buldu ama oralı olmadı. "Pişt kime diyorum? Gelsene."


"Bana mı dedin yenge?"


"Ben bu kapıya dalarım yalnız." Dedim bakışlarımı Korhan'a çevirip. Sanırım menüde yürek var Zühre? Günce gibi çabuk parlardım ben. Gerçi Osman da hak etmiyor değildi. Hem kapı gibiydi hem de yerli yersiz kelimeleri epey kullanıyordu. İşte bu yüzden onun da puanını en baştan kırmıştım. Boyuyla orantılıysa demek ki...


"Buyur yenge." Dedi. Bana her yenge dediğinde de evde dolabın birine kaldırdığım altın bilezikler ister istemez bileklerime dolup şıngırdıyordu. Onların şıngırdamasını göstermek ister gibi kollarımı ona doğru salladım havada.


"Bak benim bir adım var Osman. Adım da Zühre. Tamam mı?" dedim ciddi ciddi. Ama ciddiydim de. Adım Zühre'ydi benim. Yirmi üç yıl önce benden habersiz bana danışılmadan verilen, önüne 'bekle, dur, yapma' gibi ön adlar eklenen bir isimdi. Dümdüz Zühre'ydi. Yenge neydi yahu?


"Buyur Zühre yenge."


"Çattık ha." Dedim altın olmayan ellerimi havada sallayıp. Sinirli bakışlarım Korhan'a çevrildi ama hafifçe gülmesi daha da dokundu sinirime. "Yenge ne yahu? Ben sana 'Kapı' diyor muyum. Demiyorum. Sen de bana yenge deme."


"Ama yenge nasıl demeyeyim." Şaşkın bakışlarını benden çekip yardım dilenir gibi Korhan'a baktı. O da 'ben karışmam' dercesine omzunu silkti.


"Nasıl demeyeyim diyor ya. Çok zor bir şey değil. Sen bana yenge demeyeceksin hepsi bu. Senden ömür boyu konuşmamanı istemiyorum farkındaysan. Dağarcığından sadece bir kelimeyi çıkaracaksın hepsi bu."


"Ama Korhan abi." Benimle baş edemeyeceğini anlayınca tekrar Korhan'a çevrildi bakışları.


"Söyleme Osman. Yenge deme bir daha." Eline aldığı peçeteyle önündeki kaşığı ve çatalı itinayla sildi Korhan.


"Eğer sen bana yenge dersen ben de sana 'Kapı' diyeceğim haberin olsun." Parmağımı ona doğru tehdit edercesine salladığımda yüzü şekilden şekile girdi. Bir şeyler diyecek oldu ama dudaklarını sertçe birbirine bastırıp engelliyordu demek istediklerini. Eliyle beyaz gömleğinin yakasını düzeltti rahatsızca. Siyah takım elbisesinin ceketinin önünü çekiştirdi. Yanaklarımın içini ısırıyordum gülmemek için. Kapı gibi adam kıvranıyordu önümde.


"Vallahi yenge kusura bakma. Ben yenge diyeceğim sana."


"Aa Kapı diyeceğim o zaman ben de sana!" dedim sinirli bir tonda. Ama oralı olmadı. Hatta kafasını diğer tarafa çevirip benden gelecek diğer şeyleri duymuyormuş gibi davranmaya devam etti. bu kadar ciddi olmak zorunda mıydı?


Hayır yani hayat ciddiye alınmayacak kadar kısa ama ciddiye almamız gerekecek kadar da hızlı akıp gidiyordu. Anın tadını çıkarmalıydı. Ciddiyeti altında duygularını esir etmemeliydi. O an ne hissediyorsa insan onu yansıtmalıydı dışarı. Mesela ben öyle yapardım. Ne gerek vardı kendimi kasmaya.


Yemeklerimiz sırayla önümüze servis edilmeye başlamıştı. Geldiğimiz küçük mekanda cam balkonlu bir kısımda otururken ciğerlerim duydukları mercimek çorbası kokusuyla halaya geçmişlerdi. Ciğerlerim halayını çeke dursun kimseyi beklemeden ekmeklere uzandım.


"Acıkmışım." Dedim büyük bir lokmayı kimseyi beklemeden ağzıma atarken. Çorbama bolca limon sıkmayı da ihmal etmemiştim. Masa yavaş yavaş donatılırken çatalıma bolca salata taktım. "Osman dikilme de sen de ye." Biz başlamıştık ama o ellerini önünde birleştirmiş dikiliyordu. Yazıktı. Önünde yiyorduk ayıp oluyordu.


"Yok yenge. Sağ ol." Dedi benden tarafa dönmeyerek.


"Ya yenge demeyi bırak ya da otur yemek ye." Dedim emrivaki bir tonda. Bakışları tekrar Korhan'ı buldu. Ama o sanki oralı değilmiş gibi çorbasını içmeye başlamıştı. Yüzü aldığı lokmayla tuhaf bir hal aldı önce.


"Abi değiştirteyim." Benim en az üç adımıma tekabül eden adımını Korhan'ın yanına attı Osman. 'gerek yok' der gibi elini salladı Korhan. Bir sonraki kaşığına daha az çorba ekledi ve tekrar ağzına götürdü. Sanırım sevememişti mercimek çorbasını. "Uraz'ı arasam?"


"Yok Osman. Kendine bir sandalye çek. Sen de bir şeyler ye."


"Ama abi-"


"Osman. Hadi." Osman kulağındaki kulaklığa dokunup bir iki adım ileri gitti. Kapıda bekleyen korumalardan biri içeri girmişti hızlı adımlarla. Ona bir şeyler söyledikten sonra bizim arkamızdaki masaya oturdu.


"Ay bu da ne alıngan çıktı canım. Bir kelimeyi söyleme dedim diye trip attı da oturmuyor bizim masaya." Kasemdeki çorba bitmiş ben de çatalıma taze fasulyelerden takmıştım.


"Osman öyledir biraz. Yapısı gereği."


"Kapı gibi adam. Ne yapısından bahsediyorsun. Yapılırken malzemesinin arasına trip biraz fazla ekildiyse demek ki." Ben önümdeki fasulyeleri de afiyetle mideme indirirken daha o kasesindeki çorbanın yarısını bile içmemişti. Bakışlarım masadaki yemeklerde gezindi ağzımdaki lokmayı yutmaya çalışırken. Ağırlıklı olarak sebze yemeklerinin olduğu masa karnım nihayet doymaya yaklaştığında girmişti odağıma. Ne bulsam yediğimden ne yediğimi de pek anlayamamıştım gerçi.


"Aaa..." dedim suyumdan bir yudum alıp geri yaslanırken. "Burada böyle sebze yemekleri de yapan yer var mıymış ya." Kaşlarım hayretle havalanmıştı. Geldiğim günden beri sebzelerle pek haşır neşir olamamıştım da. Garibime gitmişti bu durum.


"Niye olmasın?" çorbadan zar zor bir yudum daha alıp geri yaslandı. Önündeki kapalı suyu açıp bolca içerken bakışlarını benden çekmiyordu.


"Ne bileyim. Geldiğim günden beri hep etli hep yağlı şeyler önüme geldiğinden yadırgadım." Cidden öyleydi. Hayatımın yaklaşık bir ayını doğduğum şehirden uzakta, babamın topraklarında sürdürürken hep et hep et görmüştü bu gözler.


Mesela yapılan her çobanın içinde muhakkak et vardı, dolmalar desen içleri etle doldurulmuştu. Yapılan güveçleri saymıyordum bile. Yahu burası nasıl da etçil bir memleketti. Günler sonra masada et olmayan yemekleri görünce garipsemedim değildi.


"Yemek yiyelim diyen sendin. Valla ben ne bulduysam sildim süpürdüm. Ama sen bir çorbayı bile bitiremedin." Bakışları arka tarafımda oturan Osman'a kaydı. Telefonu çalıyordu.


"Doydum." Dedi hafifçe gülümseyip. Belki de karşısında bu denli iştahla yemek yiyen birine daha önce rastlamadığından iştahı kaçmış olabilirdi. Ama ben dert etmezdim öyle. Karnım açsa karşımdaki kınamış, darılmış, gücenmiş, kusmuş pek umurumda olmazdı. Ben bir beynim sulanınca bir de karnım acıkınca dünyayı tanımazdım. Az önce de tanımıyordum. Şimdi çok şükür gelmiştim kendime.


"Öf ya..." dedim kollarımı göğsümün altında birleştirip. "Gördün mü nasıl da reddedildim teyzem ve kardeşim tarafından. Tam bir aile trajedisi." Kendi kendime hafifçe güldüğümde içimde bir yerde bir şeyler cız etmişti. Sanırım gücenmiştim ve gücenmişliğimi gülerek bastırmaya çalışıyordum. Ben de sorunlarımı böyle hallediyordum işte.


"Bence reddedilme yok. Sadece sana biraz tepkililer."


"Ohooo bu daha ne ki?" dedim havada elimi 'sen daha neler göreceksin' der gibi sallayıp. Teyzemi sadece dış görünüş olarak biliyordu ve bu yetmezdi. "Sen tepki görmemişsin. Bir de gittin teyzeme teyze dedin ya." Esefle bakıyordum ona. Hafifçe burnumu da kıvırmıştım.


"Kusura bakma o konuda. Teyzenin çatık kaşlarını görünce bir an boş bulundum." Hafifçe gülümseyerek elini ensesine attı. "Sana değer verdiğinden bu denli tepkili." Önündeki içilmemiş kaseyi ittirip sandalyesinde geri yaslandı.


"Ona şüphem yok ama... Kırgın bana. Hem de çok. Günce bile yüzüme bakmıyor. E haklılar da tabi. Apar topar abim buraya getirdi. Yetmedi ben gidip onlardan habersiz evlendim. Kim olsa tepkili olur." Olurdu tabi. Olmayanın aklından şüphe ederdim.


"Yanlış anlama sorumu ama teyzen mi büyüttü seni?"


"Evet." Dudaklarıma belli belirsiz bir tebessüm yerleşivermişti. Teyzemi çok seviyordum. Ama kırıyorsun da Zühre.


"Sana düşkünlüğü ondan desene."


"Onunki sadece düşkünlük değil. Beni bu güne kadar bir gün olsun kendi kızından ayırmadı. Bakmayabilirdi. İstemeyebilirdi ama o ne kadar zor olsa da beni kızıyla birlikte büyütmeyi seçti. Tek başına hayatta kalmaya çalışan bir kadın için çok zor bir seçimdi ama o düşünmedi bile." İşaret parmağımla oturduğum sandalyenin kolunda belli belirsiz şekiller çizmeye başladım. Aklım da kalbim de teyzem ve Günce'deydi. Kendimi daha önce epey suçlu hissettiğim durumlar olmuştu. Haşereliklerim yüzünden çok yaramazlıklarım kötü sonuçlanmıştı ve ben kendimi hepsinde de suçlu hissetmiştim ama bu başkaydı. İçimi sıkan bu duygu bambaşkaydı.


"Birbirinize karşı böyle hissetmeniz ve teyzenin tavrı bunu açıklıyor demek ki."


"Az bile tavır yapıyor. Bakma sen kibar kadın da ondan. Ben olsam yırtar yolardım etrafı. Abime karşı bile bu denli sakin kalması beni epey şaşırttı. Ben olsam yapamazdım. Gerçi abime karşı benim sinirim bambaşka ya." Sol elimi hafifçe sıktım yumruk yapıp. Kafamı arkaya atıp çorbasını içen Osman'a çevirdim bakışlarımı. "Kapı bize ordan kahve yollasana ya." Ağzına koyduğu kaşığı şaşkınlıkla çıkaramazken bakışları tekrar Korhan'ı buldu.


"Abi?" dedi elindeki ekmek kırıntılarını silkip ayağa kalkarken.


"Bu Kapı senden ha bire böyle icazet mi alıp duracak ya. Şuna bak adım bile atmıyor sana bakmadıkça. Alt tarafı bir kahve ya."


"Yok ben kahve pek içmiyorum da. Sanırım ondan baktı." Şaşkınlıkla havalandı kaşlarım. Kahve içmemek ne demekti ya? Benim damarlarımda kan yerine kahve dolaşırdı çoğu gün. Şöyle bileklerimi kessem oluk oluk şekersiz Türk kahvesi akardı. Kalbim kafein pompalıyordu benim.


"Oha..." dedim şaşkınlığım dilimde can bulurken. "Kahve içmemek ne ya? Nasıl dayanıyorsun güne?"


"Nasıl nasıl dayanıyorum?" Al buyur işte ayrı tellerden ettiğimiz sohbet orta yolu bulmayacaktı bizim.


"Ne bileyim çay içmeyeni, kola içmeyeni duydum da kahve içmemek ne ya? Tuhafıma gitti kusura bakma." Oha Zühre ben bile şaşırdım. Kahve içmemek nedir ya...


"Pek içemiyorum." Başıyla hafifçe işaret etti Osman'a. O da hazır bekliyormuş gibi fırlayıp mutfak tarafına doğru hızlı adımlarla ilerlemişti.


"Gülnare içer mi kahve?" alakasız sorum yüzünde soru işaretlerinin belirmesine neden oldu.


"İçer..." Tereddüt etmişti. Belki de niye böyle alakasız bir soru sorduğumu anlamaya çalışıyordu.


"Hayır abim aşırı içer de kahveyi ondan dedim." Peki sen nasıl biliyorsun bunu Zühre?


Göz devirdim iç sesime. Rengi çingene pembesi ve kesin burnu uzun bir şeydi.


"Nereden biliyorsun diye sorarsan şaşırmam. İnan ben de bilmiyorum abimin kahve içip içmediğini nasıl bildiğimi."


"Bilebilirsin sonuçta. Şaşılacak ne var ki?" Şimdi onun anlamaması normaldi. Çünkü o kardeşiyle beraber büyümüştü aynı evin içinde. Ama biz öyle miydik. Aramıza girmeyen mesafeler kalmamıştı.


"Bence şaşırılması gereken bir durum. Aman neyse..." dedim havada elimi sallayıp. Osman o sırada elindeki kahve fincanıyla karşıdan geliyordu. Kocaman cüssesiyle elinde kahve fincanıyla görünce bir gülesim gelmişti şimdi. "Oh oh eline de pek yakışmış Kapı." Dedim elinden fincanı alıp. Tek yaptığı ciddi haliyle yüzüme bakıp bakışlarını Korhan'a kaydırmak oldu.


"Ay bu da nefes alsa bile sana mı soruyor? Ne bu kast sistemi canım." Sıcak kahve dilimde yayılırken özlediğim tadın iliklerime işlemesine izin vermiştim. Bence kahve hayattaki en güzel şeylerden biriydi ve o içmeyerek kendini bu güzellikten mahrum bırakıyordu.


"Yok. Osman biraz öyle. Hem kuzenim o biliyor musun? Dayımın oğlu." Osman yaklaşık beş adım gerimizde elini önünde birleştirip ciddi bir edayla dikilmeye başlamıştı. Kapı demekte haklıydım bence ona karşı çünkü bu şekilde durunca da kapıdan hiçbir farkı kalmıyordu.


Geniş omuzları, yapılı, uzun iri vücuduyla tam bir kapıydı. Hoy maşallah Zühre...


"Sahi mi? Onunla da hiç benzemiyorsun." Bakışlarım Osman'ın üzerindeydi. Onun bakışları ise etrafta dolaşıyordu ama asla benimkilere uğramıyordu. Puanı kırık Osman benimle muhattap olmayı pek tercih etmiyordu.


"Onunla da?"


"Evet yani şey. Gülnare ile de hiç benzemiyorsun ya. Ne bileyim kuzeniyle benzer insan biraz da olsa ama sen onunla da benzemiyorsun. Kardeşiyle de benzer mesela ama Gülnare ile hiç benzemiyorsun. Gülnare annene benziyor. Gözleri aynısı. Ay ne güzel gözleri var onun. Ama o hep ağlamayı tercih ediyor. Tam bir sümüklü." Son dediğimi keşke demeseydim dedim ama demiştim bile çoktan. Hafifçe alt dudağımı ısırdım gülmeye çalışıp.


"Gülnare duygusal biri. Hep öyle oldu."


"Maşallah canım. Duygusal olsa yine iyi ağlasal o."


"Ağlasal?" Gülnare'ye bundan sonra sulugöz demenin yanı sıra 'ağlasal' da diyecektim. Bu kelimeyi hemen şimdi uydurmuştum ve tam Gülnare'ye yakışan bir sıfat olmuştu. Kendi kendime küçük bir kahkaha attım.


"Ağlasal tabi. Ağlasın diye ortaya salınmış anlamına geliyor. Ben uydurdum. Ama Gülnare'ye yakıştı. Bundan sonra kardeşine öyle diyeceğim." Gülmem şiddetlenirken 'bu da delirdi' diyerek izliyordu beni. Ama hayat biraz deli olmadıkça çekilmiyordu maalesef. "Ay kusura bakma." Dedim dizlerime vurmaktan yorulup. Dövüne dövüne gülmüştüm. Allah'tan oturduğumuz bu küçük yerde bizden başka kimse yoktu da onlara da rahatsızlık vermemiştim. Gerçi milleti çok umursayan biri değildim. Anırırdım, yarılırdım ben gülerken. Eğer güleceksem bunu narin kahkahalarımın arkasına saklayamazdım. "Allah'tan nemrut babana çekmemiş." Dedim anın verdiği boşlukla.


Donuk bakışları, mimiksiz suratıyla beni öylece izledi ve kafasını yana çevirdi.


"Onun için demedim. Yani babana kötü bir şey demek istemezdim. Kusura bakma. Şey ya..." Çevir yanmasın Zühre. Az daha tutamasan kendini küfredecektin adama.


Ederdim de ne vardı ki canım. Ketum nemrut suratlı herifin tekiydi ne de olsa.


"...Gülnare çok duygusal baban ise çok ciddi ya. O yüzden şey ettim."


"Alınmadım merak etme. Hem doğru söze ne denir ki. Biraz değil epey ketumdur babam. Dediğim dediktir."


"Ooo orasını öğrendik zaten." Sol elimi kaldırıp alyansımı göstermek niyetiyle salladım. "Uygulamalı olarak hem de." Mimiklerinin çalışabildiğini hafifçe belli etti.


Kahvemin sonuna gelirken çöken sessiziliği ne o ne ben bozduk. Sanki günlerdir kahveye açmışım gibi her hücremin kahveyle temasına odaklanmıştım. Kahve mühimdi. Ama merakım daha baskındı. Hafifçe boğazımı temizledim geri yaslanıp.


"Merakımdan soruyorum beni yanlış anlama." Dedim ciddiyete bürünüp. Tek kaşı hafifçe kalktı. Sanki sorma dese sormayacaksın Zühre.


Yoo soracağım...


"Kaza mıydı?" Bu tür sorular belki de kendisini epey yoran ve canını sıkan sorulardı ama merakıma engel olamamıştım. Zaten sorar sormaz da pişman oldum. Bakışlarında hangi duygu vardı tam anlamıyla sezemiyordum ama rahatsız etmişti sorum onu.


"Evet." Sesli bir soluk alıp ciğerlerinde bekletti o soluğu uzun süre. Sonra da sıkıntıyla dışarı üfledi.


"Ben akşam Dilva hala deyince... Öyle aklımda kalmış. Merak ettim. Peki nasıl oldu?"


"Kazaydı işte. Tam olarak nasıl olduğuna anlam veremezsin. Nasıl olduğunun da bu noktada pek önemi olduğunu sanmıyorum."


"Özür dilerim. Canını sıkmak istememiştim." Pişman olmuştum sorduğuma. Hassas bir konunun böyle dank diye sorulması hoş değildi elbette. Ben de ne bekliyordum ki, öyle ayrıntısıyla anlatmasını falan mı. "Senin için hassas bir konu sormamam gerekiyordu gerçekten kusura bakma. Tutamadım kendimi."


"Önemli değil. Merak etmenden doğal bir şey de yok. Sıkılmadım merak etme." Yüzündeki kaslar hafifçe gevşemişti ama bu benim gerginliğimi almaya pek yetmiyordu. "Altı yıl önce oldu." Dedi bakışlarını yavaşça bacaklarına indirip. Bakışlarından geçen hüzün içimde bir yerlere dokunmuştu. Hiçbir şey yapmadı, sadece öyle baktı bacaklarına.


"Ben... Çok üzüldüm..." sesim bir mırıltı gibi çıkmıştı.


"Talihsiz bir şey işte. Geçti gitti." Bence geçip gitmemişti. Bakışlarından okumuştum. Hem öyle geçip gidecek bir şey de değildi. Ömründen giden sadece altı yıl da değildi. Hata benimdi, sormamam gerekirdi.


"Demek Rusça biliyorsun ha?" dedim konuyu yüz seksen derece çevirmeye çalışıp. Yüzüme fazla gereksiz bir salaklık da eklemiştim. Maksat kendi yarattığım gergin havayı dağıtmaktı.


"Evet." Dedi düz bir tonda. Çok normal söylemişti 'evet'i. Ben olsam göğsümü şişirip gururla söylerdim.


"Çok havalı ya. Ben de bilmek isterdim. Hatta sadece Rusça değil, İtalyanca, Fransızca, Macarca, Hırvatça, Çince, Hintçe..." Bir yandan da parmaklarımla söylediğim her bir dili sayıyordum. Garip bakışları bana odaklandığında saymayı bıraktım. "Bakma öyle. Ne demişler, bir dil bir insan iki dil iki insan diye."


"Çok geç değil öğrenirsin."


"Ay geç mi erken mi bilemem ama hepsini birden öğrenmeye ömrümün yeteceğini sanmıyorum. Sen ne zaman öğrendin Rusça'yı?" Çok zor bir soru sormuşum gibi kaşları hafifçe çatıldı.


"Lisede öğrendim sanırım. Ama pekiştirmem ve akıcı bir şekilde konuşmam üniversite yıllarıma denk geldi. Zaten sonra da orada yaşamaya başlayınca iyice akıttım."


"Vay anasını..." dedim bir elimi dizime hayretler eşliğinde vurup. "Demek orada yaşıyordun."


"Evet."


"Nasıl güzel mi oralar? Çok soğuk diyorlar, tabi bu sıcak memleketten sonra zor olmuştur. İnsanları da soğuk mu öyle?" Kendi kendime sıraladığım teorilere yarım ağız güldü hafifçe. "Kızlarının güzel olduğunu biliyoruz ama erkekleri nasıl?"


"Bilmem." Dedi hafifçe gülüp. Nasıl bilmiyorsun pardon.


"Evet." Dedim iç sesimi onaylayıp. Garip bir şekilde bakıyordu bana. "Ay insanların yüzüne hiç mi bakmadın sende? Aman takılıyorum şey etme beni. Ne bileyim insan bakar azıcık çevresine. Niye takıp getirmedin oradan birini koluna." Elimi havada 'beni geçiştir' dercesine salladım. Gülmeme hafifçe tebessümle karşılık verdi sadece.


. Aklıma Günce ve teyzemin beni nasıl da görmezden gelip bıraktıkları aklıma gelmişti bir anda. Beni karşılarına alıp azarlasalar daha az koyardı emin olun.


İçerlemiştim. Ama onlar da içerledi Zühre.


"Sanırım aklın teyzen ve Günce'de." Dedi daldığım yerden beni çekip çıkartarak. Öyle duygularını içine atıp sessiz sessiz yaşayanlardan olamadığım için dışımdan hemen belli olurdu. Şimdiki gibi.


"Onları ilk sinirlendirişim ya da yüz üstü bırakışım değil. Çok kolay biri olmadım bu güne kadar onlar için ama onlar ilk defa bana karşı böyleler. Teyzem terliğini alıp beni pataklasa, Günce gelip saçımı başımı yolsa bundan daha rahat olacağım. Ama şuan düşündükçe kafamın içine batıyor sessizlikleri. Peki sen hiç kızmıyor musun kardeşine? Benim içim içimi kemiriyor, şu olanları hazmedemiyorum ama sen?"


"Ama ben?" tepemizdeki küçük ampulden çıkan cızırtılar arada oluşan sessizliği bölüyordu.


"Kardeşini hiç suçlar bir tarafın yok. Bak ben abimi suçluyorum, teyzem ve Günce de beni. Öyle karınca katarı gibi suçluyoruz birbirimizi." Abim bile suçluyordu kendini. Gerçi o önce yapıp sonra sıvamıştı. Ha kendini suçlamış ha suçlamamış ne fark ederdi? Cafer cıvık Zühre.


"Suçlamak değil. Kızıyorum. Onaylamıyorum. Hatta bu yaptığı bencilliği onaylamayacağım da. Ama..." duraksadı bakışlarını önüne çevirip. Derin bir nefes aldı. İçtiğim kahve ağzımda acı bir tat bırakırken canım sigara da istemişti. Osman'a alır mısın desem ayıp olur muydu acaba?


"Ama kıyamıyorsun kardeşine. Ulan bir de bizim abiye bak!" Sinirlenmiştim. Saman olma zamanım tutmuştu da harlayıvermiştim yine. "Resmen eşantiyon olarak kullanıldım ya. Üstüne üstlük bir de görmezden geliniyorum. Ulan böyle işi..." Gözlerimi sinirle yumdum.


"Bebek doğana kadar sadece. Emin ol benim de hiç tasvip ettiğim bir durum değil içinde bulunduğumuz ama sadece birkaç ay."


"İnşallah..." dedim ağzımı doldura doldura. Gözlerimin önüne Gülnare'nin yolunası kıvırcık kızıla yakın saçları gelivermişti. Ah burada olaydı da dolayaydım ellerimi. "Erkenden doğurur da hemen biter şu durum."


"İnşallah." Hafifçe gülmüştü benim aksime.


"Ne o?" dedim sandalyede sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atıp. "Dayanamayacak mısın benimle birkaç aya?" Tek kaşımı fezaya yöneltip ciddi bir ifade kondurmaya çalıştım suratıma. Tabi pek başarılı değildim. Hatta her an kahkaha atabilirdim.


"Dayanamayacağını şimdi sen söyledin. Yoksa sen mi dayanamayacaksın?"


"Bak ya... Benim lafımı satma bana." Yüzü ciddi bir hal alırken ben gülünce yüz kasları hafifçe gevşeyiverdi. "Ben gayet çekilebilir bir insanım. Sen kendini düşün." Kollarımı göğsümün altında birleştirdim. Yüzünde 'öyle mi' der gibi bir ifade oluştu. Biz bence mükemmeliz. Biz olamayanlar düşünsün değil mi Zühre.


"Ben bir şey demiyorum." Hafifçe güldü.


"Kuzgun ne?" dedim dan diye. Sabahtan beri aklımı kurcalayan şeyi en alakasız zamanda sormuştum. Yüzündeki o rahat ifade kayboldu yavaşça. Sanırım sormamam gereken bir şeydi. Ama ben o 'Kuzgun' denilen şey her neyse ya da her kimse, onun yüzünden çıkamamıştım evden.


"Korhan." Dedi tam bana cevap vermek için ağzını araladığı sırada arkamdan bir ses. Diyeceği şey ağzında kalmıştı iyi mi? Kafamı daha geri çeviremeden de görüş alanıma Tahir ağa ve hemen arkasından da Uraz girdi.


"Oğlum neden cevap vermiyorsun şu telefonlara?" Osman da koşar adım gelip kapı misali dikilivermişti Korhan'ın arkasına. "Osman böyle mi güveneceğiz sana?"


"Yemek yiyoruz baba." Sesi babasının aksine gayet düz ve sakin bir tonda çıkmıştı. Bakışları Osman ve babası arasında gidip geldi.


"Dışarıda?" diye de ekledi Uraz. "Bana bir şey demeden?"


"Pardon ama ne zamandır sizden icazet alıyorum ben?"


"Korhan durumun-"


"Yemek yedik kahvemizi içtik. Gayet iyiyiz. Bitti mi?" Yüzüne samimiyetten epey uzak bir gülümseme yerleşmişti Korhan'ın. Ellerini iki yanına açtı.


"Kahve de içtin!" Uraz gereksiz bir şaşırmayla gözlerini irileştirmişti Korhan'a doğru. Ne vardı canım insanlar kahve içebilirdi. Bundan doğal ne vardı. Amma abarttın Uraz...


"Yok ben içtim o içmedi." Dedim dikkatleri üzerime çekerken. Masada nihayet benim olduğumu fark etmişti ikisi. Yahu bugün 'Zühre'yi yok sayma günü' falandı da benim mi haberim yoktu acaba? "Kahve güzelmiş. Siz de içer misiniz?" dedim yumuşak bir şekilde gülümseyip.


"Yok. Kalsın." Tahir ağa yine beni görmezden gelmeyi seçip oğluna döndü. Acayip kıl oluyordum bu adama. "Hadi Korhan." Dedi elini onun sandalyesine yerleştirip. Baba oğulun bakışlarında türlü şey geçti ama ben anlayamıyordum. Sessizdiler ama bakışlarıyla konuşuyorlardı.


"Kahve güzel mi cidden?" Uraz bana doğru eğilip fısıltıyla sormuştu.


Kafamı salladım 'evet' anlamında. "Sigara da olsaydı yanında daha iyi giderdi. Ama iyi yapmışlar." Dedim aynı sessizlikte. Cebindeki sigara paketinin ucunu gösterdi bana doğru. Dudaklarım memnuniyetle kıvrılmıştı yukarı.


"Gidelim mi Zühre?" dedi o anda Korhan. Bakışlarımı Uraz'dan çekerken hafifçe omuzlarımı silkmiştim. Korhan ve ben önden ilerlerken Tahir ağa sinirli adımlarıyla takip etmişti bizi.


🕊


"Hele bak bakayım yenge şunun tadına." Nevide elindeki böreği gözümü oyma pahasında önümde salladığında gülümseyerek reddetmeye çalıştım.


"Yok Nevide yok. Sen bana yenge dedikçe iştahım kaçıyor benim." Su içmek için geldiğim mutfakta Nevide engeline takılmış ve bir türlü çıkamamıştım.


"Yav yenge sen bir bak hele. Olmuş mu?"


"Olmuştur Nevide. Niye olmasın? Bak yapmışsın. Olmuş işte. Bakayım, görünüşe göre bu bir börek. Yani olmuş." Gırtlaklarına düşkünlükleri sonu olacaktı canım bunların da. Daha demin kalkmıştık bir kuş sütünün eksik olduğu sofradan. İşte hep böyle homidi gırtlak yediklerinden kilo veremiyorlardı. Uraz ve Korhan'ın rutin tartışmalarının arasından sıyrılıp kahvaltı masasında bulmuştum kendimi. Şimdi de su içip kaçmakken niyetim Nevide engeline takılmıştım.


Bir yandan da elimdeki telefona bakıyordum. Gidip teyzemi ve Günce'yi görecektim. Asla mesaj yazmayı sevmeyen ve mesajlaşamayan ben sabahın köründe kalkıp Günce'ye bir sürü mesaj atmıştım. Ben dümdüz biri olduğumdan derdimi de asla mesajlarda anlatamazdım. Ben açıp telefonda ne var ne yok söylemeliydim sadece hepsi bu. Uğraşamazdım. Ama bugün uğraşıyorsun be Zühre.


Bugün ayrıydı. Tek istediğim Günce ve teyzemle aramda olan bu mesafeyi sıfıra indirmekti. Nasıl olacaksa tabi...


Elimdeki telefonu dakika başı kontrol edip Günce bir şey demiş mi diye bakarken bir yandan da adımlarımı salona atıyordum. Domuzluğundan tek bir kelime dahi yazamamıştı. Normalde parmakları aşınana kadar yazardı. Telefon elinde alev alırdı yazarken.


"Ay gidiyor kız! Gitme de! Tut kolundan adamı!" Dehşetle açılan bakışlarımı Dilva ve Berivan halanın bağırışmaları yüzünden elimdeki telefondan kaldırdım. Dilva hala hışımla dizlerine vurmuştu.


"Bak bak bak gidiyor! Kızım gitme desene!"


"Bu ne?" dedim şaşkınca yanımda börek tabağıyla dikilen Nevide'ye.


"Hee bu mu yenge. Bu halamların günlük rutini." Ağzına kendi yaptığı kıymalı böreklerden birini atıp bana doğru omuz silkti. Zayıf bir kızdı Nevide. Sanırım bünyesi yakıyordu yediklerini. Yoksa bu yemeye böyle zayıf kalması zordu. Gerçi babası da kendisi gibi zayıftı. Sanırım ona çekmişti.


"Ay bak tuttu adamı kolundan!"


"Malvika ve Rahul'un efsanevi aşkı." Kendinden geçer gibi yaptı Nevide. Dalga geçiyordu kendince. Bakışlarım dövünerek televizyon izleyen hala takımındaydı.


"Kaldı mı hint dizisi izleyen ya?" dedim bir kaşım şaşkınlıkla havalandığında. Bizim mahalledeki Ayfer teyze sıkı fanıydı hint dizilerinin. Hatta evinde beslediği dört tane kedisinin adını o dizilerden esinlenip koymuştu. Arada evinin önünden geçerken içeriden hint ezgileri duyardık da dalga geçerdik Günce'yle. Gerçekten fanları vardı bu dizilerin.


"Ohoo eğer kalmadıysa bile halamlar var yenge. Ah Malvika..." dedi elini boynuna götürüp aşık bir tonda. Bazen kendime dünyanın en garip insanı derken haksızlık ediyordum. Benden daha tuhafları da vardı.


"Kızım desene adama gitmeni istemiyorum diye." Berivan hala hararetle başındaki şalı çekiştirdi. Ekranda tam üç dakikadır bomboş bakışan bir çift vardı. Arkada gereksiz bir gerilim müziği çalıyordu.


"Bence bu bölüm seni seviyorum diyecek." Dilva hala heyecanla kardeşinin koluna vurdu.


"Ohoo hala. Tam kırk iki bölümdür diyemiyor onu."


"Dur kız belki der bu bölüm." Nevide'nin araya girmesine sinir olmuştu. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordu ikisi de. Zaten kaçırılacak bir şey de yoktu ki. Dümdüz bakışıyordu oğlan ve kız.


Benim durağıma aşk uğramamıştı eyvallah ama dizilerdeki saçma sapan bakışmalar da dahil değildi bence aşka. Ya abin ve Gülnare'nin bakışları Zühre?


Onlara lafım yoktu canım. Ama bana kalırsa hamallıktan başka bir şey değildi. Gereksiz bir yüktü insana. Hem insan o kadar bakmaya nasıl dayanıyordu ya. Sıkılırdım ben.


Bakışlarımı tekrar telefona çevirdim Günce yazmış mı diye ama tık yoktu.


"Oğlan dayanamıyorum dedi gördün mü? Nasıl da dile getiriyor ona olan sevgisini. Kız sen de bir şey de artık. Terk ediyor adam koca ülkeyi senin aşkından." Benim deliliğimin belki iflah olabilme ihtimali vardı ama hala takımının yoktu. Kaç yaşında kadınlar ayıla bayıla dizi izliyorlardı. hem de aşk dizisi Zühre. Yok mu vurdulu kırdılı bir şeyler.


Olsa ne iyi olurdu. Ben aksiyon ve bilim kurguya bayılırdım.


"Ölmek istiyorum Malvika." Diyen saçma sapan tıraşlı yüzüne bilmem kaç kat zoom yapılan adama burun kıvırarak baktım ben de dikildiğim yerde. Az sonra Dilva hala bu konuşmaya kalp krizi geçirecek gibi duruyordu. "Yaşamak istemiyorum."


"Ah çocuğum." Berivan hala gözlerinden süzülen yaşları şalının ucuyla silerken burnunu çekti.


"Biri onlara bunun dizi olduğunu söyleyebilir mi?" dedim Nevide'nin kulağına doğru.


"Yenge onlar aşkla bağlılar bu diziye."


"Gerçekle hayali ayırt edemiyorlar ama." İğrenç bir manzaraya bakıyormuş gibiydim. Az daha aşk sözleri ve bu sözlere ağlayan kırk yaş üstü kadın görürsem kusacaktım ortaya. O sırada zaten kusmam için başka bir neden daha oluşmuştu. 'Ölüyorum ölüyorum' diye kıvranan adamın dudaklarına yapışmıştı kız.


"Iyyy..." dedim yüksekçe. Neydi buradaki amaç suni teneffüs falan mı?


"Dedim sana oğlanı durduracak diye." İflah olmayan kadınları arkamda bırakıp geniş ve yürü yürü bitmeyen avluya attım kendimi. Sabahın erken saatleri olsa da sıcak bastırmıştı şimdiden.


"Ulan güneş Adana'da olsak ateş ederdim sana. Dua et Urfa'dayız." Korumaların tuhaf bakışlarına aldırmadan konak yavrusuna adımlarken bir yandan da acıyordum sıcağın altında kalın takım elbiselerle dikilen korumalara.


"Kolay gelsin Kapı!" dedim el kaldırıp az ileride kapı misali dikilen Osman'a. Ciddi bir şekilde yüzüme bakıp hafifçe başını sallayarak aldı selamımı. Ben boşuna kapı demiyordum ona. Dikildiği kapıyla hemen hemen aynı genişlik ve uzunluktaydı.


Konak yavrusundan sesler geliyordu. Uraz ve Korhan'ın günlük rutin kavgası daha sonuçlanmamıştı demek ki.


"Reddediyorsun abicim her şeyi." Uzun geniş koridora girdim.


"Gider misin Uraz?" Bir sorudan ziyada 'çık git' der gibi söylemişti Korhan.


"Dikkat etmen gerekiyor. Her şeye. Hangi ortamda nefes aldığına bile dikkat etmen gerekiyor. Ciğerlerinin nasıl da zayıf olduğunu bilmiyorsun sanki!" Ciğerleri zayıf mıymış Zühre?


"Sen mi öğreteceksin peki bunu bana? Çıkar mısın Uraz?" Yarı açık kapının önüne gelip kendimi göstermeden öylece bir bakış atmaya çalıştım. Kapı dinliyorsun Zühre. Çok ayıp.


"Madem biliyorsun o zaman ne diye gidiyorsun? En azından bağışıklığın için bu iğneleri sana yapalım. Kasların günden güne daha da zayıflıyor kardeşim. Niye böyle yapıyorsun cidden anlamıyorum."


İşte bende tam orasını anlamıyordum. Bir insan kendisine uygulanacak tedaviyi neden reddederdi ki?


"Uraz siktir git!" Korhan'ın sinirli sesi yankılandığında kendimi bir iki adım geri attım. Kibar beyefendi tavrından uzaklaşıvermişti bir anda.


"Sen bilirsin abicim! Daha da karışmayacağım! Benimki de sabır amına koyayım!" Elim ayağım birbirine dolaşmıştı. Kapının yanından uzaklaşıp sanki yeni giriyormuşum gibi yapacaktım içeri. Arkamı döner dönmemle Uraz'a toslamam bir oldu.


"Pardon yenge." Dedi umursamaz bir tavırla elindeki çantasını savurtarak yanımdan geçip. Kalakalmıştım. Hışımla çıkıp gidişine öylece bakakaldım. Sinirle soluyarak terk etmişti konak yavrusunu.


Gözüme bana çarptığında yere düşen siyah dolma kalem ilişti. Eğilip parmaklarım arasına aldım parlak siyah, pahalı ve özel yapım olduğu belli olan kalemi. Ulan kalem bile para kokuyordu bu evde.


"Zenginliğe bak amına koyayım. Kim bilir kaç paradır bu? Ben yere düşürsem kahrımdan ölürdüm." Dedim kalemi dikkatle parmaklarımın arasında çevirirken. Gözüm kapağına işlenmiş yazıya takıldığında kaşlarım fezaya doğru yola çıkmıştı. "Yok amına koyayım." Dedim şaşkınlığımı bastırmak için.


Kalemin kapağında çok da belirgin olmayan bir şekilde 'Kuzgun' yazıyordu. Belki de dün gelen kır saçlı, tipini hiç beğenmediğim adamın 'Kuzgun' diye bahsettiği bir markaydı. Belki belki be Zühre...


Kapıdan vuran güneş ışığı bir gölgeyle engellendi o sırada. Kapıda Kapı belirivermişti kapı misali.


"Yenge?" dedi bana ciddi suratıyla bakıp. Elimdeki kalemi hızlı bir hamleyle pantolonumun arka cebine sokup 'sorun yok' bakışı taktım yüzüme. "Misafirin var."


"Serçe Kuşu!" dedi Kapı kapıdan yana çekildiği anda ince ve coşkulu bir ses. Sarı saçları güneşin altında pırıl pırıl parlayan Balca kanlı canlı karşımda, yüzünde özlediğim o kocaman gülümsemesiyle dikiliyordu. Hemen arkasında ise Günce vardı.


"Yok amına koyayım..." dedim. Cafer cıvık sıçmıştı. Bir de başıma kardeşlerimden diğeri çıkmıştı. Zordu bu Zühreciğin işi. Sıvamıştım. Sıvamıştık. Sıvayacaktık.


Ulan abi senin uçkurunun derdine daha kaç kişi gelecek bu memlekete?


🕊


İyi ki geldin ne iyi ettin


Sence ne olacak bundan sonra


Satır atasına uğramayı unutma. Çünkü hepsinde Zühre'nin izi var.


Seni ELİF'e de bekliyorum mutlaka.


Bizi seviyorum Allah'a emanet olun 💕

Loading...
0%