Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Yarım Masal

@seydnrgrsu

Merhaba


hoşgeldiniz


Bir masalla başlıyor bölümümüz. yarım bir masalla. devamını öğreniriz belki, belki de yaşayarak görürüz.


beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. emeklerimin karşılığı için.


aydınlatın yıldızı, gelin her satır arasına. hepsinde Zühre'nin izi var.


beni buradan da takip edebilirsiniz ( seydanrgrsu )


🐦


"Bir zamanlar çok uzak diyarlarda, adını kimsenin bilmediği, varlığını sır gibi sakladıkları bir kız çocuğu yaşarmış..."


"Ya!" dedi Günce heyecanla Hamiş'in sözünü keserken. Oturduğu büyük minderde ona doğru eğilip yeşile çalan ela gözlerini iri iri açmıştı. "Niye sır gibi saklıyorlarmış peki?"


"Dur anlatacam. Ne bu sabırsızlık?" Hamiş gülerken gözleri hep kaybolurdu. Bence yanakları büyük olduğundan gözleri saklanmayı tercih ediyordu. Derin bir nefes alıp devam etti.


"...Sır gibi saklıyorlarmış çünkü çok kıymetliymiş."


"Bir kız çocuğu ne kadar kıymetli olabilir ki..." dedim onun anlatmaya başladığı hikayenin saçma olduğuna kanaat getirirken. Elimdeki üzümlü kekten büyük bir lokma alırken çatır çatır yanan sobanın yanına biraz daha yaklaşmıştım. Hamiş kınayan bakışlarla beni süzüp dediğime aldırmadan Günce'nin meraklı bakışlarına dönüp anlatmaya devam etmişti.


"Çünkü saçları güneşte parıl parıl parlarmış. Sanki her bir teli elmaslarla bezeli gibi. Bir gözleri varmış deme gitsin. En mavi denizden bile mavi, en parlak gökyüzünden bile daha parlak. Bir baktı mı insanın içini titretirmiş. "


"Yaaa..." dedi Günce hayranlıkla. Ellerini yanaklarına koyup iç geçirmişti.


"Bu kız aslında içinde dünyanın en kıymetli madenlerinden de kıymetli olan bir parça taşıyormuş. Ama insanlar türlü türlü ya. Kötüler de varmış elbet. Onun içindeki parçaya ulaşmak istiyorlarmış."


"Yaa..." dedi Günce tekrar heyecanla. Kekimden büyük bir parça daha ısırdığımda gözlerimi devirmiştim. Tüm gün 'ya' diyecekti sanırım. "Demek ondan saklıyorlarmış o kızı." Büyük bir aydınlanmaydı bu. Minik pırıltısına tekrar göz devirmiştim.


"Ya evet işte. Eğer kızı o kötü insanlar bulursa içinde taşıdığı kıymetli parçayı ele geçirecekler ve dünyanın en zengin insanı olacaklarmış." Heyecanla daha da irileşmişti Günce'nin gözleri. Dizlerini karnına çekip kollarıyla sararken küçük hamlelerle Hamiş'e doğru biraz daha yaklaşmıştı.


"Bulmuşlar mı peki? Kızı bulmuşlar mı?"


"Yok. Öyle kolay değilmiş onu bulmak. Bu yola nice kötü kalpli insan baş koymuş da hepsi bir yerden sonra vazgeçmek zorunda kalmış. Çünkü kızın nerede yaşadığıyla ilgili neredeyse hiç bilgi yokmuş."


"O zaman niye aramışlar ki. Çok saçma." Ağzım üzümlü kekle iyice doluyken Günce ve Hamiş'in kınayan bakışlarını es geçip omuz silkmiştim. İyiydi hoştu, çok güzel hikayeler anlatırdı Hamiş ama bu biraz saçma gelmişti bana. Bir kere tutarlılığı yoktu.


"Çok ayıp Züh." Dedi cık cıklayan Günce. Yüzünü buruşturduğunda aynı teyzeme benziyordu.


"Çünkü hepsi zengin olma hayaliyle yanıp tutuşuyormuş da ondan. Kimisi kendisine kuracağı sarayların hayalini kuruyormuş, kimisi giyeceği pahalı elbiselerin. Kimisi yiyeceği en pahalı yemekleri düşünüyormuş. Hepsinin birbirinden farklı hayalleri varmış ama buna ulaşmanın tek yolu o kızı bulmaktan geçiyormuş."


"Hiç bilgi yokmuş kızın hakkında. Olmayıversin onlar da zengin." Dedim omuz silkerken. Elimdeki son kek parçasını da ağzıma attıktan sonra halen doymadığımı düşünüyordum. Gözüm Günce'nin dokunmadığı kekindeydi.


"Eh işte. Sen akıllı öyle dersin ama kalbi kötülükle kararmış olanlar bunu pek de düşünememiş. Ama tek tek de vazgeçmek zorunda kalmışlar. Ama..." dedi yanındaki sehpada duran soğumuş olduğunu düşündüğüm çaya uzanırken. O çayını hep soğutup içerdi. "İçlerinden biri vazgeçtim demiş demesine ama vazgeçmemiş. Amacı herkesin vazgeçmesini bekleyip tek başına amacına ulaşmakmış." Derin bir nefes alırken birkaç saniyeliğine verdiği es Günce'nin daha da meraklanmasına neden oluyordu.


"Herkese de vazgeçtim zaten bulamayacağız diye telkinler veriyormuş. Amacı herkesin vazgeçtiğinden iyice emin olmakmış. Emin olduğu bir gün de koymuş kendini yollara."


"Yaa..." dedi Günce asla ama asla bıkmayacağı heyecanıyla. Bugün sayamadığım kadar 'ya' demişti. "Nereye gidecekmiş peki? Nasıl bulacakmış ki yolunu?"


"Bulsun mu istersin?" dedim buruşturduğum yüzümle. "Adamın amacı kötü."


"Ya kesmesene!" Sinirlenmişti itiraz ettim diye. Kendi hayranlıkla dinlerken benim onun aklında kurduğu senaryoları çürütmek istememe kızıyordu.


"Kekini yemeyeceksen yiyeyim mi?" dedim oturduğum minderden küçük hareketlerle yanına ulaştığımda. Karnım doymamıştı halen. Onay vermesini beklersek sabahı ederdik. O yüzden bir şey demesine müsaade etmeden önündeki keki alıp geri yerime geçmiştim.


"Eh o da pek bilmiyormuş ama baş koymuş bir kere bu yola. Bulmadan da dönmeyecekmiş asla. Çünkü onun istediği ne diğerleri gibi sarayda yaşamak ne pahalı kıyafetler giymek ne de pahalı yemekler yemekmiş. Onun tek istediği o kızı bulmakmış. Başta onun da zenginlik hayalleri varmış ama her geçen gün hırsı hayallerinin önüne geçmiş adım adım."


"Peki ne olmuş ne olmuş?"


"Günlerce gitmiş genç adam. Önce Kaf Dağı'nı bulmaya karar vermiş. Eğer Kaf Dağı'nı bulursa yolunu da bulacağına inanıyormuş. Çölleri aşmış, denizleri yüzerek geçmiş, karlar yağmış üşümüş, güneş açmış yanmış. Harap olmuş ama asla vazgeçmemiş. Dünyanın her yerini dolaştım daha da bulamam dediği yerde hırsı kulağına kulağına fısıldamış. En onunda da bulmuş Kaf Dağı'nı. Ama Kaf Dağı'nı geçmek o kadar da mümkün değilmiş. Ama ne yapmış ne etmiş geçmiş Kaf Dağı'nı. Yolda bir şahine rastlamış. Sormuş şahine nasıl giderim diye. Şahin ona 'Yıldızları takip et' demiş. Genç adam yıldızları takip etmiş ama yine de bulamamış. Sonra yolu bir baykuşla kesişmiş. Ona da sormuş nasıl giderim diye. O da 'Güneşi takip et' demiş. Genç adam güneşi de takip etmiş ama bulamamış bir türlü."


Derin bir nefes daha alan Hamiş soğumuş çayının hepsini tek bir dikişte içip birazcık susmuştu. Her geçen saniye merakı daha da artan Günce ise heyecanı zirvede daha da dikkat kesilmişti.


"Ama dedim ya bu yola başını koymuş diye."


"Öf vazgeçsin işte." Dedim kekimden büyük bir parça daha ısırıp. Sanırım ben de kapılmıştım onun anlattığı hikayeye. "Ne aramak için uğraşıyormuş ki daha. Saçmalık."


"Züh ya! En heyecanlı yerinde! Sen devam et Hamiş. Bakma buna."


"Heh dedim ya işte bu yola başını koymuş diye. Günlerce yıldızları, güneşi takip ederken bitap düştüğü bir anda ayağı kaymış yuvarlanmış bir çukura. Çukur dediğime bakmayın. Uzunca bir kuyuya açılıyormuş sonu. Düşerken dikenler kollarını yaralamış, taşlar bacaklarını kanatmış, kuru dallar yüzünü yırtmış. Epey bir düşüşten sonra yeşilliklerle kaplı bir alana düşüvermiş."


Korkuyla iç çekmişti Günce. Oldu olası masalları, gerçek olmayacak hikayeleri seviyordu. O yüzden de okulda hikaye yarışmalarında hep o birinci geliyordu. Domuzluğundan mütevellit asla bana da kopya vermiyordu.


"Öldüm demiş genç adam. Öylesine sarsılmış ki öldüm demiş. Ama içi rahatmış. Çünkü baş koyduğu yolda ölmüş. Ama o sırada gözlerine çöken karanlık perdeyi bir ışık yarıvermiş."


"Ay ay! Kesin kız!" Günce oturduğu yerde heyecanla dizlerinin üzerine yükseldiğinde elimi hafifçe alnıma vurmuştum.


"Işık gözlerindeki karanlığı delmiş, tüm hücrelerine dolmuş. Adam gözlerini kırpıştırıp karşısındaki şeye baktığında hayatında daha önce böyle bir şey görmediğini düşünmüş. Kalbi öylesine heyecanla atmış ki ben kesin ölüyüm demiş. Çünkü böyle bir şeyi görebilmek için ölmek ve cennete gitmek gerektiğine inanıyormuş. Ve evet gelen kızmış. Oğlanı kaldırmış. Evine götürmüş, yaralarını tedavi etmiş. Ama adam iyileşmek şuraya dursun daha da hasta hisseder olmuş kendini."


"Niye kız zehirli miymiş?" dedim düz bir tonda. Günce şaşkınca bana baktığında omuz silkmiştim.


"Hayır. Zehirli değilmiş. Ama adam zehirlenmiş."


"Nasıl olmuş ki Hamiş! Kız onu zehirlemiş mi yoksa?"


"Hayır. Ama adam 'aşk' zehrine tutulmuş. Kulağına fısıldayan hırsını, içinde ondan alacağı cevheri isteyen gücünü eriten aşk zehrine tutulmuş. Deniz gözlerde kaybolmuş, elmas saçlarla eridiğini hissetmiş. Bir de kız kendine öyle iyi davranıyormuş ki."


"Eee.." dedi Günce heyecanı katlanırken. "Sonra ne olmuş, sonra ne olmuş..."


"Sonra..."


"Gözlerini açıyor galiba." dedi hemen sağ tarafımdan bir ses. Elimi alnıma götürdüğümde kulaklarıma bir şıngırtı dolmuştu. Sol gözüm sağ gözümden iki saniye kadar önce açıldığında görüş açıma dirseklerime kadar uzanan bilezikler dolmuştu.


"Beni duyabiliyor musun?" dedi aynı ses. Duyuyordum duymasına ama kim olduğunu bilmiyordum. Kafamın içinde tuhaf bir uğultu dönerken göz kapaklarımı güçlükle açmaya çalışıyordum. Ama onlar bana zıtlaşıp geri kapanmak istiyorlardı. Damağımda tuhaf bir kuruluk varken gözlerimi tekrar açmayı denedim.


"Beni duyuyor musun?" dedi deminki ses. Kimdi, neciydi bilmiyordum. Tek bildiğim az önce Hamiş'in anlattığı hikaye dönüyordu kafamın içinde. Ellerimi yanlarıma koyup yattığım üçlü koltukta doğrulmaya çalıştım.


"İyi misin?" dedi deminki aynı ses. Daha önce onu gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Gerçi zihnim uyanıp uyanmadığımı bile tam ayırt edemiyordu. Belki de halen az önce gördüğüm rüyanın içindeydim.


"İyiyim." diyecek oldum kolumu kaldırıp ama dirseklerime kadar dizilmiş, kuyumcu görse 'Emeklerim' diyeceği bilezikler benden önce davranıp dile gelmişti. Onların dilinden pek anlamadığımdan ne demişlerdi emin olamamıştım.


"Su ister misin?" dedi bu sefer sol taraftan bir ses. Bu sesi tanıyordum ama. Ağrıyan boynumu sola çevirdiğimde zaten simasına da tanıyorum demiştim. "Bir doktor çağıralım istersen."


Doktorluk değildim. Yani bu durum hep başıma geldiğinden doktor 'ben ne alaka' diyebilirdi. Çünkü küçükken teyzem birkaç kere doktora götürdüğünde buna benzer cevaplar almıştık. 'Ama varsa bir imamınızı alırım' desem abartı olur muydu? Zühre!


Kafamın içindeki ses de nihayet kendini belli ettiğinde iyi olduğuma kanaat getirip 'iyiyim' dercesine elimi havada sallamıştım.


"Tansiyonun düştü herhalde." dedi Korhan. Sandalyesini halının ortasına doğru ilerletip tam karşımda durmuştu. Zira düşen tansiyonum değildi.


"Olur böyle bazen. Problem yok." dedim şangırtılar eşliğinde.


"Bayılmak mı? Oluyor yani böyle?" Tam önümde duran ve kim olduğunu asla bilmediğim, gözlerinde 'Ben meraklıyım' diye haykıran bakışlarla bana bakan adama hafifçe kaşlarımı çatmıştım.


"İyiyim dedim ya." dedim düz hem de dümdüz bir sesle. Bence bir kere söylemekten anlamıyorsa bu onun sorunuydu. Altınlarım da bana hak verircesine şıngırdadığında kollarımı onların izin verdiği kadar göğsümde bağlamıştım. "Problem yok." Yok dediysem yoktu.


"Emin misin? Kötü düştün sanki? Bir doktor çağırabiliriz." Göz devirmemi erteleyip Korhan'a da 'problem yok' bakışımdan atmıştım tekrar.


"Üzerimde bayağı bir ağırlık var ya ondan öyle gelmiştir size. Ama iyiyim. Gerçekten. Ve doktora gerek yok."


"Bir doktor baksa iyiydi ama ısrar etmeyeceğiz." dedi adını halen bilmediğim gözlerinde meraklı pırıltıların olduğu adam. "Uraz ben bu arada." Elini bana doğru uzattığında yüzünde epey büyük bir gülümseme oluşmuştu. Parmaklarının her zerresine özenle işlenmiş dövmelerine kaçamak bir bakış atıp bana uzatılan eli sıkmıştım kısaca. "Neyse ben sizi yalnız bırakayım." Eliyle alnına hafifçe dokunup küçük bir selam çakıp çıkmıştı başka bir şey demeden. Fazla burnunu sokan bir tip gibi. Sence Zühre?


"Sorun yoksa ben de çıkıyorum. Bir şey olursa seslenirsin." Sandalyesini kapıya doğru çeviren Korhan başka bir şey demeden kapının önüne ilerlediğinde aslında sormak istediğim ama nereden başlasam bilemediğim bir sürü sorum vardı.


"Şey..." dedim göğsümde bağladığım kollarımı çözüp. Ayaklanırken altınlarım benden önce davranmıştı.


"Bir şey mi diyeceksin?" Eğer dümdüz dikilmeyi ve gözlerimi onun sandalyesinden çekmeyi başarırsam soracaktım. Kendine gel Zühre!


"Abim ve Gülnare..." Durup derin bir nefes almıştım. "Bir sorun kalmadı yani değil mi?" İstersen ben bir sayıp hatırlatayım sana. Zühre sence sorunlar bitti mi?


"Onlar için bitti."


"Bizim için yeni başlıyor diyorsun." Kendi kendime hafifçe güldüğümde o gülmemişti. Hatta yüzünde tek bir kas dahi oynamamıştı. ne yapayım komik. Bence gereksiz ciddiydi şu an. Gülmeli ve delilikle üstesinden gelmeliydik bazı şeylerin.


"Bir sorun kaldığını sanmıyorum." Durdu ve bir müddet dümdüz bir şekilde yüzüme baktı. "Umarım başka bir sorun baş göstermez." Hafifçe gülümsediğinde yüzündeki kaslar çalışıyormuş dedim kendi kendime. Başka bir şey demeden de çıkmıştı odadan.


İnsan tanımadığı bir evde ne yapardı mesela? Hem de daha bundan bir saat kadar öncesinde gelin olarak geldiği evde. Üzerine beyaz, altın renkte işlemelerin olduğu kabarık yatağa oturup karşımdaki duvara baktım. Yatağın hemen yan tarafına, pencereden dışarıyı çok net gören koltuğa oturup duvara baktım. Kalkıp krem renkteki kabarık tüyleri olan halının ortasına yürüyüp duvara baktım. Ve sanırım hep duvara bakacaktım.


Hava güneşli, güneş de yakıcıydı. Haziran ayının sonunda, etrafında dumanlı dağlar var mı yok mu bilmediğim Urfa'nın ortasında bu konakta karşımdaki boş duvara bakıyordum. Şimdi yalan olmasın burası o kalabalık ahalinin ikamet ettiği konak değildi. Belki 'Küçük Konak' denilebilirdi çünkü konak demek için öyle ihtişamlı katları yoktu. Onun yerine tek katlı taş bir yapıydı fakat duvarları bomboştu. Duvarları boş olsa da bir konak yavrusuydu.


Duvarları boş, penceresinden ışık alan odada bakabildiğim kadar boş duvara baktığımda artık beynim yeşil ekrandan mavi ekrana döndürmüştü kendini.


Ben gelemezdim. Ben öyle kapalı alanlarda, boş durmaya asla gelemezdim. Altın kural bir serçe kuşu asla yakalanmazdı ama bu gümüş kural olabilirdi; bir serçe kuşu kapalı kalmaya dayanamazdı.


Altınlarım ve ben bol güneş alan, geniş, ahşap çerçeveli pencereye geldiğimde gözlerim yuvalarından fırlarcasına açılmıştı. Eğer karşımda Hamiş olsa 'Tövbe estağfirullah' diye tükürüp cin şeytan kovmaya çalışırdı. Gerçi Hamiş de hayatında acaba hiç cin şeytan görmüş müydü? Bence görmemişti. Eğer görmüşse de bu kadar altını olana hiç denk gelmemişti.


Karşımda bir erik ağacı tüm ihtişamıyla dallarını iki yanına uzatmış, serin gölgesi muhteşem bir biçimde altında biten ufak tefek çimlere selam çakıyordu. Bu pencere evin avlusunun en sonuna açılıyor ve maalesef ki bahçe erik ağacının hemen arkasında sona eriyordu. Bahçede başka ağaç olmaması bir miktar içimi burksa da buna da 'şükür' çekip pencereyi açmıştım.


Ciğerlerime mis gibi bir havanın dolacağını, yüzümü serin tatlı bir rüzgar okşayacağını, gözlerimi kapatıp ben de o serin rüzgara gülümseyeceğimi hayal ediyordum. Ağacın dallarından gelen hışırtılar ve kuş sesleri kulaklarımı dolduracak, taze yaprakların kokusu ciğerlerime bayram ettirecekti lakin ben pencereyi açar açmaz burnum etli yemek kokuları, kulaklarım ise ciğerlerine asla acımadıkları zurnacının sesiyle dolmuştu. Ay gerçekten adama yazık Zühre...


'Olsun' dedim içimden kendi kendime. En azından gözümüz biraz yeşillik biraz da tırmanılacak bir ağaç görmüştü. Acaba şimdi gidip biraz dışarıda nefes alamaya kalksam tuhaf kaçar mıydı? Bunca altın bileklerinden dirseklerine kadar dolu olan birine acaba altınları aldı kaçıyor derler miydi? Bence demezlerdi.


Bende ondan mütevellit güreşçiler misali eteklerimi kucağımda toplayıp 'Ya Allah' diyerek kapıya yönelmiştim. Pencere ve kapı arası ayağımdaki topuklularla elli beş adımdı. Eğer topuklularım olmasa ben daha hızlı koşup ulaşırdım kapıya.


Kucağımda topladığım elbiseden hallice gelinliğimi serbest bırakıp tam karşımdaki kapıya vurmuştum iki kez. Korhan bir ihtiyacın olursa gel demişti. İhtiyacım temiz havaydı, yeşillikti, ağaca tırmanmaktı. İhtiyacım olduğundan gelmiştim ben de.


"Bir şey mi oldu?" Damatlığında acele bir şekilde kurtulmuştu zannımca çünkü karşımda siyah polo yaka tişörtü ve siyah kot pantolonuyla duruyordu.


"Şey..." dedim derin bir nefes alıp ayağıma dolanan gelinliğimi iteleyerek. "Dışarı nasıl çıkabilirim?" Sanırım çok yanlış noktasından tutarak sormuştum soruyu. Çünkü yüzünde beliren anlamsız bakışlarla ne diyeceğini bilememişti. Ben de onun anlamayışını anlayıp elimi havada hafifçe sallamıştım. "Yani bahçeye çıkmak istemiştim de ben. Nereden geçebilirim oraya?"


"Şimdi mi çıkmak istiyorsun?" Sanırım yine yanlış noktasından sormuştum da anlamamıştı.


"Evet evet." dedim bir yandan başımı sallayıp. Boynumdaki altınlar da dile gelip beni onaylamıştı. Lafı dolandırmamıştım. Zaten öyle bir şey diyeceksem ağzımda da pek eveleyip geveleyemezdim. Düzdüm ben. Dümdüz. Şimdi de altınları olan bir düzlüktüm.


"Bilemedim şimdi." dedi beni şaşkınlığa uğratırken. Elini alnına götürüp kaşımaya başladığında altınlarım ve ben kaşlarımızı çatmıştık. Yahu ev senin. Neyse...


"Bahçeye nereden çıkıldığını mı? Güldürme."


"Yok ondan demedim. Ama şimdi bu halde mi çıkmak istiyorsun?" Şöyle bir bakışlarımı kendimi döndürüp baktığımda ona hak vermiyor da değildim şimdi. Dedim ya beynim mavi ekrandaydı, akmıştı belki de kurumuştu. Giymemek için türlü taklalar atmıştın çıkarmıyorsun şimdi. Ne o kanın ısındı herhalde Zühre?


Bazen iç sesime hak verirdim ama çoğunluğum onunla kavga etmekle geçerdi. İç dünyam renkli miydi tartışılır çünkü siyah da bir renkti. Ama benim iç sesim kesinlikle çingene pembesiydi. Çünkü her yerde patlayabilen, insanı en ağlak zamanında güldüren ama şimdi bu niye burada diye de düşündüren bir tonu vardı. Övdün mü gömdün mü bilemedim.


Bu seferlik ona hak vererek kafamda yanan ışıkla 'Haa' diye tuhaf bir ses çıkarmıştım.


"Haklısın. Şimdi bunlarla çıkmak da ne bileyim değil mi? Tuhaf kaçar yani. Gidip üstümü değiştireyim. Sen bana o tarafa nasıl geçerim göster o zaman." Takmıştım bir kere. Ben o bahçeye çıkmadan, o ağacın dallarına dokunmadan rahat nefes almayacaktım asla. Nefes almadığımdan beynime oksijen gitmiyordu. Beynime oksijen gitmedikçe bir deliyi andırıyordum.


"Yok. Kıyafetler de etken tabi ama şimdi bilemedim. Zamanlama doğru değil." Yüzündeki tuhaf ifadede 'Bir alt yazı mı açsan' diye bağıran bir şeyler vardı. Sıkılmıştım. Bundan daha anlaşılamayacak ne vardı acaba? O sırada midem beynime destek olurcasına altınlarımdan da güçlü bir sesle müdahil olmuştu bu Cennet Mahallesi'ndeki en saçma anlardan bile saçma ortama. En son dün yedin diyor. Ben alt yazı geçeyim bari.


"Ay..." dedim bileziklerim elverdiğince elimi karnıma bastırırken.


"Şöyle yapalım mı?" Sağ elinin işaret parmağını havada kaldırıp 'buldum' der gibi bir ifade oluşmuştu yüzünde. Belki de 'öneri sunuyorum' da olabilirdi. "Salonda bir sofra hazırlamışlar. Önce yemek yiyelim. Bahçeye çıkma işini yarına bırakalım. Nasıl fikir? Hem konuşmak istediğim bir şey var."


Mantıklı bir adama benziyordu. Belki de mantıksız olsa bile mantık çerçevesine oturtup konuştuğundan bana öyle geliyordu. Ama bence şu an en mantıklısı yemek yemekti. Ve benim mantığım midemin devreye girdiği yerde 'bana müsaade' derdi.


Yine bir pehlivan edasıyla gelinliğimin eteklerini bileziklerimden çıkan melodik şangırtılar eşliğinde toplayıp onun işaret ettiği yere doğru adımlamıştım ama ondan tuhaf bir ses çıkmıştı.


"Şey..." dedi kararsızca kapı eşiğinden halen geçmeden.


"Ne oldu?"


"Böyle mi yemek yiyeceksin?" Az önce salon diye işaret ettiği yeri gösteren parmağı bana dönmüştü. Sonra da çekip hafifçe saçını kaşımıştı.


"Böyle mi derken? Ne oldu ki?" Anlamamıştım. Açıkça söylemeliydi çünkü karnım artık gerçekten zil çalıyordu. Mantık cidden devre dışı. Göz deviriyorum sana Zühre.


"Yani gelinliğini çıkarmak istersin diye düşündüm. Yemek falan dökersen..." Demek o da damatlığını bu yüzden acele çıkarmıştı diye düşünürken bakışlarımı tekrar pehlivanvari topladığım gelinliğime çevirmiştim.


Bence gelinlik saçmaydı. Hele ki halalarımın bana 'Ay kız ömründe bir defa gelin oluyon, en gösterişlisi olsun' dediği cinsler en saçmasıydı. Hayatımdaki son evliliğim mi olacaktı bu yaptığım sahte evlilik bilmiyorum ama giydiğim son gelinlik olacağı aşikardı. Sabahtan beri duvağı, ayakkabısı, uzun etekleri canıma tak etmişti. Bence kot tişörtle evlenmek moda olmalıydı.


"Ay dökülsün..." dedim en gailesiz halimle. Anısı var diye saklayacak halim yoktu. Yazık şu kumaş parçasına bile dünya para ödemişlerdi. Hele ki ne için ödediklerini bilseler sanırım onların da ciğerleri cız ederdi. Zira benimki cız etmeyi bırak o fiyatı duyunca lime lime olmuştu.


"Yok rahat edemezsin diye demiştim ama sen bilirsin." Kapı eşiğini dikkatlice geçip sandalyesini benim yürüdüğüm tarafa doğru ilerletmeye başlamıştı.


"Gelinlik neyse de..." dedim bileklerimi öne uzatıp sallamaya başladığımda. Melodik şangırtılar tekrar bulunduğumuz koridoru doldururken gülmeye başlamıştım. Sağ elimi sol bileğimdeki epey kalın işlemeli bileziklerden ilkinin üzerine getirip yavaşça çıkarmaya başlamıştım. "Bunlar çok ağrıttı benim bedenimi. Kaç kilo ben hesap edemedim. Bu ne canım?"


Her çıkardığım bileziği onun dizinin üzerine bırakırken tuhaf bakışları daha da tuhaflaşmıştı.


"Bakma öyle..." dedim bir yandan. İşimi yapmayı ise asla bırakmıyordum. "Bunlar bende kalmasın." Zira aramızda şu kısacık zaman diliminde epey güzel bir bağ oluşmuşken bileğimden ayrılan her bileziğe içim yanarak veda ediyordum.


"Ama bunları sana taktılar. Bende istemiyorum." Elinin tersiyle iteleyecek olmuştu ama ben bir bileziği daha bırakmıştım kucağına.


"A yok. Ben kaybederim. Saftiriğimdir. Valla altının gramı kaç para. Sonra vicdanımla baş edemem. Zaten içimdeki sesle baş edemiyorum."


"İçindeki ses mi?" Tuhaf bakışlarına bir tutam daha tuhaflık eklediğimde bileklerimdeki bilezikleri çıkarmayı bitirmiş, boynumdaki altınlara geçmiştim. Saçıma takıla takıla yavaşça çekiyordum garibanları.


"Boş ver. Ama bunlar zaten sizin. Kalmasın ben de." Boynumdakileri de çıkarırken kucağı iyice dolmuştu ama ses çıkarmadan bana bakıyordu o tuhaf bakışlarıyla. Ama daha beni tanımadığından yüzüme karşı 'deli' de diyemiyordu yazık. Belki içinden diyordu. Orası ayrı.


Belimdeki kalın altın kemeri de çıkarınca bir kuş misali hafiflediğimi düşünüp sesli bir soluk almıştım. Ben Serçe Kuşu'ydum yahu. Gelemezdim öyle gereksiz ağırlıklara. Altınlar alındı, ağlıyor şu an.


"Oh be. Dünya varmış. Bir on kilo zayıfladım resmen." Kafasını iki yana sallarken muhtemelen içinden 'deli' diye sayıklamaya da başlamıştı. Bir kucak dolusu altınla sandalyesini geri döndürüp benim az önce uzun uzun duvarlarıyla bakıştığım odaya yönelmişti. Ben ne yapacak diye bakarken odaya girdi ve yatağa doğru adımladı. Tam olarak ne yapacağını görmek için ben de arkasında eteğimi sürüye sürüye yürürken kucağındaki altınların hepsini yatağa bıraktı.


"Gerçekten de ağırlarmış." dedi geri dönerken.


"Aaa..." dedim en şaşkın ses tonumla. Yatağıma ağırlık çökmüştü vallahi. "Resmen bölüşülemediler." Kendi kendime kıkırdayıp ayağıma takılan eteğimi bir hamleyle savurmuştum.


"Yemek?" dedi sandalyesini bana doğru yavaşça ilerletirken. Eteğim ayağıma bir kez daha dolaştığında ağzımdan küfür de kaçmasın diye ekstra çabaya girmiştim. Sinirle oflarken galiba üstümü değiştireceğim diyerek olduğum yerde bir kez daha debelendim.


"Şey ya bunun ipini çözer misin? Ben şimdi açamam." Elimi arkaya atmıştım ama ulaşamamıştım. Tuhaf bakışları bir kez daha tuhaflaştığında bir şey demesine fırsat vermeden önüne adımlayıp arkamı dönmüş, hafifçe eğilmiştim. İp neydi canım. Devir teknoloji devriyse taksalardı bir fermuar.


"Bu..." dedi sırtımdaki ipi çekiştirirken. Bakışlarındaki tuhaflık ses tonuna da yansımıştı. Sertçe bir kez daha çekiştirmişti. "Çok fazla düğüm var. Açamam sanırım."


"Düğümlü mü? Ay çöz işte." dedim bir kez daha oflayıp. Düğüm nasıl çözülür anlatamazdım şimdi.


"Gerçekten açılmıyor." Hiç umut yok mu der gibi bakışlarımı sol omzumdan ona çevirdiğimde bakışlarındaki tuhaflığa 'umut yok' bakışı da eklenmişti. Sanırım kangren olan parmağı kesmemiz gerekecekti. Duruşumu doğrultup etrafıma bakınırken odadan salon diye gösterilen yere geri yürümüştüm. Zira yemek masası şahaneydi ama onu şimdilik es geçmem gerekebilirdi.


Elimdeki küçük bıçakla geri döndüğümde tuhaf bakışları yerli yerindeydi. Bıçağı ona uzattığımda elimden alırken tuhaf bakışlarını bıçağa da sunmuştu.


"Ay inanmam ben o batıl inançlara merak etme." dedim sorun yok der gibi.


"Batıl inanç?" Sanırım aynı dili konuşmuyorduk. Çünkü o durup dediğim şeyleri sormak zorunda kalıyordu.


"Boşver. Kes gitsin." dedim tekrar arkamı dönüp eğilirken. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra arkamdaki ipin kesildiğini ve elbisemin bir nebze olsun bollaştığını hissetmiştim. "Sağol. Üstümü değiştirip geliyorum." dedim ayağa kalkarken. Elindeki bıçağı eğreti bir biçimde tutarken halen tuhaf bir şekilde bakıyordu bana. Sanırım 'bu kız deli değil. Zır deli' diyordu. "Ay cidden ne kadar çok düğüm varmış." Yere düşen düğümlü parçaya baktığımda ona hak vermeden geçememiştim.


'Dur kız şunu da bağlayayım.' Diye epey uğraştığı buydu demek ki Cevriye halamın. Bense bir saat beceriksizliğine küfür etmiştim içimden.


O çıkmış ben de önümde duran beyaz, dümdüz iki kanatlı elbise dolabının kapağını açıp ne giyeceğim diye bakınmaya başlamıştım.


Normalde asla ne giyeceğim diye kafamda tasarlayan bir insan olmamıştım ben. Eğer canım ne giymek istiyorsa ve temizse elime geçen şeyleri alır ve geçirirdim üzerime. Ama Günce öyle değildi. Balca hiç hiç öyle değildi. Onlar üç gün önceden düşünürdü ne giyelim diye. Her parçanın ayrı bir kombini olmalıydı. Her şey her yere giyilmezdi. Ama ben öyle miydim? Bir kot ve düz bir tişörtün çözemeyeceği hiçbir şey yoktu.


Ha yanlış anlaşılmasın, sevmediğimden değil ya da bilmediğimden hiç değil. Çünkü moda tasarımı okuyan ve ünlü bir modacı olma hayali olan arkadaşlarım oldukça -ki bunlar Balca ve Günce'ydi- bilmemek olmuyordu.


Ama ben dümdüzlüğümün yanında üşengeç olduğumdan uğraşmıyordum böyle şeylerle. Hele ki bir gün önceden kombin yapsam ertesi gün asla kafamda tasarladığım şey gerçekleşmezdi. Bir kere hayat bana her noktada 'nah' çekerken bu noktayı tabi ki de es geçmemişti. Ben bir şeyi planlarsam olmazdı, heves edersem hiç olmazdı. O yüzden dümdüz yaşamak mottomdu benim.


Kanadından yara alan bir Serçe Kuşu dümdüz yolda uçmayı nasıl başarırdı?


🐦


"Ayy!" dedim üçüncü tur önümdeki yemeklere göz atarken. Midem bir yandan akan beynim bir yandan baskı uygularken ben şu an damak tadıma uygun bir şeyler arıyordum sofrada.


"Ne oldu?" Uzun yemek masasının bir ucunda o bir ucunda ben otururken burnumu kıvırıp bakışlarımı ona kaldırmıştım.


"Allah'ın gücüne gitmesin ama sofradaki her yemek baya bir yağlı ve etli ya. Nasıl başlasam bilemedim." Ömrü mutfağa sadece abur cubur almak için giden ve etliye sütlüye asla karışmayan biri olarak geçen ben önümde çeşit çeşit duran ama adlarını asla bilmediğim yemeklere öylece bakıyordum.


Ciddi anlamda etliye sütlüye karışmazdım. Hatta yağlıya tuzluya da bulaşmazdım. Hamiş'in dediğine göre herkese Allah bir konuda yetenek vermişti ve buna 'Allah vergisi' denirdi. Zira ben bu konuda da es geçilmiştim. Çünkü teyzem, Hamiş, Günce ve Balca yemek konusunda berbat olduğumda hem fikirdi. Eğer bu kadar insan hem fikirse vardı bir bildikleri.


"Vejetaryen misin?" Asla değildim. Eti de, sütü de severdim. Hele ki yumurtaya bayılırdım. Fakat midem öylesine boştu ki bunca ağır yemeği nasıl yiyeceğimi bilemiyordum. Buldun bunama istersen.


"Ay yok." Gözüme kestirdiğim salatadan tabağıma tepeleme doldurduğumda önümdeki ekmekten epey büyük bir parça koparmıştım. "İnsana bilmeyince tuhaf geliyor tabi. Beni de anla."


Masada sadece çatal bıçak sesleri çıkarken ne kadar da ruhsuz bir ev olduğunu bir kere daha onaylamıştım kafamda. Her odasının duvarları boştu. Dümdüz mobilyalar, dümdüz renkteydi. İyi hoş düz bir insandık ama fazla düz de boğardı insanı.


"Şimdi gelelim konuşmak istediğim meseleye." Elindeki çatal ve bıçağı dikkatlice önündeki tabağın kenarına bıraktıktan sonra kendini sandalyesinde geri yaslamıştı. Önümdeki salata bitmek üzereydi ama ikincisini almaya utanmıştım azıcık.


"Tabi." dedim ben de onun hareketlerini taklit ederek. Sırtımı sandalyeye yaslayıp onun gibi ciddi bakmaya çalışıyordum ama ne kadar başarılıydım Allah bilir. Bence yüz kaslarında sorun vardı.


"Bir şeye kalkıştık ve bunu kardeşlerimiz için yaptık." Keşke yapmaz olaydık. Masanın üzerindeki elimi usulca yumruk yapmıştım.


"Bak..." dedim onun sözünü keserken. İnsan sözünü kesmeyi sevmezdim. Sözümü kesenden de dünya ahiret nefret ederdim ama düzeltmem gereken bir nokta vardı. "Ben buna abim için kalkışmadım. Gülnare için hiç kalkışmadım. Eğer kardeşin hamile olmasaydı sanırım asla kabul etmezdim."


"Etmeyebilirdin. Ama ettin. Hatta bu teklifi sen sunmadın mı?"


"Evet. Ben dedim gidip evlenelim diye ama öylesine dediğim bir şeyi de sen ciddiye aldın. Almayabilirdin." Suratında mimik dahi oynamazken ben de bana göre uzunca bir süre ciddi bakıp hafifçe gülümsemiştim. Olan olmuştu bir kere.


"Evet demeyebilirdin nikahta." İş işten geçtikten sonra sanırım kim haklı kavgasına tutuşacaktık. Yumruk yapmadığım elimle önümdeki boş tabağa küçük bir fiske vurup gülümsemeye devam etmiştim. Sinir gülmesine ise kıl payı kalmıştı.


"Oldu olacak sen Abdülhamit'i savundun de tam olsun." Sesim kontrolümün dışına çıkarken delirme çizgime yaklaştığımı hissediyordum.


Ben kolay parlayan biriydim. Saman aleviydi benim öfkem. Kolay öfkelenir hemen tutuşurdum. Hatta çoğu zaman neye öfkelendiğimi bilmez, buna daha çok öfkelenirdim. Yüzümdeki sinir gülümsemem silindiğinde kararttığım bakışlarımı onun anlamsızca buruşan suratına çevirdim.


"Abdülhamit mi? Ne?" Yine farklı dillerden konuşmaya başlamıştık anlaşılan. Yüzümdeki kaslar tek tek gevşerken gülmemek için yanaklarımı ısırmam gerekecekti. Sanırım ya jetonu köşeliydi ya da gündemden epey uzaktı. "Bak bunları konuşmak için epey geç artık. İmzaları attık bitti. Bundan sonra tek yapacağımız bebeğin doğmasını beklemek."


"İşe bak ya." dedim sinirlenmeye tekrar başladığımda. Cidden nelere bulaşmıştım. Ağaç tepelerinde pinekleyen kızdan ne hallere düşmüştüm. Ağıtlar yakılmalıydı halime, destanlar yazılmalıydı bana. Ama önce abimi dövmeliydi bu eller, Gülnare'nin saçlarını yolmalıydı.


"Benim konuşmak istediğim aslında bu kağıt üstü yapılan evliliği ikimiz için de zorlaştırmamaya çalışmak." Buna şimdi kahkaha atsam tuhaf kaçar mıydı acaba? Benim için ne kadar zor olduğunu bence gözden geçirmeliydi. "Senin için zor olduğunun farkındayım." dedi o sırada aklımdakileri okumuş gibi.


"Ama daha da zor olmasını ikimiz için de istemem. Eğer altı yedi ay kadar evli görüneceksek bunun ikimiz için de bir nebze kolaylaşması lazım öyle değil mi?"


"Valla senin baban zorlaştırdı. Hiç bakma. Buraya geldiğim ilk gün nasıl silah sesleriyle karşılandığımı görsen hak verirdin bana. Abdülhamit bile şaşırırdı görse." Ama taktın Abdülhamit'e Zühre ya.


"Doğru. Onlar biraz bağnaz bu konuda."


"Biraz mı? Bence babanın payı daha çok bu evlilikte. Kendi kızı söz konusuydu be adamın. Ama tutturduğu şeye bak. Ya adam tutturdu berdel de berdel diye. Al berdel. Ne oldu yani. Ne var. Bu muymuş? Bunu mu istiyormuş?" ardı arkasınca nefessiz kalarak konuşmak ciğerlerimi zorlamıştı. 'Oh' diye derin bir nefes verdiğimde kendimi geri yasladım.


"Zaten amacımız bu kadar zorlaştıran insanın arasında yaşamımızı kolaylaştırmak değil mi? Bak. Bir yola girdik ve dönemeyiz. Bunu sen de biliyorsun. Ve evet bu evlilik hem Gülnare'nin hem abinin hem de doğmamış o bebeğin hayatını kurtardı. Ve emin ol..." sandalyesinden bedenini ayırdığında masada eğilmişti. "Ben de böyle olmasını hiç istemezdim." Cümlesi vurgulu, kararlı ve netti. Aynı benim düşüncelerim gibi.


"Yani?" dedim. Madem amaç kolaylaştırmaktı nasıl olacaktı o? Cafer sıçmıştı. Cıvıktı. Bez yeter miydi bundan sonra?


"Yanisi şu. Ben bir sözleşme hazırlattım." Masadaki kalabalıktan olacak ki onun yavaşça eline aldığı mavi dosyayı deminden beri görmemiştim. Zira bende miyop da olabilirdi. Çünkü aramızda epey mesafe vardı. "Bu sözleşmede ise evliliğin şartları var. Hangi günden ne zamana kadar olacağını ve bittiğindeki hak taleplerinden bahsediyor."


"Bir dakika bir dakika." dedim elimi havada kaldırıp onun sözünü tekrar keserken. "Hak talebi derken bu benim sizi dolandırmamamla mı ilgili olacak? Merak etme ya ben bu güne kadar kendi soyadımın bile bana sunduğu şeyleri kabul etmedim. Seninkini hiç etmem." Sinirlenmiştim. Yine. Ama bu sefer ağır bir yerden koymuştu bana bu. Sanki ben bu eve güle oynaya gelmiştim de karşımda hak talebinden bahsediyordu. Bence Abdülhamit'i o savunuyordu.


"Ben öyle bir şey demedim. Sözleşmede de öyle bir şey yazmıyor." Yerimden bir hışım kalkıp onun elinde tuttuğu sözleme dosyasını almıştım sertçe. Dosyanın içindeki kağıdı aynı sinirle çıkarıp ne yazdığına bile bakmadan alıp buruşturmuştum avcumun içinde. Şaşkın bakışları elimde buruşturup sandalyesinin önüne attığım kağıda kaymış, sonra da aynı şaşkınlıkla bana dönmüştü.


"Bak ben bu işe sırf senin o ağlak kardeşinin karnındaki bebek yüzünden katlandım tamam mı? Sen şimdi karşıma geçip bana hak, talep, sözleşme diyemezsin. Ağalığınız da, aşiretiniz de, berdeliniz de sökmez bana. Duydun mu?"


Ellerini usulca havaya kaldırıp "Sen bilirsin. Nasıl istersen." demişti. Ama bu benim sinirimi geçirmeyecekti. "Bir şey yemedin." dedi ben arkamı dönüp kapıya yürümeye başladığımda.


"Doydum ben sağol." dedim dişlerimin arasından. Gidip duvarları düz ve boş olan odamda boş boş duvarı izleyecektim.


🐦


Saat gecenin üç buçuğuna yaklaşırken ay ışığının tam yatağıma vurduğu yerde ayaklarımı yatağın başlığına yaslayıp kafamı yere doğru sarkıtmıştım. Dünyayı tersten seyrederken tepetaklak olan dünyamı ancak böyle izlemek yakışırdı bana.


Ay ışığı erik ağacını yapraklarında usul usul dans ederken dallar arada bir rüzgarın kendilerini okşamasıyla kıpırdıyorlardı. Gördüğüm kadarıyla gökyüzünde bir tek dahi bulut yoktu. Aynı duvarları bomboş olan bu oda gibi gökyüzü de o gece bomboştu.


Saatlerdir tepetaklak durmaktan ve hiç kıpırdamadan öylece pencereden dışarıyı seyretmekten ötürü beynim iyice akma kıvamına gelmişti. Zaten başıma giren uğultu ve daha da kararan gözlerim 'Artık kalk' diye haykırıyordu bana. Acaba daha ne kadar süre böyle kalırsam beynim akıp giderdi? Denemek mi istiyorsun Zühre?


"Evet." dedim boğuk ve tıkalı çıkan sesimle iç sesime. Sanırım beynim burnumu tıkamıştı.


Saymaya başlayayım o zaman...


"Sen de dünden razısın ha..." dedim onunla zıtlaşıp. Bir hışım doğrulayım demiştim ama dengemi kaybedip pat diye parkeyle buluşmam pek uzun sürmemişti.


"Hay senin gibi parkeyi ben seveyim e mi?" Dizlerimin üzerinde doğrulmaya çalıştığımda bu seferde yerde süpürge olma görevini layığıyla yerine getirmiş saçlarım hem ağzıma hem de gözüme girmişti.


"Keseceğim ha sizi o olacak!" Elimle saçlarımı itelemeye çalıştığımda dengem bir anda bozulmuş sol tarafıma doğru yıkılmadan hemen önce kafamı yatağın kenarında vurmuştum. "Kazıtacağım hatta!"


"Hay ben senin gibi yatağa da sıçayım e mi? Ulan gecenin kaçı aksiliklerin sırası mı!" Elimle gelişine yatağa geçirmiştim ama elim acıyınca daha da delirmiştim. "Ulan sikecem ha! Bu ne be!" Eğer şimdi kendi evimde olsaydım muhtemelen Günce'den güzel bir tokat, teyzem ve Hamiş'ten de güzel bir azar işitirdim. Onlar böyle delirdiğime kızmazdı. Çünkü epey alışkandılar ama küfrettim diye ağzıma ederlerdi. Ama kendi evimde değildim. O zaman sorun yoktu.


"Sikecem sikecem sikecem..." dedim ağız dolusu bir halde. Ellerimle pat pat parkeye vurup sinirimi hiçbir ziyanı olmayan parkeden çıkarmaya çalışıyordum.


Hiç böyle hayal etmemiştim evlendiğim ilk günün gecesini. Yani duvarları boş ve düz, penceresini açınca insana huzur vermeyen bir evde uyumayı düşünmemiştim. Aslında bakarsanız evlenmeyi hiç düşünmemiştim. Bir kere evlilik yaştı. Aşk şarttı ve ben aşktan zerre anlamazdım. Demiştim ya size benim durağımı aşk es geçmişti. Gidip abime, Gülnare'ye, platonik Günce'ye, asla kavuşamayan Balca'ya uğramayı tercih etmişti.


Sonra çeyizi, gelinliği, duvağı, gelinbaşı, ohoo epey çoktu bu iş. Bense bunları dümdüz bir şekilde uğraşmadan tek bir kalemde halletmiştim.


"Bir sorun mu var?" Kapı ne ara açılmıştı, sandalyesiyle ne ara yatağın diğer tarafına kadar ilerlemişti bilmiyordum ama içimden 'umarım dediklerimi duymamıştır' diye geçiriyordum. Duymasında benim tarafımda asla bir sıkıntı olmasa da delirdiğimi çok az insanın görmesini isterdim. Ben de böyle değişik bir deliydim. Siz ne derseniz artık...


"YOK!" dedim kontrol edemediğim sesimle. Ellerimi yatağın üzerine yerleştirip 'Samara' misali önümü kapatan saçlarımla doğrulmuştum yerden. Yüzündeki anlamsız, şaşkın ve 'Kesin bu kız deli' diyerek bana bakışlarına dümdüz bakıyordum.


"Emin misin? Bağırdın ve bir gürültü geldi. İyi misin?" Sağ elimle önümü ve görüşümü engelleyen saçlarımı geri aldığımda doğru düzgün nefes alamadığımı da fark edip kafamı olumlu anlamda sallamıştım.


"Telefonum..." dedim aklıma ilk gelen şeyle. "Düştü de onu arıyorum." Taş devrinden kalma, taştan yapılma bir telefon mu kullanıyorsun diye sorarlardı adama o gürültüden sonra. Yüzündeki ifadeden ikna olup olmadığını tam anlayamamıştım ama 'sorun yok' der gibi omuz silkip sandalyesini yavaşça geri döndürmüştü.


"Bahçeye çıkacağım." dedi kapıya doğru ilerlerken. Bence bahçeye çıkmak için sabah akşam hiç fark etmezdi. Gecenin üçü ise tam saati olabilirdi.


"Gelebilir miyim?" dedim yerimden hışımla kalkarken. Bütün algılarım bahçe lafıyla açılıvermişti.


"Tabi." Küfrettiğim parkeye pat pat vura vura onun arkasından giderken o kapıya ulaşmıştı. "Ha bu arada." dedi bir şey demesi lazımmış gibi geri döndüğünde. Olduğum yerde hızla kalmak zorunda kalmıştım. "Telefonun komodinin üzerinde."


🐦


"Oh be..." Derin derin içime çektiğim zibilyonuncu nefesten sonra. Gözlerimi kapatıp tenimi usulca okşayan rüzgara içimden teşekkür ediyordum. Bence dünyada en güzel şeylerden biri teşekkür etmekti ve teşekkür edilmeye layık çok az şey vardı. Rüzgar, yağmur, kar, güneş ve ağaçlar ise teşekkür edilmeyi hak eden ilk şeylerdendi.


"Oh..." dedim bir kere daha. "Dünya varmış diyorlar ya. Var sanırım cidden."


"Tartışılır..." dedi mırıltı biçiminde. Ben yerde, çorak toprağın üzerinde üzerimin tozlanmasına bile aldırmazken o dizlerinde var olduğu bile belli olmayan tozları silkelemişti.


Aslında ona kızgındım. Öfkem had safhadaydı. Ama unutkan da biriydim ben. Günce kadar kindar, Balca kadar fil hafızalı değildim. Bazen neye küstüğümü bile unutacak kadar da saftım. Ama şimdi umursamamayı seçiyordum.


"Gülnare..." dedim toprağa dayadığım ellerimi çekip, silkmeden dizlerimin üzerine koyarken. "Hep çok ağlar mı böyle?" Bence doğuştan kendisine yüklenen bir özellikti bu. Yoksa mantıklı bir açıklaması olamazdı. Bir hastalık desem değildi, tuhaf bir ruh halinin göz yaşıyla sonuçlanmasıydı onunki.


"Gülnare... Duygusaldı hep. Çocukluğundan hatta doğduğundan beri."


Kaşlarımı hafifçe kaldırdığımda kafamı da biraz daha geri yatırmıştım. Ayın o muhteşem ışığı yıldızları geride bırakırken demin usul usul tenimi okşayan rüzgar kesilmişti.


"Ya... Ağlak çok. Hatta bu kadar gözyaşını nereden bulduğunu sorguladım. Yazık gözlerine. Gözleri de çok güzel. Siz niye hiç benzemiyorsunuz?" Alakasız soruma yandan attığı anlamsız bakışıyla karşılık vermişti. Kafasını önüne döndürdüğünde bakışlarını biraz daha yukarı kaldırıp erik ağacına bakmaya başlamıştı. Aile dramı çıkarsa sorduğum sorunun altından şaşırmayacaktım artık. Bünyem şu birkaç haftada alışmıştı şaşırmaya. Tahir ağa da nane yemiş olabilirdi.


Gülnare epey kıvırcık ve kabarık saçlıydı. Ama o, Gülnare'nin aksine düz saçlıydı. Gülnare açık kumralken o esmerdi. Gülnare'nin gözleri bal rengiyken onunki değildi.


"Sen de abinle hiç benzemiyorsun." Misilleme yapılacak en son şeylerden biri buydu bence. Ama o da bilemeyebilirdi benim hakkımda sır gibi saklanan şeyleri. Babanın yediği naneleri duymayan kalmadı Zühre.


"Ohoo kıyaslama yapacak olursak işimiz yaş. Abimle benzemiyoruz doğru çünkü annelerimiz farklı."


"Pardon. Onun için demedim." Sanırım onun babası yememiş nane Zühre.


"Yok. Alınmam bu konuya ben. Takmam da hatta. Ama Gülnare çok seviyor abimi. İlginç." Her düşündüğümde gülesim gelen bir konuydu. Abimi bir elin parmağı kadar anca tanıyordum. O yüzden Gülnare'nin abimi sevmesi tuhafıma kaçıyordu.


"Doğru. Sanırım sevmese böyle riskli bir şeye kalkışmazdı." Ben tuhaf karşılıyordum o da riskli. Bakış açılarımızın farkı belli ediyordu kendini.


"Kardeşini seviyorsun..." bakışlarımı gökyüzünden çekip ona doğru çevirdiğimde istifini bile bozmamıştı. Bence yüzündeki kaslar yine bozulmuştu.


"Seviyorum. Tasvip etmediğim şeyleri çok fazla olsa da kıyamıyorum ona. Sanırım abilik..." Allah sanırım verirken benim abim 'abilik' duygusunun altında şemsiye açmıştı. Çünkü başka açıklaması olamazdı.


"Bir de benim abiye bak. Ölmemek için beni soktuğu duruma. Kardeşini benden daha çok seviyor."


"Elbette seviyordur." Kafamı iki yana sallarken gülmüştüm. Kırık bir şekilde ağzımdan dökülen kahkahalarım içimdeki feryadı bastırsın diyeydi.


"Onunla aramda sadece kan bağı var. Ne yazık ki insan dünyaya gelmeden seçemiyor kimden ya da kimin karnında olacağını. Dünyaya bir daha gelsem ki bence böyle bir seçenek sunulmuş olursa hemen reddederim, insan olmak istemezdim."


"Ya..." bakışlarını bana doğru çevirdiğinde kaşları şaşkınlıkla havalanmıştı. Zira kasları çalışıyordu. "Ne olmak isterdin peki?"


"Bir ağaç, bir çim, bir kedi... İşe yarayan bir şey. Dertsiz tasasız olmak ama. Tabi mümkünse. Abim de olmasın. Belki serçe kuşu...Sen?"


"Zor bir soru. Nereden ve nasıl baktığına göre değişir tabi. Şartlar önemli." Omuz silkip bakışlarımı tekrar yukarı çevirdiğimde usul usul yeniden esmeye başlamıştı rüzgar. Gözlerimi tekrar kapatıp kollarımı iki yana açarken tenimin her zerresi rüzgarla buluşsun istiyordum.


"Sen niye burada yaşıyorsun?" dedim dan diye. Şaşkın bakışları tekrar bulmuştu beni.


"Evim çünkü." Mantıklıydı. Sorgulamamak gerekebilirdi ama o sanırım dediğim şeyi tam anlamamıştı.


"Yok o değil..." dedim gülerek. "Şimdi büyük bir konak var avlunun sonunda. Ama sen orada değil de bu konak yavrusunda yaşıyorsun. Ondan dedim."


"Rahatım böyle daha iyi."


"İmkan diyorsun. Var ki kalıyorum diyorsun. Sen de haklısın." Kendi kendime gülerken boğazıma kaçan küçük tükürük parçasıyla bir iki kere öksürmek zorunda kalmıştım. "Valla burası bizim evden bile büyük. Ben buraya küçük konak diyorum ama bizim evi görse burası kibirlenir valla."


"Ahırdı burası eskiden." dedi o da dan diye. Gülerken hık diye gitmek değil de hık diye susmak olmuştu benimki. Gözlerim 'biz yuvalarımızdan fırlıyoruz' diye çığırmıştı.


"NE!" Sesim yine ayarsızca çıktığında hafifçe gülümsemişti. "Bildiğin ahırda mı kalıyoruz biz şimdi?"


"Eskiden ahırdı. Şimdi pek ahırlık hali yok. Var gibi mi?"


"Ay yok da..." Bence yoktu. Hatta modern bir evdi. Duvarları boş, odaları gayet ışık alan küçük bir konaktı. "Ne bileyim öyle deyince garip oldu."


"Akşam yemekteki sözleşmeyi tamamen yal-"


Hiç kabul edemeyeceğim bir şekilde tekrar sözünü kesip "Hatırlamak istemiyorum. Benim o konudaki tavrım net."


"Hep böyle insanların sözünü keser misin?" dedi bana bakıp tek kaşını kaldırdığında. Ellerini sandalyesinin kollarına yerleştirmişti. Sesindeki pürüzlü tınıyı onunla tanıştığımızdan beri ilk defa duyarken bunu uykusuzluğuna veriyordum.


"Kesmem." dedim keskin bir şekilde. "Ama devamını dinlemek istemediğim şeyleri de dinlemem."


"Peki. Sen bilirsin." Bilirdim tabi. Biliyorsam sormasındı. Açmasındı konuyu. "Ama..." Sandalyesini sağ elinin altındaki stick yardımıyla kontrol edip geri doğru çevirmişti. Dinlemem dediysem de dinlemezdim. Hışımla yerimden kalkıp toza toprağa bulanan üstüme dokunmadan arkamı dönüp hızlıca eve doğru yürümeye başlamıştım.


Gece gece zihnim daha bulanık olurdu benim, daha da gerginleşirdim.


🐦


"Günaydın kızım. Rahat uyudun inşallah?" Nurdan hanım usulca bir koluma girdiğinde yüzündeki o büyük gülümseme hiç yerini yadırgamayacak bir biçimde duruyordu. Bence hep gülmeliydi. Güzel ince yüzüne, dolgun dudaklarıyla gülmesi epey yakışıyordu.


"Bir sıkıntın yoktur değil mi yenge?" Bana 'yenge' diye hitap eden benim yaşlarımda koyu kahve gözlü kıza dehşetle açmıştım mavi irislerimi. Ben mahalledeki çocukların bile bana 'abla' demelerine asla tahammül edemezken 'yenge' denmesi bir garibime gitmişti. Yaşlanıyorsun Zühre...


Elektrik çarpmış gibi irkilirken bana yenge dediği için puanını kırdığım kız da diğer koluma girmişti. Ben koridorda iki kadının arasında kendimi epey sıkışmış hissediyordum. 'İmdat' diye bağıracak, kurtarın beni diye isyan edecektim.


"Bu kızımız Nevide. Eltim Dilber'in kızı. Yardım eder epey sana." O kötü espriyi yapmak için gün sayacaksın biliyorum Zühre...


"Memnun oldum..." dedim yapmacık bir şekilde gülümsemeye çalışırken. Zira bana 'yenge' demişti. Yengeye de Elif dedin usta...


"He valla yenge. Bir isteğin bir derdin olursa çekinme hele. Nevide de dediğin yerde biterim." İri gözlerini perdeleyen uzun kıvrık kirpiklerini bir iki kez kapatıp açtığında bana 'yenge' dediği için çatmıştım kaşlarımı. "Hele kalktı mı Korhan abim?"


"Kalktım Nevide kalktım." Kendi odasından çıkan Korhan benim bakışlarımdan pek de faklı olmayarak Nevide'ye bakıp sandalyesini yanımıza ilerletmişti.


"Biz rahatsız etmeyelim demiştik ama dayanamadık oğlum. Kusura bakmayın. Ama kahvaltı için bekliyoruz."


"Anne... Gerek yok." Nurdan hanım büyük gülümsemesini soldurmadan oğluna doğru dönmüştü.


"Aa oğlum. Size mükellef bir sofra hazırlattım. Ailecek ilk kahvaltısı olacak gelinimin de. Hadi gidelim."


"Anne!" Kolumdan beni kapıya çekmeye çalışan Nurdan hanım oğlunun yüksek tondaki sesiyle durduğunda yüzündeki o gülümsemenin solar gibi olduğunu görmüştüm. Ama kendini hızla toparlamıştı Nurdan hanım. Bana kaçamak bir bakış atıp tekrar oğluna dönmüştü.


"Oğlum. En sevdiğiniz şeyleri hazırlattım. Gerçi Zühre kızım ne sever bilemedim ama her şeyden var işte."


"Anne bilmiyor musun sen?" Sesindeki sertlik beni de rahatsız ederken bir bir tarafımdaki yüzü ha düştü ha düşecek olan kadına bir de şaşkınca iri gözlerini daha da irileştirmiş Nevide'ye bakmıştım.


"Ama oğlum..." Sesindeki hevesli tınıya ağlamaklı bir ton eklenmişti Nurdan hanımın. Gözlerindeki parıltı yerini yaşlara bırakmak üzereydi gördüğüm kadarıyla. Sanırım Gülnare annesine çekmişti.


"Ne olacak ya..." dedim gailesiz bir şekilde. "Hazırlamışsınız madem yiyelim. Ne olabilir ki yani?"


🐦


Büyük konuşmamak şarttı. Boşuna dememişti atalarımız. Bir bildikleri vardı. Ne olabilir ki dediğim yerde 'al ne olduğunu gör' demişti hayat.


Bir tek kuş sütünün eksik olduğu, eğer bulsalardı onu da koymaktan geri kalmayacakları bir sofra beni tüm ihtişamıyla karşılarken gözlerim far görmüş tavşan misali açılmıştı. Altın varaklı salonda, altın tonlarının tabak ve çatallara bile işlendiği bu gösterişli masaya bir dünya rekoru yakışırdı bana kalırsa. Bu altın sevdası da bir başkaydı burada.


"Hele çekinme kızım. Yabancı değil bunlar." Bana yabancıydı ne yazık ki karşımda ip gibi dizilmiş insanlar. "Bu eltim Dilber, bu kaynım Zahir, kızları Nevide'yi biliyorsun zaten, küçük kızları Cavide, büyük görümcem Berivan, ortanca görümcem Dilva..."


"Ay..." dedim elimi şakağıma bastırırken. Beynim küçük bir error verip delirtme noktasına getirmişti beni. Herkes herkesin bir şeyiydi eyvallah ama nasıl aklımda tutardım ben bu kadar kişiyi? Bir yerden sürekli o onun görümcesi, bu bunun bacanağı olarak çıkıyordu. Ve benim bakkal defterinden hallice aklım daha da zorluyordu kendini.


"Hele maşallah kızımıza." Dedi Dilber mi, Dilva mı yoksa başka bir şey miydi emin olamadığım çıkık elmacık kemikli güleç kadın.


Daha sonra 'Maşallah'lar bir korodan söylenir gibi eko yapa yapa tekrarlanmıştı.


Altın varaklı odada, altın süslemeli masanın etrafında, kollarında ve boynunda kilolarca altın olan kadınların arasında düz beyaz tişörtüm ve siyah taytımla biraz göze batıyordum. Ama ne yapsaydım dolabın içinde bulabildiğim en düz ve rahat parçalar bunlardı. Onlar gibi üzerimi sıkan işlemeli elbiseler giyemezdim.


"Geç şöyle kızım sofraya. Sen şöyle benim yanıma otur hele." Nurdan hanım büyük bir hevesle beni kolumdan tutup sağ tarafına oturturken üzerimde gezen çifte çifte gözlerden dolayı az biraz çekinmiştim. Dünden beri mideme sadece salata girdiğinden aslında önümdeki şahane gözüken kahvaltılıklardan her birine de saldırmak istiyordum.


"Rahat uyudun?" dedi tam karşımda oturan epey geniş yüzlü beyaz tenli kadın. Kimdi hatırlayamamıştım.


"Hı hı..." dedim.


"Korhan niye gelmedi abla?" dedi bu sefer sol çaprazda oturan başka bir kadın. İnce yüzü, kemikli burnuyla tuhaf bir duruşu vardı. Sahiden o niye gelmemişti anlamamıştım. Alt tarafı bir kahvaltıydı eyvallah da sanırım bu kalabalıktan kaçmıştı. Bende bilmeden koşa koşa gelmiştim.


"Halen adım atmıyor mu bu konağa?" Az önce konuşan geniş yüzlü kadının yanındaki adam hafifçe eğilmişti masanın üstünde.


"Gelecek inşallah." Nurdan hanım büyük gülümsemesiyle sorun yok demeye çalışıyordu ama zannımca vardı.


"Hep devam edecek mi böyle bu Tahir abi? Evlendi barklandı ama buraya adım atmamak ne. Sığıntı gibi karşıda niye kalıyor?" Adam meraklıydı anlaşılan. Ama sorduğu sorular Tahir ağanın canını sıkmış gibiydi. Geldiğimden beri tek kelime etmeyen adam derin bir nefes alıp çayına uzanmıştı.


"Kızım niye başlamıyorsun? Yesene çekinme sakın." Herkes tabaklarını tepeleme doldururken ben bomboş bakıyordum önümdekilere. Aslında hangisinden başlasam da bilemiyordum. "Sevmedin yoksa bunları? Canın ne istiyorsa yaptıralım hemen kızlara."


"Aslında..." dedim kupkuru olmuş dudaklarımı ıslatırken. Herkesin gözü üzerimde olunca elim ayağıma dolaşmıştı. "Mısır gevreği var mı?"


Sanki dünyanın en garip şeyini demişim gibi herkesin şaşkın bakışları bir anda beni bulurken yanlış bir şey mi dedim diye dudaklarımı sıkıca birbirine bastırmıştım.


"Yoktur herhalde ama aldırırız hemen. Sen hiç dert etme. Hadi Nevide söyle kapıdakilere de acil getirsinler mısır gevreğini." Aslında öyle ahım şahım kahvaltı yapmaya alışık biri olmadığımdan sabahları genellikle hep böyle geçerdi. Hele ki öğrenci evinde en pratik şey mısır gevreği olduğundan alışmıştım ve vazgeçememiştim.


Yazık Nevide de acele bir şekilde yerinden fırlayıp gitmişti. Ellerimi önüme koyup tuhaf bakışlara aldırmamak için tuhaf hallere girmiştim. İşlemeli bardaklara baktım, epey detaylı çatallarda göz gezdirdim ama içim kalabalığın ortasında olduğumdan hiç rahat değildi.


Az sonra Nevide koşa koşa ve nefes nefese bir halde içeri geldiğinde ellerini göğsüne yerleştirmişti.


"Korhan abim..." dedi derin soluklarının arasından. "Korhan abime bir şey olmuş galiba!"


🐦

Bölüm sonu


Nasıl buldunuz bölümü??


Sizce ne olacak bundan sonra??


Korhan'a ne oldu?


ELİF'E de uğramayı unutmayın


sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%