@shinegloss
|
GÜNÜMÜZ Adımlarım güçlü, her zamankinden daha çok. Daha fazla. Öyle bir basıyor ki yere, dünyadan bir alacağı varmış gibi yağan yağmura meydan okuyor. Yerde bıraktığı birikintilere, bir yuva dağıtırmış gibi basıyor. Kapkaranlık bir sokaktayım, kendim kadar. Klişe! Önceden sadece içimin, kalbimin karanlık olduğunu düşünürdüm. Fakat şimdi anladım ki, o karanlık mutlaka dışa vuruyor günün birinde. Saf olan saf kalmıyor. Yere yığılmış, sıcacık akan kanlarıyla yatan cesetleri, yağmur temizliyor. Kaç tane saymadım, umurumda da değildi artık kaç tane olduğu, kaç tane canın benim yüzümden gittiği. Masum değillerdi. Hepsi, beni böyle yapan yaratıklardı. Durum böyle olduğundan, tatmin olmaktan başka bir şey de hissetmiyordum haliyle. Yürüyorum.. En tatmin edecek olan o bedene doğru.. O ceset değil.. Ceset olmak ona bir lütuf olurdu.. Yaralı bir beden sadece. Yağmur daha kuvvetli yağıyor ve ben yürüyorum.. Aldığım bir sürü canın yanından geçerek.. Aldırdığım bir sürü canın yanından geçerek. Savaş çıkmış gibi yatıyorlar yerde. Ben çıkardım o savaşı. Benim savaşım. Benim savaşım bu! Tanıdık bir şey durdurdu adımlarımı. Tanımadık sandığım bir cesedin daha boynuna kazınmış olan o dövme, açtı kalbimde ki yarayı. Dikişi bile yeni tutmaya başlamıştı oysa ki. Kalakaldım. Çaresizlik mi bu? Daha çok korku. Bu dövme, özel bir dövme. Beni hayata döndüren, bana hayatı öğreten kişiyle aramda ki bir şey bu. Ne kadar özel olabilirse o kadar özel işte. Kalbim yine atmıyor sanıyordum, yine hissizliğin en dibine gömüldüm sanıyordum çünkü yine gözümden tek damla yaş akmayan zamanların hapsindeydim. Ben hapsetmiştim kendimi oraya. "Değildir." dedim içimden kendi kendime. "O değildir. Üstelik bu imkansız." O bedende, tanıdığım bir kaç dövme daha arayacaktı gözlerim. İşte şimdi korkunun kollarına yapıştım bile. Gözlerim gidemedi hiç bir yere. Hala boynuna bakıyordum fakat hala daha yüzüm buz gibiydi. Alışkanlıktan. "Ya oysa!" içimde ki ses geldi yine, yıllar sonra geldi yine. Duymamazlıktan gelmeyi deniyordum ya da yıllarca. Küsmüştüm ben onunla zaten. O, hayatta tek elde edebileceğim mutluluğu da elimden aldırmıştı bana. "Kes!" diye bağıracak kadar nefret ediyordum işte ondan. Kalbim zaten hayatım boyunca atmıyordu ama o tam atmaya hazırken söküp aldı benden. Düşmandık biz artık içimde ki sesle. "Anlamadım efendim. Bize mi dediniz?" dedi yanımda ki adam. Adamım tabiri caizse. Gözlerimi yerden aldım, bakamam ki. Ya oysa? Bakın girdi yine hemen aklıma. Girdi yine hemen kanıma. "Neden durduk?" Dedi diğer adamım çekingenlikle. "Ş-şunu, çevirin." Söylerken bakamamıştım bile, elimle işaret ettim titremesine karşı tüm savaşımla birlikte. "Yüzünü çevirin." İkisi de yerde yatan bedeni, sırt üstü çevirdi, bakamıyordum ki. Gözlerim meydan okuyordu bana, "Hayır!" diyordu. "Sen hissiz olmaya devam etmelisin." Bakmam lazım. Görmem lazım. Ya oysa? Bu sefer beynim girdi devreye. "Evet! Ya oysa? Bu yüzden görmemen lazım." "Çevirdik efendim. Süremiz kısıtlı fakat. Her an gelebilirler." En son kendimle bu kadar savaştığım zamanı hatırlıyorum. Çokta savaşmazdım zaten kendimle, kendimle barışık bir insanda değildim ama. Sakın öyle anlaşılmasın. Ben kendimin düşmanıyım. Bu nedenle de bakacağım, bakacağım ki işkence olsun bana. 3 YIL ÖNCE/2021 "Nasıl olmuşum?" Minicik giydiği şortuyla karşıma geçti Kızıl. Kızıl bizden biraz daha farklıydı, ona bu lakabı pislik bir adam saçları kızıl olduğundan koysa da bizim de ağzımızda öyle yer etmişti. Tüm yaşadığımız zorlukları geride bırakıp bir kafese sıkışmıştık. O kafes evimizdi. 3 kişiydik biz. Evimizde son günümüz olduğunu bilmeden uyanmıştık bu sabah. "Kendine aynada şov mu yapacaksın?" Dedi Tamay gözlerini devirerek. "Pijama giymekten kendimden nefret ettim." Kendini koltuğa attı Kızıl. "Çok bunaldım bu hayattan artık, hep böyle mi yaşayacağız?" Hemen ardından biz değil, evren cevabını verir misali camların bile gazete kağıtlarıyla kaplı olan evimize kapının altında ki aralıktan bir zarf giriverdi. Üçümüz, sanki içeriye bomba atılmış ve son saniyelerini sayıyor gibi donup kaldık. "Bulunduk mu?" Diye sordu Kızıl, sadece dudaklarını oynatarak kaskatı kesilmiş çenesiyle. Biggie :) "Kimsenin öldüreceği yok, hazırlanın." Tamay da nihayet konuşma kararı alıp "Sen tanıyor musun bu adamı?" Diye sordu oturduğu yerden. "İsmini duymuştum, o adamlar konuşurken. Neden bilmiyorum ama, Saadet abi bile bu adamın ismini söylerken baya endişeli görünüyordu." Bu sefer de Kızıl "Düşmanlar mı yani?" diye sordu. Bıkkınlıkla baktım. "Anladığım kadarıyla öyle." "Bizimle ne alakası var?" "Onu bu akşam öğreneceğiz." Dediğimde Tamay kalkarak yanımıza, kapının önüne geldi. "Ya tuzaksa?" "Yerimizi biliyorlar, öldürmek isteseler," Kızıl'ın elinde ki notu alıp havada salladım. "Bu kağıt parçasıyla mı uğraşırlardı?" İkisi de sustu böylelikle. Korkuyla. Korku dolu gözleriyle.. İki çift göze aylar sonra bir gram umut ışığı bulaşmış olsa da, ardında ki karanlık, ardında ki kasvetli anıların izleri hala ben buradayım diyor, korkuyorlardı. Ben de korkuyordum. Tıpkı o gün ki gibi hem de.. O gün de korkuyordum böyle ama elim bile titremeden basmıştım o tetiğe çünkü biliyordum ki, bir kafese tıkılacağımı fakat yine de bedenim de pislik bulaşmış ellerin gezinmeyeceğini. Biliyordum ki, gökyüzüne bakmaya doyamasam da, bakamayacağımı fakat yine de o pislik ağızların artık bana salya akıtmayacağını.. Yolumu bir kez kaybettim, kaybettirildim daha doğrusu. O yol benim hayatım oldu. O yoldan çıkmak için hayatımdan vazgeçtim. Sakinliğimi korudum zar zor. Ben cesur olmalıydım ki kızlar da olsun. "Bir şey olmayacak. Hadi, hazırlanalım." ------------------------------------------------------------------------------------- Bacaklarım nasıl da titriyordu.. Nasıl da bulunduğu yerden hem bıkmış, hem de oradan ayrılmak istemiyordu zorla. Zar zor hızlandırdık adımlarımızı, bir gök gürültüsüyle, binlerce yağmur damlası sesiyle, bir şimşekle kapkaranlık, kasvetli bir geceye araladık adımlarımızı. İlk defa üçümüz aynı anda çıktık bu evden. Pencerelerin ardından duyduğum gibi değildi, o günışığının bile girmek için bin bir çaba harcadığı pencerelerin ardında ki gibi. Daha toktu. "İşte," diyordu. "Bu herkesin dünyası. Kaçacak, saklanacak yer illa ki bulunur.. Açık kapı mutlaka bulunur. Sen yeter ki yaşamak iste." Büyük, siyah aracın kapıları açılırken ardına kadar, daha binmeden o araca, aklımda senaryolar kurmuştum bile.. O aralığı.. Ölümüme yetecek o aralığı.. Olmadı.. Hiç bir şey olmadan kapandı o kapı ben korkumu maskelerken. Kızlar benim gibi değildi, onlar maskeleyemezdi.. Maskelese bile, gözlerinden okunurdu içleri.. Ben öyle değildim, gözlerime baktığınızda koca bir boşluk görürdünüz.. Dünyada ki en dolu boşluğu.. O boşluk gözlerimi dolduramazdı ama! Kızlar karşımda ki koltuğa oturup el ele tutuştular.. Sanki o kapıdan çıkarken, canlarını da orada bırakmış gibi.. Canını vermeye hazırlarmış gibi.. Canları ellerinden gidecekmiş gibi. Hayatı o kapıdan çıkarken sevmişler gibi.. Bir daha asla dönmeyeceğimiz o kapıdan.. Güneşe, sokağa, ağaçlara bile göz ucuyla bakamayıp o yaşadığımız şeyleri düşünmekten başka hiç bir fırsatımızın olmadığı o kapıdan çıkarken, bende sevdim hayatı aslında.. Kaybettiğini düşündüğün anda severdin bir şeyleri, veya kaybetmekten korktuğun o anda.. Korkacak bir şeyde yoktu oysa ki, kaybedecek bir şeyde.. Neden korkmuştum o zaman? Neyim kalmıştı ki? Ne yaşamıştım ki? Ben hiç yaşamamıştım ki.. Kalbim atmamıştı heyecanla bir kez. Heves etmemiştim ki hiç bir şeye, etmezdim de.. Şöyle oturup özleminden içimin burkulduğu bir anım bile olmamıştı.. Neydi bu bana hayatı sevdiren o kapıdan çıktıktan sonra.. Neydi beni o çok istediğim ölümden korkutan? Gıcırtısını bile yalnızca içinde ki kafese girerken duyduğum kapıdan çıktıktan sonra.. Girdiğimizden beri sadece çıkarken açılmıştı çünkü o kapı. "Umut." dedi kafamın içinden bir ses, kafama sıksam iyiydi. Umut mu? Benim için Umut sadece bir erkek ismi. Delirdim galiba sonunda. Bir kamyon dolusu, Simsiyah giyinmiş bu adamlar mı o zaman? Peşimizden onlarca araçla gelen.. Sanmam.. Onlardan bir daha hiç korkmayacak kadar çok korkmuştum ömrüm boyunca.. Neydi bu bana hayatı sevdiren, hayatımdan vazgeçtikten sonra? Neydi bana içinde bulunduğum vücudu sevdiren, herkesin parmak uçlarına bir ödül olarak sunulduktan sonra.. Ben bir ödüldüm? Ben kendime cezaydım. Herkese cennet, kendine cehennem bir varoluştum. Varlığında var olamamış bir faciaydım. Ben biri bile değilken bir insan olmaya çalışan bir aptal mıydım? Kalbim atıyor, aklım düşünebiliyor diye insan mı oluyordum ben şimdi? Saçlarım uzun, bedenim tahrik ediyor diye kadın mı oluyordum? Onlar.. Daha güçlü diye erkek mi oluyordu şimdi! Dünya dönüyor diye, hayat mı vardı? Ruhu olmayanlar için hayat var mıydı? "Sakin ol!" Dedi içimde ki ses, benimle konuşmayı epeydir bırakmış olan o ses. Benimle konuşmayı, o tetiğe bana korkusuzca bastırıp ardından yok olan, tüm suçu vicdanıma bırakan o ses. Şimdi anladım neden benimle konuştuğunu tekrar. Bir şeyler yaptıracaktı yine bana.. Yapmaya cesaret edemediğim şeyleri yine korkusuzca yaptıracaktı bana! Kafamda ki şapka.. Bir kadına büründüğüm o uzun saçlarımı gizleyen şapka, kadın olmaktan nefret ettiğim saçlarımı gizleyen şapka mı korkuttu beni bu kadar? Neydi yüreğimi bu kadar hoplatan bu soğukta? Araç durmuş ben farkında olmadan, otomatik kapı aralandı bir binaya karşı. Yağmur, zemine var gücüyle çarpıyor, adamlardan biri kapının hemen ucunda dikiliyor ve buz gibi suratıyla Konuştu yine içimde ki ses. "Bak, geldin yine aynı yerlere." dedi müzik bangır bangır kulağıma dolup, içimdekileri kilitlediğim odanın kapısını paldır küldür kırarken. Saçıldılar işte yine içime! Doluştular aklıma! Geriye baktım kızlar arkamda mı, ardımda mı diye? Kalan iki çift tanıdık gözlerdi onlar onca yabancı gözler arasında. Ardımdalardı işte, hemen arkamda bana bakıyorlardı her an bir şey olursa onları kurtarabilirmişim gibi. Kulaklarıma müzik doluşsa da, boğuktu. Aynı binadan geldiği bariz ama kendini gizliyordu arka kısımlarına. Merdivenler bitince koridorun sonunda ki odaya geldik. Çokça oda daha vardı koridorda. Susmadı içimde ki ses. Bana dedi ki.. "Bu oda, farklı bir oda." Ne diyeceğini bilmiyordu bu da. Bana meydan mı okuyordu yoksa kendi çapında eğleniyor muydu bilmem ama, bana bir şeyler yaptıracağı kesindi işte. Sinsiydi o, ilk önce aklıma yavaş yavaş girer, benimle saatlerce konuşur bir şekilde ikna ederdi beni istediği şeye. "Hoşgeldiniz." dedi adam.. Adamlar.. Biz içeri girip, onlarca adam bizi içeriye sanki buraya gelene kadar bir hazine korur gibi temkinli değillermiş gibi bırakıp giderken. Yalnızca biri kalktı, 5 adamdan yalnızca biri bizi gördüğünde ayağa kalktı. Neden kalktı ki? Biz kimdik ki? Güldü. Ama geçmişte ki adamlar gibi gülmedi, sırıtmadı sapıkça yüzümüze bakarak.. Kendini adam sanar gibi değil, adam olduğu içim güldü sanki. "Tedirgin gibisiniz." Ellerini uzattı naifçe, hemen yanımızda kalan upuzun, deri koltuğa oturmamızı ister gibi. "Oturun, ayakta kalmayın." Oturduk hepimiz aynı anda. Ayağa kalkan da oturdu bizimle. İçlerinden biri daha güldü biz otururken, komik bulduğu belliydi. Kendini adam sandığından gülmedi yani. Saklamaya çalıştı gülüşünü, yüzümüze inatla gülmedi kendini adam sananlar gibi. Ayağa kalkan kişi, masanın başında oturuyordu patron gibi.. diğer ikisi önünde ki koltuklarda.. diğer ikisi duvar dibinde ki koltuklarda.. Hepsinin gözleri üzerimizde olsa da rahatsız etmedi bu bakışlar beni.. Çünkü bedenim bu odada onlara sunulmuş bir ödül değildi.. Belliydi. "Tek bir şey merak ediyorum." dedi biz otururken gülen kişi sakladığı elini dudaklarından çekerek. Duvar köşesinde ki koltukta oturanlardan biri. "Ben," Dedim.. Dememe gerek yoktu, kızların ikisi de bana baktığından. Dedim işte yine de. "Ben öldürdüm." Ama ben yürekli değildim ki! İçimde ki ses yaptırmıştı onu bana. Kaşları kalktı şaşkınlıkla. "Notu kim gönderdi?" Diye sordum biz girdiğimizde ayağa kalkana. Köşede ki koltukta oturanlardan diğeri elini kaldırdı konuşmadan "Ben gönderdim." Der gibi. Biraz süzdüm baştan aşağı, içlerinde en delisi miydi? En yüreklisi miydi? Deli gibi görünmek için mi o üç numara, kısacık saçlarını sapsarıya boyatmış, dövme yaptırmıştı her yerine? Yoksa yürekli görünmek için mi? Üstelik parmak uçlarına bile! "Nasıl buldun bizi?" "Benim!" Demek için kaldırdığı elinde ki işaret parmağını daireler çizerek indirip başını yana eğdi. "Ben bulurum." Oda karanlıktı, duvarda ki o kocaman camdan kara bulutların örttüğü ışığın aydınlattığı kadar karanlıktı. Bir köşede duran, ışığı neredeyse kendisine yetecek olan o sarı lambanın aydınlattığı kadar aydınlıktı. "Kuş muyuz biz?" Diye sordum ciddiyetle. Soğuktum, keskindim.. Bıçak gibi. Ben ne kadar ciddiysem, ne kadar ciddiyetle sormuşsam onlar kendini gülmemek için o kadar tutamadı. Gözlerine bakarak azarlamıştım sanki onu, sadece o gülmedi o yüzden. Bir çoğu kendini tutmaya çalışsa da, en az birinin kıkırdaması gözlerim hala dövmeli adamdayken geliyordu kulağıma. Biz kuş değildik ki! Kuşlar özgür olurdu. "Espiri olsun diye.. yazmıştım." dedi aynı ciddiyetle gözlerime bakarken. "Biz kuş değiliz ki." Gözlerimi ayırdım. Gülümsemeleri yüzlerinde solarken akıllarından "Deli mi bunlar?" Sorusunun geçtiğine emindim. "Görebiliyorum." dedi aynı dövmeli. Gözlerimi tekrar ona çevirdiğimde yüzünde ki arada kalmışlık sevimli bir gülüşe dönüşüverdi. Tekrar sordum. "Nasıl buldun bizi?" "Söyleyemem maalesef." Tamay, korkusunu bastıramamış olacak ki, kucağımda birleştirdiğim ellerime uzandı tutmak için.. Onları ne kadar çok sevsem de her hangi bir tenin bana değmesinden nefret ettiğimi unutacak kadar korkmuyordu işte. Eli, elime değdiği anda çektim elimi. Bir elime, bir de yüzüme baktı herkes.. Tamay titrek sesiyle "Özür dilerim." diyerek başını öne eğerken. "Ben geçeyim oraya." Dedi Kızıl. Hemen kalkıp aramıza geçti tutmak için Tamay'ın elini. Odada sessizlik oluştu bu tavrımdan sonra. Kısa bir sessizlik olsa da soru işaretleriyle doluydu. "Onlar konuşurken duymuştum. Tek bir kişi sanıyordum." "Öyle sanıyorlar ama 6 kişiyiz." Dövmeli adam girdi araya yine. "Tek bir kişi sanmaları hep daha etkili oluyor demiştim." Diye böbürlendi. "6 kişinin yaptığını 1 kişi yaptı sanınca daha da mı korkuyorlar?" Dediğimde kalakaldı aklını okumuşum gibi. Deli olmadığıma ikna olduğu belliydi yüzünden. Deliye yakın biri olduğuma da. "Ama delisin" dedi içimde ki ses. "Sus," dedim. "Sus! Aydınlatma şu içimde ki kini." Cevap gelmedi. Tekrar ayağa kalkana döndüm. "Bizden ne istiyorsunuz? Öylece kurtarmadınız bizi herhalde?" Öylece bir şey yapmazdı kimse, özellikle bizim gibilere ortada bir çıkar olmadan parmağını bile kıpırdatmazdı kimse. "Aslında öyle çok üst bir sebebimiz yok. Bunları yarın konuşalım, ben sizi çocuklarla tanıştırayım." Dövmeli çocuğu gösterdi. "Bu Buğra, ekibimizin aklı. Her şeyi o planlar, o yönetir. Fikirler genelde ondan çıkar." Buğra, egolu bir şekilde gülümseyip iki gözünü de kırptı. Gülümsemesini gizleyen çocuğu gösterdi ardından "İnanç, genelde burayı yönetiyor. Gece kulübünü yani, dışarıda ki işlere fazla karışmaz." "Kağıtta yazan baş harfleriniz miydi? Lakap falan sanmıştım. E nerede?" Buğra konuştu. "Finans işlerimizle ilgileniyor. Uzaktan. Adı Ege. Onu görmezsiniz." "İkinizden başka birinin dili yok mu?" Dedim yine gözlerinin içine bakarak. "Sen hep böyle ters biri misin?" Diye cevapladı beni. "Hayır," dedim. "Ters değilim. Merak ettiklerimi soruyorum." Bir süre sinir olmuş gibi baktı ve daha sonra konuştu. "Dilleri var," dedi elleriyle onları işaret ederek. "Konuşun." "Memnun olduk." dedi üçü birden, aynı anda. "Bak, dilleri var." Ellerini yine eski yerlerine, göğsünün önüne yerleştirdi rahatlıkla. Onu izliyordum, izlemiyordum. Okumaya çalışıyordum. Diğerleri gibi değildi, bu odada ki hiç bir adam diğerleri gibi değildi. Diğerleri gibi olsa çoktan pislik pislik sırıtarak o iğrenç ellerini bedenimde gezdirmeye başlarlardı. Diğerleri gibi olmasalar da, bu düzgün oldukları anlamına gelmezdi. Değil mi? "Neyse," dedi İlkay, Buğra ile Benim birbirimize attığımız soluksuz ve donuk bakışı keserek. Sizi odalarınıza götüreyim, eğlenmek isterseniz aşağı inersiniz. Gelirken müziği duymuşsunuzdur." "Ben kalmam!" dedim ani bir yükselişle. Ben kalmazdım. Kalamazdım. O tetiğe bastıktan sonra geceleri yalnız uyumaya, sabah uyandığımda yanımda birini değil, bir boşluk görmeye yemin etmiştim. O boşluk midemi bulandırmıyordu çünkü, bana dokunamıyordu. "Tamam, sakin ol. Sen ayrı odada kalırsın. Hadi beni takip edin." ------ "Bu oda," dedi içimde ki ses. "Aslında dünya o kadar da kötü bir yer değilmiş diyor." Bu sefer haklıydı. Duvarda ki kocaman pencereden görünen sisli hava, yağmur damlaları, odada ki şöminenin aydınlattığı kitaplık, deriden nefret etsem de şöminenin hemen önünde duran deri koltuklar bana "Biz seni rahatsız etmeyiz." Diyor gibiydi. Bu oda benim içim gibiydi. Koyuydu. Pencere'nin hemen dibinde ki yatağa uzandım saçımda ki havluyu, koltuğa atarak. Odada, bizim için düzülmüş dolap bile vardı. Oradan giydim bir şeyler İlhan’ın dediği gibi. Pencere o kadar büyüktü ki, dışarıda gibi hissediyordum kendimi. Hava çoktan kararmış, sokak lambaları sokakta ki insanlara mükemmel anılar bırakıyordu belki de, veya bir daha hiç bir zaman unutamayacağı travmalar. Ben bu belirsizliğe gözlerimi kapadım. Bir süre de olsa, görmek, duymak, düşünmek istemedim. Sadece uyumak istedim. Sıcak bir duştan sonra sıcacık bir odada uyumak.. Tek başıma. Gözlerim, odada ki normal bir insanı uyandırmaya asla yetmeyecek ama beni yerimden zıplatacak bir sesle açıldı. Buğra kitaplığın önünde sessiz olmaya çalışarak bir kitabı, diğer kitaplar arasından çekiyordu. Hava bile aydınlanmış! Arkası bana dönük olsa da saçından ve dövmelerinden tanıdım ancak bu yine de yataktan sıçrayıp, üzerim giyinik olsa da yorganı üzerime çekmemi engellemedi. Ani tepkime sadece kafasını çevirip baktı. "Merak etme, üzerine atlayacak kadar şeref yoksunu değilim." "Ne işin var burada?" Dediğimde dişleriyle kocam gülümsedi ve kitaplıktan kitabı hızlıca alıp bana dönerek yaslandı. "Burası benim odamdı, düne kadar. Kitap olmaya geldim." "Yine de habersiz girdin." "Neredeyse hiç ses çıkarmadım. Bir kitap alıp usulca gidecektim ki sen karşında katil görmüş gibi sıçradın. O kadar korkutucu muyum?" Değildi, o saçma dövmeleriyle kendini tehlikeli gibi göstermeye çalışsa da, sadece deli gibi görünüyordu. Sorusunu cevaplamadım. "Odadan çıkar mısın?" Dedim rica eder bir şekilde. Emir değildi, terslemek değildi, gerçekten bir ricaydı. Gözlerini kıstı. "Tuhaf bir kızsın." Odadan çıkmayacağını anladığımda, çıkmak için ben yataktan kalktım ve hiç ummadığım bir şey oldu. Kolumdan tuttu ve eli koluma değer değmez "Dokunma!" Diye çığırarak geriledim. Hiç beklememiş olacak ki elinde ki kitabın yerde bıraktığı tok ses bir kez daha irkilmeme sebep olurken ellerini havaya teslim olurcasına kaldırdı. "Ben giderim diyecektim." dedi mahçup bir şekilde. Dokunduğu kolumu, pislenmiş gibi ovuşturmaya başladığımda kaşları ne olduğunu anlamak için çatılmıştı bile. "Gidiyorum hatta." Yerde ki kitabı alıp yavaş adımlarla kapıya yöneldi ve çıkmadan anlamadığım bir tavsiyede bulundu. "Saçını kes bence, kadınlara iyi geliyor diye duydum." Çıktı. Bu "Delirmek üzeresin, bir şeyler yap ve kendini kurtar." demek miydi? Bir süre bıraktığı boşlukla bakışarak söylediği şeyin anlamını düşündüm. Saçımı hiç bir zaman kendi kararımla kesememiştim, veya kendi istediğim boyda. Ama dediğim gibi, ben saçlarımdan nefret ediyordum. Beni kadın yaptıkları için. Kendi bedenim üzerinde hiç bir zaman kendi kararım olmamıştı benim. Oyuncak bebek gibiydim, bir sahibim vardı. Beni istediği her şekle, kalbim ve ruhum yokmuş gibi sokan bir sahibim. O Sahibimi öldürdüm. Artık kendimi, istediğim şekle sokabilirim. Banyoya gidip aynada ki yansımama midem bulansa da baktım. Uzun zamandır bakmadığım kendime, bu sefer cesaret edip uzun uzun baktım. O adamlar sayesinde, onlara duyduğum nefreti kendime de duymuştum. Aynaya baktığımda, sanki onların gözlerinin tam içine bakıyordum. Ama bu sefer, kendi gözlerime baktım. Kendi yüzüme, o iğrenç dudakların sahibim istedi ve uygun gördü diye, yeterli para verdiler diye değdiği boynuma, değdiği dudaklarıma. O iğrenç ellerin tuttuğu çeneme. Onlardan kurtulamasam da, saçlarımdan kurtulabilirdim. Bir makasla, hemen ellerimin yanında duran diş fırçalarının yanında bana doğru parlayan makasla. Kısacık yaptım saçlarımı. Kendi irademle, kendi kararımla. Artık bir sahibim yoktu, bendim kendi sahibim anlaşılan.. Ama hiç kendi sahibim olamamıştım ki, nasıl olunurdu? Ne yapacaktım? Ne yapılırdı? Canımın istediğini yapabilir miydim artık yani ben? Aynada yeni birini görmesem de, farklı bir ben görmek biraz da olsa içimde ki karanlığa renkli çizikler bıraktı. Hemen, buraya geldiğimizde ki girdiğimiz ilk odaya, onların yanlarına gittim. Kapıyı bile çalmadan girdim içeri. Sanırım bu onlara göre tuhaftı, veya ömürleri boyunca kapıları çalınmadan hayatlarına girilmemişti. Herkesin rahat duruşu, diken üstüne geçip İlkay'ın elinin beline gitmesinden anladım bunu. İçeriye bir tehdit girmiş gibi gardını diken üstüne geçmişti herkes. Beni gördüklerinde kasılmış ve hazır ola geçmiş bedenleri eski rahatlıklarını aldı teker teker. "Yarın konuşacağız demiştin." Diyerek daldım içeri. "Bu kadar çabuk dinleyeceğini beklemiyordum." Dedi Buğra, şaşkın bir yüz ifadesiyle saçlarıma bakarak. Kulak asmadım ve İlkay'a cevap vermesi için bakmaya devam ettim. Kızıl ile Tamay çoktan uyanıp odaya gelmişler, oturmuşlar bile. Onlara baktığımda "Kapını çaldık ama uyanmadın, odana girilmesinden rahatsız oluyorsun diye girmedik." Diye açıklama yaptılar hemen. Nefret bakışlarımı Buğra'ya çevirdim. Bu duyması gereken bir şeydi fakat o hiçte duymamış gibi alnını kaşıyarak bakışlarını kaçırmayı seçti. İlkay, Tamay'a "Diliniz varmış." Dediğinde benim dün ki lafıma gönderme yaptığını anladım. Veya aramızda ki buzları eritmeye de çalışıyor olabilirdi. Kızlar cevap vermedi, ben konuştum. "Dinliyorum, planınızı." "Anlamadım? Buğra ile ben. Tek mi?” "Evet. Kızıl ve Tamay da Gökalp ile gidecek. Kahvaltıdan sonra." "Ben neden Buğra ile gidiyorum? Neden gidiyoruz ayrıca?" "Çünkü sen direkt Buğra’yı ilgilendiriyorsun. Bir kaç gün uzak kalın buradan. Sizi aldırdığımızı anlayan varsa baskın yapacaktır. Yapmazlarsa güvendeyiz demektir ve geri dönersiniz. " "Adımızı nereden biliyorsun?” "Hakkınızda ki her şeyi biliyorum." Utandım. Hemde öyle bir utandım ki, isteyerek olmasam bile insanların beni böyle biri olmak için doğmuşum gibi yerleştirdiği o hayattan utandım. Çünkü ancak hayatı nasıl yaşadığımı bilirlerdi, içimde ne yaşadığımı değil. "Yani, Buğra'nın anlattığı kadarını." diye de ekledi. "Ne güzel." dedim dümdüz bir suratla. Güzel falan değildi, hatta oldukça rahatsız ediciydi. "Hadi, kahvaltıya inelim. Orada bol bol konuşuruz." Buğra ve kızlar hariç herkes yerinden kalkıp kapıdan bir bir çıkarken lanet okuyan bakışlarımla Buğra'ya baktım, gözlerimi bir saniye bile ondan ayırmadan konuştum. "Kızlar, sizde çıkın. Ben bir şey konuşacağım." ve kızlar da çıktı. Odada sadece biz, ikimiz kaldığımızda kızların arkasından açık kalan kapıyı kapatıp Buğra'ya baktım. "Özel hayatımı önüne gelene anlatıyor musun? anlatmayı geçtim, öğrenirken kimden izin aldın?" Kaşlarını kaldırdı. "Anlamadım?" "Belki kimsenin bilmesini istemiyorum." "İlhan zaten üstün körü biliyordu. Ben detaylı öğrendim sadece.” “Yine aynı yere varıyor.” Derin bir nefes alıp kolunu, oturduğu kanepenin kolluğuna koydu. "Benimle bir derdin mi var?" "Yok ama olmak üzere." "Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum. İşimi yapıyorum." Uzun bir süre bakıştık. Dilime gelen küfürleri, hakaretleri saniyeler boyunca yuttum. yutmalıydım fakat her yuttukça sinir bünyemi daha da ele geçiriyordu. Haykırasım varken sessizce burada böyle dikiliyordum. Ellerime iki yana açtı "Ee" dermiş gibi. Gözlerimi yumup içimde tuttuğum nefesi sertçe dışarıya bıraktım. "Başlarım işinize." deyip odadan çıkıp merdivenlere doğru yürüdüm. Bir bitmemişti şöyle boş adamların boş işleri. Arkamdan hiç bir şey söylemeyerek hızlıca yürüyüp önüme geçti, önüme geçmesinin sebebi bizimkilerin nerede olduğunu bilmemem ve bana yolculuk etmesiydi sanırım. Bu koskocaman yerde tek başıma bulabilmem imkansızdı zaten. Adımları önüme geçince normal bir hal aldı ve onu takip ettim bende. Merdivenlerden iner inmez ortada kocaman bir masa vardı ve dört bir yandan bu alana merdivenler iniyordu. Kızların bu adamlarla ne ara bu şekilde kahkahalı sohbetlere daldığını kaşlarımı çatarak anlamaya çalıştım ve boş sandalyelerden birine oturdum. O boş sandalye bu salak adamların arasında bir sandalyeydi. Masada kahkahalar koparken Gürkan kulağıma eğilip fısıldadı. "Buğraya ters düşmesen iyi edersin." Gözlerimi kısıp dik dik baktım ona. "Sadece söyledim. İyiliğin için." deyip önüne döndü sonra. Gözlerimi daha da kıstım. Bir çapraz karşıma oturan Buğra'ya bir de Gürkana bakarak kafa salladım. Boş vermek, aldırış etmemek en iyisiydi. Sanki hayatımız güllük gülistanlıkmış gibi kopan kahkahalara katlanamayıp "Bu kadar komik olan ne?" diye sorarak herkesin kahkahasını bölmem de çok sürmedi. Kızıl gülmesini zor durdurup İlkayı parmağıyla işaret etti. "Piyasada ki adamlara yaptığı şeyleri anlatıyorlar. O kadar komik ki." "Ya, keşke bizimkilere de yapsalarmış da yüzünüz böyle erken gülseymiş." Kollarımı bağladım. Kızılın yüzünü düşürmem gram umurumda değildi. "Onu sizinle birlikte yapacağız." dedi İlkay. Sahte bir kahkaha attım. "En zorunu ben yaptıktan sonra." Tek kolunu masaya koyup yan taraftan kafasını öne eğerek beni görüş açısına aldı. "Biraz yumuşamalısın bence. Biz sizin kötülüğünüzü istemiyoruz." Buğra kollarını birleştirmiş, bacağını sallayarak bana tepkisiz bir şekilde bakıyordu. Biraz da sinir olmuş gibiydi ama takmadım ve İlhana dönüp yüzüme samimiyetsiz bir gülümseme yerleştirdim. "Anlıyorum.. Yumuşayayım o zaman ben.." işaret parmağımla baş parmağımı aralayarak kaldırıp devam ettim. "Biraz." Gökalp benimle ilk kez muhatap oldu. "Sen hep böyle huzursuzluk mu çıkaracaksın? ne güzel eğleniyoruz işte." "Bir dahakine senden izin alırım." Diye cevapladım devasa umursamazlıkla ve önümde ki tabağa masada ki kahvaltılıklardan koymaya başladım. Herkesin huzurunu kaçırıp keyifli bir şekilde hayatıma devam etmem sanırım masada ki tüm nefreti üzerime toplamıştı. Oldukça tatsız kahvaltıdan sonra Gökalp kızları alıp gitti. Ben Buğra ile değil de kızlarla gitmek için direndiysem de nafile. Şu Buğra denen çocuk oldukça kararlı. Sonuçta, şu an onun arabasında yaklaşık yarım saattir yolda olmam. İçimde ki nefret aynı havayı soluduğumuz her saniye artsa da ağzımı açmadım. O da açmadığı için minnettarda sayılırdım. İşlek bir yoldan sapıp, ormanın derinlerine girdiğinde içimden beni öldürmesini dilemedim değil. Ormanın içinden de bir yarım saat kadar gittikten sonra, bir eve ulaştık sonucunda. Ormanın çocuğu gibi gizlediği bir ev gibiydi bu. Tüm ağaçlar çevresini örtüyor, sanki ev hiç burada yokmuş gibi davranıyordu dışarıya. O yüzden biraz güven saldı içime. İçerisi, bana verdikleri odayla neredeyse aynıydı. Deri koltuklar, koyu duvarlar, desenli küçük halılar her ne kadar kasvet katsa da, şömine ortama sımsıcak bir atmosfer katıyordu. Bir saniye? Şömine yanıyordu? Eve, ikimiz az önce girmemize ve Buğra'nın direkt duş almak için "Sen rahatına bak." deyip hemen kapının yanında ki ahşap merdivenlere yönelip üst kata çıkmasına rağmen. Arkamdan gelen sesle irkildim. "Hoş geldiniz? Aç mıydınız acaba?" İrkilmedim. Resmen tiz bir çığlığı bastım ortalık yere. Ağzımı kapatsam da, gözlerim hala karşımda ki 20'li yaşlarda ki kıza bakarak çığlık atıyordu resmen. Onunda korktuğu kekelemesinden belliydi. "A-afedersiniz. Korkuttum mu?" Bu kızda kimdi böyle? Buğra koşarak merdivenlerden geri indi. "Ne oldu?" Kız tüm mahcupluğu ile parmaklarıyla oynayarak yanıtladı Buğra'yı. "Ben, bir anda konuşunca korkuttum sanırım. Kusura bakmayın." "Sen kimsin?" Diye sordu Buğra, elleri hala merdivenin korkuluğundayken. "Beni İlhan Bey evi hazırlamam için gönderdi. Geldiğinizde sıcak ve temiz olsun diye." Ah! Tabi ya. İçeri girer girmez yüzüme vuran sıcak havayı hiç tuhaf karşılamamıştım aptal gibi. Kız boğazını temizledi. "Size yemekte hazırladım. Aç mısınız?" "Sen.. Ne ile geldin buraya? Tek nasıl geldin?" "İlhan Bey bıraktırdı. Birazdan beni almaya gelecekler. Bir ihtiyacınız var ise heme-" Buğra işaret parmağını uzattı kıza susması için ve telefonunu çıkarıp birini aradı. "Eve bir kız gönderdin mi?" "Nasıl bir kız? Tarif et?" Buğra'yı tanıştığımızdan beri ilk kez zeki bulduğum an bu andı. Tanışalı çokta olmadı zaten.
“Tanımam mı gerekiyordu?” “Temizliğe geliyordum sizin oraya. Ara sıra karşılaşırdık.” “Hıı,” dedi Buğra, ilgisizce. “Hiç hatırlamıyorum.” diyerek de tekrar üst kata çıktı ve benim de yapacak bir şey bulamayıp şöminenin önünde ki koltuklardan birine yayılarak ruh hastası bir psikopat gibi halıyı izlememin 15.dakikasıydı. Kızın varlığından rahatsız olduğumdan -kimseye güvenmediğimden- gönderdim. Yemeği ben de koyarım. Bu koca evde özgürlüğümde ne yapacağımı bilmiyordum çünkü bu zamana kadar ne yapacağım hiç bir zaman bana bahşedilmemişti. Buğra'nın çoktan aşağıya indiğini ve benim ne yaptığımı anlayabilmek için bana boş boş baktığını sonradan fark edip kafamı ona yönelttim ama tam yüzüne bakacakken beni çıplak üstü durdurdu. Altında sadece şort vardı ve ben vücudunu öylece arsızca izlemeye başladım. "Neden öyle bakıyorsun?" "İlk defa genç birinin vücudunu görüyorum." Dedim hala dikkatlice incelerken. Kollarında ki dövmeler ne kadar da tuhaftı. "Yine de öyle ba-" "Tüm vücudunda dövme var sanıyordum." Diyerek sözünü kestim. "Neden?" "Boynundakilerden dolayı." Baş parmağıyla arkasını işaret etti. "Sırtımda ful dövme var." Kafamı sanki sırtını görebilecekmişim gibi yana doğru götürdüm. "Tamam," dedi yan tarafta ki salonla birleşik mutfağa yürürken. "Bu biraz tuhaf olmaya başladı." "Niye?" "Beni bir tabloymuşum gibi inceliyorsun, hiç gözlerini kaçırmadan ve bu tuhaf hissettiriyor." Tabak almak için dolaba uzandı.
"Bu bana ikinci tuhaf deyişin." Tekrar geriye yaslandım. Artık yüzüne bakıyordum. "Benimle baş başa kalmak zorunda kaldığın için epey kızgın olursun diye düşünüyordum." Konuyu değiştirdi. Omuz silktim. "Kızgınım ama 5 erkeği her gün görmektense birini görmek daha iyi." "5 erkek dediklerinin hepsi birbirinden yakışıklı." "Öyle mi? Gökalp’i öldürmek istemekten yakışıklı oluşuna odaklanamamışım." "Diğerlerinin yakışıklı olduğunu kabul ediyorsun yani?" Kendini mi ima ediyordu? Yoksa ben mi yanlış anlıyordum. "Kendine zorla yakışıklı dedirtmeye mi çalışıyorsun?" "Az önce ki bakışlarına göre zorla demezsin gibi görünüyor." Göz devirdim. "Sana bakmıyordum. Vücuduna bakıyordum." Yemek koyduğu tabağı tezgahın üzerine koyup yine dünya saçması bir şey söylemişim gibi baktı bana. "Abartmıyorum," dedi. "hayatımda duyduğum en saçma cümleydi." Derin bir sessizlik oldu. Derin ve uzun. O derin sessizlik beni zorla kolumdan tutup -yemek yemem için çünkü yemeyeceğim diye bir sürü itiraz ettim- masaya oturtulunca bozuldu. Dokunma diye çığlık atmıştım yine. "Yemeyeceğimi söyledim." Dedim dik dik bakarak. "Sabahta bir şey yemedin, bu şekilde mi intihar etmeye çalışıyorsun?" "Aptal mıyım ben? Neden en zor yöntemi seçeyim?" Ağzında ki lokmayı çiğnerken hafifçe tebessüm etti ve yuttu. "Az önce ki cümlenden sonra bu soru biraz absürt değil mi?" “Ee,” diyerek arkama yaslandım. Bu konunun üzerinde durmayacağım. “Anlat hadi. Ben ve sen ne alaka?” Biraz uzatır, beni kıvrandırır sanıyordum ama o da anlatmak için sormamı bekliyormuş gibi girdi hemen konuya. “İstihbaratta görevliydim önceden. Bir sürü kötü adamla uğraşırdım ve işlerini de bitirirdim. Sonra kardeşim öldü. Yanarak.” “Geçmiş ols-” “Ölmedi. Bana öldü olarak gösterildi. Cesede bakmaya gittim. Tanınmayacak halde olsa da o kardeşim değildi. Eminim. Onun fiziğine bile benzemiyordu. Sonra kafayı yedim. Kardeşim ölmedi diyerek. Uğraştığım adamların kaçırdığını düşünüp istihbaratta hakkımın olmadığı işlere bulaşınca atıldım görevden. İlhan beni buldu. Bir grup kurmak istediğini söyledi. Beni de istediğini. İstihbaratta arkadaşım olduğu için de bir yandan orada ki sisteme hala ulaşıyor olacaktık. Başta istemeyecektim ama sonra bana seni örnek olarak sundu. O adamların bana olan nefretini kardeşimden çıkarmak için onu senin gibi yaşatıyor olabileceğini söyledi. Bende seni buldum.” “Tamam ama, hala benim burada olma sebebimi anlamadım.” “Yakında anlarsın. Çok gerilmene gerek yok. Rahatına bak.” “Diyelim ki kardeşin benim gibi bir duruma düştü. Adamlar neden öldü olarak göstersin sana?” “Bilerek bambaşka bir beden koydular yerine. Hastane kayıtlarını değiştirmek çocuk oyuncağı. Kafayı yiyip görevden alınayım, onlara daha fazla bulaşmayayım diye. Beni ayak bağı olarak görüyorlardı ve kendince ortadan kaldırdılar güya.” “Kaldırmadılar mı?” “Önceden sadece istihbarattaydım. Şimdi içlerindeyim. Sence? Kimse bizim grubu bilmez. Sadece ismimizi bilirler. Biggie yani. Dışarıda görseler tanımazlar. O yüzden rahatız. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya yanlarından geçsek anlamazlar.” “Seni tanıyorlarmış ama.” “Artık çekildim sandıkları için pek irdelemiyorlar.” “İlhan seni neden istedi?” “Benim olduğum yerde kaybeden olmaz çünkü.” “Fazla iddialısın.” “Yakında anlarsın.” dedi. Bu egosit narsist konuşmalarına katlanmak istemeyip yemek yemeye başladım. Yemekten sonra üzerine bir şey giymek için yukarı çıktı ve saatlerdir de gelmiyordu. Bende koltukta psikopat gibi şömineyi izleyip şarap içiyordum. "Uyudu mu acaba?" diye mırıldandım kendi kendime. Baksa mıydım? Çünkü uyusa, haber verecek bir insandı bence. 6.kadehimde ki azıcık kalmış şarabı da içip kalktım ve ayağa kalkana kadar ne kadar sarhoş olduğumu anlamamıştım bile. Normalde çok içen bir insan değildim, çünkü ondan bile midem bulanmıştı sürekli hayatımın bir köşesinde olduğu için. Çarpmış olsa gerek, dengemi zor sağlayarak merdivene kadar gidebildim ve devamı merdivenin korkuluğundan destek alarak çıkmak oldu. Gözlerimi, ayaklarımı basamaklardan atarken, ayaklarımı çift görmek o anda tuhaf geldiği için attığım adımlara diktim ve bu, basamakların sonunda beni izleyen Buğra'dan bihaber yaptı beni. Tam son basamağı da atacaktım ki başka birinin ayaklarını görünce, afallayıp tüm bedenimin geriye gitmesine sebep oldu. Buğra, tek elini demire, tek elini de belime koydu ani bir refleksle. "Korkuttun beni," dedim aklımdan geçen ilk şeyi söyleyerek. Eli hala belimde, vücudum vücuduna yapışıktı ve sarhoşluğumdan beynim devre dışı olduğu için hareket bile edemiyordum. Burnunu, neredeyse beni öpecek kadar dudaklarıma yaklaştırıp sonra birazda olsa uzaklaştı. Çok az da olsa. "Bu kadar sarhoş olacak kadar mı içtin?" "Otururken," yutkundum. "Anlamadım." Ve sonrasında cevap vermedi. Öylece birbirimize baktık bir kaç saniye. Neden baktığımı bile bilmiyordum oysa ki. Sonra aniden, kendine gelmeye çalışır ve sanki yanlış bir şey yapacakmış da kendine mani olmak istermiş gibi beni aniden bırakıp uzaklaştığında, beni onun gücü tuttuğu için tekrar geriye doğru giderken aynı hızda yeniden tuttu belimi. "Ayakta bile duramıyorsun." Diye söylenerek diğer elini de dizlerimin altına geçirip beni kucağına aldı. "Bırakırken söyleseydin dururdum." Diye itiraz ettim o beni merdivenlerden indirirken. Cevap vermeyip şöminenin önüne geldikten sonra. "Bırakıyorum." Dedi imalı bir şekilde ve ardından bıraktı. Neyse ki kendimi koltuğa bırakacak kadar yakındım. Öyle de yaptım. "Eve biri gizlice girip seni öldürdü sandım." O da karşımda ki koltuğa kendini bıraktı. "Daha ayakta bile duramıyorken bunu düşünmene rağmen yukarı çıkman mükemmel." "Bunu düşünmemi sağlayacak kadar ne yaptın yukarıda?" "Birbirimize hesap sorabiliyor muyuz?" Diyerek kalktı ve buzdolabından viski, bir de bardak alıp tekrar aynı yerine oturdu. O kendine viski koyarken cevapladım. "Doğru," dedim işi bitince elinde ki şişeyi direkt alıp, şişeden içerek. "Hesap sorar gibi oldu." Bana hayretler içinde kalarak baktı. "Sen alkolik misin?" Yüzü, ciddi bir şekilde sorar gibiydi. "Hayır, sadece yıllardır içmiyorum. İyi geldi." Kaşlarını kaldırarak tepki verdi fakat bu konunun üzerinde daha fazla durmayıp bir önce ki sorumu yanıtladı. "İşlerim vardı. Onları hallettim. Beni kaç tane görüyorsun şu an?" Diyerek de başka bir konuya atladı. "1." "Gözlerin hiç öyle söylemiyor." "Ama 1 tane görüyorum." "Hmm," dedi tekrar rahatça geriye yaslanarak. "Demek ki yalan söylüyorlar." Güldüm. Bu gülüşüm daha çok "hğı" şeklinde çıkmıştı ağzımdan, yani çok küçük, sarhoşluk gülüşüydü ve Buğra kafasını iki yana sallayarak kıkırdamaya başladı. Tekrar aynı şekilde gülüp viski şişesini tekrar ağzıma diktim. Nedense hayattan birazda olsa keyif alıyordum şu an. Az önce ki kıkırdayışı kahkahaya dönüştü. "Kes şöyle gülmeyi." Dedi kısık sesli bir kahkaha atarken. "Çok sinir bozucu. Sadece 'hğı' diyorsun." "Film izleyelim mi?" Bu sorumu hiç beklemiyormuş gibi gülüşü anında soldu. Omuz silkip devam ettim. "Hiç izlemedim. Yani, artık izleyebilirim sanırım." "Nasıl izlemedin? Nasıl bir hayat yaşattılar kızım sana?" Buğra'yı gördüğümden beri hiç bu haline denk gelmemiştim. Resmen sinirlenmişti ve sonrasında o da sinirlendiğinin farkına varıp durumu düzeltti. "Neyse, tamam. İzleyelim. Nasıl bir şey izlemek istiyorsun?" "Tek saniyesinde bile takım elbiseli kötü adamlar olmayan, barlar olmayan, dövüş-silah-cinayet gibi şeyler olmayan bir şeyler." Gözlerini kıstı. "Romantik film mi izlemek istiyorsun yani? Aşk filmi?" "İçinde bunlar yoksa evet." Bir süre donup kaldı, zor zamanlar geçiriyor gibiydi kendince. Sanki ona +18 bir şeyler izleyelim demişim gibi olan bu tepkisine anlam veremedim. En nihayetinde televizyonun karşısında ki koltuğa oturup, içkilerimizi de aldık ve bacaklarımızı sehpaya uzatıp rastgele bir romantik film açtık. Açarken bana "Dünyanın neredeyse en çok bilinen aşk filmini açayım o zaman sana." Diyerek The Notebook diye bir film açmıştı. Buğra bazı yerlerinde elini alnına koyup cringe atakları geçirirken izlemeye başlayalı daha yarım saati bile geçmemişti. "Neden sürekli kavga ediyorlar?" Diye sordum, gerçekten bunu çok merak etmiştim çünkü birbirlerini gayet seviyor gibi duruyorlardı. Açıkçası, doğruyu söylemek gerekirse sevgi ve aşk denen şeyin örneğini ilk kez görüyordum. Bu kötü örnek sayılır mıydı? Kafasını bunalmış gibi koltuğa yaslayıp cevapladı. "Çünkü çok aşıklar, o yüzden." Dalga geçtiğini anlamadığım için kaşlarımı çatıp yan tarafıma, ona baktım. "Gerçekten mi? Tüm aşık olanlar böyle mi?" Parmağını televizyona uzattı. "Sakın örnek olarak böyle şeyleri beynine kazıma. Bunlar saçma sapan şeyler." "Sen aşk ustası mısın? Dünyanın en çok bilinen aşk filmi değil mi bu? Çok ünlüyse doğrusu bu demek ki." "Bu kadar toksik şeyler sadece ergenlere güzel geliyor. Büyüdükçe katlanamamaya başlıyorsun." "Dünyanın çoğu ergen mi yani?" dediğimde güldü. "Kendimi çocuk büyütüyor gibi hissediyorum." "Sormuyorum bir şey ya!" Diye carladığımda bana küfür etmişim gibi dönerek "Senin için burada hayatımda asla yapmam dediğim şeyi yapıp aşk filmi izliyorum ve gördüğüm muamele bu mu?" Dedi, az önce bir çocuk olduğum imasını yapmamış ve ben suçluymuşum gibi. "Yalvarmadım," işaret parmağımla merdivenleri gösterdim. "Yukarı çıkıp uyuyabilirsin." "Olmaz," yüzünde yine sinsilik vardı. "Daha kız başka bir adamla evlenecek. Kaçıramam." "E izlemişsin, biliyorsun işte. Niye bana şov yapıyorsun?" "Bu filmi izledikten sonra o kararı almıştım." "Ve yine aynı filmle bu kararı bozdun." Küçük bir kahkaha attım. "Mükemmelsin." Çünkü o bana sürekli böyle diyordu. Zekama hakaret etmek istediği zaman bariz bir şekilde "Aptal." Demek yerine "Mükemmelsin." diyordu ve onu taklit etmek istedim. Daha sonra film bitene kadar hiç konuşmadık ve film bittiğinde beni kontrol etmek ister gibi bana döndü. "Ağlamadın mı?" Kaşlarımı çattım. "Neden ağlayayım?" "Ne bileyim, bütün kızlar ağlar genelde böyle şeylerde." "Ben kendi yaşadığım şeylere bile ağlamadım, buna mı ağlayacağım?" Diye söylendim. Bu gerçek bir söylenmeydi. Koca bir şaşkınlık yerleşti yüzüne. "Hiç ağlamadın mı?" "Hayır." Kafamı sallayarak bu cevabımı bastırdım. “En son 4 yaşımda ağladım. 5 yaşında da bıraktım.” Sanki kötü alışkanlıklardan bahseder gibi söylemiştim bunu. Ne diyeceğini bilemediğinden veya inanmadığından bir şey söylemedi. Bir süre sessiz kalıp uyumaya karar verdik. Bana kalacağım odayı gösterip o da başka bir odaya gitti. Gökyüzünü yarar derecesine her dakikada şimşekler çakıyor, o şimşeklerin her odayı aydınlatışında aklıma geçmişim geldiği için bir türlü uyuyamayıp üst katta ki banyoda 1 saatlik duş aldım ben de. Bana kalsa hiç çıkmazdım fakat gözlerim artık uyumam için yalvarıyordu bana. Bedenime havluyu sarkıp kapıdan çıktım ve tam odaya giderken ağzıma kocaman bir el kapandı. Kapanan el, içinde şimşekler çaktırırken, aynı şimşek tekrar gökyüzünde de çakmıştı. "Şşş." |
0% |