@silayetimoglu
|
Beyaz elbisem hafif olan rüzgarın etkisiyle salınırken bacak bacak üstüne attım. Bu mermer balkonun manzarası bir harikaydı. Daha önce hiç görmediğim otantik bitkiler sihirle parlıyordu. Yakınlarda tatlı tatlı akan su kalbimi huzurla dolduruyordu. Güneşin ışınları ise yumuşak hareketlerle vücudumda geziniyordu. Yan tarafındaki bloğun üstündeki sepette envai çeşit meyve onları yememi bekliyordu. Burada sonsuza dek kalabilirdim. Kalbimin derinliklerinde ince bir sızı vardı ama bunun sebebini bir türlü anlayamıyordum. Sanki kafamdaki her şeyi silmişler ve ben var olduğumdan beri burada yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Yanımdaki minderde bir hareketlilik hissettiğimde sakin bir şekilde yan tarafıma baktım. Yanımda benim aksime siyahlara bürünmüş bir adam ilgiyle beni izliyordu. Ona tebessüm ettim. Açık kumral saçları beline kadar geliyordu ve tehlikeli derecede bir yakışıklılığı vardı. Açık gri gözleri belli bir zaman manzarayı izledi. Daha sonra derin bir nefes aldı. - Burası kaostan kaçabildiğim tek yer. Oldukça huzurludur Ateş Bahçeleri. Demek ki burasının adı Ateş Bahçeleriydi. Bu adı duyduğumda aklıma gelen tek şey kesinlikle burası olmuyordu. - Aslında uzun zamandır seni bekliyordum Flora. Beni hatırlıyor musun? Ona dikkatli bir şekilde baktım ve başımı hayır anlamında salladım. Onu hayatımda daha önce hiç görmemiştim. Görsem kesinlikle tanırdım. Heybetli cüssesi ve manyetik bakışları ile onu unutmam imkansızdı. Yırtmaçlı elbisemi yavaş bir şekilde süzmeye başladım. Bu adam niye şimdi gelmişti? - Sana hayatımda olan senin duyman gereken şeyleri anlatacağım. Sakın sözümü kesme tamam mı? Başımı tamam anlamında salladım. - Senin doğruyu söyleyip söylemediğini nereden bileceğim? Tebessüm etti ve başını salladı. - Zamanı gelince anlayacaksın narin çiçek. Dedikleri ile birlikte tenimin kızardığını hissedebiliyordum. Ondan etkileniyor muydum acaba? - Bir zamanlar evreni yaratan bir güç vardı. Büyük ejder diye ve ona karşı bir zıt güç vardı. Buz ejderhası o kadar nefret ediyordu ki hep diğeriyle savaşıyordu. Büyük ejder nihayet yenileceğini anladığında uzayda salınan bir toprak parçasına yerleşti. Derin bir nefes aldı. Açıkçası bu hikaye ilgimi çekmişti. Yan taraftan bir tane üzüm aldım ve ağzıma attım. - Bu toprak parçası onun gücüyle beraber hayat buldu ve kısa zamanda orada insanlar üremeye başladı. Büyük ejder o gezegene hayat verirken kendinden bir parçayı belirli insanlara bahşetti ve bu kutsal güç sayesinde ejder ateşini içinde barındıran insanlar o gezegeni yönetti. Sepetin yanındaki sürahiden bir bardak su aldı ve yudum yudum içmeye başladı. - Şimdiye kadar her şey normal. Hem senin adın ne? Alaylı bir şekilde güldü. - İsmimi sana söylememe gerek yok beni uyandığında biliyor olacaksın. Uyandığımda mı? Ben zaten uyanıktım. Kolumu sert bir şekilde cimciklediğimde oflayarak kolumu ovaladım. - Ben zaten uyanığım. - Ruhen öylesin ama bedenin uyanık değil. Neyse nerede kalmıştım? O gezegenin adı Domino idi ve büyük ejderin gücü kraliyet ailesi tarafından nesilden nesile aktarıldı. Yıllar yıllar sonra kraliyet ailesi dışında birinde ejderha ateşi ortaya çıktı. Bu herkes için büyük bir olaydı. Başımı anlayabiliyorum dercesine salladım. - Herkes bunun sebebini gayrimeşru olmasına yordu ama değildi. Yakın zamanda bir kehanet belirdi ve bu kehanette Domino prensesinin kaderine başkaları tarafından karar verileceği yazılıydı. O kız için şu an çok üzülmüştüm. Ayağa kalkıp bedenimi balkona yasladım. Rüzgarı hissetmeyi seviyordum. Topuzumdaki tutamlar çeneme değerek beni gıdıklıyordu. - Bir gün prenses ile sana anlattığım çocuk burada karşılaşmışlar ve birbirlerine ilk görüşte vurulmuşlardı. Aralarındaki aşk çok tutkulu bir aşktı ve aynı zamanda birbirlerini tamamlıyorlardı. Öyle bir anlatıyordu ki sanki oradaki çocuk kendisiydi. İstemsizce aklımda açık mavi gözler belirdi ama bunun nedenini anlayamıyordum. - Peki daha sonra ikisine ne olmuş? Buruk bir şekilde tebessüm etti. - Başka bir gezegenin prensi dominonun prensesine ilgi duyuyormuş ama bu ilgi sadece kızın gücü içinmiş. Çocuk ve prenses bunu farketmiş ama prensesin ailesinin yanında prens her zaman ikiyüzlü davranıyormuş. - Çocuk ve prenses bunu prensesin ailesine anlatmamışlar mı? İçten içe bu hikayenin sonunu merak ediyordum. - Bir gün prensesin ailesi prens ile prensesi evlendirmeye karar vermişler. Çocuk her şeyi anlatmasına rağmen kötü kalpli prens çocuk ve prenses hariç herkesi büyülemiş. İkisi büyüyü kırmaya çalışmışlar ama o zamanlar pek güçsüzlermiş. Prens ne kadar kötü biriymiş böyle. - Prens çocuğu ölümle burun buruna getirmiş ve bu sırada prensesin hafızasını silmiş ve onu kendisine aşık etmesini sağlamış. Prenses ise büyünün etkisinde olduğu için çocuğu terk etmiş. - Yazık olmuş çocuğa. Bir süre adam uzaklara daldı ve derin bir nefes aldı. - Evet öyle oldu. Kötü kalpli prens zamana hükmedebiliyormuş. Bu yüzden zamanı geriye almış ve onların kaderlerini değiştirmiş. Çocukta zaman içinde güçlenip prensten intikam almak için yemin etmiş. - Her şey intikam değildir ama prensi affedebilir çocuk. Dudaklarının kenarı kıvrıldı. - Keşke kendini intikam alırken görseydin Flora. Soru işaretleriyle beni başbaşa bıraktığını biliyordu. - Ben buraya ait değilim değil mi ve muhtemelen her şey gerçekleştiğinde bir kaosun içine düşeceğim. Başını evet anlamında salladı. Buraya ait olmadığımı içimde bir yerlerde hissedebiliyordum. En azından şimdilik burada kalıp huzurun tadını çıkarmalıydım. - Peki ne zaman uyanacağım? Bilmiyorum dercesine omuz silkti. - Bu sana bağlı narin çiçek. O sırada başım dönmeye başladı ve elimle başıma masaj yaptım. Benimle sohbet eden adamın sesi boğuk bir şekilde geliyordu. - Zamanın geldi Flora. Gözlerimi sıkıca yumdum ve derin bir nefes aldım. - Neyin zamanı uyanmanın mı? Bir şeyler hatırlıyor gibiydim. Zihnimin gerilerinde birkaç anım bölüp pörçük bir şekilde kendilerini belli ediyorlardı. Uzun boylu ve beyaz giyinimli bir adam bir odaya giriyordu. - Hzarius bohlantum sip! Bu büyü ile birlikte karşınızdaki birinin yalan söyleyip söylemediğini anlayabilirsiniz. Daha sonra birkaç sıranın arasından ilerleyip benim genç halimin önünde durdu. Kendimi dışarıdan izlemek garip bir histi ve galiba bu adam benim öğretmenimdi. - Şimdi ben sana büyüyü yapacağım ve eğer doğru söylersen sarı bir ışık yayılacak ama doğru söylemezsen kırmızı bir ışık yayılacak. Anlaştık mı? Söylediği kelimeler aklıma bir bir kazınırken bir anda ellerimi birinin omuzlarında hissettim. - Sakın gözlerini açma Flora ve o adamın sana söylediği kelimeleri tekrar et. Gayri ihtiyari başımı salladım ve kelimeleri mırıldandım. - Hzarius bohlantum sip! Bana anlattıkların doğru mu? Bunu demekle birlikte etrafında sarı simd benzer parıltılar dışarı doğru narin bir şekilde süzülmeye başladılar. Bu onun doğruyu söylediğinin işaretiydi. Elimin altındaki omuzlarının varlığını hissedemediğimde yavaş bir şekilde gözlerimi açtım. Vücudu yavaş yavaş solarken elimi ona doğru uzattım. - Şimdilik gidiyorum Flora. Sevgilinin kıçını kurtarmam lazım. Başımı tamam anlamında salladım. Onunla uzun süre konuştuğumuz için burada ay yükselmeye başlamıştı. Manzarayı kaçırmamak için yayvan koltuğun üzerinden kalktım ve ellerimi balkonun mermerine dayadım. Güneşin görkemli parıltıları yerini ayın sakin ışıklarına bıraktığında yıldızlar bana göz kırpmaya başlamıştı. Uykumun geldiğini hissettim ve elimin tersiyle ağzımı kapatarak esnedim. Gözlerimi açtığımda vücudum yumuşak bir yerdeydi. Üstüme baktığımda mor saten bir gecelik vardı. Etrafı tam olarak inceleyemeden elimin yanağımın altına koydum ve ruhum boşluğa dalmadan önce bir süre düşündüm. Benim bir sevgilim mi vardı? Ellerimle boynumu kütletirmiş gibi yapıp sessiz bir şekilde yutkundum. Her ne kadar oldukça korksam bile bunu düşmanlarıma belli edemezdim. Beni vurmaması lazımdı eğer vurursa kesinlikle işim biterdi. - Bakalım benim kadar hızlı mısın? Dedikten sonra tepemde salınan kalın ağaç dalına asıldım ve kıvrak hareketlerle kendimi yukarı çektim. Bileğimdeki mekanizmadan çıkan halatla daldan dala maymun gibi atlamaya başladım. Şimdilik onu yormaya çalışıyordum. Elinden çıkan ışınlar vücuduma teğet geçiyorlardı ve onların iticiliğini hissediyordum. Rüzgar bana inat edermiş gibi öfkeli bir şekilde esiyordu. Saçlarım, ağzıma ve gözlerime girerken dikkatim dağılıyordu. Gri gözleriyle beni takip ederken arkama bakamıyordum ama bir şekilde yaptığım çalışmalarla onun nereden hamle yapabileceğimi görebiliyordum. Şansıma Lynphea gezegeninde ağaçtan bol şey yoktu. Soluk soluğa kalmıştım ama Flora için her şeye değerdi. Hızlı bir şekilde Ogron denen adamın arkasından sırtına tekme attığında öne doğru sendeledi. Bir anda kalbimin üç parmak altında bir sızı hissettiğimde neye uğradığımı şaşırdım. Şaşkınlığımın etkisiyle birlikte düşüşümü yavaşlatamadım ve yıldız ışığından oluştuğunu gördüğüm bir kalkana tüm hızımla çarptım. Savaşın ortasında kim vurduya gitmiştim. Büyük bir hızla aşağı kaydığımda iki büklüm olmuştum. Sadece sorularımın cevabını almak için gelmiştim buraya ama umduğumu bulamamıştım ve muhtemelen ölecektim. O sırada Ogron denen adam yanıma geldi ve ellerini birbirine sürttü. Bunu yaptıkça etrafında gümüş şimşekler beliriyordu. Anlaşılan beni diri diri yakmaya niyetliydi. Derin bir nefes alarak dişlerimi sıktım ve gelecek olan darbeyi beklemeye başladım. O sırada bir patlama sesiyle birlikte yine bir yerlere doğru çarptığımı hissettim. Beynim olduğu yerde sarsılırken bilincimin yavaş bir şekilde kapandığını hissettim. Gördüğüm son şey uzun kumral saçlardı. Uzun boylu adam bulunduğu zihin gerçekliğinden sıyrıldığında acele ile bir portal açtı. Son kez solgun görünen kıza baktı. İçeridekiler onu göremezdi ama hissedebilirlerdi. Derin bir nefes aldı ve kendini tatlı karanlığın kollarına bıraktı. O, böyle zalim biri olmak istememişti. Yaratılışı itibariyle iyi ve kötü yanı durmadan savaşıyordu içinde ama yüz yıl önce yaşadıkları yüzünden kontrolü kötü tarafı ele geçirmeye başlamıştı. Çeşitli sihir ve demir sesleri gelirken kendini hazırladı ve kara büyücünün enerjisini hissederek zihniyle portalı onun yakınlarında açtı. Portalı çok güçlü olduğu için içinden çıkarken çok büyük bir patlama olmuştu ve Helia uzaklara savrulmuştu. Valtor onun burada daha fazla kendini savunamayacağını biliyordu ama şu anlık tarafını belli edemezdi. O yüzden ellerini birbirine sürttü ve ince dudaklarına kötücül bir gülümsemeyi rahatlıkla yerleştirdi. Yıllardır kötü rolü yaptığı için bunu yapmak zor değildi. Hazır gelmişken Sky'ı halletmek istiyordu ama daha zamanı gelmemişti ancak çok yaklaşmıştı. - Sen şu kızıl böcek Ogron olmalısın. Ogron ise oturduğu yerden toparlanmaya çalışıyordu ve karşılaştığı bu güçlü büyücü karşısında şaşkındı. İçindeki kötülük onun kalbini seri bir şekilde attırmaya başladı. Daha fazla güç için yanıp tutuşuyordu ve işte şimdi o güç tam karşısındaydı. Onu ele geçirdikten sonra yapacaklarını düşünmeye başladı. - Senin o aptal aklından geçenleri sezinleyebiliyorum ve bu konuda avucunu yalarsın. Ben bu güçleri bir saniyede elde etmedim. Ogron, Valtor'un dedikleri karşısında yutkundu ve zihnine bir duvar örmeye başladı ancak bu büyücüyü durduramazdı. - Niye geldin Valtor? Valtor geniş omuzlarını silkti ve ellerini beline koydu. - Nerede kaos orada ben. Bu cevap Ogron'u yeterince tatmin etmemişti. Ayrıca kendi içlerinde kardeşleri ile çalışsa bile delik ağızlardan kulaklarına haberler geliyordu. Valtor, uzun zamandan beri ortalıkta görünmüyordu ve artık bu işin peşini bıraktığını sanmışlardı. - Seninle bir anlaşma yapalım Ogron. Siz dördünüz ben tek bir düello yapalım ve kaybeden bu evreni bırakıp diğerinin yoluna çıkmasın. Ogron teker teker kardeşlerim dediği arkadaşlarına baktı ve aralarında fısıldaşmaya başladılar. Gantlos, sarı saçlarını savurarak bir elini Ogron'un omzuna koydu. - Bence bu fırsat kaçmaz kardeşim. Bir düşünsene o her ne kadar evrenin en güçlü varlıklarından bir olursa olsun onun dördümüze karşı hiçbir şansı yok. O sırada Duman, elini Gantlos'un yüzüne doğrulttu. - Eğer bu işten yenik ayrılırsak Gantlos, yumruğumu sana yediririm. Anagan saçlarını toplarken sessiz bir şekilde konuşmaları dinliyordu ancak bir el atmaya karar verdi. - Bu işin içinde cidden bir bit yeniği olabilir bence Valtor'un ağzını arayıp ona göre karar vermeliyiz. Ancak bilemedikleri bir şey vardı. Şu an Valtor onları dinliyordu ve keyiften ağzı kulaklarına ermek üzereydi. Onlar kendi aralarında konuşurken diğer varlıklar onlarla uğraşmasın diye geniş bir kalkan örmüştü. Kalkanın etrafında ise sihirli evrendeki tüm öğretmenler ne yaptıklarını anlamaya çalışır gibi onları izliyorlardı. Öğrenciler ise heyecan ve merakla olanları izlemeye çalışıyorlardı. Hatta bazıları kimin kazanacağına dair iddiaya bile girmişlerdi. Cornelia, mavi gözlerini Khai'nin mor gözlerine dikti ve elini ortaya koydu. - Her ne kadar Valtor çok güçlü olsa bile ne demişler. Bir elin nesi var iki elin sesi var. Khai, omuz silkti ve yeni bulduğu abisine doğru gelen bir vahşi cüceye elini uzattı. - Yaprak okları! Ellerinden fırlayan yapraklar, sipsivri oklara dönüştü ve hedefine doğru ilerlediler. Bunu farkeden Profesör Palladium irkildi ve bir an elf kulakları titredi gibi geldi Khai'ye. Palladium ona belli belirsiz tebessüm etmeye çalıştı anlaşılan daha bu durumu kabullenememişti ve bunun etkisiyle dalgınlaşmıştı. Khai, bunun üstünde durmamaya karar verdi. - Ben Valtor'u tutuyorum. Şu an anlattıklarına göre onu yenebilecek pek bir güç tanımıyorum. Cornelia, açık mavi olan elbisesini düzeltti ve şöyle bir yukarıdan Khai'ye baktı. - En sonunda görürüz. Mirta, ikisini birden dürtüklediğinde sinirli bir şekilde aynı anda cevap verdiler. - Ne var Mirta? Mirta, parmağını kalkana doğru uzattı ve etrafta uçuşan ve genellikle koyu renk olan sihir izlerini işaret etti. - Keyfinizi bölmek istemezdim ama düello başladı. Mirta, omzunun dürtüklenmesi ile arkasına baktı. Uzun boylu kahverengi saçlı ve mavi gözlü bir çocuk çapkın bir şekilde ona bakmaya çalışıyordu ama Mirta onun içindeki çekingenliği algılamıştı. - Merhaba. Çocuk, elini omzuna koyduğunda Mirta onun bu hareketiyle irkildi ve kendini geri çekme gereği duydu. Daha tehlike atlatılmadığı için hepsi peri formundaydı ve kanatlarına dikkat etmesi gerekiyordu. - Ben Daniel ama sen bana kardeşim diyebilirsin. Yani içinde kard olmadan. Mirta ona tebessüm ederek baktı ve söylediklerini kafasında düşünmeye başladı. Onun ne dediğini anlayınca yanaklarının kızarmasına engel olamadı. Çocuk kendinden birkaç yaş küçük olmalıydı. - Ben sana sadece Dan desem. Daniel omuzlarını silkti. Üzerindeki kırmızı parıltılı kıyafeti onu cidden ateşli gösteriyordu. - Ne perisisin diye sormaya gerek duymuyorum belli oluyor zaten. Daniel, yaşına oranla uzun olan boyunu bir avantaja çevirerek ona tepeden bakmaya çalıştı. Açıkçası Mirta'nın minyon biri olduğunu düşünüyordu. Tam ona cevap vereceği sırada bir gürültü koptu ve hepsinin yüzleri kalkana doğru döndü. Dört büyücü, Valtor'u bir çember içine almış ve birleşik bir saldırı yapmaya çalışıyorlardı. Ancak Valtor, sanki kendisine saldırılmayacakmış gibi oldukça soğukkanlı gözüküyordu. Valtor bir anda gelen sihirlere karşı bir kalkan yaptı ve kendini havaya doğru sallandırdı. Elleriyle bir çember çizdi ve o çemberin etrafındaki dört tane ok doğruca büyücüleri hedef almıştı. - Güçlerinizi tereyağından kıl çeker gibi emdiğimde böyle konuşabilecek misiniz? Valtor'un gür sesi etrafta yankılandığında her yer buz kesti çünkü çoğu daha önce onun neler yapabildiğini görmüşlerdi. Yeni yetme perilerin dizleri titremekten deprem etkisi yaratıyorlardı ve bazıları Valtor'un onlara değil büyücülere saldırdığı için sessizce büyük güçlere teşekkür ediyorlardı. Hızlı bir rüzgar herkesin vücutlarını yaladı ve diğer büyücülerin kalkanlarını delip geçen oklar onların kalplerine saplandı. Sanki bir süpürge ile yerdeki kırıntılar çekiliyormuş gibi bir ses çıktı ve artık büyücüler sıradan kişilerdi. Çünkü Valtor onların güçlerini son damlasına kadar çekmişti ve hınzır bir şekilde gülümsüyordu. Bir anda bir patlama yaşandı ve yerde yaralı bir şekilde yatan Helia, Flora'nın ismini sayıklarken birkaç metre sürüklendi. Aynı şekilde diğerleri ellerini yüzlerine yerleştirerek korunmaya çalıştı fakat birkaç adım geriye sürüklenmekten kurtulamadılar. Patlama sona erdiğinde ortada ne Valtor vardı ne de dört büyücü. |
0% |