Yeni Üyelik
7.
Bölüm

⚜️ Lorien'in Güneşi⚜️

@silayetimoglu

Doğa çok ilginç bir oluşumdu. Ayrı olmayan bir kıtanın hiçbir yerinde aynı bitkiler yetişmez aynı renklere bürünmezdi hiçbir diyar. Orta Dünya'nın doğusu içinde bu geçerliydi. Yeşil Orman Diyarında ağırlıklı olarak yeşil renk bulunur ama bazı kısımlarında renk renk çiçekler açardı. Yeşil yaprak kabilesinin olduğu kuzeybatı taraflarında ise ağaçlar genellikle ince ve kuruydu. Orasının ahalisi çadırlarda yaşamlarını sürdürürlerdi ve bu dezavantajlarını gizlenme büyüsüyle avantaja çevirirlerdi.


Lillian beyaz atının üzerinde Sinaila ile birlikte kabilesinin batı sınırına giderken bunları düşünüyordu.


"Yine düşünceler içindesin Lillian. Eğer arkada bıraktıklarını düşünüyorsan endişelenme. Hem isyancıyı da yakaladık ve gerekeni yaptık."


Kıvırcık saçlı elleth omuz silktiğinde açık kahverengi gözlerini sağ koluna çevirdi Lillian. Dışardan nasıl gözüktüğünü bilmiyordu.


"Ben sana güveniyorum Sinaila ama içim hiç rahat değil. Ailemi çok özlemeseydim asla burayı bırakmazdım."


Sinaila anlayışlı bir şekilde baktı can dostuna. Hiçbir zaman bencillik etmez hep kendinden başkasını düşünürdü ancak bu onu yıpratıyordu farkına varmadan.


"Herkesin olmasa da çoğu kişinin ailesi yanında fakat sen prensessin ve kabilemizin hanımısın. Bu yüzden ailenle özlem gidermek senin de hakkın."


Derin bir nefes aldı Lillian sonunda sınıra gelmişlerdi. Örümcek ağları gibi uzanan ağaçlar yerlerini altın rengi taç yapraklara bırakmıştı. Buradan sonrasında yürümek istiyordu.


"Sen olmasan ne yapardım Sinaila. Varda'nın ışığı seninle olsun. Sana en kısa zamanda yazacağım."


Sinaila kahverengi doru atını çevirdi ve tebessüm ederek dört nala ilerledi. Lillian düz saçlarını düzeltti ve sakin adımlarla yürümeye başladı. Yolları yürüdükçe ağaçların uzunluğu ve kalınlığı artıyor tatlı bir meltem yüzünü okşuyordu.


Lorien'in tanıdık dokusunu çok özlemişti. Burada hava hiçbir zaman tam olarak kararmaz ve genellikle hafif güneşli olurdu. Orta Dünya'da pek yetişmeyen ve diyara adını veren Lorien çiçeği de burada yetişirdi. Bayraklarında yer alan beş yapraklı çiçek genellikle kendisiyle de ilişkilendirilirdi.


"Güneşin doğuşunu hissettim ve onu karşılamak için geldim. Hoş geldin Lillian."


Otoriter ancak yumuşak bir ses yankılandığında yapraklar titreşti ve gözlerinde zamanın donduğu parlak leydi kendisi kadar ışıltılı bir gülümseme ile ortaya çıktı.


"Bende seni her zamanki gibi hoşbuldum nana. Burayı o kadar özlemişim ki. Babam ve ablam buralarda mı?"


İlerleyip annesinin koluna girdiğinde işte huzurun tanımı bu olmalı diye geçirdi içinden. Annesinin yanında kendini güvende ve zinde hissediyordu. İster istemez mutluluk doluyordu içine.


"Ailemin zihnini okuyamıyorum ne kadar güçlü olsam da ancak bende bir anneyim ve anneler her zaman hisseder. Canını sıkan şeyler mi var Lillian?"


Galadriel ay gibi duru elini kızının ipeksi saçlarına götürüp okşadı ve yanaklarını avuçlayarak Lillian'a doğru eğildi. Annesi tüm ellethlerden daha uzundu.


"Sıkkın sayılmam ve kabilemi de çok seviyorum ancak bir yanım sizinle beraber olmak istiyor."


Galadriel buruk bir güzellikle gülümsedi ve bembeyaz elbisesi yerlere değmeden hüzünlü bir şekilde dalgalandı.


"Bende seni çok özlüyorum ama kralımızın emri bu. Ben her ne kadar hep beraber olmak istesem de bir kraliçe değil sadece prensesim. Kralımız seni kendinden sonraki varis yapmak istiyor olmalı ki yeşil yaprak kabilesinin yönetimini sana verdi."


Kendinde yönetme vasfını görüyordu ancak bir lider olmak için yeterli değildi tüm bunlar. Bir lider adil,merhametli ve güçlü olmalıydı. Lillian ise kendisinin adil olduğunu zannetmiyordu. Bir gün adalet için sevdiği birini öldürmek zorunda kalırsa mahvolurdu.


"Sen resmî olarak prenses olsan bile benim için kraliçesin. Unuttun mu en güçlü ellethlerin başında geliyorsun. Ablam bile senin kadar güçlü değil."


Galadriel alçakgönüllü hareketlerle kızını beyaz güllerin sardığı küçük bir alana getirdi. Beyaz mermerden bir kabın içinde küçük bir su birikintisi hafif bir rüzgarla dalgalanıyor ve hemen yanında uzun bir sürahi duruyordu.


"Geçenlerde Celebrian'ın kaderine baktım. Siyah saçlı bir ellon ile güçlü bir gönül bağı bulunuyordu. Ay çok yükseklerdeydi ve hemen ardında ise güneş onu takip ediyordu."


Lillian kendini kıkırdamaktan alıkoyamadı. Ablası o kadar çekingendi ki değil bir noldor herhangi bir ellon ile evlenebileceğini düşünmüyordu.


"Nana acaba sen yaşlanmış olabilir misin? Lillian ve aşık olmak mı hiç sanmıyorum."


Annesi ona gizemli ve aynı zamanda bilmiş bir şekilde tuhaf bir tebessüm etti.


"Onun ışığı seninki gibi etrafa hayat vermiyor ve içinde dalgalanıyorsa bu onda hiç ışık olmadığı anlamına gelmez."


Galadriel sürahiyi aldı ve ağır hareketlerle tepsiye döktü. Suyun şırıltısı zaman gibi aktı ve kaderin kapılarını az da olsa araladı. Lillian kabın başına geldi ve bir müddet orada kendini gördü. Köşeli çenesi,hafif kalkık burnu, bembeyaz teni, kahverengi gözleri ve altın sarısı saçlarıyla bir müddet net görünen yansımasına baktı. Ancak kendisine yıllar kadar gelen bir vakit sonra yüzü gitti. Yerini kanlı bir hançer ve ahşap bebek beşiğine bıraktı. Oradaki mavi gözleri nerede görse tanırdı.


"Geleceğine müdahale edemem ama sana birkaç tavsiye verebilirim. Aşkın sana hem büyük bir umut hem de ölüm getirecek. Sen ister kabul et ister etme bu sonuç değişmeyecek. Sana desem ki aşık olma ak prense diye geç kalmış olurum."


Lillian derin bir nefes aldı. Annesi her zamanki gibi haklıydı. Aslında yaralandığı ilk gün son gördüğü masmavi gözlere tutulmuştu bile. Eryn Galen'de geçirdikleri iki ayda aralarındaki mesafe gittikçe azalmıştı. Bununla beraber ne hissettiğinden emindi ama Thranduil'in sağı solu belli olmuyordu. Onunla ilgileniyor muydu yoksa sadece samimi mi davranıyordu anlayamıyordu ancak içinden bir ses onun yakında bu sorusunun cevabını alacağını söylüyordu.


"Umudu anlarım nana ama Thranduil'e zarar gelme ihtimali ölümsüz kalbimi sıkıştırmaya yetiyor. Onu kendimden bile korumak istiyorum. Hislerimin yoğunluğunu anlatamıyorum ama sence bu normal mi?"


Galadriel sürahiyi yere bıraktı ve Lillian'ın beline elini koyarak elini havaya kaldırdı. Ona dimdik bir kral gibi duran ay'ı işaret etti.


"Emin ol o güneşe olan hislerini taşıyamıyor olsaydı şu an karanlıkta olurduk. Sana demem o ki Varda bir şekilde yardım ediyor ve seviyor Teleri'yi."


Yıldızlar derin bir ışıkla parıldarken kralın huzuruna çıktı Lillian. Annesinden öğrendiğine göre babası ve ablası Dumanlı Dağlar'da ikamet eden cücelerin ulusal bayramlarını kutlamaya gitmişti. Nezaketli bir şekilde krala selam verdi. Batının kralı ve Rivendell'in efendisi Glorfindel hariç diğer krallar ilginç bir şekilde Sindar türündendi. Noldor haricinde demek ki Sindar elfleri de iyi yönetirdi. Buna Thranduil'in babası Oropher'de dahildi.


"Varda'nın ışığı ruhunuzu parlatsın kralımız."


Başını kaldırdığında altın suyuna batırılmış gibi ferah renklerle döşenen odayı inceledi. Kıtanın ortasında olmasına rağmen Anduin nehrinin ince damarları Lothlorien'i besliyor ve buralarda sanki daha yumuşak bir şekilde akıyordu. Sindar fenerleri ahşap döşeli yolları aydınlatıyordu. Kral Amdír ise ona sanki kendi kızıymış gibi bakıyordu.


"Evine hoşgeldin Lillian kızım."


Lillian başını kaldırdığında kralın mavi gözleriyle karşılaştı. Amdír'in onu kendi oğlu prens Amroth ile evlendirmek istediğini biliyordu ama buna asla izin vermezdi. O bu fikre henüz alışamasa da onun kalbi Thranduil'e aitti.


"Aslında kabilemden ayrılmak istemiyordum ama ailemi çok özledim. Biraz hasret giderip hemen geri döneceğim."


Amdír elini çenesine koyarak bir süre düşündü. Acaba kabileyi Altın çiçek diyarına bağlayıp Lillian'ı gelini yapabilir miydi ki?


Lillian bordo elbisesinin tüllerini düzeltti ve hızlı bir şekilde reverans yaptı. Kralın başka söyleyecekleri yoksa biraz yürüyüş yapmak istiyordu.


Tam o anda büyük kapıdan içeri babası ve ablası girdi. İkisi de kralı selamladıktan sonra Lillian ablasına sarıldı. Ablasıyla çok zıt olsalar bile seviyordu Celebrian'ı, gümüşümsü gri dalgaları ise parmaklarına dolanırken ablasının gül kokusunu doyasıya içine çekti.


"Görmeyeli seni geçmişim abla. Orman havası bana iyi geldi herhalde."


Celebrian onun omzuna fazla sert olmayacak bir şekilde vurdu ve hıhladı.


"Senin sadece boyun değil dilin de fazla uzamış ama unutma ben hâlâ senin ablanım."


Celebrian mavi gözlerini ona dikerek bunları dediğinde Lillian'ın belini tutup onu babasına yönlendirdi. Lillian'ın heyecan ve özlemden nefesi tıkanmıştı babasını karşısında görünce. Celeborn üstüne gri bir kıyafet giymişti ama kılıcı belinde asılı durmaya devam ediyordu. Uzun gri saçları beline geliyor ve Lillian'a benzeyen kahverengi gözleri şefkatle bakıyordu.


"Babana sarılmak yok mu Lorien'in güneşi yoksa karşı cinse yaklaşmama kararı mı aldın?"


Lillian bordo elbisesini tutarak babasına koşturdu ve kendini onun kollarına attı. Her ne kadar savaşçı bir prenses olsa da o hâlâ babasının prensesiydi.


"Ada! Seni nasıl özledim anlatamam. Ayrıca öyle dediğin gibi bir karar alsaydım nanamı görüp giderdim."


Bir süre baba kız sarılarak hasret giderdiler. Sıcak bir yaz rüzgârı fenerlerin ışığını oynattı ve içeriye gözle görülür bir huzur doldu.


"Sizi kıskanmaya başlıyorum ama bana da yer açın bakayım."


Zaten Lillian ablasının ne zaman bu sözleri söyleyeceğini merak ediyordu. Ablası babasını hiç paylaşamazdı. Onu sinir etmek için pis olduğunu umduğu bir şekilde gülümsedi ve ardından dil çıkardı.


"Ablamsın diye babamı seninle paylaşmak zorunda değilim Rian."


Deyip ablasının babasına sarılmasını engelledi ve bir süre ikisinin arasında ufak bir kavga yaşandı. Daha sonra Celeborn tek koluyla Celebrian'ı omzuna atıverdi ve diğer koluyla Lillian'ı diğer omzuna yerleştirdi. Celebrian ufak bir çığlık atarken Lillian babasının başına sıkı sıkıya tutunmuştu. Düşecek olsa çok yaralanmazdı ama Celebrian'ın tırnakları muhtemelen yüzüne batardı.


"Ada ya bir yerini sakatlayacaksın. Tamam en güçlü ellon sensin anladım."


Üçü birlikte kıkırdarken gecenin karanlığına inat onlar ışık saçmaya devam ediyordu. Galadriel elinde parşömenlerle beyaz elbisesini tutarak geldiğinde eşinin yanağını öptü.


"Kızlar babanızı rahat bırakın biraz. Konuşacaklarımız var."


İki kardeş dudaklarını bükerek uslu bir şekilde birbirlerinin kollarına girdi ve beraber Lorien'in bahçelerinde yürüyüş yapmaya başladılar.


Galadriel uzun uzun kızlarının arkasından baktı. Celebrian'ın doğumu her ne kadar doğru olsa da Lillian'ı hiç beklemiyorlardı. Çok güçlü ellethler haricinde diğer elf kadınları birden fazla çocuk doğurmayı tercih etmezdi. Çünkü insan evlatları aksine çoğu elf gücüyle beraber doğardı ve gelişmeleri için annelerinin enerjisini emmeleri gerekirdi.


Derin bir nefes aldı Galadriel. Gözündeki bulutları gören Celeborn elini sıkı sıkı tuttu her zaman senin yanındayım demek istiyordu. Eşi için pek sevmediği Noldor elflerinin arasında yıllarca yaşamaya razı gelmişti.


"Kralım bir misafirimiz var ve sizinle acilen görüşmesi gerekiyormuş. Bana bir gezgin olduğunu söyledi ama onun zihnini okuyamadım ve bu onun çok güçlü olduğunu gösterir. Dikkatli olmalıyız."


Kral Amdír'in yüz hatları sertleşti ve kaşlarını çattı. Galadriel'in sözüne güvenebilirdi ama bu bahsedilen kişiyi bir de kendi gözleriyle görmek istiyordu.


"Çağır onu gelsin. Celeborn sen de benim yanımda onu gözlemle."


Celeborn sadık bir şekilde başını eğdi ve kralın yanında ayakta durdu. Belli bir süre sonra Galadriel'in şüpheli bakışları eşliğinde yabancı ellon huzuruna geldi.


"Sizi saygı ve hürmetle selamlıyorum kralların kralı Amdír. Bendeniz isimsiz ve maceraya atılmak isteyen bir ellonum. Valinordayken methinizi çok işitmiş ve bu nur yüzlü büyük zatı görme isteğinde bulunmuştum."


Kapı arkasından onları dinleyen Lillian kusmamak için kendini zor tutuyordu. Annesi onları kovduğunda ablasıyla bir süre havadan sudan sohbet etmiş ama annesinin gergin tavırları karşısında önemli bir olay olduğunu anlamıştı. İçindeki merak duygusu ve sezgileri onu çok ayıp olsa da kapı dinlemeye teşvik etmişti.


"Annem bizi burada yakalarsa çok kızar. Lillian gel gidelim sonra babamdan öğreniriz ne olduğunu."


Lillian içinden sabır çekti ve ablasının dolgun kırmızı dudaklarına susması için parmağını koydu.


"Sen sessiz olursan yakalanmayız abla. Hem babamın her şeyi açıklamayıp önemsiz kısımları anlatacağını sen de biliyorsun anneme kolay kolay karşı gelmez o."


Deyip başını iyice kapıya yasladı. Bazı sesleri işitiyordu sivri kulakları.


"Amacım ise sizin bu muhteşem altın vadinizin nimetlerinden yararlanmak ve burasının ismini ölümsüzleştirmek. Buradan sonra aslında Yeşil Orman diyarına gidecektim ama diyarınızı gördükten sonra beni orasının güzelliğinin tatmin etmeyeceğini anladım."


Amdír düz bir ifadeyle onu dinliyordu. Mavi gözleri onu dikkatli bir şekilde süzüyordu ve sağındaki Celeborn'un tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyordu. Yardımcısının eli yavaş bir şekilde belindeki gümüş kılıca gitmişti. Boğazını temizleyerek uyardı Celeborn'u.


"Buraya kadar olan zahmetiniz için teşekkür ederim. Eru'nun merhameti üzerinizde olsun. Ben burada çok uzun süredir varım ancak ben herkesten iyiyim deyip kibre kapılamam."


Lillian'ın yabancı ellonun bu sözlerinden sonra kahverengi gözleri şokla açılmış ve içeri dalıp o ruhunda şer taşıyan bir yaratık dememek için kendini zor tutmuştu.


"Celebrian sen de gördün mü? Kralımız yaratıcımız Eru'nun ismini ağzına aldığı anda o kara gözlü ellonun etrafında hafif bir karanlık belirdi."


Celebrian korkuyla yutkundu ama derin bir nefes alarak eliyle sindarin ışığından yapılma mızrağını oluşturdu. Herhangi bir terslik olursa adama saplamaya hazırdı.


"Abla şimdi hır gürün sırası değil. Zaten bir tehlike olursa bize kalmadan Kral ve babam onun icabına bakar. Ayrıca annemizin ne kadar güçlü olduğunu unutuyorsun."


Bunu demesiyle Celebrian'ın beyaza dönen irisleri tekrar eskisi gibi mavi oldu ama yine de kardeşini kolundan çekiştirdi.


"Koş Lillian ak prense mektup yaz. Buradan sonra Yeşil Orman diyarına gideceğini söyledi. Kral Amdír'den yüz bulamazsa Kral Oropher'e gidecek. Yanlış bir harekette bulunursa her şey biter."


Lillian hızlı bir şekilde kendini toparladı ve başını salladı ablasına hak vererek.


"Tamam ben gidiyorum ama sen burada kalıp olan biteni dinle. Sonra odama gel bana anlat. Dikkatli ol eğer o adam senin onu dinlediğini öğrenirse sana tenha bir yerde zarar verebilir."


Geçmişinin zihnine dolmasıyla başını salladı Lillian onları kovmak ister gibi. Şimdi bunu düşünmenin sırası değildi. Koşarak saraydan çıktı ve yıldız ışıkları altında koştu.


"Prenses Lillian hoşgeldiniz."


Alaycı bir şekilde bunu söyleyen genç muhafız Haldir'di. Sırtında oklarıyla ona bakıyordu. Normalde olsa onunla sohbet ederdi ama şu an acelesi vardı.


"Sizi burada beklemiyorduk."


Etrafı birden birçok ellon ve elleth ile sarıldığında Lillian aralarından sıyrıldı ve onlardan özür diledi. Sonunda altın sarısıyla bezenmiş odasına geldiğinde özlem gidermeden masasına oturdu. Nefesi bile düzene girmemişti henüz. Beyaz kavak ağacından yapılma masaya bir parşömen yaydı ve dikenli jel kalemini eline aldı.


Sevgili Yeşil Orman'ın ak prensi uzaktan kuzenim Thranduil Kuvvetli Bahar'a


Öncelikle Yavanna'nın bereketi diyarınızın üzerinde olsun. Bu sana yazdığım her zamanki havadis mektuplarımdan değil ne yazık ki. Şu an evimdeyim. Ancak ben buraya varmışken beyaz saçlı kör kuyulara benzeyen kara gözleriyle bir yabancı geldi ve şu anda Kral Amdír'e yaranmaya çalışıyor. Sivri diliyle o kadar övüyor ki sonuç olarak saraya girmek istiyor. Normalde bu konuda şüphelerimi sana yansıtmak istemem ama Kral Amdír yaratıcımız Eru'dan bahsederken adamın aurasındaki karanlığı kendi gözlerimle gördüm.


Laf arasında normalde size geleceğini ama burayı gördükten sonra bundan vazgeçtiğini söyledi ama annem ve babam buna izin vermez. Eğer onu alırlarsa felaket haberimiz yakın demektir. Yok eğer almazlarsa dayıma dikkat et. Bu adam öyle biri ki ağzından girip burnundan çıkar ve karşındakini ikna eder. Size laf söylemiyorum ama Sindar elflerinin takdir edilmeyi ne kadar sevdiklerini en iyi sen bilirsin. Ne olursun dikkatli ol. Sana çok değer veriyorum ve bu mektup eline ulaştığında ne yapman gerektiğini biliyorsun.


Kıymetli arkadaşın Yeşil yaprak kabilesinin hanımı, Altın evden Lillian Güneşışığı


Lillian çabucak bir iple etrafını sardı ve camı açıp ıslık öttürdü. Az sonra bembeyaz bir baykuş balkona tünemişti. Prenses elindeki mektubu onun ayağına bağladı ve kulağına birkaç elfçe sözcük mırıldanarak onu yolladı.


"Umarım sağsalim haberi ulaştırırsın kadim dostum Elmir."


Bu sırada odasının kapısı açıldı ve içeri Celebrian girdi. Pembe elbisesiyle oldukça güzel ve asil gözüküyordu. Çehresinde kaygıyla karışık bir rahatlama hakimdi. Lillian ellerini ablasının omzuna koydu ve onu yatağına yönlendirdi.


"Ne haberler var abla ne oldu ben yokken?"


Celebrian derin bir nefes aldı ve elleriyle oynamaya başladı.


"Sen gittikten sonra o adam kralımızı övmeye devam etti. Sonra Kral Amdír dedi ki 'Krallığımıza hoşgeldin.' Bunu dedikten sonra içeri dalmamak için kendimi zor tuttum."


Lillian ayağa kalkıp volta atmaya başlamıştı. Ablası konuyu uzattıkça sinirleniyordu.


"Sonra ay çatlatma elfi abla!"


"Sabırlı ol Lillian anlatıyorum işte. Daha sonra kral onu hoş bulmadığını ve maalesef yeni misafirlere açık olmadığını söyledi. Yabancı oldukça sakin bir şekilde kapıdan çıktı. Bende bir kolonun arkasına saklandım. Atına yönelirken benim olduğum yere baktı beni görür gibi ve dudaklarını oynattı."


Celebrian derin bir nefes aldı ve gri saçlarını omzuna attı gergin bir şekilde.


"Beni çoğu elf diyarı kabul etmemiş olabilir ama daha sırada Yeşil Orman diyarı ve Eregion var dedi. Yüreğime iniyordu bu sözleri. Sen yazdın mı Thranduil'e?"


Lillian başını evet anlamında salladı. Bahçeye çıktı ve annesini gördüğünde eteklerine adeta yapıştı.


"O adama hiç güvenmiyorum Nana. Celebrian Yeşil Orman diyarına gideceğini duymuş ve olası bir aksilik çıkarsa kabilemi korumam gerekiyor. Yarın gitmeyi düşünüyorum."


Lillian'ın gözleri dolmuştu. Sinaila güçlüydü ama Silvan elfleri birlik olmadan o yabancı onları kolayca yenerdi.


Galadriel kızının yüzünü avuçladı ve teskin eder bir şekilde tebessüm etti.


"Şu an gitmen tehlikeli olabilir kızım. O yüzden Kral Oropher'e elflerin birleşmesini öneren bir mektup yazacağım. Yoksa sizi böler ve yok eder. Kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum ama şansımı denemek zorundayım."


Bunları dedikten sonra Lillian'ın altın sarısı saçlarını okşadı.


"Ayrıca senin yokluğunda Oropher ak prensi kabileyi toparlamak için gönderecek o yüzden için rahat olsun."


Lillian derin bir nefes aldı ve annesine sarıldı. O her zaman haklıydı ama bu yine de korkmasına engel olmuyordu. Bazen bütün sıfatlardan sıyrılıp sadece Lillian olmak istiyordu ancak Orta Dünya'da bu imkansız görünüyordu. Thranduil'in ruhu ise o yanında olmasa bile kendine huzur vermeye devam ediyordu.


"Sence benim kaderimde ne var anne yükselmek mi yoksa düşmek mi?"


Galadriel omuz silkti ve sarayın kapısına geldiklerinde eliyle bir Mallorn ağacını okşadı.


"Sen benim kızımsın Lillian bunu unutma. Biz düşsek bile çok geçmeden yükselmeyi biliriz. Zirvede olmak kanımızda var bizim."


Lillian annesini bırakıp odasına giderken ben zirvede olmak değil mutlu olmak istiyorum diye düşünüyordu.


Odasına geldiğinde mavi güllerle bezenmiş yatakta ablasını gördü. Üzerine ince mavi bir gecelik giymişti ve huzurlu bir ifadeyle uyuyordu. Bugün çok yorulmuş olmalıydı. Lillian üstünü değiştirdikten sonra saçlarını ördü ve ablasının alnını öptü.


"Umarım Eru bizi hiç ayırmaz abla. Sana da güzel bir ömür verir ve ruhunu kederle doldurmaz umarım. Varda'nın gücü seninle olsun."


Kendisi normalde uyumayı sevmese bile kritik bir döneme girdiklerinin farkındaydı. Bu yüzden sağlıklı bir şekilde düşünüp öyle karar alması gerekiyordu. Yumuşak yatağının içinde yıldızları elfçe sayarken çok geçmeden uykuya daldı.


Loading...
0%