@silayetimoglu
|
Tahtın arkasındaki büyük ağacın kökleri siyahlaşmaya başladığında herkes çok endişelenmişti. Zira bu ağaç yeşil orman diyarının kalbiydi. Ormanı her zaman canlı ve bereketli kılar onu kötülüklerden korurdu. "Yine de Sauron'un ilk etki etmek istediği yerlerden birisi burası olduğu için sınırlarımızı güvenceye almalıyız." Thranduil ve Oropher taht odasında koca çınarın durumunu konuşuyorlardı. Sanki bembeyaz huş ağaçlarının çınarlarla el ele verdiği bu odaya bir hastalık çökmüş içten içe çürütüyordu sarayı. Oropher gözlerini kıstı ve asasını tahta dayadı. Sağ elini ağaca koyarken sol eliyle oğlunun elini tuttu. "Biliyorsun baba benim gücüm henüz açığa çıkmadı." Thranduil bunları dediğinde Oropher şefkatli bir şekilde tebessüm etti. "Evet biliyorum ama varlığın bile bana güç vermeye yetiyor. Ayrıca kraliyet enerjisini ağaç algılayacak ve sınırlarımızı bir kalkan gibi örecektir." Thranduil gülerek babasının elini tuttu ve sıktı. Söz konusu diyar olunca güçleri olmasa da çorbada tuzu olsun isterdi. "Yavanna yardımcımız olsun ada." Babası gözlerini kapayınca bir müddet hiçbir şey hareket etmedi. Öyle ki kışın habercisi rüzgarlar bile durmuştu. Ancak yirmi göz kırpımı saniyeden sonra ağacın koca gövdesinden beyaz bir ışık yayılmaya başladı. Oropher'in saçları havalanırken etrafında yeşil bir aura belirdi. Thranduil bu olanları hayranlıkla inceledi. Babası cidden çok güçlüydü asa olmadan bile. Ona imrendiğini hissetti güç konusunda. Ağacın etrafında siyah lekeler belirirken ışık ve karanlığın savaşı başladı. Babası kaşlarını çattıkça beyaz ışık büyümeye çalışıyor ama kaynağı bilinmeyen karanlık üste çıkmaya başladı. Şimdi alnı boncuk boncuk terler akıtıyordu Oropher'in prens terini silmek istedi ama konsantrasyonunu bozabileceğini düşünerek nefes almaya bile korktu. Gri bir hava dalgası ikisini ayrı yerlere savurunca Thranduil kolunu gözüne siper etti ve öksürmeye başladı. Etrafa o kadar kesif bir duman yayılmıştı ki muhafızlar bile bakmaya gelmişti. "Ada! Ada iyi misin?" Oropher belini tutup asasına dayanarak doğrulduğunda prens ona yardımcı oldu. Kral tek gözü kısık bir şekilde ağaca baktı ve daha sonra ciidi bir ifadeyle Thranduil'e baktı. Artık ağaca her ne olduysa bunun iyi bir şey olmadığını hissetmişti. "Menestor'u bul diyarı kuzeye taşıyoruz. En kısa zamanda sen de kuzey dağlarına ejderha yumurtalarını söndürmeye gidiyorsun." Prens babasının emirleri karşısında sadece başını eğip onaylamakla yetindi. Güney artık güvenli değildi anlaşılan. Yine de bu bölgeyi özleyecekti. Babası özgürlüklerini kazanmak için savaşırken annesiyle burada yaşamış burada savaşmıştı. Yine burada büyümüş ve burada ruh eşiyle tanışmıştı. İleriden telaşlı adımlarla gelen Menestor'u gördüğünde ona el kaldırdı. "Halkımıza haber ver en kısa sürede Eryn Galen'i boşaltıp kuzeye çekiliyoruz." Menestor itiraz edecek gibi oldu. "Efendim ama kış çetin geçecek gibi dayanamayabiliriz." Thranduil elini omzuna koydu ve gülümsemeye çalıştı. Kendisi umutsuz olursa halkı da kötü etkilenirdi. Her zaman güçlü ve cesur olmak zorundaydı. Bu ne kadar ona bazen ağır ve zor gelse de prenslik bunu gerektirirdi. "Dayanmak zorundayız. Hem ışığın leydisi bize yardım edecektir. Ayrıca bana on iki tane iyisinden asker bul. Ejderha katli için kuzey dağlarına gidiyoruz." Menestor elindeki parşömeni sıktı ve başını eğdi. "Emredersiniz prensim. Ben o zaman gerekli her şeyi ayarlarım." Lillian etrafındaki kargaşanın farkındaydı. Pek konuşmamışlardı ama kuzeye taşındıklarını biliyordu. Annesi onun rüyasına girmiş sevgiyle yanaklarını okşamıştı. "Endişeden kalbinin sızladığını biliyorum kızım ama korkma. Sen ışığın kızısın ben umutsam sen de aydınlıksın ve halkına kuzeye giden yol da rehberlik edip onları koruyacaksın." Prenses ise elini annesinin eline koymuştu ve iç geçirmişti. "Yani benim soyadım gibi olmamı söylüyorsun." Galadriel bir şey dememişti ama cesaret verir bir şekilde tebessüm etmişti. İşte bu yüzden çocukları at arabalarına bindirmekle meşguldü. Ormanın içinde at arabası kullanabilmelerinin sebebi ise entleri kullanacakları yolda bulunan ağaçları çekmesiydi. Bu yüzden onlara minnettardı prenses. "Nereye gidiyoruz?" Boronenna biraz daha büyümüştü. Elf çocukları birkaç ay içinde birkaç yıl büyüyebilirdi zaten. Yine de Lillian onun kızıl tutamlarını karıştırarak rahatlatmaya çalıştı. "Bir sebepten ötürü azcık kuzeye çekiliyoruz tatlım. Sende istersen arabaya binebilirsin." Çocuk dudaklarını bükünce arabaya atladı ve Lillian onun kucağına birkaç minder koydu. "Bunları sana emanet ediyorum. Onlara iyi bak tamam mı?" Boronenna ciddi bir şekilde asker gibi selam verdi. "Emredersiniz prensesim." Prenses kıkırdadı ve diğer elflere yardım etmeye başladı. Çokça kasa taşıdı. Kumaşları katladı. Yiyecek ve içecekleri düzenleyerek arabalara koydu. Silahları derinlemesine inceleyerek sardı ve derin bir nefes aldı. "Bu silahların kesinlikle geliştirilmesi gerek." Oropher arkasında söylenirken Lillian şaşkınlıkla irkildi. Bugün onu görmeyi beklemiyordu. "Silahlar gayet güzel de baba ama sanki biraz ilkel kalıyorlar gibi." Oropher kıkırdadı ve elini Lillian'ın omzuna koydu. "Prensesimiz alışmış tabi Noldor silahlarına bizimkileri beğenmez olmuş." Lillian bir an kaşlarını çattı. Kesinlikle Silvan elflerini yermek istememişti. Oropher onunla dalga geçiyor olmalıydı. "Noldor'un silahları iyi olabilir ama siz Sindar elfleri de sürprizlerle dolusunuz hiç şüphesiz." Bunları dedikten sonra kendi kendine kızarmaya başlamıştı. Kral bilmese de dün gece Thranduil ile baş başa geçirdiği o özel saatlerde sürprizlere doymuştu. "Dün gece çok parlaktı değil mi prenses?" Lillian homurdanarak Thranduil'e döndü. O kendi kendine utanırken prens bir anda burnunun dibinde bitivermişti. Geyiğinin üzerinde bir kral gibi azametli duruyor ve tepeden muzip bakışlarla onu süzüyordu. Üzerinde kürklü bir zırh vardı ve saçları sanki kış mevsiminde kamufle olmak istermiş gibiydi. Yine de Lillian onu şaşırtmayı seçti ve yüzüne sahici bir gülüş kondurdu. "Yıldız ışığı şenliği hayatımda gördüğüm en güzel şenlikti. Bu konuda sizlere su dökemeyiz. Hatta burasının yanında Lorien çok sıkıcı geliyor." Prenses ellerini geyiğe koydu ve onu okşamaya başladı. Tabi o sırada prensin dün geceki anıları hatırlayıp sırıttığını görmemişti. Eğer görseydi kalpten giderdi. "Aman sakın ha bunu babama söylemeyin. Onun ruhu pek genç değildir Oropher babam gibi." Oropher prensesin diğer eline nazik bir öpücük kondurdu ve yanında yer almasını sağladı. "İltifatların için teşekkür ederim kızım. Celeborn'u eskiden beri tanırım ve severim ama gençken de sıkıcıydı o zaten. Hep kitap okur ve dere kenarında düşüncelere dalıp somurturdu." Tabi kendisinin de o sıralar Thranduil'in annesi tarafından kesinlikle öldürmek amacıyla göle çekilmekle meşguldü ama bunu dillendirmedi. "Siz Doriath'da tanışmıştınız değil mi?" Oropher'in dalgaları şimdi anıların arasına karışmıştı atına atlarken onu onaylar bir şekilde başını salladı. "Evet annenle de orada tanıştıktan sonra değişti zaten. Bense babamdan intikam alma peşindeydim annemi bıraktığı için. Yine de kader bizi hem ırkdaş hem de dost yaptı. Tabi gönlüm hâlâ Glorfindel için atıyor ama bunu ona söylemeyin. Bir yerleri kalkar sonra havasından geçilmez." Lillian elinde olmadan kıkırdadı. Thranduil'in bu eğlenceli ve alaycı kişiliğinin nereden geldiği belli olmuştu. "Alemsin baba. Peki şu intikam meselesi de neyin nesi? Bana kimse bir şey anlatmadı." Thranduil geyiğin boynuzlarını sildi ve buruk bir ifadeyle gülümsedi. Kendisi bir yaşadıysa babası bin yaşamış kaderin sillesini erken yaşta yemişti. "Ben sana anlatırım Lily. Şimdi gel bana zambağım gitmeden önce sana bir sarılayım" Deyip geyikten yere elflere has o zarif ama atik hareketle atladı. Bir salisede altın saçlı ellethi kendine çekti ve ayaklarını yerden kesti. İşte şimdi geleceğin getirdiği belirsizliklerden bir nebze kurtulmuş ve umudu artmıştı. "İon nin bence bu olayı benden duyması daha iyi olur. Sonuçta ben yaşadım tabi ama kim bilir belki bir gün yazarsın hayat hikayemi." Thranduil başını Lillian'ın saçlarından kaldırmadan babasını onayladı. Onun yüzünü gözünü öperken Lillian yalandan sızlansa da gülüşü keyifli oluşunu ele veriyordu. "Hazırlıklar bitti kralım. Yola koyulabiliriz." Menestor'u başıyla onaylayan Oropher atının dizginlerini kavradı. Şimdi gitme zamanıydı. Gençliğini ve yetişkinliğinin yarısını geçirdiği bu yuvayı yakın mesafe de olsa terk etmek canını yakıyordu. Nitekim sonra başını Lillian'a gülerek bir şeyler anlatan oğluna çevirdi. Mavi gözlerindeki ışıltı hâlâ onu serinletmeye devam ediyordu. "Nitekim o ikisi yanımda oldukça nerede olduğumun bir önemi yok. Yine de Noldor'un yanı asla ilk tercihim olmazdı." Bunları kısık sesle mırıldandığında oğlu bir çocuk gibi mızmızlanıyordu. "Ada ya o da benle gelse olmaz mı? " Oropher onun bu halini çok sevimli bulsa da ciddi ifadesini takındı. Onları zaten bir kere aylarca ayırmıştı ve tekrar ayırmak istemiyordu. Yine de bunu yapmak zorundaydı. Kendini sadece bir kaç günlüğüne görüşneyecekler diye kendini onaylatırken buldu. "Ona burada daha çok ihtiyaç var Felungas. O benim yerime yol gösterecek. Senin yanında gelirse sen işine odaklanamazsın. Onun yeri halkının yanı." Lillian geniş bir şekilde sırıtırken halkım diye düşündü. Benim halkım. Artık hayatında yeni bir dönem başlıyor ve olduğu yere kök salmaya başlıyordu. Genelde onu severlerdi ama kimseyi halk olarak benimsememişti. Lorien'dekiler ve yeşil yaprak kabilesi hariç tabi. Bilmediği şey ise onu sadece iyilerin sevmediğiydi. Sadece varlığıyla bile birçok gözün ve gönlün radarına girmişti. "Bakıyorum da benden ayrılacağın için çok mutlusun." Harika şimdi de trip atan prensle uğraşacaktı. Bu hali ve inat ettiği zamanlar hiç çekilmiyordu. Bir keresinde sırf ellonlarla çalışıp gücünü test etmek istediği için prensle çok kötü kavga etmişler ve istemeden de olsa birbirlerini kırmışlardı. Nihayet bu kırgınlık hali çok uzun sürmemiş ve kapısına gelen Thranduil sayesinde barışmışlardı. Yine de bazen kendinden baya büyük elflerle çalıştığı oluyordu. Lillian dudak büzdü. Yine aynı duruma düşmek istemiyordu. Thranduil onun için su gibi olmuştu. Ona çok maruz kalırsan doyabilirdin ama onsuz da yapamazdın. "Eğer mutlu olsaydım şu an çoktan atıma atlayıp halkıma yol gösteriyor olurdum." Deyip cidden atına atladı. Bir müddet yavaş bir şekilde kafile halinde ilerlediler. Kar yavaştan atıştırmaya başlamış ve prensesin tenini pembeye boyamıştı. Üşümese bile teni hemen pembeleşiyor hatta bazen kızarıyordu. Keşke babam ve rian gibi esmer olsaydım diye düşündü. O zaman benim için her şey daha kolay olurdu. "Yollarımız burada ayrılıyor ion nin. Biraz mola verelim sen de eşinle vedalaş." Thranduil başını salladıktan sonra bembeyaz ulu geyikten atladı ve hızlı bir şekilde prensesi atından indirip yüzünü büyük avuçlarının içine aldı. Onu çok özleyecekti. Yüzünü ezberlemek ister gibi bakıyordu ki bunu istiyordu da. Kızarmış burnu ve yanakları onu tatlı kılarken büktüğü dudaklarına hızlı bir öpücük kondurdu. Herkes işinde gücündeydi. Altın saçları beline asi bir şekilde dökülürken küçük ellerini kendi ellerinin üzerine koydu prenses o ise ben sana nasıl bu kadar zaman kızdım diye düşündü. Bu sarı küçük kanaryayı kıracağıma keşke kafamı kıraydım dedi zihninden. "Ben babamın yanında güvendeyim asıl sen kendine dikkat et. O korkunç dağlarda kılıcın daima keskin öfken her daim harlı olsun. Amin mela lle Thranduil." Lillian bunları söyledikten sonra onu içine sokmak ister gibi sarıldı ve başını göğsüne koydu. Sakin kış havasına rağmen kalbi gümbür gümbür atıyordu prensin. "Beni sadece sen yenebildin prenses. Onun dışında benimde seni sevdiğimi biliyorsun. Seni kendim kadar çok seviyorum Lorien'in altın prensesi." Bu sözleri halktan birileri duysa kesinlikle büyük olay olurdu. Çünkü prensin kendini sevme seviyesini herkes aşinaydı. Lillian bunu bildiği için gülümsedi ve istemeden de olsa kollarını ondan ayırdı. Prensin vücudu kendinden uzaklaşırken Sauron'a bir kez daha lanet okudu. Onun yüzünden taşınıyorlardı, onun yüzünden prensten ayrı kalmak zorundaydı ve onun yüzünden bu haldelerdi. O da isterdi daima sonbahar mevsiminde kalmak ve prensle birlikte zamanı durdurmak. İkisi de savaş nedir bilmesin isterdi. Kanını sadece sakarlıktan düştüğünde rengini öğrenmek isterdi ya da Thranduil'in dudaklarında tatmak. Thranduil babasıyla da sımsıkı sarılarak vedalaştıktan sonra bir bölük askerle kuzeyin çetin dağlarına yol almadan önce dudaklarını oynatarak prensese döndü. Kahverengi gözleri dolu doluydu eşinin. "Ağlama ağlarsan gidemem." Prenses gözyaşlarını silerek bakışlarını yukarı çekerek tebessüm etmeye zorladı kendini ve bunu zor da olsa başardı. Ona dönecekti her zaman dönmüştü. Halkı gözünde küçük kara silüetler olarak göründüğünde geyiğin hızlandırdı. Bir an önce işini bitirip kalbine kavuşmak isyordu. İlerledikçe sakin bir şekilde yağan kar tipiye dönmüştü. Thranduil'in saçına kondurulan safir taç adeta elmasa dönmüştü. Yine de üşüdüğüne dair herhangi bir belirti göstermiyordu. Göğsüne doğru elini götürdü. Parmakları keseye değince rahat bir nefes aldı. İşte yavru ejderhaların hayatını bu kese içindeki küçük su topçuklarıyla sonlandıracaklardı. "Onlar doğuştan kötü ve Sauron'un yaratıkları. Şimdi bunun önlemini almalıyım ki halkımı mahvetmesinler." Böyle diyerek vicdanını susturmaya çalıştı prens. Babası bir keşif birliğini yollamıştı kuzey dağlarına. Onlar ise birçok ejderha yumurtası gördüklerini hayret eder bir şekilde açıklamışlardı. İşte bu yüzden babası onu gönderiyordu şimdi soğuk topraklara. Vermek istediği ders asla nefes alıyor olsa da kötüye merhamet etmemesi gerektiğiydi. Hiç mola vermeden hızla ilerlediler. Diken olmuş karlar narin elf yüzlerini çizerken bile sebatlarını koruyup bir kere bile sızlanmadı askerler. Böylelikle prenslerinin takdirini kazanmışlardı. Karın nispeten daha az yağdığı oyuk bir dağın başında ateş yakmadan geceyi geçirdiler. Geceleri dağlar tehlikeli olurdu ki Thranduil'in arada bir işittiği homurtular bunu anlamasına yetip artmıştı bile. "Prensim dinlenmelisiniz üç gündür uyumuyorsunuz." Thranduil anlayışlı bir şekilde gülümsedi. Ne kadar bağımlısı olduğunu bilmiyordu ama Lillian'ın zambak kokusunu duymadan asla uyuyamıyordu. Şimdi niye ona zambakların kraliçesi ismini verdiklerini daha iyi anlamıştı. Ne kadar kötü durumda olursa olsun hep zambak kokardı ve bu koku onun için uyuşturan bir madde gibiydi. O kokuyu duymadan hayatını devam ettiremiyor adeta oksijeni yerine koyuyordu. "Ben sizden daha dirençliyim. Ama sizler iyi olsanız da benim kadar olamazsınız. Ayrıca dağda horlayan değil dinç askerlere ihtiyacım var öteki türlü sizi aç olan ejderlerin yatağına yem diye atarım." Asker için bu sözleri duymak yeterli olmuştu. Sesli bir şekilde yutkundu ve yatağını hazırlayarak uyumaya çalıştı. Yine de prensi inceleyip hayran olmaktan kendini alamadı. Kalın kaşlarını çatıp elindeki küçük bir şeye bakan prens. Kirletilmemiş yıldızlar altında adeta Vala Manwe tasviribi andırıyordu. Açık sarı saçları onu kamufle ettiği için pelerininin şapkasını takmamıştı. Buz mavisi bakışları ise hâlâ sertti ama bir parça özlem ve sabır görülebiliyordu. Kalbi ise gözlerinin aksine alev alevdi. "Güzel Luthien'i kıskandırırdı Altın sarısı saçları Bastığı yerler ışık saçardı Adeta kanatlandırırdı oraları Kahve gözleri ise Ağaçlardan daha parlaktı Yumuşak bakışları görüldüğünde Yağmurdan gökkuşağı fışkırırdı. Amansızdı düşmana karşı Melek tenine kıyasla Hançeriyle kazanırdı savaşı Vücut bırakmaz başın altında Hiç şüphesiz daha çok konuşulacak Ak prensten ya da ışığın leydisinden Hep sevgiyle anılacak Lorien'in prensesi Lillian güneşin ta kendisiyken." Asker bir elf olmanın verdiği özellikle şarkılara düşkündü. Yine de suya uzak olmalarına rağmen prensin sesi su gibiydi. "Hay ben böyle işe!" Thranduil dişlerini sıkarak sinirli bir şekilde bir kayaya tekme attı. Canı acımıştı ama sorun bu değildi. "Bu orklar bildiklerimiz gibi değil babam haklıymış." Eliyle yüzünü ovuşturdu ve artık on bir kişi kalmış ekibe tek tek baktı. Sabahın erken saatlerinde baskın yemişlerdi ve bir kişiyi kaybetmişlerdi. Gelen orklar kocamandı ve daha hızlıydı. Ayrıca sanki kurnazlık yapabiliyor gibilerdi. Daha sonra olanlara çok öfkelenmişti. Bilmesi lazımdı tahmin etmesi. Daha bir askerini bile koruyamazken koca koca ordulara komuta edip nasıl diyarı yönetecekti. "Bundan sonra mola yok. Zaten az kaldı. Yine de siz dinlenin ben onun için mezar kazacağım." Deyip ormana girerek kuru ve büyük bir meşe kabuğu aldı. Adeta bir kalkan gibi yapısı vardı bu işe yarardı. "Sakın işime karışmayın. Siz ikiniz etrafı gözetleyin. Diğer üçünüz ise avlansın. Diğer altı kişide rotamızı çıkarsın." Diğerlerinin ona bir şey söyleyeceğini hissettiği için bunları söylemişti prens. Herkes görev yerlerine dağılırken hızlı hareketlerle mağaranın derinlerine bir çukur kazdı. Tepesindeki delikten yıldızlar gözükebilir ve böylece huzur bulabilirdi ölen ellon. Yine de sırf kendi hatası yüzünden ölen bir asker için uzun süre vicdan azabı çekecekti. "Çünkü beni korumaya çalışırken öldün. Gözlerinde o adanmışlığı gördüm ve ben-" Bir müddet sustu ve ellerini yüzüne kapatarak ağlamay başladı. Sesi çıkmıyor haykırmıyor ama bir şelale gibi akıyordu yaşlar güzel gözlerinden. "Özür dilerim. Özrüm seni geri getirmeyecek biliyorum ama kardeşim intikamını alacağım. Gözün arkada kalmasın." Derin bir nefes alarak kahverengi saçlı Silvan elfini mezara koydu. Yeşil zırhında kurumuş kan izi vardı ama göğüs kafesi içe göçmüş ve hoyratça vurulan gürz kalbini parçalamıştı. Bu çok kötü bir ölüm şekliydi prens için bile. Acı çeken ve nihayet ölen Osian olmuştu ama Thranduil acısını hissetmişti ve hissetmeye de devam ediyordu. "Ben şimdi ailenin yüzüne nasıl bakacağım Osian?" Aniden omzuna dokunan bir el ile irkildi. Askerlerden biri işini erken bitirmiş olmalıydı. "Biz hazırız yola çıkabiliriz prensim." Thranduil başını salladı ve seri hareketlerle mezara toprak doldurmaya başladı. Nihayet tümsek belirdiğinde diğerleriyle beraber dağa tırmanmaya başladı. Diğer askerler konuşarak onun dikkatini dağıtmaya çalışsa da ağzını emir vermek dışında bıçak açmıyordu. Sadece görevine odaklanmıştı. Bir an önce ejderhaları öldürecek ve Osian'ın ailesine kendisiini affettirmeye çalışacaktı. "İçeride kimse yok efendim." Thranduil başını salladı ve kürkten keseyi çekip aldı. Herkesin elinde bir miktar top verdikten sonra birkaç tane de kendisi aldı. "Yumurtalarda ufak bir delik açın ve bu topu içine sıkın. Bu icaplarına bakacaktır." Diğerleri yumurtalara su fışkırtırken yavru ejderhaları suyun etkisiyle içlerindeki yaşam ateşi sönüyor ve birkaç ciyaklamadan sonra ölüyorlardı. "Halkım için yapmalıyım." Deyip gözüne kırmızı bir yumurtayı kestirdi. Daha irice ve parlaktı ayrıca mavi benekleri vardı. Su toptak kurtulup ejdere ulaştığında yavru o kadar büyük bir figan kopardı ki Thranduil'in içi sızladı. Sonunda öldüğünden emin olunca yarım düzine kadar daha yumurtayla ilgilendi. Nihayet sonuncu yumurtaya geldiğinde bunun bembeyaz ve küçük ayrıca siyah çizgileri olduğunu fark etti. Kayalara sıkıca tutunmuştu. "Diğerlerinden daha küçük ve mücadele ediyor ayrıca tehlikeli gibi duruyorsun." Tam hançeriyle delik açacaktı ki yumurta kendine doğru yuvarlandı. Korkuyla irkilse bile diğerlerine bir şey belli etmeyen prens meraklı gözlerini ona dikti. Bir müddet sonra çatlayan yumurtadan oldukça savunmasız gümüşi gri derili ve beyaz gözlü bir ejder yavrusu çıktı. Kocaman gözlerini ona dikti ve tebessüm eder gibi olunca prens rahatsız bir şekilde kıpırdandı. Diğerleri işlerini bitirmek üzere olmalılardı. Thranduil'in aniden içi sızladı ve empati kurdu. Kendisinin bir çocuğu olsa ve onu böyle acılı bir şekilde öldürmeye kalksalar kelleleri uçardı. Kalbi çağlayan olup kan ağlardı. Sinirle yumruklarını sıktı ve son anda kararını değiştirdi. Suyu sıkmak için elini uzattı. Ama o yavru sanki ona güveniyormuş gibi pençesini elinin üstüne koyup başını sürtünce bugün kaçıncı kez olduğunu bilmediği bir şekilde sinirlendi. Eliyle küçük ejderi diğerlerinin görmeyeceği bir oyuğa soktu. "Biz gidene kadar buradan çıkma ve hayatta kal." Suyu rastgele sıkarak yere attı ve kürkünü silkeleyerek ayağa kalktı. Diğerlerine katılmadan önce yavrunun beyaz gözlerine baktı ve fısıldadı. "Umarım bu kararım için pişman olmam." Bu bölüm diğerlerine göre kısa oldu ama ilklere göre uzun. Zaten bu civarlarda yazacağımı söylemiştim. Orklar Sauron sayesinde level up geçirdi. Oropher'in ihtiyar popişini tekmelediler adeta. Bakalım batıda neler oluyor? Acaba ejderha büyüyüp Thran'ı yer mi bakalım bence yer ya sonuçta kardeşlerini falan öldürdü hmm. |
0% |