@silayetimoglu
|
Noldor ateşti, yakardı ve kül ederdi ardında bir şey kalmayıncaya dek. Ne öfkelerinin ne de kinlerinin karşısında kimse duramazdı. Teleri ise tam tersiydi renkleri karlardan beyaz geceden açıktı,suydu boğardı. Dalgaları önce okşar sonra alabora ederdi dikkat göstermeyenleri. Eski Eldar günlükleri der ki bin yılda bir Noldor soyu ve Teleri soyundan biri erkek diğeri dişi iki kişi karşılaşırdı. Gözleri kesiştikten sonra da ya aralarında büyük bir düşmanlık ya da aşk doğardı. Bunun ne olacağını tüm bilgeliklerine rağmen kestiremeselerde bildikleri şey eğer bu iki soy birleşirse doğacak olan çocuğun benliğinde göğün iki halini de barındıracağıydı hem yıkım getirecekti hem şifa dağıtacaktı. Tabi bu efsaneden prens habersizdi. Şu an ise ulu geyiğinin üzerinde azametli bir kral gibi Yalnız Dağ'a doğru yol alıyordu. Yanında tam olarak zırhlanmış iki tane elf askeri vardı. Aslında babasına kalsa Yeşil Orman'daki tüm askerleri verirdi onun yanına ama kendisi istememişti. Çünkü fazla birlikle giderlerse cüceler onların korkup önlem aldıklarını sanırlardı. Asla bir cüceden korkmazdı ama korksa bile bunu onlara asla belli etmezdi. "Rahatsız ediyorum ama prensim daha ne kadar yolumuz kaldı. Atlarımız bir ulu geyik kadar dayanıklı değil dinlenmeleri gerekiyor." Tek tük gözüken birkaç zeytin ağacının altına vardıklarında bineklerinden indiler. Bağlamaya ihtiyaç duymadılar, bu onlara hem saygısızlık olurdu hem de onları hiçbir zaman kaybetmeyeceklerini biliyorlardı. "Burada biraz dinlenelim. Zaten şu düzlüğü geçince dağa varmış olacağız." Prens bir süre açık sarı saçlarının rüzgarı hissetmesine izin vererek düşündü. Aslında dağa tırmanacakları için bineklerini daha fazla alıkoymaları gereksizdi. "Aslında düşündüm de onları ormana geri yollayalım. Kabileler onlara zarar vermez. Liderlerinin bana sözü var." İki asker başlarını salladılar ve silahlarını alarak atlarını uçsuz bucaksız enginlere saldılar. Thranduil bir müddet geyiğin kahverengi yumuşacık kürkünü okşadı. Bu sanki Lillian'ın saçlarını okşuyormuş gibi hissettirmişti. Dün akşam onu yolcu ettikten sonra babasıyla Lillian'ı uzun uzadıya konuşmuşlardı. Babası ilk akraba katlinde bulunduğu için Lillian'ı gördükçe sivri kulaklarında akrabalarının çığlıklarının yankılandığını ve onun varlığına ruhu alışana kadar onu görmek istemediğini söylemişti. Onu çok iyi anlıyordu Thranduil. Bu yüzden pek fazla tepki göstermemiş, yumuşak davranmıştı. Lillian'dan çok hoşlandığı doğruydu ama onsuz birkaç yıl dayanabilirdi. Aralarındaki eldarın ruh eşlerini gösteren bağ henüz ortaya çıkmamıştı. Bunun sebebi ya eş olmamaları ya da henüz zamanın gelmediğiydi. İşte ulu geyiği severken bu ve bunun gibi düşünceler zihninden ölümlü zihinlerin ulaşamayacağı bir hızda geçti. "Özgürce koş kırlarda ve kendini ait hissettiğin yere git." Geyik hiçbir yere kıpırdamadı. Anlaşılan sözleri yanlış anlaşılmıştı. "Aslında sen genel olarak benim yanımdasın. Daha önce de dediğin gibi bana bağlandın ama sen Doğu'nun zümrüdüne doğru yola çık. Babam endişelenmesin benim hakkımda." Geyik gözlerini kısarak ona baktı ve bir kartal kadar hızlı bir şekilde zeytin ağaçlarının arasında kayboldu. Öyle ki yapraklar bile onun varlığını algılayamamıştı. Derin bir nefes aldı Thranduil ve kılıçlarını incelemeye koyuldu. Cüceler her ne kadar maden işleme de onlardan iyi olsalar da Sindar elflerinin herkeslerden sakladıkları bir sırları vardı. Yıldızların hanımı Valar Varda'nın saçlarını serpiştirdiği gece göğünden yıldızları çekip istedikleri gibi şekillendirebiliyorlardı. Elinde tuttuğu kılıç annesinin ona 2000 yaşına girdiğinde verdiği bir hediyeydi. Ona gözü gibi bakardı. Kılıçlarını koydu ve yayının esnekliğini kontrol etti. Her ne kadar kılıçla savaşmayı tercih etse de ormanlık bir alanda yaşadıkları için savaş aleti olarak ok ve yay kullanmaları daha uygun olurdu. Ağaçlar onları bir kalkan gibi kötü niyetli gözlerden gizlerken alınlarının tam ortasında okla kendilerini yerde buluverirdi düşmanları. "Yola devam edelim. Bir an önce görüşüp evimize geri dönelim." Askerler ona selam verip onun önünde ilerlemeye başladılar. Hafif gümüş bir zırh giymişti Thranduil. Asker gibi olmasına gerek yoktu zira o cücelerden korkmazdı. Dedesi katledilmiş olabilirdi ama o temkinliydi. Üçü birlikte sessiz ve hafif adımlarla koşarak Dağ'a vardılar. Thranduil başını kaldırıp gri dağa baktığında hayran bir şekilde nefesini tutmaktan kendini alamadı. Dedesi Doriath'a ilk geldiğinde Menegroth'u cüceler yapmıştı çünkü onlar insanlar ve elflerden daha çok ateşe dayanıklıydı. Dışarıdan herhangi bir dağ gibi gözüken şehrin kapısına vardıklarında insan gözlerinin bulamayacağı iki küçük delikten gözlendiklerini farketti. Muhtemelen elf enerjisini hissetmişler ve ona göre kendilerini ayarlıyordular. Thranduil sırıtmaktan kendini alamadı bu düşüncesiyle. "Siz kimsiniz ve nereden geliyorsunuz?" İki tane ayak kadar zırhlı cüce onlara mızrak doğrulttuğunda askerler savunma pozisyonu aldı. Thranduil kollarını kavuşturdu ve başını salladı. "Ah siz cüceler ne kadar da misafirperversiniz böyle. Hatta bize o kadar iyi davranıyorsunuz ki kral olacağım zaman ülkemin yarısını size vereceğim." "Siz elflerde onur olduğu görülmemiş ki sözlerinizi tutasınız." Arkadan tok bir ses duyulduğunda siyah saçları beyazlamaya başlamış kahverengi gözlü bir cüce göründü. Üstünde sıvı altından bir cüppe vardı. Tacı ise kıllarının ağırlığı kadar ederdi. Cüceler ve onların gereksiz gösteriş meraklılığı diye düşünüp içinden gözlerini devirdi Thranduil. Ancak dışarıdan oldukça ılımlı ve saf gibi gözüküyordu. İnsanlar bile sizden daha onurludur dememek için kendini sıkıyordu. Hafifçe başını eğerek kral Thrain'i selamladı. Kendisi 2.Durin'in oğluydu ve Thranduil küçükken onun babasının doğumunu görecek kadar yaşlıydı. "Gerek duyduğunuzu zannetmem ama Orta Dünya'nın en kalabalık elf diyarı olan Yeşil Orman prensi Thranduil diplomasi konusunda size yardımcı olabilir." Thrain elini kaldırdığında muhafızlar kenara çekildi ama birçok meraklı gözün onu izlediğinin farkındaydı. Neyse ki tacını takmayı unutmamıştı ama onun asil bir prens olduğunun belli olması için taç takmasına gerek yoktu. "Siz elfler bize zarardan başka bir şey vermediniz. Hakkımız olanı aldınız bizse onu geri istiyoruz. Ayrıca askerlerinin arkasına saklanacak kadar korkak olduğunu bilmiyordum yeşil ormanın ak prensi." Thranduil bir el işaretiyle askerleri geri çektiğinde tüm heybetiyle cüce kralının karşısındaydı. Gümüş zırhının altına giydiği yeşil tuniği ve mavi taşlı tacıyla göz kamaştırıyordu her zamanki gibi. "Sizin aksinize ben geçmişte yaşananların tekrarlanmaması için önlem alıyorum. Çünkü en asilinden en basitine kadar tüm elfler cücelerin ne kadar hain olduklarını bilir. Hakkımız olan deyince aklıma üç şey geliyor Kral Thrain: Birincisi tamamen elflerin olan silmaril taşı siz sadece ona bir kolye yapmıştınız ama taş sizin değildi, güzelliğine kapılmanız normal çünkü biz yaptık." Şu an bir cüceye karşı Noldor'u savunduğuna inanamıyordu ama yapılışı her ne kadar Feanor tarafından olsa da onu üvey teyzesi Melkor'u güzel sesiyle uyutarak aşığı ile beraber almıştı. Sonuç olarak Telerinindi. Ayrıca her ne kadar binlerce yıldır kanlı bıçaklı olsalar da bir elf asla bir cüceye karşı sorunlarını göstermez gerekirse tek bir yüreklermiş gibi anlatırdı durumlarını. "İkincisi ise dedemi öldürmenize gerek yoktu o sizin değildi. Bir elfti ve sizin malınız değildi." Eski defterler açıldıkça sinirlendiğini hissediyordu ama o Thranduil'di öfkesini çok nadir dışa vururdu. Vurduğu zaman ise kolay kolay kapanmayan yaralar açardı karşısındakine. "Üçüncüsü ise zümrüt rezervleri bizim sınırlarımızın içinde o yüzden orası da bizim oluyor. Eğer bu üç konuyu konuşacaksak Yeşil Orman diyarı, Lorien, Lindon, Eregion ve daha yeni kurulmuş İmladris birlikleriyle beraber hazırız." Bunları diyerek tek kaşını kaldırdı Thranduil uzun süre konuşmasına rağmen herhangi bir yorgunluk belirtisi göstermemişti. Kılıcını omzuna atarmış gibi yapıp keskin ucuyla kralın sakalından milimlik bir tutam aldığında kralın korkuyla gözleri büyümüş ve muhafızlar ancak olanların farkına vararak baltalarına sarınmışlardı. Prens ise hiç oralı değildi. Sol elini sanki çok ilginçmiş gibi incelemekle meşguldü. İçindense kahkahalar atıyordu. "Şey aslında eski defterleri açmaya gerek yok. Ne de olsa geçmiş geçmişte kaldı öyle değil mi prens Thranduil?" Thranduil mavi gözlerini kısarak ona baktı ve içinden kesinlikle sorunların kesin çözümü için eski defterleri açmak lazım yoksa geçmiş geçmişte kalmayacak diye düşündü ama şu kısa süreli barış döneminde cidden yeni bir savaşa gerek yoktu. O yüzden onu onaylar gibi yapıp başını sallamakla yetindi. "Sizin kendinize ait olduğunu iddia ettiğiniz yer bir zamanlar Melian kuşağının içinde dedemin hükmündeydi. Eğer oradan değil bir zümrüt tek bir taş parçası bile alırsanız resmi olarak bize savaş açmış olursunuz. Bilmem yeterince açıklayıcı olabilmiş miyimdir?" Thrain altın varaklı koridorlarda adımladı ve gereksiz mücevherlerle süslü tahtına oturdu ama böyle bile boyu prense yetişemiyordu. Thranduil cidden çok uzundu. "Oldunuz tabi ama merak ettiğim bir şey var. Neden Kral Oropher kendisi gelmedi de kendi yerine oğlunu yolladı? Aklınca bir kral ve bir prensi bir mi tutuyor?" Thranduil Thrain'in ona yolladığı parşömeni havaya attı ve kılıcı tiz bir ses çıkararak kağıdı cüce kralının ayrıntılı bir portresi çıkacak bir şekilde parçalara ayırdı. Yavaş bir esintiyle kağıt parçası krala doğru uçtuğunda herkes şaşkın bir şekilde ona bakıyordu. Şu ana kadar eldar içinde bile bu kadar usta bir şekilde kılıç kullanan biri görülmemişti. "Ben burada sizinle konuşurken hem bir prens hem de bir elçiyim. Daha önce de vurgulamış olduğum gibi Orta Dünya'daki en kalabalık elf diyarını yönetmek takdir edersiniz ki çok zor. Eru, babama cüce kılı değdirmesin! Kral olacağım zaman bende sizin ayağınıza gelmeyeceğim merak etmeyin." O günlerin çabucak gelmesini umdu Thranduil. Kılıcını kınına yerleştirirken bir el hareketiyle askerlerini çağırdı ve son kez cüce krala selam verdi. Görkemli dış kapıya ulaştığında son kez arkasını döndü. Güneş ışığı onu incitmekten korkar gibi uzun saçlarını parlatıyordu. "Eski defterleri kapattığımıza göre o zaman anlaşmayı kesmemin bir mahzuru yoktur diye düşünüyorum. Aule baltalarınız keskin yaptığı kadar gözlerinizi de keskin etsin ki geçmişinizi iyi hatırlayın bundan böyle." Kapı arkasından kapanırken derin bir nefes aldı ve yüzüne yorgun bir tebessüm yerleştirdi. Yanındaki askerlerle sohbet ederek hızlı bir şekilde Eryn Galen'e vardılar. "Sonunda evimize geldik." "Hoşgeldiniz prensim." Thranduil başıyla selam verdi ve ormanın nefis kokusunu ciğerlerine çekti. Cücelerin dağı güzel olsa da ormanda özgürce koşmak her zaman daha nefisti. Ağaç kovuklarından oluşan evlerin yanından geçerken ortamın neşesini buram buram hissedebiliyordu Prens. Saraya doğru ilerlerken gümüş saçlı, mavi gözlü bir elleth önünü kesti. Lillian'ın yakın arkadaşı Elvina elinde rulo şeklinde bir kağıtla yumuşak bir şekilde selam verdi. "Ormanın nefesi daima ensenizde olsun prensim." Thranduil saçlarını hapseden tokadan kurtardığında kendini daha iyi hissediyordu. Elvina'nın neden geldiğini anlamıştı ve herhangi bir kötülük sezinlememişti. "Bilgeliğiniz incir kökleri gibi yayılsın Elvina." Diyerek selamını aldı ve mavi gözlerini Elvina'nın elindeki ruloya sabitledi. "Yeşil yaprak kabilesinin lideri Lillian Güneşışığından haber var." Kendini herhangi bir açıdan ele verecek harekette bulunmayan Thranduil nazik hareketlerle ruloyu alıp cebine yerleştirdi "Teşekkür ederim Elvina. Şimdi babamı görmem gerekiyor. Cüceler ruhumu kasvete sürükledi ve bu his anca babamla konuşunca rahatlıyor. Bu konuyla ilgili bir havadis olursa yanına gelirim." Gümüş saçlı ellethin yanından ayrıldığında hızlı bir şekilde odasına gitti ve zırhından kurtuldu. Kahverengi ince bir tunik ve altına bej rengi rahat bir pantolon giydi. Saçlarını eliyle düzeltti ve mermer döşenmiş sarayda babasının yanına gitti. Bu saatlerde bahçede olmalıydı. Sarayın ortasındaki cennet bahçesini andıran alana gitti. Kral Oropher dalgalı altın sarısı saçlarını gevşek bir şekilde örmüş ve omzundan aşağı atmıştı. Elindeki bir makas ile simli gülleri buduyordu. Babasının yanına adımlayıp ellerini onun makas tutan ellerinin üstüne koydu. "O güllerde herhangi bir zarar yok neden onları kesiyorsun?" Babası yumuşak bir şekilde Thranduil'e baktı. Cücelerin yanından henüz gelmiş olmalıydı. "Doğru diyorsun ion nin ama ben şimdi gülü budamazsam dalları kendilerine yer bulamayacak büyümek için. Böylelikle birbirlerine girecekler ve bu gülü öldürecek." Thranduil kaşlarını hafifçe çatarak babasını dikkatle dinliyordu onun yanında dizlerinin üstüne çöktü. "Benim bu yaptığımı saç kestirmek gibi düşün. Zararlı dalları almalıyım ki büyüyecek olan dallara yer açılsın. Büyümekte bunun gibidir. Tek düze bir hayat yaşarsan bunun tadı tuzu kalmaz. Bazen iyi ya da kötü olan olayları tadasın ki bugünkü sen olasın ve ona göre hareket etmelisin." Prens bir süre babasının dediklerini düşündü. Annesinin Valinor'a gidişinin ona nasıl iyi şeyler katacağını anlamamıştı ama babasına güveniyordu. Sorularının cevaplarını alması için önünde uzun yıllar vardı. "Cücelere gittiğimde sorunu kendi yöntemlerimle çözdüm ada. O konuda içini ferah tut." Oropher yan gözle ona bakıp manidar bir biçimde tebessüm etti. "Ben senin yöntemlerini bilmez miyim oğlum? Muhtemelen Thrain beni sormuştur ve atalarımız hakkında ileri geri konuşmuştur. Sende sinirini zaptederek onlara gönderme yapıp anlaşmanın yazıldığı parşömenle ufak bir gösteri yapmışsındır." Thranduil ayağa kalkarak dizlerindeki toprağı silkeledi ve ihtiyacı olmadığı halde babasının ayağa kalkmasına yardımcı oldu. Dışarda yürürken bir yandan geçmişten ve gelecekten konuştular. Onlar konuşadursun Lindon'da durumlar oldukça farklıydı. Siyah düz saçları geniş alnını örten gri gözlü bir ellon huzursuz bir şekilde koşturmaktaydı. Mavi rengin hakim olduğu yüksek salonlarda esmer bir kral altın tahtında azametle oturmaktaydı. Oropher ile yaşıt olan bu kralın ismi parlayan yıldız anlamına gelen Gil Galad'dı ve az önce yaşananları düşünüyordu. "Acaba onu buraya sokmalı mıyım?" Aslında herhangi bir varlıkla karşılaştığında onun enerjisinden iyi mi kötü mü olduğunu hissederdi Noldor'un yüksek kralı. Ancak bu sefer zihni karışıktı. İyi bir enerjisi vardı fakat dili yılanlardan da sivriydi. Kapı çalındığında başını çevirdi ve kendisinden sonra tahta geçecek olan oğlu gibi sevdiği Elrond'a baktı. Kendisi için henüz küçük olsa bile Thranduil'den sadece birkaç yüzyıl küçüktü. Ancak o ellonun bakışlarında bilgelik ve ellerinde şifa olduğu kadar düşmanları için keskin bir kılıç vardı. "Kralım içimde bir huzursuzluk vardı ama o yabancı geldikten sonra bu his daha da arttı." Elini çenesine koydu Gil Galad ve düşünmeye devam etti. "Sen benim yerimde olsaydın Elrond ne yapardın bu durum karşısında?" Elrond elindeki parşömenleri masaya koydu ve kralın önünde ayakta durdu. Gri gözleri ise çok uzaklara dalmıştı. Dışardan biri görse bu iki Noldor'un akraba olduğunu zannedebilirdi. "Ben sizin yerinizde olsam her daim hislerime güvenirdim. Elbette mantık önemli ama zihin yanılabilir, yanıltılabilir ama hislerimizin kaynağı ruhtur ve sizinde bildiğiniz gibi ruh yanılmaz." Derin bir nefes aldı ve büyük salonu sessiz adımlarla kat etmeye başladı. "Eğer yabancı kötü biriyse onu Lindon'a alarak başımıza bela alırız. Yok eğer iyi biriyse ve onu yine de burada ağırlamazsak iyiliğinin kanıtlandığı an mahçup olarak hatamızı telafi ederiz." Kral nihayet karar vermiş olmanın rahatlığıyla derin bir nefes aldı ve masasına yürüdü. Diğer eldar krallıklarını uyarması gerekiyordu ve bunun için ilk olarak Rivendell'in efendisi Glorfindel'e mektup yazmaya koyuldu. Burada umduğunu bulayacak ve rotasını diğer diyarlara yöneltecekti. İçinden cücelerin temkinli ve insanların sağduyulu olmaları konusunda temennilerde bulundu. "Senden ricam yazdığım bu mektupları çoğaltıp her bir krallığa götürmen ve onları bu yabancı konusunda uyarmandır Elrond. Sana güveniyorum." Elrond, Gil Galad'ın önünde eğildi ve mektupları aldı. Tam odadan çıkarken kral tarafından durduruldu. "Yabancıyı gördüğün an ne yapman gerektiğini biliyorsun" Elrond tebessüm etti ve kalbindeki yükün bir nebze azaldığını farketti. "Biliyorum kralım siz merak etmeyin." Kralın isteklerini duyduktan sonra mektupları sade bir şekilde döşenmiş odasına baktı ve belki zor kullanması gerekebilir diye uzun kılıcını beline taktı. Mektuplar bekleyebilirdi ama yabancı cidden şer taşıyan bir varlık ise bu bekleyemezdi. "Kralımız nezaketinizi takdir ediyor ama yine de sizi şehrimizde ağırlayamayacak olmanın hüznünü taşıyoruz." Yabancının siyah gözlerine ve beyaz saçlarına baktı ne tepki vereceğini merak ederek. O ise sadece omuz silkti ve bohçasını omzuna atarak çiçekli bahçenin ışığını fark ettirmeden emerek yola çıktı. "Leydi Galadriel ve Lord Glorfindel onu almayacak ama Kral Oropher'den emin olamıyorum. Sağı solu belli olmayan bir kral ama oğlunun onu dizginleyeceğini düşünüyorum. " Derin bir nefes aldı ve kuzey lindon bölgesinden uçsuz bucaksız denize bakarken sesli düşünmeye devam etti. "Feanor'un torunu Kral Celebrimbor ise dedesi gibi madencilikte mahir bir ellon ve bu yüzden cücelerle çok yakınlaştılar. Buradaki Noldor'un çoğu oraya gitti fakat biz birçok elf ırkıyla beraber buradayız." Gri gözlerini denizden ayırdı ve pencereden Krala gözlerini dikti. "Umarım herkes onun gibi berrak olur. Eregion kralının ise geleceği çok puslu. Acaba mantığını mı dinleyecek yoksa ataları gibi lanete mi uğrayacak?" Diyerek odasına çıktı ve gelecekle ilgili isabetli bir öngörüde bulunduğunu bilmeden mektupları düzenlemeye koyuldu. |
0% |