Yeni Üyelik
10.
Bölüm

⚜️Eş Bağı⚜️

@silayetimoglu

Gecenin uğursuz karalığında altın sarısı saçlarını kara peleriniyle saklıyordu. Elvina'ya yazdığı mektup Elmîr aracılığı ile geri gelmişti ve Thranduil'den uzun zamandır haber alamıyordu.


Celebrian'a sarıldıktan sonra ne olur ne olmaz diye hançerlerini pantolonunun kemerine yerleştirdi.


"Buralara dikkat et abla. Yeşil ormandaki tehlikeyi hissedebiliyorum."


Celebrian başını salladı. Elinden geldiğince ailesini oyalayacaktı. Annesi ve babasının kardeşini göndermeyeceğini biliyordu ama Lillian'ın kararlı duruşunun sonucunda ona izin vermişti ve tüm sorumluluk kendisindeydi yine de ruhu sıkışıyordu.


İki kardeş sessiz adımlarla Caras Galadhon'daki koridorları arşınlamaya başladı. Yıldızlar bile sönüktü o akşam. Sonunda sarayın arka kapısına vardıklarında Lillian derin bir nefes aldı.


"Prenses bu yapacağınız şey çok tehlikeli biliyorsunuz değil mi?" Lord Elrond simsiyah atını dört nala sürmek üzereydi. Oraya yığılan karanlık bulutlar içine hiç iyi hisler dökmüyordu.


Lillian kararlı gözlerini ona dikti ve tırnaklarını eline geçirdi. Onun kendisini engellememesini ummaktan başka çaresi yoktu. Hoş engellese bile zor da olsa onu atlatabilirdi.


"Ablama bir şey olsa siz onu kurtarmak ister miydiniz yoksa oturup dua mı ederdiniz?"


Siyah saçlı ellon bir süre gri gözlerini kapıdaki Celebrian'a çevirdi. Bunun ihtimali bile onu rahatsız etmişti. Elronddan yayılan huzursuzluğu hissedebiliyordu Lillian ayrıca onların arasındaki eş bağının kokusunu almıştı bu yüzden cevabı biliyordu.


"Bende öyle tahmin etmiştim. Şimdi ise kaybedecek vakit yok Lordum. Kral Oropher'in desteğe ihtiyacı var." Deyip pelerinini sabitledi.


Şafak sökene kadar Eryn Galen'de olmaları gerekiyordu. O yüzden atlarını sessiz ama süratli bir şekilde karanlığın kalbine doğru sürdüler. Etraflarındaki güzel ağaçlar rüzgarla beraber savrulurken yıldızlar birer pusulaydı.


Yeşil Orman'a yaklaştıkça içindeki adrenalin artıyordu sarı saçlı ellethin. Prensi nasıl bulacağını bilememe ihtimali onu çok endişelendiriyordu. Elinin üstündeki esmer eli hissettiğinde atları yavaşlamıştı. Lillian kahverengi gözlerini genç danışmana dikti. Ondan yayılan şifayı hissedebiliyordu ama bu bile bir çift mavi gözün yerini alamayacaktı. Yine de ona minnettarlığını göstermek için hafif bir tebessüm etti.


"Prensi yıllar yıllar önce annesi leydi Freda daha Orta Dünya'da iken görmüştüm. O zamanlar Kral Oropher henüz gri limanlara yeni gelmişti. Birkaç yıl orada yaşayıp sonra Lindon'a geldiler. Bende o sırada yaşlarımız yakın diye prensle arkadaşlık ediyordum. Onlar sonradan Yeşil Orman'a geldiler ve baştan bir krallık kurdular."


Lillian ağzı bir karış açık dinliyordu onu. Yanındaki ağırbaşlı,zeki ellonun Duil ile arkadaş olması onu çok şaşırtmıştı. Hızlanmak için can atıyordu ama aceleyle iş yapmaması için Lord Elrond konuşmalarıyla onu tutuyordu.


Başka bir zaman olsa ondan daha başka hikayeler, anılar da duymak isterdi. Ailesi ve sevdikleriyle beraber karanlık her an üstümüzde belirecek mi diye korkmadan yaşamak için can atıyordu.


"Demem o ki Thranduil'i hayatın depremleri yerle bir etmemişse ve gri liman günlerindeki gibiyse ona kolay kolay bir şey olmaz. Çok inatçıdır o, gururundan yaşar." Bunları dedikten sonra Lillian'a yandan bir bakış attı. "Hele hayatında geride bıraktığı güzel bir mücevher varsa işte o zaman karşısında kimse olamaz."


Lillian bu sözlerle birlikte kızardı ama neyseki akşam vakitleriydi ve bu görülmedi. Kendisine edilen iltifat bir yana Thranduil'in kendisi için yapabileceklerini düşünmek nefesini kesmişti. Kanında savaşçı eldarın izleri varken kendisi için savaşmayan bir erkekle olamazdı ve prensin birçok kez hem kendisini hem de evini korumak için savaştığını görmüştü.


Prenses bunları düşünürken Elrond kılıcını çekti. Yeşil Orman'ın sık ağaçları kendini belli etmeye başlamıştı. Üstlerine gelen ork sürüsünü görünce Lillian vakit kaybetmeden hançerini aldı ve dikkat kesildi ancak bir sorun vardı. Hayatlarını kurtarmak ister gibi korkmuş bir şekilde ciyaklayarak kaçıyordu orklar. Sanki Eru'nun ışığıyla parlayan o ikisini es geçiyorlardı.


"Bir şey onları çok korkutmuş olmalı. Kokusunu alabiliyorum. Şansımız varsa Kral Oropher sert bir şekilde müdahale etmiştir."


Elrond'un sözleriyle prenses Lorien'e zarar vermesin diye kaçan okları teker teker sessiz bir şekilde avlarken akrabasını korumak istedi. Yaz dönümü gecesi kovulmasına rağmen onu anlayabiliyordu ve empati kurduğunda metanetine hayran kalıyordu.


"Akrabam Oropher tatlı sözlere aldanan ve oldukça iyi niyetli biri olabilir ama evi söz konusu olduğunda her şeyi yapacaktır. Leydi Freda gittiğinde kederden solabilirdi o da Valinor'a yelken açıp oğlunu geride bırakabilirdi ama yapmadı. Bunu sağlayabilecek şey sevgidir ve Kral Oropher'de bu duygu var oğluna karşı."


Elrond şimdi ona şaşkın gözlerle bakıyordu. Bunları söylerken bir yandan savaşıyordu ama nefesi sekteye bile uğramamıştı. Oldukça güçlü görüyor olmalıydı onu.


"Ablamla ne kadar benzesek bile her kulağın sivriliği aynı olmaz Lordum. O daha çok büyüyle salar gazabını ben ise silahlarımla üstesinden gelirim düşmanın. Ayrıca unutmayın ki ben aynı zamanda Lord Celeborn'un da kızıyım."


Bir anda nasıl bu kadar bilge sözler ettiğine şaşırmadan edemedi Lillian. Buna büyümek deniyordu. Sonunda tüm orkları hakladıktan sonra önlerinde kandan bir yol oluşmuştu. Atlarını şaha kaldırıp karşı kıyıya geçtiler ve sık olmayan ağaçların arasında girdiler.


"Eldardan her bir üye esasen uzaktan da olsa akrabadır ve bende sizinle akrabayım prenses. Babamın dedesi Kral Fingolfin'in oğluydu. Yani Kral Fingolfin'in kardeşi ise annenizin babası yani dedenizdi."


Lillian başıyla onayladı onu. Elrond renk konusunda Noldor'a çekerken kendisi Vanyar'a çekmişti. "Bunu bildiğinizi bilmeme rağmen olası bir durumda beni böyle korur muydunuz emin değilim."


Lillian kaşlarını kaldırdı. O iyi olan herkesi korurdu. İster akrabası olsun ister olmasın. Yine de kendini savunma ihtiyacı duydu.


"Ben içinde Eru'nun ışığını taşıyan herkesi savunurum. Benim Orta Dünya'da yürüdüğüm bu yıllarda daha önce adımlarımız karşılaşsaydı benim soylu ya da halk dinlemeden herkese yardım ettiğimi görürdünüz."


Lillian derin bir nefes aldı ve dağların tepesine doğru baktı kesif bir duman kokusu kara rengiyle kendini belli ediyordu. Bir anda kalbi sıkıştı eli yüreğine gittiğinde acıyla dişlerini sıktı.


"İyi misiniz leydim?" Lillian kalbinin acısına dayanarak atını yolların tozlarını savura savura sürdü.


Lord Elrond onu takip ederken saraya gelmişti bile. Etrafta Kral Oropher'i göremiyordu. Muhtemelen o kötülük buralardaydı ve kral da kabilesini birleştirmek için sınıra gitmişti. Böyle koştura koştura sınıra gittiğine göre Kharra denilen o melun ellon sınırları tehdit ediyordu.


"Lütfen iyi ol ak prens." Diye mırıldandığında bir terslik olduğunu anlamıştı. Atından atladı ve fırtına gibi koşarak prensin odasına gitti. Normalde Thranduil onu ormanın girişinde karşılardı. "Beni takip et."


Noldor'un gelecekteki kralı onu takip ederken merdivenler bitmek bilmedi. Herkes dışarıdaydı ork baskınından dolayı. Saray savunmasız kalmıştı. Elvina'da etrafta gözükmüyordu.


Altın yaprak oymalı kapıyı açtığında şafak sökmeye başlıyordu. İçeride neyle karşılaşacağını az çok biliyordu.


"Eru lütfen onu koru." Deyip gücünü harekete geçirdi. Saçları kör edici bir ışıkla parlarken gözleri kahvesini kaybetmiş yerini sarıya bırakmıştı. Girer girmez karanlığın kalbine elini doğrulttu.


Kharra'nın gözleri kısıldı ve elini prensin göğsünden çekti. Karanlığını açık bir şekilde kendine dolayıp kapkara bir yarasa olarak camdan çıktı.


"Lordum siz ona bakın. Ben Sauron'un peşine düşeceğim."


Eğer Thranduil iyiyse Sauron'u kaçırması çok kötü olacaktı. Tek başına yapamazdı belki ama biraz yardımla daha bu işi başlamadan bitirebilirdi. Asırlarca yaşamış bir elleth için yüreği büyük umutlarla doluydu ama bazen kader ağlarını istenen şekilde örmezdi.


Lillian bunları dedikten sonra alçak camdan dışarı attı kendini ve güneş ışıkları onu havada tutarken yarasaya hançerlerini fırlattı. Biri ıskaydı diğeri ise karanlıkla ona geri dönmüştü. Başını yana eğerek hamleden kurtuldu. Oklarını bir yağmur gibi yarasaya atmaya başladı. Yarasa usta bir şekilde kurtuldu ve olağanüstü bir hızda ufukta kayboldu.


"Varda'ya yeminim olsun ki senden intikamımı alacağım soysuz köpek! Buna benim ömrüm yetmese bile kanım senin peşine düşecek."


Vücudu titreyerek Thranduil'in yanına gitti. Elrond ellerini prensin üzerinde gezdiriyor düşünceli bakışlarıyla onu inceliyordu. Lillian gözlerinde herhangi bir ışık aradı ama yoktu.


"Bunu söylemek istemiyorum ama geç kalmış olabiliriz. Kuvvetli zehrini ruhuna salmış prensin. Onun bunu yenebilmesi bir mucize olurdu."


Lillian vücudu titreyerek yatağa çöktü. Olamazdı şimdi gidemezdi. Onu yalnız bırakamazdı. Söz vermişti. Daha ona olan hislerini bile itiraf etmemişti. Annesinin sürahisi ile gördüğü o görü bu muydu? Mavi gözlerin kana bulanması ve o beşiğin hiç dolmaması mıydı? Hüzünlü bir iç çekti.


"Bunun böyle olmaması gerekiyordu lordum. Elinizden geleni yaptığınıza emin misiniz?"


Thranduil'in elini tutarken aslında bunu sormanın saçma olduğunu biliyordu. Orta Dünya'daki şifa yeteneği en gelişmiş elf oydu sonuçta.


Açık kahverengi gözleri yaşlarla ıslanırken kalbi göğsünden çıkmak istercesine yırtınıyordu. Hadi kendini düşünmüyordu sınıra giden Oropher'e ne söyleyecekti. Tek bir krallığız ama varisiniz öldü mü? Elleri titrerken bildiği tüm büyüleri düşünmeye başladı. Çoğu saldırı üzerineydi. En becerikli kişi bile prensi iyileştiremediyse pek bir yolu yoktu.


Prensin solmaya başlamış rengine baktı. Güneş çoktan doğmasına rağmen ruhu karanlık içindeydi. Ellerini sanki birazdan gözlerini açıp onunla sohbet edecekmiş gibi duran yüzünde gezdirdi. Normalde de ferah bir şekilde soğuk olan teni şimdi Helcaraxe buzulları gibiydi. Dayanamayıp kollarını onun gövdesine sardı. Belki bir umut kendi sıcaklığıyla onu iyileştirebilirdi.


"Lordum siz dışardaki elfleri kontrol altına alın. Bense biraz ne yapacağımızı düşüneceğim."


Elrond elini omzuna destek vermek ister gibi koydu. Lillian yaşlı gözlerini ona çevirdi. Sarı bir zambak gibi parlayan elleth gitmiş kalbine ördüğü duvarların altında kalmış biri gelmişti.


"İnan bunun için canımı vermem gerekseydi verirdim ama yine de Sauron'u yendiğimizde bunun bir yolunu araştıracağım."


Lillian acıyla dudaklarını sıktı ve yaşların çenesinde süzülmesine izin verdi. Elrond'a minnettardı ve söylediği şeyler tatlı bir hayalden ibaret gibiydi.


"Teşekkür ederim lordum. En azından birilerinin onun için çabalayacağını bilmek güzel bir şey. Bense ne yapmam gerektiğini bilmiyorum."


Elrond ona üzgün bir bakış attı ve dışardaki elfleri sakinleştirmeye gitti. Kapı tam yeni kapanmıştı ki şimşek hızıyla açıldı. Lillian kimin geldiğini biliyordu yine de irkilmekten kendini alamadı. Oropher altın rengi zırhı kana bulanmış bir şekilde dikiliyordu. Lacivert gözleri şokla açılmış ve kılıcı yere tok bir sesle düşmüştü.


"Felungas'a ne oldu Lillian? Ayrıca Kharra nereye gitti?"


Prensesin ruhu alev alev yanmaya başladı o uğursuz ismi duyduğunda. Karşısındaki ellonun bir kral ve sevdiği adamın babası olduğunu umursamadan bağırmak istedi. Belki de Oropher Kharra'yı Thranduil'in yanına sokmasaydı o şu an Mandos'un salonlarında olmayacaktı.


"Onun ruhu-"


Deyip gerisini getiremedi. Hâlâ onun ölmüş olmasını kabul edemiyordu. Tanışalı daha bir yıl bile olmamıştı ama Thranduil Lillian için her şey olmuştu. Boğazındaki yumru zihni her bir anısını hatırladıkça onu daha da boğuyordu. Sonunda onun zihnini ayakta tutan bağlar kopuverdi ve Lillian yere yığıldı.


Oropher bir süre boyunca karşısındaki manzaraya baktı. İçten içe ne yapması gerektiğini biliyordu.


"Blabrin Kharra'nın izini sür ve onun kellesini getirmeden gözüme gözükme."


Kara saçlı ellon hançeriyle selamını verdi ve koşar adımlarla Kharra'yı öldürmek için yola çıktı.


Kral Oropher derin bir nefes aldı ve yerde yatan Lillian'ı oğlunun yanına yatırdı. Thranduil'in sağ elini Lillian'ın kalbine, Lillian'ın sağ elini ise oğlunun kalbine koydu.


Tahminlerinde yanılmıyorsa bu yöntem işe yaramalıydı. Kimse fark etmemişti ama Thranduil yaşıyordu sadece ruhunun çoğu karanlığa gömülmüştü ama küçücükte olsa bir umudu vardı. Yine de bu gözyaşlarının akmasına ve sinirlenmesine engel olmamıştı.


Yakut ve zümrütlerle süslü hançerini göğsündeki kından çıkardı ve nabzının attığı en yakın kısma bir çizik attı. Bu sinek ısırığı gibi bir acı vermişti ancak önemli değildi. Eldarın kutsal kanı saf bir şekilde akarken oğlunun ve yeğeni sayılan kızın dudaklarına sürdü. Ardından kendi, oğlunun ve prensesin saçından bir tutam koparıp üçünü birbirine bağladı.


"Aslında Galadriel ya da Celeborn'un saçları da işe yarardı ama elinizde sadece ben varım."


Deyip tebessüm etti ve sindarin dilinde bir duayı mırıldandı.


"Mandos'un salonları karanlıktır içi.


Varda'nın saçları ise aydınlatır geceyi


Üç soyun kanı bulsun kalbini


Hayata döndürsün ak prensi."


Saçlar olağanüstü bir ışıkla parlarken Oropher mutlulukla kahkaha atmaya başlamıştı. Sonunda oğlunu kurtarabilmişti ve bu onun için paha biçilemezdi. Yaptığı hata az kalsın Freda'nın emanetinin ölümüne neden oluyordu ve bunun olmasının düşüncesi bile korkunçtu.


"Birazdan uyanırsınız en iyisi siz eşleri yalnız bırakayım."


Yerden kılıcını aldı ve Yeşil Orman diyarında yeni gelenlere yer açmak için ağaç oyucularına yardım etmeye gitti.


Lillian başının altında oldukça güçlü kalp atışları hissettiğinde zihni berraklaştı ve gözlerini açtı. En son çok kötü bir rüya, hayır hayır bir kabus görmüştü ve prens ellerinin arasında son nefesini vermişti.


"İki dakika şu meşhur salonları bir gezeyim dedim bir bakmışım küçük hanım benden faydalanıyor."


Thranduil'in tok sesini çok yakınında duyduğunda hızlı bir şekilde ayağa kalktı. Prensin canlı mavi gözleri onu muzip bir şekilde süzüyordu. Saçını kulağının arkasına attı ve gözlerini gizledi.


"Alakası yok Duil. Hem sen ölmüştün nasıl döndün bilmiyorum ama bu yine de işi şakaya vurmanı gerektirmiyor."


Prens kaşlarını kaldırarak onu süzüyordu ama bakışları daha çok dudaklarında gibiydi. Oturduğu yerden hızlı bir hamleyle bileğinden çekti ve prensesin kucağına oturmasını sağladı.


"Ağlamışsın Lillian. Gözlerin acıyla yoğrulmuş ve ruhun kederden solmaya başlamış. Ayrıca utanma beni sevdiğini her zaman biliyordum zaten. Söyleyebilirsin bak şey diyeceksin Amin mela lle."


Lillian yüzü kızarmış bir biçimde ona bakarken odaklanmakta zorlanıyordu ama Thranduil'in bu vurdum duymaz tavırlarının sadece bir kalkan olduğunun farkındaydı.


"Onun ne demek olduğunu biliyorum Thranduil ama ben sadece seni arkadaşım olarak seviyorum biliyorsun."


Thranduil sol elini Lillian'ın çehresinde sanki kırmaktan korktuğu bir mücevhermiş gibi gezdirmeye başladığında sesli bir şekilde yutkundu. Zambak gibi kokan sarı saçları ise her seferinde sarhoş etmeye yetiyordu prensi.


"Güzel dudaklarından çıkan sözler yalan söylüyor olabilir ama benim varlığımın seni nasıl titrettiğini bilmem için görmeme bile gerek yok. Sen de hissetmiyor musun?"


Aslında eşlik bağını hissediyordu Lillian. Bu umut ışığını görmek gibiydi ya da en umulmadık anda en sevilen şeyin karşına çıkması ama bir yandan huzurlu bir monotonlukla beraber ruhu tamamlanmış gibiydi. Yine de bunu yakın bir zamanda söylemeyi düşünmüyordu.


"Neyi hissetmiyor muyum?"


Thranduil çık çıkladı ve yüzünü Lillian'a biraz daha yaklaştırdı. Lillian geri çekilmeye çalıştı ama prensin belindeki eli buna izin vermedi. Güneş ile ayın dansı gibiydi görüntüleri. Ay, güneşin sıcaklığıyla eriyordu ve güneş ise ayın serinliğinin altında dinleniyordu.


"Eş bağını tabiki. Sana anlatamam bu hissi. Öyle bir his ki sanki senden önceki ben çok karanlıkta kalmışım ama senin gözlerine baktıktan sonra her şey anlam kazanmış ve ruhuma güneş doğmuş gibi. Bana bunu hissetmediğini söyleme Lillian. Beni kurtaran sendin."


Lillian, Thranduil Mandos'un salonlarındayken ne yaşadığını bilmiyordu ama tahmin edebiliyordu. Yine de vücudunu ondan kurtardı ve hızlı adımlarla kapıya gitti.


"Sen galiba rüya görmüşsün Thranduil. Eş bağı falan hissetmedim ben. Sen yanlış görmüş olmalısın. Ayrıca babanı çağırmaya gidiyorum."


"Evet bir maia (melek) uğradı yanıma ve o sendin."


Kapı kapanırken Thranduil gülümsemeden edemedi.


"Utanıyorum demiyorsun da benden kaçıyorsun. Demek öyle Lillian. Ancak bilmiyorsun ki ben iyi bir avcıyım ve sen göz alıcı bir ceylansın benim için."


Lillian derin bir nefes aldı ve elini kalbine koyarak sakinleşmeye çalıştı. Gerçekten çok yakındı. Az kalsın onun büyüsüne kapılıyordu. Bunun için henüz hazır değildi.


Seri bir şekilde sarayın merdivenlerini indikten sonra dışarı çıktı. Güneş yine açmıştı ve Lillian huzurla dolduğunu hissetti. Elvina ve Sinaila yanına geldiğinde iki ellethin kollarına girdi.


"Hanımım nasıl oldunuz? Sizi görmeyeli uzun zaman oldu."


Lillian ona buruk bir şekilde tebessüm etti. Hayatı artık değişiyor, iyi ve kötü şeyler başına geliyordu.


"Bana artık hanımım demene gerek Sinaila. Biliyorsun Yeşil Orman diyarına bağlandınız artık. İki farklı yer olmadığı için iki farklı yönetici de olamaz."


Sinaila omuz silkti. Bazı alışkanlıklardan vazgeçilemiyordu.


"Bu durumun bende farkındayım. Kral Oropher merhametli ve cömert biri ama yine de ben doğduğumdan beri sizi hanımım bildim. Bu yüzden alışmak kolay olmayacak benim için."


Lillian anlayışlı bir şekilde başını salladı ve dostunun kolunu okşadı. Onun yanında olduğunu hissettirmek istiyordu.


"Kolay olmayacak ama sen üstesinden gelirsin mellon nin. Sana inanıyorum. Hem uzakta olmayacağım her zaman yanındayım."


Üç elleth duraksadığında Elvina neşeyle el çırptı. Lillian tek kaşını kaldırarak ona baktı çünkü neden bir anda bu kadar sevindiğine anlam verememişti.


Dostlarının bakışlarını fark ettiğinde Elvina duraksadı ve öksürerek eski mülayim haline döndü. Bir an duygularını içinde tutamamıştı.


"Şey yani Lillian sen dedin ya uzakta olmayacağım diye. Burada mı kalacaksın yani eve dönmeyecek misin?"


Lillian kahverengi gözlerini beyaz dişbudak ağaçlarında gezdirdi. Thranduil'in peşinden izinsiz bir şekilde gelirken iyi hoştu ama bundan sonra ne yapacağını kestiremiyordu. Yazgısı şekillenmeye başlıyor kalbi onu ait olduğu yere çağırıyordu.


"Hiç düşünmedim ama muhtemelen Thranduil iyileşene kadar burada kalırım. Ablam, ailemi uzun süre idare edemez ne de olsa."


Elvina mavi gözlerini belertti. Duyduğu haber onu şaşırtmıştı. En son ork baskınına uğramışlardı ve o çocukları yerin altındaki sığınaklara yönlendirmekle meşgul olduğu için prensi veya kralı görmemişti.


"Prensimiz hasta mı ki iyileşsin? Belli ben yokken birçok olay yaşanmış. Anlatmak ister misin canım?"


Az önce yaşanan olayların yarası hâlâ tazeydi genç kalbinde. Bu yüzden söze başlamak için iç çekti Lillian. Gözlerine sonbahar yapraklarının hüznü yansıdı.


"Ailemle vakit geçirirken Kharra geldi ve ortalığı karıştırarak gitti. Onun peşinden gitmedim ama sonra Elvina'nın mektupları gelmemeye başlayınca ve Thranduil'den ses soluk çıkmayınca geldim."


Elvina kaşlarını çattı ve arkadaşına dik dik baktı.


"Ama ben hepsini gönderdiğimden eminim. Bir şekilde engellenmiş olmalılar."


Lillian başını evet anlamında salladı. Bir şekilde yeşil orman eskisi gibi değildi. İkinci çağın güvenli yuvası olan bu orman sanki solmaya başlamıştı.


"Tahminin doğru Elvina. Sonra Lord Elrond'la beraber prensin odasına girdik. Oradaki karanlık enerji çok bariz belli oluyordu. Aniden gücümü kullandım ve o yaratık prensi zehirleyip öldürmeye çalışırken gafil avladım."


Derin bir nefes aldı o ellonun kör kuyuları andıran gözlerini üzerinde hissettiğinde ruhu nasıl da tufana tutulmuştu.


"Zarar veremeden gitti, peşine düştüm çünkü Thranduil'in öldüğünü bilmiyordum henüz. Kharra bir şekilde oklarımdan kaçtı. Bundan sonra hamle yapacaksa beni de işin içine katarak zayıflıklarımı kullanır."


Elvina'nın zaten açık olan teni daha da solmuştu. Uzanıp Lillian'ın elini tuttu. Mavi gözlerinde samimi bir ifade vardı.


"Bizde kullanmasına izin vermeyiz Lillian. Bu savaşta tek başına değilsin. Ailen var, Sinaila, ben hatta prensimiz var. O karanlığın planlarımız bozmasına izin vermeyeceğim bir daha."


Lillian tek kaşını kaldırdı ve yan yatırılmış bir kütüğe oturdular. Etrafta birçok orman elfi ve sindar elfi vardı. Ormandan yayılan mutluluğun aksine üç ellethin konuştuğu konular son derece kasvetliydi.


"Sen tabi önceden bilmiyordun ama prensimiz çok içine kapanıktı. Halkla buluşmaz ve kendini saraya tıkayıp bilgilenmeyi tercih ederdi. Bazen alıp başını giderdi ve günlerce dönmediği olurdu. Dedesi Thingol gibi adil olmak adına bazen acımasız davranırdı. Eryn Galen'e sızan birkaç cüceyi kendi elleriyle öldürdüğü söyleniyor."


Lillian dudaklarını büzdü. Tabi sınırları tehdit ediyorsa öldürmesinde bir şey yoktu ama eğer niyetini anlamadan sırf dedesini cüceler öldürdü diye elini kana buluyorsa onda aşılmaz bir kin var demekti.


Ayrıca onun ortadan kaybolmalarını anlayabiliyordu. Ailesi onunla ilgilenmediğinde kendisi de sadece hançerleriyle beraber altın ormanda geziniyordu. Nasıl olsa kendini arayan yoktu. Annesiyle babası hırslı ve çalışkan elflerdendi. Ablası da Lorien'in veliaht prensesiydi. Bu yüzden her ne kadar sevilse de gözlerinin içine bakılmasını isterdi. Onların dikkatini çekmek için küçükken çok yaramazlık yapardı.


"Peki tüm bunların senin planlarınla olan alakası ne?"


Elvina saçlarını savurdu ve ona ciddi misin bakışları attı. Prenses ise ne var dercesine başını salladı.


"Planlarımla alakası şu ki canım prensimiz seni saraya getirdikten sonra çok değişti. Hepimizle daha ilgilenir oldu. Güneşini bulmuş ay gibi etrafa ışık saçmaya başladı. Artık daha çok dışarda vakit geçiriyor bilgilerini bizlerle paylaşıyor. Kral Oropher'e benzeyen tarafı seninle ortaya çıktı. Senin varlığın bile onu hayata döndürmeye yetti."


Elvina çok konuştuğunu farkedip eliyle ağzını kapattı. Lillian ise donakalmıştı. Elvina'nın anlattığı kadarıyla Thranduili normalde de o kadar büyüleyici biri sanıyordu. Hatta biraz küstah ve gıcıktı. Ancak kesinlikle aşık değildi. Ona da diğerlerine davranır gibi davranıyordu. Sadece kendine bakarken gözleri bir mücevher gibi parlıyordu. Bugünki eş bağı konusunda da dalga geçtiğini düşünüp geçiştirmişti ama cidden olabilir miydi? Thranduil ona aşık mıydı?


"Tamam ben onu seviyorum bu gayet açık ama onunla olamam. Kaderimiz aydınlık değil. Onun benim yüzümden zarar görmesine izin veremem."


Sinaila oklarını ucunu sivriltirken Lillian'a baktı.


"Kaderiniz aydınlık olmasa bile annenden bilmen gerekir. Kader çok ince bir şeydir her farklı adım onu yeniden şekillendirir. Şimdi sen o üzülecek diye duygularını itiraf etmezsen zaten üzülmeyecek mi? Her türlü üzülecekseniz seninle üzülsün."


Elvina Sinaila'ya dirsek attı. Sinaila kaşlarını çatarak ne var dercesine omuz silkti.


"O öyle demek istemedi Lillian. Senin kararına saygı duyarım. Hem aranızda eş bağı varsa kader bile bunun önüne geçemez. O yüzden negatif düşünme belki de sen karanlığı yanlış yorumlamışsındır. Her karanlık kötü değildir mellon nin. Mesela yıldızlara yuva olan serin yaz geceleri ya da sevdiğin siyah saçlı biriyse."


Lillian sonunda tebessüm etti ve arkadaşlarına sarıldı. Onları çok seviyordu ve bunu dile getirmekten çekinmiyordu.


"Amin mela lle Sinaila a Elvina. Siz olmadan ne yapardım bilmiyorum. İyi ki benim dostlarımsınız."


"Tauriel"


Elvina küçük Boronenna'ya bakınca istemsizce bu ismi söylemişti.


"Bu çok güzel bir elleth ismi. Ormanın kızı demek ve aynı zamanda orman gülü. Ancak neden böyle bir şey söyledin ki?"


Elvina dudak büzdü bilmiyorum dercesine.


"Bir anda çıkıverdi işte nedenini bilmiyorum."


Üç elleth bahçede sohbet ederken prens onları izliyordu yattığı yerden. Şimdilik ayağa kalkamıyordu ama bir kalkabilse o Kharra denen ama aslında Sauron olduğunu çözdüğü kara fatmayı zarif ayaklarıyla ezecekti.


Bunları düşünüp homurdanırken Lillian'ın bülbül gibi sesiyle seni seviyorum dediğini duydu. Pencerenin dibinden kendini yatağa attığında homurdanmadan edemiyordu.


"Sırf bana bakarak şunu söyleyeceğini bilsem seninle dost olurdum be kadın."


Bir süre bunu düşündü ve hiç hoşlanmadığına karar verdi. Lillian ile sadece dost olduğu bir hayat düşünemiyordu bile.


Loading...
0%