Yeni Üyelik
2.
Bölüm

⚜️Freda'nın Öğüdü⚜️

@silayetimoglu

Elanor, Sindarin dilinde güneş demekti ve bu isim dişi elfe oldukça uyuyordu. Kızın güneş gibi saçları yastığa dağılmışken Thranduil başka şeyler düşünmek için zihnini oyalıyordu ama yolları hep Elanor'a çıkıyordu. Sonunda beklemekten sıkıldı ve gözlerini dinlendirmek için başını kızın elinin hemen aşağısına yatağın üzerine koydu. Biliyordu elflerin uyuması gerekmezdi ama onların da arada bir zihinlerini boşaltmaya ihtiyaçları olurdu. Kısa süreli rüyasında annesini gördü. Beyaz saçları gecenin karanlığında ışık saçıyor ve herkes onu Varda'nın kutsadığına inanıyordu.


"Bazı şeyler kaybederek kazanılır bunu unutma Thranduil. Hayatta her zaman kazanamazsın, bazen kaybetmen gerekir ki amacını anlayabilesin."


Freda, sonunda oğluna döndü. Thranduil koşarak annesine sarıldı. Gözleri ırmaklar gibi çağlıyordu. Annesini kısa zaman önce kaybetmişti. Freda bilinmeyen bir nedenle Valinor'a yelken açmıştı. Ona anlatmasa da gitme nedenini Oropher'e söylemişti.


"Oğlumuz hayatta çok önemli bir rol oynayacak. Ancak bunu başarabilmesi için benim Valinor'a gitmem gerekiyor. Ona iyi bak."


Son sözleri bunlar olmuştu ve atına atlayıp nedimeleriyle Orman Diyarı'ndan ayrılmıştı. Oropher, Thranduil'in annesinin gitmesine engel olacağını bildiği için onu Rivendell'e anlaşma yapmaya yollamıştı temsilci olarak. Eve döndüğündeyse büyük bir fırtına kopmuştu ve Thranduil babasına karşı çıkamayacağı için içine atmıştı. Annesi onu kendinden bile çok seviyordu ve boş yere onu bırakmayacağını biliyordu ama içindeki küçük elf tir tir titriyordu. Annesine her zaman ihtiyacı olacaktı o gece göğündeki demir kazık yıldızı gibiydi. Ona yol gösterir hatalarını görmesini sağlar ve şefkatiyle sarıp sarmalardı.


"Nana bu sözlerini anlamıyorum. Bir şeyi kaybetmişsen kaybetmişsindir. Bunun neresi iyi olabilir ki?"


Freda, oğlunun saçlarını okşayıp gözyaşlarını sildi. Alnına bir öpücük kondururken etrafında bir hale belirmeye başlıyor ve o silikleşmeye başlıyordu.


"Eninde sonunda öğreneceksin oğlum şu an hamsın ama daha sonra pişeceksin. Ve şunu unutma senin yanında olamasam da bir gün mutlaka görüşeceğiz. O zamana kadar seni izliyor olacağım. Babanı ve seni çok seviyorum bunu unutma olur mu?"


Thranduil başını salladı ve ellerini tuttu sanki ona tutunursa gerçekten yanında olacakmış gibiydi.


"Bu sözlerini unutmayacağım Nana, emin olabilirsin."


"Zambakların kraliçesine iyi bak zira geleceğinde o da kilit bir rol oynuyor."


Thranduil bende seni seviyorum diyemeden rüyasında başka anılara yelken açtı.


Dişi elf karanlıkta sürükleniyordu. Durmadan düşüyor tutunacak bir dalı olmadan aşağı düşüyordu. Bir anda elleri bir konsolu kavradığında şaşkın bir şekilde nefes nefese etrafına bakındı. Burası neresiydiki zihnini zorlayınca bir sarayda olduğunu anladı. Her yer bitkilerle doluydu sanki ormanı rahatsız etmeden canlılar burada medeniyetini özenle kurmuştu. Oldukça ferah olan yerde ona oldukça tanıdık gelen bir yabancı gördü.


Beyaza çalan açık sarı saçları ve heybetli vücuduyla etrafına adeta ben buranın kralıyım enerjisi yayıyordu. O yabancı sonunda balkonda kendisine döndüğünde tebessüm ettiğini fark etti. Eşsiz mavilikteki gözlerinin içinde yıldızlar dans ediyormuşcasına parlıyor onu kendine çekiyordu. Yıldızların ışığından oldukça nasibini almış olan dişleri o kadar parlaktı ki kendi sarı saçlı yansımasını belli belirsiz görebiliyordu. Uzattığı eli bembeyaz ve Anduin nehri kadar duruydu istemsiz bir şekilde onun elini tuttu. Soğuk ellerinin arasına kendi sıcak ellerini kondurduğunda mavi gözlü yabancı parlamaya devam ediyordu. Kendi ışığı onun ormanına karışıyor ve deniz kokusu burnuna dolmaya devam ediyordu.


"Heyecanlı mısın hayatım?"


Yabancının tok sesini duyduğunda içinde bir şeylerin eridiğini hissetti eğer heyecandan kastettiği bu ise oldukça heyecanlı olduğu söylenebilirdi.


"Heyecanlıyım da neden sordun?"


Yabancı başını yana yatırdı ve başını iki yana salladı.


"Evleneceğimiz günü unutmana çok içerledim. Zira hangi elf kızı benimle evlenseydi bu tarihi aklına kazırdı."


Yabancının küstah sözleri karşısında yanakları kızardı ama sözleri sivri kulaklarında yankılanmaya devam etti. Evlenmek mi hele de ormanda gördüğü bir yabancıyla? Daha onu tanımıyordu bile bir süre düşündü. Bu bir görü olabilirdi elbette yaşamadan bilemezdi.


Başını sallarken derin bir nefes aldı ve etrafına baktı dar görüş açısıyla. Pasparlak bir şelale sakince akıyor kulaklara huzur bahşediyordu. Oldukça rahat bir şekilde çiçek yaprağından yapılma bir yatakta ağaçların güvenli gövdeleri arasında yatıyordu. Bir elf lordu ise üzerindeki yeşil kıyafetleriyle ipek gibi saçlarını örtüye sermiş bir şekilde yatıyordu. Bu saçlar ona fazlasıyla tanıdık geliyordu. Elf kulakları kendini belli etse de neden uyuduğunu anlamamıştı kendisi uyumayı sevmezdi zira o zaman ölümsüz yaşamının tadını çıkaramayacağını düşünürdü.


Yavaş bir şekilde dik durmaya çalıştı ve anında bunu yaptığına pişman oldu. Acıyla beraber anılarını hatırlar gibi oldu en son üstüne koca bir goblin bacağı düşmüştü ve sanırım bu yüzden kaburgaları kırılmıştı. O hâlâ kendine gelememişken Thranduil hızlı bir şekilde uyandı ve Elanor'un açık kahverengi gözlerini gördü. Öksürüp utanmış bir şekilde ayağa kalktı. Bu pozisyon oldukça yanlış anlaşılabilirdi. Tam elf kızından özür dileyecekti ki tıklatılan kapıya karşı içinden Eru'ya şükretti.


"Gir."


İçeri bir elf muhafızı girdiğinde kılıcının ucunu kalbine götürdü. Oldukça alışılmadık bir selamlama biçimiydi ama bu size kendimi kendim feda edecek kadar sadığım demekti ve Silvan elflerine özgüydü. Bunu kız anında fark etti ve başını çevirdi. Nerede olduğunu bilmiyordu ve soydaşları burada onun zorla tutulduğunu zannedip savaş açabilirlerdi.


"Babanız Kral Oropher sizi huzuruna çağırıyor prensim."


Thranduil derin bir nefes alıp muhafızın peşinden giderken göz ucuyla kıza baktı.


"Misafirimizin rahatından emin olun ve onu koruyun. Belli ki önemli biri, asil olabilir."


Muhafız başıyla onayladı ve nöbet yerine giderken elf kızı içinden demek ki burası Sindar kralın sarayı ve az önceki yabancı da onun oğlu. Umarım gerçek kimliğimi öğrenmezler diye düşündü. Kral Oropher'in Noldor soylularına kin beslediğini biliyordu ve o canını seviyordu eğer prensle arkadaş olurlarsa onu babasına söylemeyeceğini umuyordu. Bir an sonra bu plan çok saçma geldi çünkü kim yeni tanıştığı ve ne olduğu belirsiz biri için babasına yalan söylerdi ki. Sıkıntılı bir şekilde suyunu içmeye başladı. Planını ilmek ilmek işleyecekti ve buradan bir an önce kurtulmaya bakacaktı. Böylece güvende olurdu.


Thranduil beyaz mermer döşeli sarayda zarif adımlarla ilerlerken atalarının yapraklar içindeki azametli heykellerini saygıyla selamladı. Aslında bunlar bir çeşit mezardı. Noldor elfleri lanetlendiği için onlar en kötü şekillerde ölümü tadardı ama teleri soylu sindar ve silvan elfleri tamamen taşlaşırdı ve onları temsil eden çiçek ve yaprakların arasında Mandos'un salonlarına doğru yola çıkarlardı. Bir gün burada annesinin heykeli belirecek diye ödü kopuyordu genç prensin o zaman annesini çok uzun bir süre göremeyeceğini biliyordu çünkü.


Korkularıyla boğuşurken sonunda taht odasına gelmişti. Uzun taş köprüyü geçti ve babasının huzuruna varıp ona başıyla selam verdi. Kan kızılı sarmaşıklarla kaplanmış çınar ağacından yapılma tahtında oturan babası onun birebir kopyası gibiydi. Tek bir farkı vardı babasının saçları denizlerin dalgaları gibi salınıyordu fakat kendisininkiler annesinde de olduğu gibi dümdüzdü.


Kral Oropher elini oğlunun omzuna koyduğunda iki mavi gözlü elfin gözleri kesişti. Orada sadakat sevgi ve az da olsa endişe okunuyordu. Oğlu kendi gibi sıcakkanlı değildi ve intikam ateşini de taşıdığı söylenemezdi. Ayrıca kimseye güvenmezdi ve soğuk duvarlarını annesi hariç kimse aşamıyordu kendisi bile ve oldukça kibirliydi. Kimden geldiğini ve ne olduğunu biliyordu. O Orman diyarı'nın kurucu kralı Thingol'ün oğlu Oropher kızılçınar'ın ve kraliçe Freda akyıldız'ın oğlu prens Thranduil kuvvetlibahar'dı ve buna göre davranıyordu.


"Haberlere göre dişi bir elf diyarımıza ayak basmış ve sarayımızda ağırlanıyormuş.  Ancak yaralıymış durumu nedir oğlum?"


"Tehlikeli ormana devriyeye çıkmıştım bildiğinizi gibi. O sırada bir kral goblinle misafirimizin savaştığını gördüm. Onu yendi ama kopan bir parça yüzünden bilinci kapandı ve başı yarıldı bu yüzden onu eve getirdim. Şifa şelalelerine bırakarak huzurunuza geldim. Siz beni çağırmadan önce kendine gelmişti."


Kral anlıyorum dercesine başını salladı.


"Onun kim olduğunu ve nereden geldiğini öğrenmeni rica ediyorum senden."


Yarım bir şekilde eğildi Thranduil. Düz saçları omzundan aşağı dökülmüştü.


"Emredersiniz kralım."


Oropher kaşlarını çattı bu resmiyetten nefret ediyordu.


"Emir değil bu bir rica Thranduil."


Thranduil başını salladı ve köprüyü geçmeden önce tebessüm etti.


"Tamam Ada."


Elanor'un kapısına geldiğinde derin bir nefes aldı. Bu işi sabaha bıraksaydı daha iyi olurdu ama rica büyük yerdendi.


"Uyanmışsınız bakıyorum."


Kız onu görür görmez selam vermeye kalktı ama acısından dolayı yapamadı ve şakaklarından bir ter damlası süzüldü.


"Lütfen kendinizi zorlamayın. Çetin bir mücadeleden çıktınız ve çoğu elf sizin kadar şanslı olmaz bu konuda. Neyseki bana denk geldiniz. Burada birkaç hafta kalmanız gerekecek ve bu süre boyunca size gözüm gibi bakacağım."


Yatağın üstüne oturup şerbet getirmelerini emretti. Nihayet tepsi geldiğinde kendi elleriyle ikisine iki kadeh gül şerbeti doldurdu. Birini dişi elfe verdi.


"İster misiniz?"


Kız ona temkinli bir şekilde bakınca Thranduil kahkaha atmamak için kendini zor tuttu. Başkaları olmayabilirdi ancak kendisi son derece güvenilir bir ellondu. Dudakları kenara kıvrıldı ve kadehini elinde salladı.


"Korkma sana zarar vermek istesem emin ol bunu seni zehirleyerek yapmazdım. Çünkü zehirlemek adilerin işidir."


Bir müddet ikisi de aynı gül şerbetini paylaştıkları gibi sessizliği de sırtlandılar.


"Muhtemelen benim kim olduğumu merak ediyorsunuzdur Lordum."


Her ne kadar buradan gitmek istese de saygılı biriydi asillere karşı. Ancak rüyasındaki yabancı yani prens tam karşısında duruyordu. Beyni kaç derken kalbi kal diyordu.


"Goblinle savaşırken ne kadar iyi biri olduğunuzu düşünsem bile kimseye güvenemem değil mi?"


Neler oluyordu ona? Normalde bu kadar çok konuşmazdı ki konuşsa bile kimse onun sözlerinin düşüncelerini yansıttığını mı yoksa kendini mi gizlediğini asla anlayamazdı. Elanor'a karşı bir anda dili çözülmüştü kızın gücü kesinlikle bu olmalıydı. Güzelliği ve çeken gözleriyle karşısındaki kişiyi kontrol edebiliyordu. Bunun doğru olup olmadığını bir ara sormalıydı ona.


"Ben Silvan elflerinin prensesi, ışığın leydisi ve kral Finarfin'in kızı Galadriel'in kızıyım ve ismim Lillian güneşışığı."


Dudaklarını ısırdı ve yalvaran bir ifadeyle onun kendisini babasına söylemeyeceğini umdu. Yoksa Orta Dünya içinde ikinci bir akraba kıyımının ve büyük bir savaşın olması kaçınılmaz olurdu.


İçinden Lillian diye tekrar etti Thranduil. Ağzında ve ruhunda hoş bir tat bırakıyordu onu tanımlayan ismi. Ondan yayılan zambak kokusundan anlamalıydı aslında ismini.


Ancak ona soyunu açıklayıp yalvaran gözlerle bakması onda durduk yere iyilik yapma isteği uyandırmıştı. Normalde bunun gibi saklanması gereken durumlarda karşısındaki kişi ona yanlış yapmadığı sürece kendi çıkarlarına göre sır tutardı ve bazen blöf yaparak karşısındakini kendine muhtaç bırakırdı. Kısacası gücü ve hakimiyeti severdi. Lillian'da da bunu kullanması yararına olurdu ama yaparsa hevesli olmayacaktı o yüzden bu konuyu daha sonra düşünmeye karar verdi.


Lillian, bir müddet karşısındaki mavi gözlerin sahibine baktı. Kendisinin sıradan açık kahverengi gözlerinin yanında prensinkiler oldukça anlamlı ve parlaktı elfte içinde boğulma isteği oluşturuyordu. Düşünceleriyle başını salladı. Böyle düşünemezdi onun yerine evet benim hayatımı kurtardı kabul ve bunun için ona minnettarım ama halkım benim için endişelenmiştir diye düşündü.


O yüzden kalkıp gidemeyeceğini bildiği için üzüldü ve prense sinirlendi. Eğer onun o güzel mavi gözlerini görmeseydi dikkati dağılmazdı ve yaralanıp bu şaşalı saraya tıkılmazdı.


"Size zahmet olmasın ben kendi kendimi iyileşirebilirim prensim."


Thranduil dudaklarını kadehe götürdü. Elleth'teki zambak kokusu gül şerbetini bile baskılıyordu ve bu durumda nefes almamaya çalışırken gittikçe kızardığını fark ediyordu.


"Doriath kralı Thingol'ün oğlu Hami kral Oropher'in oğlu prens Thranduil derler bana ve tanıştığımıza memnun oldum prenses."


Lillian onu sadece başıyla onaylayarak gözlerini yumdu çok yorgundu ve uyuması gerekiyordu. Ancak prens bunu anlamış gibiydi sanki ruhunu okuyordu.


"Elbette yorgun olmalısınız bunu bakışlarınızdan anlayabiliyorum fakat size birkaç sorum olacak. Dayanabilir misiniz?"


Lillian gözlerini ovuşturdu ve derin bir nefes alarak başını salladı.


"Sınırın bu kadar yakınında ne arıyordunuz?"


Lillian başını dikleştirdi içindeki öfkeyle uykusu son derece açılmıştı. Bu ne saçma bir soruydu böyle!


"Sizin yaptığınızı yapıyordum prens Thranduil. Halkımızı koruyor ve onlar için savaşıyordum. Siz Sindar elflerine zarar vermek isteseydim bunu ormana ilk adım attığınızda yapardım ve bunu yapmak sizin bir azınlık olduğunuza bakılırsa oldukça kolay olurdu. Halkımı elimden almanız ayrıca başka bir tartışma konusu."


"Peki neden bizzat kendiniz gittiniz? Askerleriniz yok muydu? Ve birincisi sizin elinizden aldığımı düşündüğünüz halkımız kendi istekleriyle babama boyun eğdi. Bunun için beni suçlamanız anlamsız ve hiçbir zaman bir azınlığı küçümsememelisiniz. Halkınız ne kadar savaşta maharetli olsalar bile bilgi ve kurnazlıktan yoksunlar."


Halkına dolaylı yoldan cahil denmesi sinir etmişti ama prens haklıydı. Annesi onu Orman diyarı'na hükmünü pekiştirmesi için göndermeseydi hiç şüphesiz başıboş elfler birbirlerini öldürürlerdi.


"Tabikide vardı ama iç siyasetimizin sizi ilgilendirdiğini sanmıyorum."


Thranduil aynı annesinin kızı diye söylendi. Babası her ne kadar Noldor soylulardan nefret etse de Leydi Galadriel ile araları şu anlık ılımandı. Ancak Lillian annesinin gençliğindeki gibi zeki,cesur ve öfkeli biriydi.


"Aynı annene benziyorsun Lillian aynı onun gibi sorgulanmayı sevmiyorsun."


Thranduil dudağının ucuyla gülümserken Lillian gözlerini belerterek ona baktı. Annesinin bazen sinirli olduğu doğruydu ama bu kendisininde sinirli olduğu anlamına gelmezdi. Sarı saçlarını örmeye başladı ancak bunu yaparken prensten onu sıkıştırıp sinirlendirdiği için bir nevi intikam aldığını bilemezdi. Thranduil ise domatese dönmüş yüzünü eğdiğinde kızın içinden attığı şeytani kahkahaları duyar gibi oluyordu.


"Anneme benzemekten gurur duyarım. Siz de duyduğuma göre babanızın aksine oldukça küstah,soğuk ve kibirlisiniz. Ayrıca ne oldu da bu kadar samimi olduk?"


Thranduil etkilenmeden edemiyordu. Ne de olsa kendisi bir prensti ve diğer elfler çıkarları için ona yakın davranıp yalakalık yapıyorlardı ve ailesi hariç kimse ona acı gerçekleri ya da hatalarını söylemez, yalanlarını çiçeklerle süslerlerdi. işte bundan nefret ediyordu. Lillian'ın sivri dili ve her şeyi filtresiz söylemesi hoşuna gitmişti ancak kızın utandığını görüp keyiflenmek için düşüncelerini kendine sakladı.


Thranduil bacak bacak üstüne atınca Lillian utanarak şelaleye bakmaya başladı. Sözlerinde biraz ileri gitmişti sanki.


"Eğer dediğin gibi küstah,soğuk ve kibirli biri olsaydım sevgili Lillian, seni ormanda bırakır ve gobline yem olmanı bekleyip evime geri dönerdim."


Uzun konuşmasından sonra kadehini tepsiye bıraktı ve masanın üzerine koydu. Bu sırada Lillian saçlarını örmeyi bitirmiş ve mahcup gözlerle ona bakıyordu. Köşeli çene hatları ona sert bir hava katsada saçları ve hafif kalkık burnu zarifliğini dengeliyordu.


Derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalıştı. Bu kız onun dengelerini bozuyordu burası kesindi.


"Ama yapmadım ve teşekkür edeceğine bana üstten üstten konuşuyorsun. Üstelik ikimizde eşit derecedeyken seninle arkadaş olmak istemem suç olmamalı."


"Bunun için size teşekkür ederim daha önce edecektim de lakin siz bana laf sokmakla meşgul olduğunuz için bunu yapamadım. Ayrıca arkadaşlık teklifinizi bir süre düşünmem gerekiyor."


Yorgun bir tebessüm sundu prense ve prens ayağa kalkıp kapının dışında yere otururken gülümsedi.


"Müsaade sizindir prenses."


Loading...
0%