Yeni Üyelik
5.
Bölüm

⚜️İmtihan⚜️

@silayetimoglu

Anduin nehrine ay ışığı tüm yumuşaklığıyla vururken prens, Lillian'ın kulağına duyulabilecek bir sesle fısıldarmış gibi yaptı ve onu hızlı bir şekilde kucağına aldı.


"Ah leydim çok özür dilerim. Ayağınız burkulmuş gibi görünüyor sizi hemen götüreyim."


Bir anda Thranduil'in rol yaptığını anlayan Lillian az önceki yakın anların etkisiyle bitap düşmüş ve yutkunarak ayak uydurmuştu. Ayrıca prensin deniz kokusu onun aklını mayıştırıyor başını döndürüyordu.


"Prensim size zahmet olmasın birazdan geçer ama tabi emriniz buysa bana da uymak düşer."


Ayağına taş düşünce canı yanmıştı ama o kadar büyütülecek bir şey yoktu yine de prensin onunla ilgilenmesi hoşuna gidiyordu. Bu yüzden ona çok değmemek için kendini kastırdı. Vücudu ona ne kadar değerse sanki Lillian'ın sıcaklığı Thranduil'in soğukluğunu kabul etmesine rağmen daha çok yanıyordu.


Thranduil babasına doğru yürürken başını eğerek selam verdi. Oropher'in cevap bekleyen bakışlarına istediğini verirken Lillian düşmesin diye onu kollarında sağlamlaştırdı.


"Lillian bana gün ışığıyla ilgili güçlerini gösteriyordu nehrin narin akıntısının üzerinde. Aniden gece indi ve nehre düştü, yüzme bilmediği için de onu kurtarmak zorunda kaldım. İşte bu yüzden ıslağız."


Oropher oğluna güveniyordu şu zamana kadar onunla hep gururlanmıştı. Thranduil ona yol gösterecek bir figürü olmamasına rağmen oğulluk ve prenslik görevlerini hakkıyla yerine getiriyordu. Derin bir nefes aldığında her şeyin bu gizemli kızla alakalı olduğunu biliyordu. O saraya yaralı bir halde geldiğinden beri oğlu tehlikeli sularda yüzüyor ve normalde asla yapmayacağı şeyler yapıyordu. Ona hayati önemde olmasına rağmen yalan söylüyor, tek başına gitmesi gereken görevlere kızı da sürüklüyor ve kendini derslerine veremiyordu.


Elindeki içiçe geçmiş dallardan oluşan asayı karşısındaki ikiliye doğrulttu. Soluk ve gümüş bir ışık prens ve prensesi sarmaladığında Lillian bir anda saçlarının ve kıyafetlerinin esen narin rüzgarlarla kuruduğunu hissetmişti.


"Size minnettarım kralım."


"Teşekkür ederim Ada."


Thranduil ve Lillian aynı anda konuştuklarında birbirlerine şaşkın bir şekilde baktılar. Hiç süphesiz Oropher aralarında oluşan çekimi hissetmişti. Ayrıca Orta Dünya'daki en sessiz adımlayan elflerden biri olduğu için ikisinin yakın anlarını görmüştü.


"Anlıyorum lakin şenlik ateşini başlatmam için oğluma ve onur konuğu olarak ise sana ihtiyacım var. O yüzden hadi meydana gidelim."


"Emredersiniz kralım."


Oropher gittikten sonra Thranduil derin bir nefes aldı ve bir süre birbirlerinden uzak durdular çekimserce. Sanki ikisi de o yakın anları düşünüyor ve anlamsızca birbirlerine yakın durmamaya çalışıyorlardı. Lillian sarı düz saçlarını toplarken Thranduil ıslık arpını torbaya geri koyuyordu.


Kayın ve çam ağaçları yerlerini dev gibi çınar ağaçlarına bırakırken tüm halk büyük bahçede toplanmıştı. Thingol'ün ölmesiyle dağılan Sindar halkı ve bir lidere ihtiyaç duyan Silvan elfleri ortaya rengarenk bir cümbüş oluşturuyordu. Ateş böcekleri ve meşalelerin yanında yıldızlar ışıklarını cömert bir şekilde sunuyorlardı Yeşil Orman Diyarına.


Kraliyet masasına ilerlerken Lillian nedense Oropher'in onun kim olduğunu bulduğunu hissediyordu. Lacivert gözleri üzerinde bir tanıdıklıkla gezinmiş ve ona derin düşüncelere dalmış gibi hissettirmişti. Yan gözle prense baktığında onun dümdüz bir şekilde ileri bakıp ciddileştiğini görmüştü. Mermer gibi yüzünde duygularını ele veren herhangi bir ifade bulunmuyordu ama onun düşüncelerinde boğulduğunu az çok biliyordu.


Nihayet kraliyet masasına vardıklarında herkes ayağa kalkmış ve kralın yapacağı konuşmayı bekliyordu.


"Sizin de benden önce bir lideriniz vardı. Ben doğrudan kral olmasam bile benden önce de bizi yönetenler olmuştu. Cücelerin hain pususuna kurban giden babam Thingol şüphesiz kibrine gömülmese ve onun soyundan gelenleri yakan Noldor elfleri gibi üç yıldızdan birinin güzelliğine kapılmasa hiç şüphesiz ne ben burada olurdum ne de siz toplanmış olurdunuz."


Noldor elflerinden bahsederken babası sanki Lillian'a bakıyormuş gibi gelmişti prense. Hızlı bir şekilde ihtimalleri düşünse bile babasının sağı solu belli olmazdı ama yine de bakışlarını prensese çevirerek onun açık kahverengi gözlerine güven vermek ister gibi bakmıştı.


"Her krallığın ve her ırkın doğumu, yaşamı ve ölümü vardır. Hiç şüphesiz ki babamın ölümü birçok önemli olayı beraberinde getirdi. Her birini sanki dün yaşamışım gibi hatırlıyorum. Valinor'dan Orta Dünya'ya ayak bastığımda güneş burada daha yeni yaratılmıştı. Hatta o zamana kadar kendimi babam gibi gri saçlı sanıyordum ama sonra anneme benzediğimi anladım."


Deyip ahenkli bir sesle kahkaha attığında herkes güldü. Halkın renkleri sonbahar gibi olsa da içlerinde çiçekler açıyordu.


"Sözlerimi fazla uzattıysam sizden özür dilerim. Nerede kalmıştım, babamın hazin dolu ölümü sonucu krallığımızı koruyan öz annem gini sevdiğim üvey annemin koyduğu kuşak kalktı nitekim ona kızsalar bile onu kraliçenizi kaybettiğim andan beri iyi anlıyorum. Bu yaşananlar Sindar elflerinin kışıydı ancak nihayet son savaş olduğunda Eldar'ın çoğu evine dönse bile ben burada kaldım. Freda'yı ve Thranduil'i bırakamazdım ve arta kalanlarımızla beraber uygun bir yer aradık. Burasını bulduğumuzda ilkbahar dönemine gelmiştik ve sizi kurtarmak için az kalsın ölüyordum. Böylelikle beni kralınız olarak kabul ettiniz. Buradan itibaren bu diyarın üzerinde bir daha hiç bitmemecesine yaz dönemine sokmak istiyorum."


Kralın bu sözlerini duyan tüm elfler onu mutluluk ve minnetle alkışladılar. Onları bu şekilde düşünen bir kralları olduğu için çok şanslılardı.


"Yaz dönümüne ve krallığımıza kadeh kaldıralım."


Parlayan kadehlerin içindeki çeşitli şerbet ve şaraplar havaya kaldırıldığında prens bakışlarını prensese çevirdi. Sanki gözlerinde yıldızlar parlıyordu. İkisinin birlikte paylaştığı ilk şenlikti ve annesini ne kadar özlese bile ilk kez kendini bu kadar mutlu hissediyordu. Sanki uzun zaman bir yaprak gibi oradan oraya savrulmuş ve kendini Lillian'ın gözlerinde bulmuştu.


Oropher lacivert gözlerini Lillian'a diktiğinde prenses bir şekilde hapı yuttuğunu anlamıştı. Kendisi yüzünden prensin de başı belaya girecekti. Kral kendisine istediği cezayı verebilirdi ama oğluna karşı gaddar olmamasını umdu.


"Keşke Thranduil bana yalan söylerken ismini vermeseydi. Ne sanıyordunuz? Benim hiçbir şeyi anlamadığımı mı altın sarısı saçlar bir tek Vanyar'da yok. Bu asi bakışlar bana Lorien'in hanımını hatırlattığında senin kim olduğunu çoktan anlamıştım Noldor prensesi."


Sakin bir şekilde aya baktığında Thranduil babasının bu ürkütücü ifadesizliğinin ardında önemli bir karar alacağının belirtilerini görebiliyordu.


"Anlaşılan o ki misafirliğinizin belirlenen süresi dolmuş ve gördüğüme göre ilk geldiğiniz zamandan çok daha iyi bir durumdasınız. Birkaç muhafız size sınıra kadar eşlik edecektir."


Lillian bu anın geleceğini biliyordu ama başını dik tutmaya devam etti. Kendisinin akrabalarının öldürülmesinde bir suçu yoktu. O daha o zaman doğmamıştı bile ama bunun yüzünden yargılanması çok saçmaydı.


"Sizin bu tavrınızı anlayabiliyorum kralım ancak gitmeden önce birkaç kelam etmeme izin vereceğinizi umuyorum. Annemi bu kadar iyi tanıdığınıza göre onun yemin etmediğini ve Teleri'ye yardım ettiğini de biliyorsunuzdur. Şimdi gidiyorum fakat o da yönetmem gereken bir halk olduğu içindir."


Derin bir nefes aldı ve buruk bir şekilde tebessüm ettiğinde kalbi kayaların arasına sıkışmış gibiydi. Prensi bir daha ne zaman göreceğini bilmiyordu ama bir şekilde onu uzaktan da olsa koruyacaktı.


"Sizi bir daha ne zaman görürüm kestiremiyorum ancak bir dahaki görüşmemizde umarım akrabanızı evinizden kovarken yaptığınız hatayı anlamanızı umuyorum. Şimdi izin verirseniz arkadaşlarımla vedalaşacağım."


Oropher başını sert bir şekilde salladığında muhafızlardan biri onun eşyalarını bir bohçaya sarılı bir şekilde getirmişti.


"Elvina sık sık sınıra gel uzun süre özletme kendini."


Gümüşi saçlı ellethe sarıldığında tekrar görüşeceklerinin garantisini veriyordu. Orada bulunduğu aylarda ona çok iyi bakmıştı şifacı dişi elf ve bu sırada aralarında güzel bir dostluk filizlenmişti.


"Merak etme Mellon nin seni hep iyilikle anacağım ve prensimizle ilgili herhangi bir havadis olduğunda sana ileteceğim."


İmalı bir şekilde göz kırptığınde Thranduil bir anda diplerinde bitmişti. Lillian onun bu son sözleri duymamasını umdu.


"Benimle ilgili olan şey neymiş leydim Elvina?"


Elvina aceleci bir şekilde reverans yaptı ve kadehini masaya bıraktı.


"Sizin ne kadar maharetli ve mükemmel bir prens olduğunuzdan bahsediyorduk efendim."


Yeşil ormandaki herkes Thranduil'in övülmeyi ne kadar sevdiğini bilirdi. Gerçektende onda bulunan özellikleri başkalarından duymak prensin egosunu göklere çıkarıyordu.


"Her zamanki halim Elvina beni daha sonra konuşabiliriz ve şimdi izin verirsen Lillian ile vedalaşmak istiyorum."


Elvina gittiğinde Thranduil ellerini ellethin omzuna koydu ve ona doğru eğildi.


"Sana hoşçakal demeyeceğim çünkü eninde sonunda görüşeceğiz. Babam her ne kadar benim kralım olsa da kalbime buyruk veremez. Göz açıp kapayıncaya kadar yanında olacağım prenses ve sana sık sık mektup yazacağım."


Elini yeşil elbisesinin geniş cebine soktu ve sabahleyin oyduğu sarı meşaleyi çıkarttı. Çok güzel mücevherler yapabilirdi ama işlemeye çalıştığı güneş motifleri biraz yamuktu.


"Sana layık değil belki ama her baktığında beni hatırlaman dileğiyle bu meşalenin senin olmasını istiyorum."


Lillian elini kalbine götürdü zira tüm vücudu heyecandan titriyordu. Kimseyle bir şey paylaşmaya tenezzül etmeyen prens ona kendi elleriyle işlemiş olduğu meşaleyi veriyordu ve kendisinin her konuda iyi olmadığını itiraf ediyordu. Ona şimdi silmarillerin hepsini birden verseler bu meşalenin yanında değersiz kalırdı.


"Teşekkür ederim prensim ama zaten sizi hatırlatması için bana sizden gelen bir şey vermenize gerek yok. Her zaman aklımdasınız. Açıkçası aramızdaki şey her neyse bunu özleyeceğim."


Meşaleyi eline aldığında kimse görmeden mavi elbisesinin cebine koydu ve derin bir nefes aldı. Kalbini arkada bırakacaktı ama sorumlu olduğu bir halkı vardı.


Thranduil keskin bir ıslık öttürdüğünde şenlik alanına geçtiğimiz aylarda ona yoldaşlık edeceğini söyleyen ulu geyik geldi. Her zamanki haşmetli duruşuyla nazik ama ritmik adımlar atıyordu. Oropher bile bu geyiğin varlığına şaşırıyordu çünkü en özgürlüklerine düşkün hayvanlardandı ulu geyikler. Kehribar gözlerini kapatarak gür yelesini ve keskin boynuzlarını bir kedi gibi prense sürttü. Prens gülümseyerek onun kahverengi tüylerini okşadıktan sonra Lillian'ın narin beyaz elini aldı ve geyiğe yaklaştırdı.


Lillian normalde hayvanlarla iyi anlaşırdı ama bir ulu geyik sevmek cesaret isterdi. Temkinli bir şekilde elini Thranduil'e bıraktı.


"O benim sadık olduklarıma da sadık olacaktır. Bu yüzden seninle gelmesini istiyorum."


Lillian göz alıcı gülümsemesiyle geyiğin yumuşacık alnını okşadığında geyik sanki ona da boyun eğmiş gibiydi. Sivri boynuzlarını onu incitmemek için uzak tutuyor ve sanki bir prensesle karşı karşıya olduğunu bilirmişcesine davranıyordu.


Thranduil ikisinin arasındaki bağı izlerken tebessüm ediyordu. Ona kısa süre boyunca arkadaşlık etmiş olsa bile bazı dostluklar ömür boyu sürebilirdi bazıları da dostluktan öteye gidebilirdi. Lillian ile şu an aralarının nasıl olacağını kestiremiyordu ancak bunu zaman gösterecekti.


Lillian geyiğe binerken hiç zorlanmamıştı. Küçüklüğünden beri at biniyor gibiydi. Bohçasını sırtına attı ve hızlı bir şekilde yeşil orman diyarından uzaklaşırken kendi kabilesine doğru gitmeye başladı. Sınıra vardığında açık kahverengi gözlerini arkasına çevirdi hâlâ Thranduil'i görebiliyordu. Prens ona el sallarken kral da dahil herkes şenlik havasına bulanmıştı. Elvina ve prens yanyana onu uğurlarken onlara son kez tebessüm etti.


"Hüküm alanıma geldim artık gidebilirsiniz. Bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim."


Muhafızlar kılıçlarını göğüs hizasında tutup onu Silvan elflerine özgü bir şekilde selamladıktan sonra güzel ülkelerine geri döndüler. Henüz birkaç adım ilerlemişti ki kendisine doğru hızla gelen sağ kolunu ve ordu komutanı Sinaila'yı gördü. Genç elleth nefes nefese kalmış ve üstü başı yara bere olmuştu. Lillian olanları anlamaya çalışırken geyikten indi ve ellerini Sinaila'nın kollarına koyarak endişeli bir şekilde ona baktı.


"Neler oldu sana anlat bana."


Sinaila tedirgin bir şekilde arkasına baktığında kahverengi kıvırcık saçlarının arasından kan sızıyordu.


"Hanımım siz yokken isyan başlattılar. Her ne kadar çok uğraşsam da engelleyemedim."


Lillian derin bir nefes aldı ve düşünmeye başladı. Normal şartlar altında Silvan elfleri pek isyan etmezdi. Bu oldukça nadir bir durumdu. Dinlenmek için bile vakti yoktu.


"Tamam sen geyiğe bin o arkamdan gelecektir. Benim ise çok hızlı olmam lazım."


Sinaila'nın geyiğe binmesine yardım ettikten sonra bu uzun mavi elbisesiyle koşamayacağını biliyordu bu yüzden hançeriyle hızlı bir şekilde eteğini kesti. Artık o Valinor'lu elçi diye anılan ama aslında soylu bir melez prenses değil sınır ötesindeki Yeşilyaprak kabilesinin reisi ve hanımıydı.


"Öğrenelim bakalım dertleri neymiş bizimkilerin."


Sarı saçları savrula savrula bazen zıplayarak bazen koşarak yol aldı. Çıplak ağaçlar yerlerini çam ağaçlarına bırakırken zarif hareketlerle yere kondu.


"Ben geldim burada neler oluyor?"


Sesinin ormanda yankı yapmasıyla gizli evlerinden elfler sökün ediyordu. Çoğu kişi şaşkın bakışlarla hanımlarına bakıyordu. Birkaçı ise taş sertliğindeki kızgın suratlarıyla onu süzüyordu.


"Hanımım siz iki ay öncesinde kaybolduğunuzdan beri sizin bizi ölüme terk ettiğinizle ilgili konuşanlar var ve Eru esirgesin sizin Mandosun salonlarına gittiğinizi iddia ediyorlar."


Lillian sivri kulaklarına dolan bu sözlere çok sinirlenmişti. Kim böyle bir şeye cesaret edebilirdi. Bu isyana kalkışanlar arkalarında Lothlorien ahalisini ve Lindon'da ikamet eden Noldor'un yüksek kralı Ereinion'u namıdiğer Gilgalad'ı bulurdu. Hiç mi korkmuyorlardı Noldor'un gazabından.


"Gördüğünüz gibi Mandosun değil Sindar kralın salonlarındaydım. Ancak herhangi bir güvenilir bilgi almadan kimse benim yerime geçemez. Ben yokken sorumluluk Sinaila'dadır. Ancak onu alt edebildiklerine göre dişli düşmanlarımız var."


Hızlı adımlarla büyük çadıra ilerledi. Üzerinde zambaklar ve güneş ışınları işli bez çadıra geldiğinde kendinden büyük birkaç yaşlı elfi tahtının etrafında dizilmiş bir şekilde gördü.


"Anlaşılan gidişim gibi dönüşüm de sivri kulaklarınızda yankılanmış. Size normalde hesap vermek zorunda değilim ama merak içinde beni bekleyen bir halkım var. İsyanı çıkartan ellon veya ellethi buraya getirin çabuk."


Birkaç okçu onun emrini yerine getirdiklerinde Lillian çoktan tahtına kurulmuştu. Normalde tahta oturmayı sevmezdi ama bazen elfler gücün kimde olduğunu unutabiliyorlardı ve Lillian bunu seve seve gösterirdi.


"Seni severim efendi Alion en yaşlı Silvan elfi sensindir ve görüşlerine değer veririm. Eğer herhangi bir derdin varsa işte hanımın olarak karşındayım."


Mandosun salonlarına gitmesine az kalmış olan ak saçlı esmer elf bastonuyla Lillian'ın karşısına dikildi. Çok şey görmüş geçirmiş gözleri adeta şüpheyle tarıyordu prensesin açık kahverengi gözlerini. Prenses ise cesur ve kendinden emin bir şekilde karşılık veriyordu Alion'a.


"Size derdimi iletmek istedim fakat iki ay önce aniden kaybolduğunuz için ve Sinalia'ya bile haber vermediğiniz için herhangi bir yetkili bulamadım. "


Lillian ellerini kolçaklara koydu ve ona doğru eğildi. Sarı saçları belinde tehditkar bir şekilde süzülüyordu.


"Bir düşünelim neler yapabilirdin bu sorun karşısında. İlk olarak beni bekleyebilirdin."


"Yönetim uzun tatillere çıkmanızı istemez. Taht her daim dolu olmalı ve düzen durmadan büyüyen bir ağaç gibi sürdürülmelidir."


Lillian Alion'un haklı olduğunu biliyordu ancak o tatile çıkmamıştı zorunluluk olarak Büyük Yeşil ormandaydı. Ellonun onun hakkında bilip bilmeden konuşması da işte bu yüzden onu sinir ediyordu.


"İkincisi Sinaila'nın benim yokluğumda Yeşil yaprak kabilesini yöneteceğini bilmenize rağmen neden onu yaraladınız?"


Alion asasına dayanarak genç ellethe baktı.


"Onu ben yaralamadım zaten buna da gücüm yetmez ancak bunu bir başkaları yapmış olabilir."


Lillian biraz düşündü. İsyanın sorumlusu bu adamdı normalde onu öldürmesi gerekiyordu. Silvan Elflerinin arasında kurallar oldukça katıydı ama yaşlı adamı öldürürse halkı arasında kutuplaşma olabilirdi.


"İhtiyar Alion sana demem o ki iki ay önce sınırımızın uç noktasında bir kral goblin barınıyordu. Bende onu öldürdüm ama bacağı üzerime düşünce kaburga kemiklerim kırıldı ve başımı çarptım. Ancak beni Kral'ın oğlu orada görüp kurtardı. Durumumu öğrenince iyileşene kadar beni salmadılar. Bende o süre boyunca minnet borcumdan dolayı sarayda bulundum."


Bunları söylerken Sinaila geyiğin üstünde çadıra girmişti. Lillian hızlı bir şekilde Sinaila'yı kucağına aldı ve yerdeki mindere yatırdı.


"Şifacıları çağırın çabuk."


Geyik kehribar gözleriyle Lillian'a bakarken prenses onda Thranduil'in yansımasını görür gibi oldu aynı anda aklına bohçasındaki meşale geldi. Olanları hatırladıkça yüzü hem utançtan hem de kızgınlıktan kızarmaya başladı.


"Sanırım senin artık sahibine dönmen gerek. Aranızdaki bağı hissedebiliyorum gümüş rengi ipliklerle bağlısınız birbirinize ve ilginç bir şekilde onunla benden daha çok vakit geçireceksin."


Sözlerine devam etmeden önce derin bir nefes aldı ve alnını saran ince gümüş tacını taktı.


"İster zihnin ister bakışlarınla olsun ona selamlarımı ilet ve onun için kalbimde büyük bir yer bulunduğunu da söyle. Yolun açık olsun."


Yaz aylarında kahverengi olan tüylerini okşarken yumuşaklığı ona sanki ablasının saçlarını okşuyormuş gibi hissettirmişti. Ailesini çok özlemişti. Bir ara onların yanına uğramalı ve hasret gidermeliydi. Ablası Celebrian Lothlorien'de veliaht prenseslik görevini yerine getiriyordu. Bir nevi Thranduil ile aynı durumdalardı. Bu durumda kendisi taht için hak iddia edemeyecekti ama zaten Galadriel'in kızları yönetmek için var olsa bile Lothlorien'i yönetemeyecek olması onun için sorun teşkil etmiyordu. Kabilesi onun için yeterliydi şimdilik.


"Onun yanında iki kişi kalsın. Sınırı sağ salim geçtiğinden emin olun. Eğer onun tek bir tüyüne zarar gelirse sizi kabileden atarım."


Hafif zırhlı iki elleth o kendilerine özgü selamı yaptılar ve ulu geyiğe refakat etmek için çadırdan çıktılar.


"Emredersiniz hanımım."


"Peki isyanın sebebi neymiş Alion?"


Alion derin bir nefes aldı çünkü söyleyecekleri yanlış anlaşılabilirdi ama hanımının her ne kadar fevri olsa da bilge biri olduğunu biliyordu. Hem söylemese bile Lillian ona söyletmesini bilirdi.


"Bildiğiniz gibi orman elfleri hem sizin hem de Sindar Kralın hükmü altında ikiye ayrıldılar. Sizin hükmünüzden şikayetçi değiliz lakin taraflarını seçmek için herkese yeterince süre verildiği halde bazı aileler fikir ayrılığına düştü. Ancak şimdi arada bir ortak festivaller haricinde pek görüşemiyorlar. Onlar modernleşirken bizler iyice yabanileştik ve arada bir çatışmalar yaşandı."


Yaşlı ellon ciğerlerine kesik kesik nefes çekerken asasına dayandı.


"O yüzden herkes ailesine kavuşmak istiyor. Binlerce yıl geçtikten sonra halkın sabrı taştı ve bunu fayda bilen bazı kendini bilmezler tahtınıza göz dikti hanımım."


Lillian yumruk yaptığı elini hızlı bir şekilde masasına vurduğunda çok sinirliydi. Öyle ki gözlerinin rengi sarılaşıyor saçları ufaktan ufaktan havalanıyor ve elleri ısınıyordu.


"Kimse benim tahtıma göz dikemez. Memnun olmayanları ise burada zorla tutmuyorum. Tellallara haber edin. Akrabalarına kavuşmak isteyen Silvan elfleri Büyük Yeşil Ormana gitmekte özgürdür. İsimlerini Sinaila'ya yazdırsınlar yeter."


Derin bir nefes aldığında kendini daha sakinleşmiş hissediyordu.


"Hanımım aslında bir yol daha var."


Lillian botlarını çıkartıp kendine özel olarak ayrılmış nehre gidip yıkanmak için hazırlanmaya başlamıştı.


"Neymiş o?"


"Prens ile evlenerek Kral Oropher Mandosun salonlarına göçtüğünde halkları ve aynı zamanda krallıkları birleştirmeniz."


Lillian'ın sivri kulakları bunu duymuştu ama onu duymazdan geldi.


"Sinaila kendine geldiğinde isyancının icabına baksın ve Alion başka sözün yoksa çekilebilirsin."


Alion çekildiğinde Lillian saçlarını düzeltti ve yanına altın işlemeli kahverengi bir elbise alarak suya girdi. Büyüsü sayesinde onu kimse göremezdi ve görseler bile vücudunu sadece pasparlak sarı bir ışıktan sanırlardı. Serin sular ay ışığına eşlik ederken prenses başkent Amon Lanc'te geçirdiği günleri düşündü. Ayrıca Alion'un dedikleri zihninde çınlıyordu. Saçları da düşünceleri gibi suda yayılıyordu.


"Aslında pek fena fikir değil ama Kral Oropher bizi yanyana görmeye bile dayanamazken nasıl olacak o iş? Hem ne kendi duygularımdan ne de onun duygularından emin olamıyorum. Eru aklımı koru."


Loading...
0%