@silayetimoglu
|
Orta Dünya'da birçok alışılmadık hadise olsa da az kalsın ölen birinin eş bağı aracılığıyla da olsa hayata dönmesi büyük bir olaydı. Bu yöntemi çoğu kişi bilmediği için birçok can yitip gitmişti. Ancak Oropher çok bilgili bir ellondu. Valinor'da doğan elfler her zaman daha aydın olurlardı. Sonuçta orası Tanrıların ülkesiydi ve her şeyin özü orada bulunurdu. Sonbahar yeşil orman diyarına eteklerini serip onu Silvan elfi bir elleth gibi süslerken çınar ağacından yapılma oyma bir odada Thranduil yatağında yatmış Lillian ile sohbet ediyordu. Birlikte ders çalışmayı yeni bitirmişlerdi ve prensin canı çok sıkılıyordu. "Ayaklarını biraz bana gösterir misin prenses? O kadar uzun zamandır yürümüyorum ki nasıl göründüklerini unuttum." Lillian Thranduil'in bu sözlerine gözlerini devirip kıkırdadı. Biraz abartıyor olabilirdi. Onun niyetini biliyordu ama ona istediğini vermeyecekti. "Şunun şurasında iki hafta oldu Duil. Hem mızmızlanmayıp dinlenirsen daha çabuk iyileşip kendi ayaklarını görebilirsin. Yoksa bu sözlerin sadece benim ayaklarıma bakabilmen için bir bahane mi?" Thranduil kollarını göğsünde kavuşturup homurdanıyordu. Şu sıralar ya çok huysuz ya da çok mutluydu. Aklı ise bir çark gibi çalışıyordu. Bedeni prensliğe ara verse de zihni vermemişti ne de olsa. Yüzündeki yanma Sauron'u görünce daha da artmıştı ve nasıl olduğunu bilmiyordu ama bunca yıl onu içten içe çürütmüştü. Onun halk içindeki karizmasını yerle bir etmişti. Bunun bedelini kati suretle ödeyecekti. Ayrıca annesinin gitmesine o sebep olmuştu. Yeşil orman diyarı şu sıralar karışıktı tabi bu kötü anlamda değildi henüz. İki ağacın ışığını görmemiş olan Moriquendi yani karanlık elfler çağlar sonrasında birbirlerine kavuşuyorlardı. Buna ihtiyar Alion'da dahildi. Aslında hep ayrı değillerdi. Büyük yolculuk sırasında kopmalarının yanı sıra Menegroth'ta refah içindeki yuvalarına Noldor kılıcı girmişti. Feanor'un oğulları ölümlü Beren'in silmarili Morgoth'tan alabildiğini duyunca baskına gelmişlerdi. O katliamda birçok elf ölmüştü. Thingol'ün torunu Dior yani kuzeni ve eşi Nimloth, ayrıca çocukları olan Elured ve Elurin kardeşler de daha çok küçük olmalarına rağmen Beleriand ormanlarında hayvanlara yem olarak ölmüşlerdi ama bir şekilde Elwing kaçmıştı. intihar etmek için uçurumdan atladı ve uğruna kanlar dökülen mücevher böylelikle sulara karıştı. O zamanlar Thranduil daha çok küçüktü ama her şeyi hatırlıyordu. Dedesini son gördüğünde cücelerle kavga ediyordu. Sonra babası onu almış ve annesiyle beraber Gondolin'e göndermişti. Kral Oropher ise soydaşlarını korumak için sonuna kadar savaşmıştı. Bir anda babasını kanlar içinde gördü. Kızıla boyanmış kapkara bir kılıç uğursuz bir karanlık yayarak gövdesini acımasızca delip geçiyordu. Prens hiçbir şey yapamıyordu. Bağırmaya çalıştı ama sesi çıkmadı. Babasının altın sarısı saçları kana ve çamura boyanmıştı. Oropher batıyordu Mordor'un yakınlarındaki bataklıklarda. Thranduil elini uzattı ama babası lacivert gözlerini kapayarak Mandos'un salonlarına gitti. Annesi Güzel Freda ise ona suçlayıcı bakışlarla bakıyordu. Kendi kadın kopyasıydı ama bir şekilde oldukça yabancıydı. Ben ve baban senin için ne çileler çektik ama sen bize böyle mi teşekkür ediyorsun diyordu adeta. Ensesinde ateşi hissetti Thranduil. Pasparlak pullar ve alev alev yanan bir deri. Kocaman gövdesi sivri pençeleri ve delici dişleri olan bir ejderhaydı karşısındaki. Yüzünün yarısından sıyrılıyordu etleri. Kasları ve kemikleri kalıyordu ellerinde. Bir de daimi bir acı duyuyordu ruhunda. "Thranduil uyan." Lillian'ın sesiyle kabuslarından sıyrıldı ruhu Thranduil'in. Düşüncelere dalmışken sızmış olmalıydı. Alnında hissettiği ıslaklığa bakılırsa ateşi çıkmış ama müdahale edilmişti. "Ben iyiyim Lily ama sen bensiz hiç iyi değil gibisin." Prensesin yanındayken muziplik yapıp laf sokmadan duramıyordu. Onun sinirlenmesi ve haddini bildirmesi ilginç bir şekilde hoşuna gidiyor ve onunla uğraşma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Lillian elindeki kitabı hafif bir şekilde Thranduil'in omzuna vurdu ama Thranduil canı acımış gibi yüzünü buruşturdu. Oysa bu ona rüzgarın değmesi gibi gelmişti. Prenses anında pişman oldu ve farkında olmayarak kokunu kavradı. Prense iyice yaklaşmışken vurduğu yeri okşamaya başladı. "Ayy özür dilerim. Bilerek vurmadım ama sert oldu galiba." Canı çok yanmış gibi numara yapan prens mavi gözlerini Lillian'ın pembe dudaklarında gezdirdi. "Hıhı evet çok acıdı ama öpersen belki geçer." Lillian kendini toparladı ve sinirli bir şekilde ayağa kalktı. "Vuruşumum sert olmadığını biliyorum. Sen sadece numara yapıyorsun." Prens omuz silkti. Doğru söze ne denirdi. Belli bir süre boyunca yatağa mahkumdu ve bir şeylerle uğraşması gerekiyordu. Lillian bunun için biçilmiş kaftandı. Şimdilik gördüğü kabusun hayatını etkilemesine izin veremezdi. Her elfin gördüğü rüya görü sayılmazdı ayrıca bunu düşünüp kötüyü çağırmak istemiyordu. "Antrenman yapmak istiyorum kendimi güçten düşmüş hissediyorum Lillian." Prenses kahverengi gözlerini ona dikti tek kaşını kaldırarak. "Neden öyle bakıyorsun ki?" Lillian gözlerini devirdi ve kollarını kavuşturdu. "Daha tam olarak iyileşmedin buna izin veremem ve antrenman yapmak istiyorsan inebilirsin aşağıya." Thranduil gülmemek için kendini zor tutuyordu. Ciddi olduğını düşündüğü bir yüz ifadesiyle tuniğini eline aldı ve mavi gözlerini prensese dikerek üzerindeki kadife örtüyü yere attı. Kırmızı kadife örtü prensi oldukça davetkar gösteriyordu hiç şüphesiz. Gövdesinin yaralı kısmını belli edecek şekilde örtü onun kavisli kaslarını ortaya çıkardı. Lillian gözlerinin aşağıya kaymaması için çok uğraşıyordu. Kötülük etrafta kol geziyordu ve kavuşup kabuşamayacakları bile belli değilken ondan daha çok etkilenmek istemiyordu. "Herhangi bir ellethten yardım isteyebilirsin Felungas." Thranduil dudak büzdü ve kaşlarını kaldırarak ona masum bir şekilde bakmaya başladı. Çoğu elleth bu bakışa dayanamazdı. Lillian'ın inadını kırması an meselesiydi. "Ama Lillian onların elleri çok ağır ve yaram acıyor. Mükemmel vücudumu örseliyorlar, inciniyorum." Altın saçlı elleth gözlerini devirdi ve ona doğru hafif adımlarla ilerledi. Ona istediğini verecekti ama Thranduil'i pişman edecekti. Elinden yeşil tuniğini aldı ve dikkatli hareketlerle onun taş gibi vücudunu içini çekmemek için kendini zor tutarak giydirmeye başladı. "Benim elim hafif olabilir ama gördüğüm en mükemmel vücut sizinki değildi prensim." Thranduil kaşlarını çattı kulağına fısıldanan bu sözlerle. Hem etkilenmiş hem de sinirlenmişti. Onun başka bir ellonun vücuduna erimiş gözlerle bakmış olma ihtimali bile onu çok kızdırıyordu. Onun toprağı sadece kendi denizine bulanmalıydı. Ancak onu kısıtlayamazdı. Ona bunca zaman refakat edip yol arkadaşı olduğu için teşekkür etmeli ve ilgisini ondan esirgemediği için Varda'ya adak adamalıydı. Neyseki bir dahaki yıldız şenliği uzak bir zamanda değildi. "Bundan sonrasını kendim hallederim prenses sağol her şey için. Sen olmasaydın ben ne yapardım." Lillian bu samimi minnettarlık karşısında kalbinin gümbürdemesine engel olamadı. Şaşkın bakışlarını ona dikti ve bir müddet dili lâl oldu. Thranduil'in yumuşak tebessümü karşısında yutkunma ihtiyacı hissetti ve sivri kulaklarına kadar kızardığına emindi. Ten olarak ablasına çekmek istediği zamanlardan birindeydi yine. "Yardım etmeyi seviyorum Thranduil yani sana özel bir şey değil. Yine de samimiyetini seviyorum." Ve de seninle ilgili her şeyi yani seni seviyorum diye düşündü. Prens bozulsa da sözleri karşısında belli etmedi ve hafif bir şekilde boğazını temizledi. "Başkası olsaydı iyileştikten sonra ilgimi vermezdim ama bu hallerim sana özel Duil." Deyip tatlı bir şekilde gülünce prensin etrafında sonbaharda olmalarına rağmen pembe gül yaprakları görür gibi oldu. Mavi gözleri Telperion* gibi parladı. "Birazdan arka bahçede buluşuruz. Sen yürüyebilecek misin o kadar?" Thranduil saçlarını düzeltirken etkileyici bir şekilde güldü prensese. Sesi adeta dalgaların yumuşak bir şekilde güneşe göz kırpması gibi huzurluydu. "Dediğim gibi ayaklarımı hissedememem senin tapılası vücudundan bir parça görebilmem için bir bahaneydi. Ayrıca ben bu diyarın gelecekteki kralıyım. Ağaçlar her zaman hizmetime amadedirler." Lillian yüzünü saçlarıyla kamufle ederek hızlı adımlarla odayı terk etti. Thranduil arkasından gür bir kahkaha attı ve hazırlanmaya devam etti. En sevdiği kılıçlarını duvardaki bölmeden aldı ve parmağını ilgili bir şekilde üzerlerinde gezdirdi. Eskisi kadar keskinlerdi ve mükemmel yansımasını orada görebiliyordu. "Paslandığınız için üzgünüm canlarım ama bunu telafi edeceğim. Ne yapayım sizden daha değerli bir hazine keşfettim ve ne demişler bir çiçekle ilgilenmezsen solar." Kılıçlar onun sesini duyunca beyaz bir nurla parladılar. Annesinin hediyesi olan bu kılıçlar Aman denizinin derinliklerinden çıkarılan incilerle süslenmişti ve kınında yakutlar parlıyordu. "Varda'ya şükürler olsun ki bugünde hayattayım. Hadi bakalım biraz ısınalım." Ağaçların arasında gizlenmiş saraydan çıkıp büyük bahçenin arkasındaki açık alana vardı. Birkaç asker dövüşüyordu ve komutan Sinaila onları eğitiyordu. Hiç şüphesiz yeşil yaprak kabilesinin komutanı savaş taktiklerine yeni bir soluk getirmişti. Ayrıca bu durum hoşuna gitmese de ergenliğe giren ellonlar daha hevesli katılıyordu eğitimlere. Thranduil Sinaila'ya el salladı. "Varda'nın ışığı gönlünü hiç soldurmasın komutan." Sinaila saçını kulağının arkasına attı ve kahverengi gözlerini ona dikerek tebessüm etti. Arkada birkaç ellon yere düştü. "Yavanna'nın şefkati ruhunuzdan eksik olmasın prensim." Deyip önüne döndü. Altın saçlı bir ellethle konuşuyordu. Bu tabiki Lillian'dı. Sinaila onu dürtükledi ve prenses arkasına döndü. Thranduil'in gülüşü yüzünde dondu. İnanamıyordu o her haliyle güzeldi ve etrafta tehlikeli bir şekilde pek çok ellon vardı. Belki de başbaşa rahat bir şekilde çalışabilecekleri bir yere gitmelilerdi. "Benden bahsediyordunuz galiba. Sesiniz sivri kulaklarımı çınlattı." Lillian hançerlerini alıp ellerinden bir tur çevirdi ve belindeki kemere soktu. Tanıştıkları gün olduğu gibi vahşi görünüyordu. Laurelin'in** ışığıyla parlayan saçları güneşle yarışıyordu. Belli ki gücünü tazeliyordu bir yandan da. "Ben bahsetmiyordum ama herkes sana hayran Thranduil." Prens elini alnına götürdü ve gözlerini kapattı. "Ayy hadi öv beni. Övülmeye bayılıyorum. Benim gücüm övülmekten geliyor." Lillian gözlerini devirerek güldü ve prensin karşısına geçip savunma pozisyonu aldı. Thranduil ise buna karşılık verdi ve oldukça şeytani bir gülüş takınarak bacaklarını sabitledi. Prenses hızlı bir şekilde yayını gererek oklarını Thranduil'e fırlattı. Yine de yarası olduğu için ona karşı merhametliydi. Thranduil gümüş kılıçlarıyla rahat bir şekilde onu karşıladı. Yine de aklı geçenki savaşa gitti. Umarım yine aynı olay yaşanmazdı. Derin bir nefes aldı. Kılıçlarını pervane gibi önünde çevirirken rüzgar okları yerinden saptırdı ve onları çalışan diğer kişilere doğrultturdu. "Prensin oklarından kaçın birlik! Bakalım herkes savaşabildiği kadar iyi kaçabiliyor muymuş?" Acemi askerlerin ciyaklamaları prensi güldürdü. Lillian'ın anlık duraklaması prensi savunmadan saldırı pozisyonuna geçirtti ve prensesin üzerine yürümeye başladı. Bir müddet Thranduil kovaladı ve Lillian keskin bir kıvraklıkla kaçtı. Yine de öyle bir zaman geldi ki Lillian'ın sırtı bir çam ağacının pürüzlü gövdesine yaslandı. İkiz kılıçlar burnunun birkaç santim uzağındaydı. Thranduil'in ona zarar vermeyeceğini ruhunun derinliklerinde biliyordu ama yine de alışkanlıktan olsa gerek bacağındaki hançeri çekti. Rastgele bir şekilde savurduğunda prensin açık sarı saçının bir teli hançerin ucunda sallandı. Thranduil bunu gördüğünde eli yaralı göğsüne gitti. Birkaç adım geriye sendeledi ve yere büyük bir gürültüyle düştü. "Duil şaka yapmanın sırası değil. Biraz ciddi olur musun?" Prensten herhangi bir hayat belirtisi gelmedi. Birçok göz ona dönerken Lillian olanlara inanamıyordu. Sadece tek bir tel kesilmişti ve onu da bilerek yapmamıştı zaten. Şimdi ise prens Büyükbabasının ilk eşi Miriel gibi ölüm uykusuna yatmıştı. Gözleri telaşla Kral Oropher'i aradı. Ancak bu arayış boşunaydı zira o meşgul bir kraldı. Orta Dünya'nın en kalabalık diyarını yönetmek kolay değildi. "Off cidden Thranduil işimi hiç kolaylaştırmıyorsun." Yanına yaklaştı ve diz çökerek elini göğsüne koydu. Ablası gibi şifacı bir elleth değildi ama eş bağı sayesinde durumunu kontrol edebilirdi. Sivri kulağını kalbine dayayarak gözlerini kapadı. Nasıl yapılacağını bilmiyordu ama içgüdüsel bir şekilde mavi ve kırmızı auralı ruhunu gördü Thranduil'in. Kırmızı gücü gösterirdi ve mavi cömertliği simgelerdi. Şu anlık ruhu iyi durumdaydı. Tam başını ayırıyordu ki kendini yerde tepetaklak buldu. Thranduil ürpertici bir şekilde ona çok yakındı. Mavi gözlerindeki ışıltıyı ve kendi mahvolmuş yansımasını çok net bir şekilde görebiliyordu şimdi. "Sen uykuya yatmamış mıydın sırf saçını kestim diye?" Thranduil burnunu onun zambak kokulu tenine sürttüğünde nefesi göğsünde dondu kaldı. Elleri ise yere sabitlenmişti. "Kural 1: Birinden etkileniyorsan onunla yakın dövüşe girmemelisin." Lillian konuşmayı unuttu. Çoktan prensin büyüsüne kapılmıştı. O trol tarafından yaralandığı zaman olduğu gibi prensin kollarında savunmasızdı. Ancak yanılıyordu Thranduil canı pahasına koruyacaktı onu. "Senin bu yaptığın hiç adil değil." Derin bir nefes aldı ve kaşlarını çattı. "Savaş kurallarına aykırı hareket ediyorsun." Thranduil altınlardan bir tutam aldığında en güzel mücevheri avladığını biliyordu. Burnuna götürdü ve kokladı. Mest olmuş gözlerle Lillian'a baktığında prenses gücünün sanki o istemeden harekete geçip vücudunda toplandığını hissetti. Boynu,kalbi,göğsü ve bacaklarının arası yanıyordu. "Savaşta kural yoktur güzelim. Ne yapayım benim de huyum bu. Karşımdakinin en zayıf anını bulup onunla oynarım." Dolgun dudakları Lillian'ın ince dudaklarına sürtünürken derin bir nefes aldı ve tehlikeli bir sesle konuşmaya devam etti. "Daha sonra onu öldürürüm." Hızla geri çekildiğinde Sinaila ile diğer askerleri eğitmeye gitti. Lillian ise Elvina'nın yardımıyla titreye titreye zor ayağa kalktı. Prens cidden yörüngesine girdiği her an onu öldürüyordu. Bir oyuncakmış gibi onunla oynuyordu. Normalde olsa şimdiye ona iyi bir ders verirdi ama garip olan Thranduil'in onunla oynamasını canı gönülden arzulamasıydı. Lillian derin nefesler alırken Elvina'ya döndü. "Hadi beraber çalışalım." Elvina muzip bir şekilde güldü kemerinden kırbacını çıkardı. "Birilerinin ateşini söndümesi lazım gibi duruyor. Söndürmek benim işimdir canım." Aynı anda Kharra ıslık çalarak birleşik krallıkta geziyordu. Açıkçası insanlar tam bir aptaldı. Çoğu güç peşinde koşan doyumsuz köpeklerdi ve efendisinin neden onları görmezden geldiğini anlayabiliyordu. "Bildiğiniz gibi Kral Gil Galad'ın bize çok yardımı dokunuyor sevgili Kharra. Bu yapacağımız şey onun çıkarlarına ters düşecektir. Elfleri karşıma alamam kusura bakmayın." Kharra ellerini ovuşturdu ve zarif ama güçlü adımlarla Elendil'in etrafında avını kıstıran avcı misali yürümeye başladı. Yine yaptığı en iyi şeyi yapacaktı. İnsanların kanına girip onları kullanacaktı. Hiçbir elf krallığında destek bulamamıştı Eregion haricinde ve şimdi yolu Numenorluların kurmuş olduğu insan krallığına düşmüştü. "Ah kralım. Siz onları hiç dert etmeyin. Sizin yanınızda ben varım ve benim yanımda olan hiç kimse yenilmez. Karşısındakiler Noldor olsa bile." Son anda nefretle konuşmamak için kendini zor tutmuştu. Noldor'dan nefret ediyordu. Onlar çok güçlüydü ve çoğu yenilgisini onlardan almıştı. Bu yüzden Kral Oropher'in Noldor nefretini kullanarak onu manipüle edecekti ki küçük bir elleth onun karşısına çıkmıştı. Ancak onunla ilgili de planları vardı. Onun için en acılı ölümü sağladığından emin olacaktı. "Onlar size orklarla savaşta yardım edemez bayım. Valar onların yanında ki onlar bile artık umursamıyorlar Orta Dünya'yı. Tamamen yalnızsınız. Rohan bile sırt çevirdi size. Size sorum şudur ki kime güveneceksiniz dönek cücelere mi yoksa o minik, işe yaramaz buçukluklara mı?" Derin bir nefes aldı Kharra. Kralı ikna etmesi çok yakındı. Halkın içine karışıp birkaç dedikodu yaydı mı bu iş tamamdı. Gerisi çorap söküğü gibi gelecekti. "Peki sana güvenebilir miyim efendi Kharra?" Sauron tam ağzını açıp cevap verecekti ki taht odasının kapıları gürültülü bir şekilde açıldı ve genç prens Anarion içeri daldı. "Baba ona güvenemezsin. O aramızda fitne ve fesat yaymaya çalışıyor yılanlardan farksız diliyle." Sauron yapmacık bir şekilde üzüldü ve birkaç hain gözyaşı aktı gözlerinden. "Bu ithamlarınızı hak edecek bir şey yapmadım prens Anarion. Sen bu işler için daha küçüksün ama yine de ben bu çirkin iftirayı hak etmedim." Anarion yeşil gözlerini ona dikti ve meydan okudu. Ardından babasına baktı ve onun kendisinin yanında olmasını umdu. "Rohan her zaman bizim kardeşimizdir. Aynı soyu paylaşmasak bile onlar hep yardımımıza koştu. Yıllarca kız alıp verdik,beraber güldük beraber ağladık. Bunları yok mu sayıyorsun şimdi?" Sinirli bir nefes aldı ve kahverengi saçları asice dağıldı. "Şimdi onlara arkanı dönersen ne olacak? Hadi insanları geçtim peki ya kutlu halk? Onlar bize yardım etmeseydi şu an burada olur muyduk? Onlar bizimle evlerini paylaştı, aşlarını böldüler ikiye ve bizim yeniden doğmamıza yardımcı oldular." Sauron hâlâ ağlamaya devam ediyordu. İçinden ise çocuğa ve onun soyuna lanetler ediyordu. Kralın kalbi yumuşamamalıydı. Bir an önce gitmesini diledi. "Sen Anarion'u dinleme baba. Doğru yoldasın. O sadece hayalperest bir çocuk." Sauron tebessüm etmekten kendini alamadı. Kralın büyük oğlu İsildur onun yanındaydı. Ondaki kötücül enerjiyi ve gücü hissedebiliyordu. "Ben Kral Gil Galad'ın bize karşı samimi olduğunu düşünmüyorum. O bizi daha sonra ezip köle gibi çalıştırarak Orta Dünya'ya hakim olmak istiyor. O Noldor Kral Orodreth'in oğlu değil mi? Noldor'un genlerine işlemiş yakıp yıkmak bir kere." Kara alevler yanıyordu gözlerinde ve Sauron'da buna zevkle daha çok odun katacaktı. "Ne mutlu size ki kralım böyle sağduyulu,güçlü ve ileri görüşlü bir oğlunuz var. İsildur doğru söylüyor. Tüm o boşa ölmüş masumları hatırlayın. Kabusları,kanı ve çığlıkları. Bunların hepsi onların eseri." Çantasıyla beraber kapıdan çıkarken içlerini kurt düşürecek son sözleri söyledi. "Duyduğuma göre Eregion kralı Celebrimbor bir yüzük yapıyormuş. Bunu Gil Galad'da biliyormuş ama kuzenine sesini çıkarmıyormuş. Beraber Orta Dünya'ya hükmedeceklermiş." Kralın sinirli sesi salonda yankılandığında son durağı olan Eregion'a gitmek üzere atını sürdü. Orta Dünya'nın güneydoğusundaki çorak topraklarda karanlık yayılmaya devam ediyordu gizliden. Bundan dolayı en çok zarar görecek diyar kuşkusuz Yeşil Orman başta olmak üzere tüm doğuydu. Sonra sıra batıya da gelecekti. Bembeyaz atı ağzından köpükler saça saça batıya götürdü efendisini. Sonunda Eregion krallığına vardıklarında yere tükürmemek için zor tuttu kendisini. Şimdi maskesini daha usta bir şekilde takınmalıydı. Sonbahar yaprakları gümüşle işlenmiş sivri kuleleri kapatmaya çalışırken estetik kubbeler ve oymalı pencereleri olan evleri gün ışığı aydınlatıyordu. Noldor yine bulunduğu yeri güzelleştirmeye devam ediyordu. Her yerde değerli taşlar ve güzellik görülüyordu. Hiç yoktan Valinor'daki yerleşim yerlerini hatırlatmaya çabalıyorlardı. "Kralımız da sizi bekliyordu Efendi Kharra önden buyurun." "Methinizi çok işittik lordum. Sizden ders almak isteriz." Birçok ellon ve elleth etrafını sardığında şaşırmadan edemedi. Daha adımını atar atmaz ilgi odağı olmuştu. Bu iyi bir şeydi. "Boş vaktim olursa neden olmasın tabi. Ancak şimdi Kral Celebrimbor ile görüşmem gerekli." Atından indi ve mağrur adımlarla saraya vardı. Etraf etkileyiciydi ama kendisi bizzat Aule'nin öğrencisi olduğu için bundan iyilerini yapabilirdi. Ki yapacaktı da ve bu yıllar alsa bile kaleyi içten fethedecekti. Sonunda salona vardığında ona gri gözlerini kısarak bakan Kral Celebrimbor ile karşılaştı. Kral açık teni, simsiyah saçları ve sert çehresiyle tipik Noldor'du. "Kralım inanın Orta Dünya'da çok gezdim ve sizin gibi azametlisiyle karşılaşmadım." Kral Celebrimbor gür sesiyle güldü ve alaycı bakışlarını ona dikti. Bu yabancının yetenekli olduğu doğruydu ama ülkesi için bir tehdit olabilirdi, ona güvenemezdi. "Bunu daha kimlere söyledin? Orophere de mi? Yağcılığı kes sadede gel!" Sauron yerlere kadar eğildi ve en sahici gülümsemesiyle tebessüm etti. "İnanın ki Kral Oropher'i zerre sevmedim. Kendisi oldukça vahşi biri ve kendi milletini yönetmek varken yabanilerin kralı olmayı tercih etti. Bence o kral olmayı hak etmiyor. Davranışları çocuk gibi ve bana inanın oğlu prens Thranduil bile ondan daha sahici bir kral olurdu." Kral Celebrimbor elini çenesinin altına koydu ve bir süre düşündü. "Bu söylediklerin gayet doğru şeyler ama ben laf dolandırmayı sevmem. Bana amacını söyle bende hayatını bağışlayayım." Sauron kara gözlerini hipnoz etmek ister gibi krala dikti ve onu en abartılı şekilde övmeye devam etti. Diğer elflerden en kibirlileri hiç şüphesiz Noldor'du. Onlar Orta Dünya'da tek başlarına bırakıldıklarından beri onaylanmaya ihtiyaç duyarlardı. Yanlış eylemlerinin bile doğru olarak anılmasını duymak isterlerdi. "Size neden daha yakınken en sona bıraktım bilmiyorsunuz. Çünkü bizde en güzel nimet sona bırakılır ve ateşe uzun süre çıplak gözle bakamazsın. Bhnun için gözlerini daha düşük seviyedeki ışıklarla alıştırman gerekir. Böylece kendini o azametli,güçlü ve parlak ateşe hazırlarsın." Celebrimbor bir anda kalkıp kılıcını Sauron'un boynuna dayadı ve ona tehlikeli bir şekilde fısıldadı. "Şimdilik burada kalabilirsin ama herhangi ters bir hareketini görürsem kendini ölmüş bil." Sauron korkuyla yutkundu. Halk onunlaydı bu belliydi ama kral çetin ceviz çıkmıştı. Bir süre onu ikna etmesi gerekiyordu. Bunun için elinden geleni ardına koymayacaktı. Rohan ya da diğer elf krallıkları onunla değildi belki ama cüceler ve diğer insanların eline düşmesi oldukça yakındı. Ayrıca Orta Dünya'nın güneyindeki Umbar korsanları ve diğer korkunç kabileler onunlaydı. *Telperion: Ay ve güneş yaratılmadan önce Valinordaki iki ışık kaynağından biri. Uzun ve gümüş bir ağaç olarak tasvir edilir. Mavi bir ışık yayar ve genellikle erkek olduğu kabul edilir. Ay'ı simgeler. **Laurelin: Ay ve güneş yaratılmadan önce Valinordaki iki ışık kaynağından biri. Altın rengi ve iki uzun ince gövdesi kıvrılmış bir ağaç olarak tasvir edilir. Altın rengi bir ışık yayar ve genellikle kadın olduğu kabul edilir. Güneş'i simgeler. |
0% |