@silayetimoglu
|
Yazın ortasında olunmasına rağmen güneş ışıklarını etrafa yaymaktan çekinir gibi bulutluydu hava. Lorien'in kendine has baş döndüren kokusu ortalıkta salınırken kral dahil herkes uykudaydı. Ancak güneşin doğuşuyla beraber kalkan Lillian'ı bir türlü uyku tutmamıştı. O da en büyük Mallorn ağacına oturmuş ve gözlerini kapatarak sarı saçlarıyla adeta yaprakların arasında görünmez olmuştu. Kaygılarının oluşturduğu uyuşukluk kaybolurken birçok elfin yeni güne uyanmasını izliyordu. Bir yandan gücünü tazeliyor diğer yandan bu tekdüzelikten doğan huzurun kaybolacağı endişesine kapılıyordu. "Günün aydın olsun kızım gözümün nuru çiçeğim." Annesinin sesini duymasıyla sivri kulaklarını aşağı doğru eğdi ve bacaklarını kalın ama zarif Mallorn ağacının dalına sabitleyerek baş aşağı sallanarak sinsi bir şekilde sarktı. Galadriel onu etrafta ararken bir anda Lillian arkasında ona sarılıp kendini aşağı çekti. Bu ani hamleyle irkilen ışığın leydisi zambak kokusunu duyunca yüzüne bir tebessüm yerleştirdi. "Senin orada olduğunu biliyordum ama bazen çevrendekilerin mutluluğu için yenilmen gerekir." Lillian kahverengi tuniğini düzeltip saçlarını ördü ve annesiyle birlikte sarayın papatyalarla dolu bahçesine ilerlemeye başladılar. "Nana çok güzel konuşuyorsun ama bunun konumuzla ne alakası var?" Galadriel gökyüzü mavisi elbisesiyle kuğular gibi süzülürken omzunun üzerinden Lillian'a muzip bir bakış attı. "Ben babana kahvaltı için yardım edeceğim sende ablanı uyandır. Anne olunca söylediklerimi anlarsın." Lillian ellerini bel çukurunda bağlayıp odasına ilermeye başlarken batıdan gelen fırtınayı göremedi. Bulutlar süratle yaklaşıyor ve doğuya doğru yol alıyordu. "Bir de senin varisin olacak hâlâ uyumaya devam ediyor. Hayır anlamıyorum ki benden önce doğduğu gibi tüm talihi üstünde toplamış olmalı ki hâlâ bir hata yapmadı. Babama çekmiş galib-" Duraksayan Lillian annesinin ilk sözlerine cevap verirken son dedikleri zihninde yankılandı ve şaşkın bir şekilde olduğu yerde mıhlandı. 2150 yıldır Dünya'da geziyordu ve daha önce hiç annelik hakkında düşünmemişti. Anne olmaya kendini hazır hissetmiyordu bu hem doğru kişiyi bulduğunu düşünmemesinden hem de kendini buna hazır hissetmemesindendi. Sonunda sarmaşıklarla süslenmiş odasına vardığında perdeleri sonuna kadar çekti ve içeriye güneş ışığıyla beraber hayatın girmesini sağladı. Ablası yakında uyanırdı bunu biliyordu çünkü Celebrian güneş ışığını pek sevmezdi ve gözleri hemen tepki gösterirdi. Güneşten ziyade gücünü aldığı ayı sever ve gecenin huzurunu hissederdi. Celebrian homurdanarak kalktı ve onca pozisyon değiştirmesine rağmen her zaman mükemmel olan saçlarını elleriyle taradı. Lillian onun bu özelliğine gıpta ediyordu. Kendisi ne zaman kalksa saçları düz olmasına rağmen çok karışırdı ve dakikalarca uğraşması gerekirdi. "Eru'nun eli üzerinde olsun abla." Lillian Celebrian'ın uyandığına emin olduktan sonra onun bakışlarını takip etti. Yemyeşil ormanda oynayan küçük elf çocuklarını izliyordu. Mavi gözlerinde derin bir şefkat vardı. "Bugün nanam benimle dalga geçti Celebrian. Anne olunca anlarmışım ve bir an ikimizi karıştırıyor sandım. Her ne kadar çocukları sevsem de anaç olan sensin ben değilim." Celebrian gözlerini çekip dolgun kırmızı dudaklarını birbirine bastırdı. Kahkaha atmamak için kendini zor tutuyordu. Lillian bunu görüp elindeki beyaz elbiseyi tam Celebrian'ın kafasına attı ve ablası bu hamleden kaçamadığından yere düştü. İşte şimdi Lillian'ın keyfi yerine gelmişti. Ellerini beline koydu ve kapıdan çıkarken ablasına havadan bir öpücük yolladı. "Hazırlanıp bahçeye gel Rian. Senin ötücü kuşluğunu yaptığım gibi bakıcılığını da yapmayacağım." Celebrian tek gözüyle ona bakarken tebessüm ediyordu. İkisi her ne kadar anlaşamasa da ikiz gibilerdi. Birbirlerini çok seviyorlardı ve yarın bir gün Eru korusun Lillian'a bir şey olsa yaşayamazdı. Ruhuna çöreklenen huzursuzlukla elbisesini giydi. Böyle şeyler düşünüp kötüyü çağırmasına gerek yoktu. Lillian sonunda bahçeye indiğinde yerlere atılan minderleri gördü. Soylular ve halk karışık olarak oturuyordu. Burada da Eregion ve Yeşil Orman diyarı hariç diğer elf krallıklarında olduğu gibi her tür elf barış içinde yaşıyordu. Derin bir nefes alarak tebessüm eden Lillian pembe elbisesini düzeltti ve kralı selamladı. Kral Amdír onun selamını aldıktan sonra tam ailesinin yanındaki yerini alacaktı ki ona manalı bir şekilde bakan Haldir'i fark etti. Ona dün çok ayıp ettiği için yönünü değiştirdi ve bir Mallorn ağacına sırtını vererek yerleşti. Sağındaki minder boştu ve oraya Celebrian'ın oturmasını arzu ediyordu. Ne var ki prens Amroth yanına yerleştiğinde yüzüne zoraki bir tebessüm kondurdu. "Varda'nın ışığı kalbinize ışık tutsun prensim." Amroth ona yumuşak bir şekilde tebessüm etti. Aslında ne kadar bilge ve mert bir prens olsa da babasının ikisiyle ilgili olan planları bildiğinden elinde olmadan ona mesafeli davranıyordu. "Özlettin kendini prenses." Kar beyazı saçlı Haldir bunları dediğinde Lillian sevecenlikle elini onun elinin üzerine koydu. "Elimde olmayan sebeplerden dolayı bir süre ayrılmak zorunda kaldım ama bir aksilik çıkmazsa daha buralardayım. Sen burada muhafızlık eğitimi alırken ben de yeni arkadaşlar edindim ama hiçbiri senin yerini tutamaz mellon nin." Lillian bunları söylerken samimiydi. Kendisi Lorien'de doğmuştu ablasının aksine ve o günden beri nedensiz bir şekilde yalnızlık çekiyordu. Halkın refahı yerindeydi ve kimsenin birbirine destek olmasına gerek yoktu. Annesi,babası ve ablası çok meşguldü ve canı sıkılıyordu. İşte yine böyle bir gün okulda eğitim alıyordu. Bir türlü ok atamıyor elleri titriyordu. Gerçi şu anda da pek iyi değildi ama eski haline göre daha parlaktı. Kimse onu saçlarına rağmen fark etmezken Haldir ona yardımcı olmuştu. O gün bugündür aralarında tatlı bir arkadaşlık filizlenmişti. "Sen de fark etmişsindir Lillian. Şu son zamanlarda esrarengiz bir şekilde sınırlarımızda hareket yok. Normalde kötücül varlıklar için Altın vadi cidden altın değerindedir. Bu durum ister istemez beni şüphelendiriyor." Lillian şeftali suyunu içerken gözlerini belertti. Onunda içinde ne zamandır bir huzursuzluk vardı. Belki de bu konu yabancıyla ilgiliydi. Acaba sonraki hamlesi ne olmuştu. Yeşil Orman'a gitmiş miydi? "Kötüyü çağırma Haldir o zaman hâlimiz hâl değildir. Barış dönemi biraz uzun sürdü evet ama Morgoth yenildi ve uşağı kendiyle beraber Numenor'u da batırdı." Başını hüzünle yere eğdi Lillian. Saçları bembeyaz yüzünü gölgelemişti. İnsanlar çok kolay kandırılıyordu ve kendileriyle beraber masumları da ölüme sürüklüyorlardı. Eldar her zaman onlarla konuşurdu ama onları dinleyen insan sayısı çok azdı. Bir anda çenesini kavrayıp başını kaldıran ellerle neye uğradığını şaşırdı. Prens Amroth ona şefkatli bir şekilde bakıyordu. "İnsanlar için üzüldüğünü bereketli toprak rengindeki harelerinde görebiliyorum Lillian. Sana üzülme demeyeceğim üzül ama kendini yıpratma. Biz üstümüze düşeni yapıp uyarıyoruz gerektiği durumlarda asker gönderiyoruz. Ne var ki her millet kendi kaderini yaşamak zorunda bu iyi de olsa kötü de olsa böyle." Lillian prensin kumral saçlarına ve lacivert gözlerine baktı. Orada samimiyet ile birlikte bir tutam ilgiyi de görüyordu. İrkilerek kendine geldi onun kaderi çoktan Thranduil ile mühürlenmişti. "Doğru söylüyorsun Amroth ama Orta Dünya'yı bir tek eldar paylaşmıyor ki insanların yaptığı çoğu şeyin ucu iyi ya da kötü bize de dokunuyor. Sen de biliyorsun Sayısız Gözyaşı savaşında insanlar taraf değiştirdiği için çoğu Noldor yitip gitti. Bunun tekrar olmasından korkuyorum." Amroth bir süre düşünür gibi önlerindeki envai çeşit yemeklere baktı. Olduğu yerde Lillian'a döndüğünde Galadriel'in bakışlarının farkındaydı. Gözleri kesiştiğinde bu Dünya'ya ait olamayacak kadar güzel sesini duydu leydinin. "Babanın isteği de senin isteğin de gerçekleşmeyecek prens. Ancak bu demek değil ki senin kaderin her daim kötü olacak. Elbet mücadelenin mükafatını er ya da geç alacaksın." Amroth gözlerini çektiğinde babasının ve kendinin isteğini düşündü. Ancak bu kadar sessiz kalması Lillian'ı merak içinde bırakacaktı. O yüzden konuşmaya başladı. "Doğru söylüyorsun ben de istemezdim böyle olmasını ama insanların çok yardımı da dokundu bizlere. Beren senin dayın Kral Finrod'u kurtarmış ve olaylar zinciri hızlı bir şekilde gelişmişti. Aynı şekilde Ulmo'nun müdahalesi ile Tuor Gondolinin düşüşünü önleyemediyse de şu an yaşayan çoğu elfi kurtardı. O yüzden için rahat olsun Lillian." Prenses hak verir gibi başını salladı ve salatasından bir çatal aldı. Aç karna pek düşünemiyordu. "Teşekkür ederim Amroth. Sen ve bilgeliğin her zamanki gibi içimi aydınlattı." Amroth tatlı bir şekilde gülümsedi ve kahvaltı devam ederken ona muzip bir şekilde bakmaya başladı. "Senin endişen bizim için olduğu kadar da yeşil ormanın ak prensi için ve ben onun sende yarattığı etkiyi gördükçe bu hissi tatmak için sabırsızlanıyorum." Prensin bu sözleriyle birlikte Lillian'ın lokması az kalsın boğazına kaçıyordu. Thranduil'e olan hisleri barizdi ama sofrada babası ve Kral Amdír varken bu kadar açık konuşması onu telaşa sürüklemişti. Haldir elini sırtına koyarak ovarken Celeborn kahverengi gözlerini kısarak onlara baktı. Lillian sorun yok dercesine başını salladığında herkes kahvaltısına sessiz bir şekilde devam etti. "Kralım kralım böldüğüm için kusura bakmayın ama Lindon Kralı Gil Galad'ın sağ kolu lord Elrond geldi ve mühim haberler getirdiğini söyledi." Amdír çatalını bıraktı ve taht odasına gitti Elrond'u karşılamak için. Gri saçlarına altın rengi ince tacını yerleştirdi. Gil Galad herhangi bir ulak yerine kendi sağ kolunu gönderiyorsa cidden konu mühimdi ve içinden bir ses bunun yabancıyla ilgili olduğunu söylüyordu. Elrond geldiğinde hızlı bir reverans yaptı ve çantasından kralın yazdığı mektubu çıkarıp uzattı. "Sizin haberiniz olmayabilir ancak yabancının buraya geldiğini duydum. Sizden önce Eregion'a ve Rivendell'e gittim. Ancak daha gidilecek çok yer var." Amdír mavi gözlerini kıstı ve mührü kırdı. Mektupta kısaca yabancıya karşı önlem alınması gerektiği yazıyordu. "Senin genç olmana rağmen güçlü ve bilge bir ellon olduğunun farkındayım. Muhtemelen benden sonra oğlum Amroth ile kral olarak karşı karşıya geleceksin. Eru o zamana kadar kaderini güzel kılsın." Elrond olduğu yerde sendeledi. Bir aydır hiç dinlenmeden koşa koşa yol alıyordu. Ne Rivendell'de ne de Eregion'da dinlenmişti. Kral Celebrimbor onu sıcak karşılasa da yabancının oraya gitmediğini öğrenmişti. Oysaki Eregion ve Lothlorien yan yanalardı. Bu hamle bile Elrond'un yabancıdan yeteri kadar şüphelenmesini sağlamıştı. Ancak yorgunluktan ölecek bile olsa durmamalıydı. Daha Yeşil Orman'a gidecekti. "Bu halinle yolda çok dayanamazsın. Lorien sınırları içinde güvende olsan da güneye indikçe tehlike çoğalıyor. İnsan krallığı Gondor ve Yeşil Orman alt alta ve hemen ardından verimsiz topraklar uzanıyor. Birçok ork sürüsüyle karşılaşacak olman büyük bir olasılık. Sana emrim odur ki birkaç saatte olsa dinlenmendir. Akrabam Oropher'e güveniyorum. O mektup olmadan da kendi diyarı için en iyisini yapacaktır." Elrond omuz silktiğinde derin bir nefes aldı. Her ne kadar içine sinmese de birkaç saat dinlenebilirdi. Kendini hırpalaması Lindon kralını da huzursuzlandırırdı. "Emriniz başım üstüne kralım." Amdír kapının önündeki muhafıza döndü ve eliyle işaret etti. "Bana Celebrian'ı çağırın. Misafirimizle en iyi şekilde ilgilenmesi gerektiğini de söyleyin." Kral Amdír tahtına oturduğunda gözleri alışkanlıkla Celeborn'u aradı. Onun mantıklı yorumlarını seviyordu ama ailesiyle vakit geçirmesi gerektiğinin de farkındaydı. Bu olanlar dışında yeni bir aşkın ilk tohumlarının atıldığının farkında değildi. Elleriyle kılıçlarını sıkıca kavradı prens. Kılıç kullanabilecek yaşa gelince aslında herkes gibi tahta kılıçla başlamıştı ama sonra bundaki ustalığı fark edilmişti ve çok geçmeden demir kılıca yükselmişti. O günlerden birinde yani henüz ergenliğe yeni girmişken yine kılıçla çalışırken yüzünün sol tarafının aniden uyuştuğunu hissetmiş ve pek önemsememişti. Aradan elli yıl geçince babasıyla talim yaparken yine aynısı olmuş ama bu sefer canı daha çok yanmış ve can havliyle yüzüne dokunmuştu. Bu durum babasının gözlerinden kaçmamış ve ona ne olduğunu sormuştu. O ise önemsiz olduğunu söylemiş ve geçiştirmişti ancak içten içe bunun basit bir uyuşma olmadığını biliyordu. Ne zaman o acının geleceği belli olmuyordu ve bir prens olarak zayıflığının belli olmasını istemiyordu. Aslında yazın son demlerini yaşarken çim zeminde üstünü çıkarmıştı. Balkondaki ellethlerin hayran bakışlarının farkındaydı ve alışıktı. Eru vergisi bir vücudu vardı. Omuzları henüz çok geniş değildi ama yetişkinliğe girince gelişeceğini biliyordu. Belli olmaya başlayan baklavaları ve pürüzsüz teniyle oldukça çekiciydi. O her daim kendine özen gösterirdi ki çuval giyse bile yakışacağını düşünüyordu. Ta ki Lillian'ı görene kadar. Öyle bir ellethin gerçek olması mümkün değildi. Onun yanında kendini çok sönük hissediyordu. Yaralandığı günden sonra odasına girdiğinde bunu fark etmesi zor olmamıştı ancak gücüne gitmişti. Kimse ondan güzel ve becerikli olamazdı. Kabul ediyordu şımarık bir prensti ama gerçekler bilinirken şımarmaması imkansızdı. Açık sarı saçları havayı kamçı gibi döverken sanki karşısında hayalî bir düşman var gibi savaşıyordu. Kılıçların keskin sesi ortamın sessizliğini bozarken kendini rahatlamış hissediyordu. Hislerini bir şekilde atmak istiyordu. Lillian'a karşı olan hisleri onu zorluyordu. İlk zamanlar onun yerini kapacakmış gibi düşünmüş ve sarışın ellethten nefret etmeye çalışmıştı. Ne var ki kahverengi gözleri gökyüzü gibi uçsuz bucaksızdı. Sanki bir Vala olsa güzellik valası olurdu ki bu sadece dışı değil engin ruhu içinde geçerliydi. Ön görülmeyen cesareti,zekası ve yardımseverliği Thranduil'in kalbinin içine işliyordu. İşte en çokta bundan nefret ediyordu. Daha önce çok elleth onunla ilgilenmiş baştan çıkarmaya çalışmıştı ama prens Thranduil kendinin zirvede olduğunu bilerek hiç yanaşmamıştı ama Lillian'ın zambak kokusuna tav olmuştu. Bu kadar çabuk kapılmamalıydı ona. Bu durum onu korkutuyordu. Eğer uzaklaşırsa ve aralarına mesafe girerse her şey düzelir sanmıştı öyle ki günlerce devriyeye çıkmış ork avına gitmiş hatta odun kesmeye bile gitmişti. Bunların işe yaradığı söylenemezdi kendini görevlerine veremiyordu. Babası lacivert gözleriyle onu okumaya çalışmıştı bu durum karşısında ve Thranduil buna rağmen ifadesizlik maskesini takmıştı. "Neden aklımdan çıkmıyorsun Lillian? Ben neden seninle hiçbir şey olamıyorum? Yabancı olmak istemiyorum. Arkadaş olmak hiç istemiyorum ama aşık olmaktan korkuyorum. Ya babam gibi bir başıma kalırsam en sonunda ne olacak? Sen nefret edilecek en son kişisin biliyorum ama kendime engel olamıyorum. Sen kötü biri olsaydın çok pişman olacaktım sana kapıldığım için ancak ben seni hak etmiyorum o kadar iyi birisisin ki!" Çimenlik alanda onu duyacak kimsenin olmamasından faydalanarak bağırarak söyleniyordu. Ancak bir adım sesi duymasıyla insan üstü bir hızda sağ elindeki kılıcı gelen kişinin sivri kulağının biraz üstüne değdirerek ağaca sapladı. Duygularının yoğunluğu sonucu oluşan ruhsal patlamayla beraber nefes nefese kalsa da gelen kişiyi inceledi. Bembeyaz saçları kapkara gözleriyle Lillian'ın bahsettiği kişiyle birebir uyuşuyordu. "Bana olan bakışlarınızdan dolayı bir çıkarım yapmama izin verin. Ellethlerden çok benim gibi ellonlarla ilgileniyorsanız buradan size ekmek çıkmaz." Thranduil adamın bakışlarına alaycı bir cevap verdiğinde bir müddet ellerinde kılıçlarla ellonun etrafında avına yaklaşan bir avcı gibi dönmeye başladı. Deniz mavisi gözleri şüpheyle dipsiz kuyulardaki gibi karanlık gözlere sahip olan kişiye doğru kısılmıştı. Adam oldukça rahattı ama sıktığı çenesinden hiçbir şey belli etmemeye çalıştığı görülebiliyordu. "Prensim zaten niyetim size o gözle bakmak değildi haşa hiçbir ellon sizin gibi muhteşem değil. 10.000 yıl uğraşsalar yine size yetişemezler." Thranduil hızlı bir şekilde durumu değerlendirdi. Konuşmasına bakılırsa bu gerçekten Lillian'ın tarif ettiği kişiydi. "İltifatınız için teşekkür ederim gezgin bey. En kalabalık diyar olan Yeşil Orman'a gelerek beni ve babamı onurlandırdınız. Ancak sormama izin verin. Benden önce babamla görüşmüş olmalısınız talim yaptığım yere elinizi kolunuzu sallayarak girdiğinize göre." Yabancı başını salladı ve derin bir nefes aldı. "Kral Oropher diğer krallar gibi değil. O çok hoşgörülü,yenilikçi ve iyi bir kral. Diğerleri beni doğru düzgün dinlemeyip kovarken o evinin kapısını açtı." Dışından ifadesiz bir şekil çizse de içinden babasına kızıyordu. Öyle her önüne geleni içeriye alamazdı. Gezginlere saygısı sonsuzdu hatta onları severdi bile ama bu adamda tekin olmayan bir şeyler vardı. Fazla yalaka,sakin ve sinsiydi. Ne var ki bir anda kılıçlarını yere attı ve adamın omzuna elini koyup onu kendine çekti. Sarmaşıklarla süslenmiş koridorlara girdiklerinde kendi odasının önünde durdu prens. "Onca yolu gelmişsin istersen biraz dinlen. Akşam olunca seni prens olarak iyi ağırlayacağıma emin olabilirsin. Bu arada adım ne demiştin?" Kara gözlü ellon omuz silkti. Gerçek adını söyleyemezdi. "Ben sadece Aule'nin izinden giden basit bir ellonum. Bana her yerde başka isimle seslendiler. Kimisi bana Mairon kimisi Kharra der." Thranduil tek kaşını kaldırdı ve odasına girmeden önce bilmiş bir şekilde tebessüm etti. "Ben de sana Sauron diyeyim o zaman." Kharra'nın bocalamasını gördükten sonra dostça omzuna vurdu ve güldü. "Tabiki de şaka yapıyorum. Onun leşi yok olalı çok oldu. Eru'nun ışığı üzerine olsun akşam görüşmek üzere." İçeri girdiğinde başını ellerinin arasına alarak düşünmeye başladı. Adamın buralarda olması hiç iyi olmamıştı. Babası Noldor'a olan inadıyla mı sokmuştu onu içeri? Öyle olsa bile kendine danışsa iyi olurdu o da prensti ya hani. Kraldan sonraki en yetkili kişi oydu ama babası resmen onu görmezden gelmişti. Her daim kendisi haklı olamazdı ve en iyisini bilemezdi. Derin bir nefes aldı ve kendini nilüferler arasındaki kaynar suya attı. Rahatlaması gerekiyordu ve sonrada vakit kaybetmeden babasını ikna etmeliydi. "Tehlikeli olabilirsin Sauron ama benim topraklarım içinde at koşturabilecek kadar iyi misin bakalım. Zaman gösterecek kimin galip geleceğini ve şu ana kadar kimseye yenilmedim." Gökyüzünden içeri bir kar baykuşu geldiğinde Elmîr'i tanımıştı. Lillian'ın kar baykuşuydu gelen. Elflerin çoğunun mesaj ileten bir hayvanı olurdu. Elini uzattığında baykuş kağıdı koydu ve yanaşarak Thranduil'e kendini sevdirmeye başladı. Prens onun kar gibi tüylerini okşarken baykuş kocaman lacivert gözleriyle ona mutlu bir şekilde bakıyordu. Ona tebessüm etti ve bir anda tebessümü sırıtmaya döndü. "Sende hiç kimse gibi bana dayanamıyorsun değil mi? Sahibinde umarım senin gibi olur. Zaten öyle de bunu henüz itiraf etmedi." Baykuş silkelenip havalandıktan sonra kağıdı ıslatmayacak şekilde tuttu ve okumaya başladı. Sevgili Yeşil Orman'ın ak prensi Thranduil'e Seninle daha geçen gün mektuplaştık ve yazdığın yerlerdeki görünüşün mıh gibi aklımda beliriyor. Kaşlarını nasıl kaldırdığını ya da dudaklarını nasıl güzel büzdüğünü hayal edebiliyorum ancak konumuz bu değil. Annem dayıma yani babana bir mektup yazdı. Kabul etti mi etmedi mi bilmiyorum ama benim kabilemin sizin diyarınıza bağlanmasıyla ilgiliydi. Çünkü annem birlik olmamızın daha doğru olacağını yoksa yabancının bizi kolay yok edeceğini söylüyor. Biraz düşününce haklı da. Senden isteğim bu mektubu en kısa zamanda Sinaila'ya ulaştırman. Çünkü ben bir süre daha gelemeyeceğim gibi gözüküyor ve Sinaila beni görmezse sizinle birleşmeye sıcak bakmayabilir. Senin zorla halkı gasp ettiğini düşünür ve savaş açmaktan çekinmez. Güzel günler geride kalmışken bir iç savaşa gerek yok bence. Senle düşman olmakta eminim çok zevkli olurdu ama ben sana kıyamazdım. Tabi aynısı senin için geçerli mi bilemiyorum. Bana en kısa sürede yaz muhabbetimizi özlüyorum. Kıymetli arkadaşın Noldor prensesi Lillian Güneşışığı Thranduil mektubu okuduktan sonra saçlarını kurulayarak odasına girdi. Bir müddet Lillian'ı düşündü. Kalemi usta bir şekilde kullanıyor ona her türlü duyguyu yaşatıyordu. Bir yandan Sauron olduğundan şüphelendiği kişiyi ne yapıp edip en kısa sürede evden uzaklaştırması gerekiyordu. Sindar değil Silvan usulü ile ağzını arayacaktı ellonun. O yüzden siyah bir pantolon üstüne gümüş rengi işlemeleri olan siyah bir tunik giydi. Yaprak şekli verilmiş zümrüt yüzüğünü parmağına taktı ve başına bahar dallarından oluşan tacını giydi. İşte şimdi yüzleşmeye hazırdı. |
0% |