@silayetimoglu
|
Tanrıların ülkesi Valinor'dan getirilen altın çiçek neredeyse hiçbir yerde yetişmezdi. Çünkü Orta Dünya'nın hiçbir bölgesinde o güzel fidana uygun toprak yoktu. Yine de elfler kadim krallığın hatırasını yaşatmak için tohumlarını alıp ülkelerinde ekmişlerdi. Lindon kralı Gil Galad'da bunlardan biriydi. Büyük büyük ataları ona bir tohum vermişti ve canla başla o altın rengi güzelliği görmek için kolları sıvamıştı. Yine de çabaları sonuç vermeyince onu denize fırlatacaktı ki halası Galadriel onu durdurdu ve tohumu aldı. Kendi gözü gibi bakılan tohum Lorien kralı Amdîr'e takdim edildi. Pek umutları yoktu gerçi ama yine de şanslarını denemeye karar verdiler. Nihayet yıllar yıllar geçti ve lorien çiçeği açtı. O gün aynı zamanda Lillian doğmuştu. O günden sonra ıssız topraklar diye anılan vadi gürleşti ve her yerinde lorien çiçekleri bitti. İşte ismini böyle aldı zarif diyar. Yine de şimdi konuşulacak olanlar kulağa pek güzel gelmeyebilir. Yuvarlak mermer bir masada dördü kral biri danışman olmak üzere beş ellon, bir tane de danışmanın eşi noldor prensesi olan leydi Galadriel oturmuş düşünceli bir şekilde bakışıyorlardı. "Bugün buraya acil olarak toplanma sebebimiz malumunuzdur beyler ve leydim." Kral Amdîr toplantıyı açtığında bakışmalar sona erdi ve altın sarısı bir ağacın altında oturan ellona dikkat kesildi herkes. "Orta Dünya'da eskisi kadar olmasa da büyük bir karanlık çöküyor. Morgoth'un uşağı Sauron bir şekilde Numenor'dan sağ kurtulabildi ve aldatıcı maskesiyle adımlıyor evimizi." Herkes pür dikkat onu dinliyordu. Bazıları sinirli, bazıları düşünceli ve bazıları da sakindi. "Siz de gördüğünüz gibi aramızda bir kişi eksik o da Kral Celebrimbor. Kendisini kesinlikle suçlamıyoruz ama Sauron'a evini açan birine ne kadar güvenebiliriz bilmiyorum. Alınmıyorsun değil mi Gil sonuçta bahsettiğimiz kişi kuzenin." Gil Galad başını hayır dercesine salladı yine de bu durumda olmaktan hoşnut değildi. Bir şekilde kuzenini doğru yola sokmalıydı çok geç olmadan. "Şu an bilgelikle yerinde oturuyor gibi görünse de çok büyük hamleleri de oldu. O yüzden daha fazla zarar vermemesi için bu toplantıyı ayarladım." Oropher hışımla ayağa kalktı ve parmağını Amdír'e doğrulttu. Galadriel ve Celeborn telaşlı bir şekilde müdahaleye hazır ayağa kalktılar. "O yılan az kalsın benim oğlumu öldürüyordu ama sen sanki bu hiçbir şey değilmiş gibi konuşuyorsun." Amdír parmağını indirttirdi ve biraz geri çekilerek derin bir nefes aldı. Öncelikle herkes sakin olmalıydı ki bir çözüm yolu bulunabilsin. "Oğluna olanlardan dolayı üzgünüm Oropher ve kesinlikle hafife almıyorum ama sözlerine dikkat etsen daha iyi olur." Oropher kaşlarını kaldırdı ve ellerini beline koyarak Amdír'e meydan okur gibi başını dikti. "Sen benim üstüm müsün ki bana emir verir gibi konuşabiliyorsun. Burada hepimiz eşitiz." Glorfindel telaşlı bir gülümsemeyle geldi ve elini dostunun omzuna koydu. Bakışlarını ona çevirirken gözlerini belerterek sakin olmasını istiyordu. "Mellon nin biraz sakin olur musun? Gören de seni koskoca Yeşil Orman kralı değil de Gondolin günlerindeki acemi ellon sanır." Oropher elini salladı ve yerine oturdu. "Oraları karıştırma." Oropher homurdanarak yerine oturduğunda Glorfindel saygılı bir şekilde başını eğdi ve özür diler bir ifadeyle baktı herkese. "Oropher'i bilmez misiniz? Söz konusu sevdikleri olunca biraz şey biraz cim-" "Ney olabiliyormuşum?" Oropher gözlerinden sakin bir şekilde bıçak fırlatırken Glorfindel elini başına götürdü ve ensesini kaşıdı. "Cimri mi demişim ayy yaşlılık başıma vurdu galiba. Korumacı diyecektim. Evet evet korumacı. Yine de sizden onu anlamanızı rica ediyorum. Hiç kolay şeyler yaşamadı." Oropher Glorfindel'e minnettar bir şekilde baktı. Kendisi sinirlendiğinde ve konuşursa kalpleri kırabileceği zamanda kadim çınarlar gibi köklü olan dostu onun arkasını toplamayı çol iyi beceriyordu. Aklına gençlik zamanları geldi ne günlerdi. Bir yerde üç günden fazla durmazdı ve bol içkili festivallere katılıp her gün ork avlardı Glorfindel ile birlikte. "Buradaki hiç kimse kolay şeyler yaşamadı Lord Glorfindel ama gelecek nesillerimizin bunları yaşamaması için toplandığımızı hatırlatmak isterim." Galadriel kuğu gibi süzülürken herkese bir bakış attı. Buz mavisi gözleri Oropher'de uzunca bir süre oyalandı. Kızı onun oğlunu seviyordu ve Lillian adım adım kaderine yürüyordu. Yine de yatıştırıcı bir şekilde yanına gitti ve elini omzuna koydu. Her şeye rağmen ona minnettardı. Hem soydaş sayılırlardı. İkisi de Valinor'un ışığını görmüş ve cenneti adımlamış iki elfti sonuçta. "Oğlun için olan endişelerini anlayabiliyorum bende çok severim Thranduil'i ve içimden bir ses yıllar yıllar sonra onunla farklı bir şekilde tekrar karşılaşacağımızı söylüyor." Oropher omzundaki eline elini koydu ve tebessüm etti. Yine de seviyordu Galadriel'i en başta kızına karşı sert davranmıştı ama Lillian haklıydı. Büyüklerin suçları küçüklere yüklenmemeliydi. "Eru izin verirse umarım görürüz leydim. Oğlum cidden kızımı çok seviyor. Yaz dönümünde düğünleri olacak. Lillian sana söylemiştir. Sence neresi olsun?" Galadriel bir müddet altın yapraklarda gezdirdi gözlerini. Ne çok batıda ne de çok doğuda olmalıydı düğün yeri. "Biliyorsun kızım zamanında sizin batı sınırınızda bulunan tampon bölge olan yeşil yaprak kabilesini yönetti. Orasının konumu uygundur benim için." Oropher başını salladı. Diğer ellonlar onları bekleyen karanlık gelecek ile ilgili konuşurken doğuda yine de umut vardı. "Oropher güneydoğu sınırlarını gözetlemeni istiyorum. Diyarın konum itibariyle tehlikeli bir yerde ve ittifaklık edebileceğin ülkeler sınırlı." Gil Galad bunları dediğinde Oropher kaşlarını kaldırdı. Ona bilmediği bir şey söylemeliydi. O civarlardaki ateşi hissedebiliyordu ne zamandır. Sanki alttan alta kaynayan bir lav çekirdeği gibi sinsice ilerliyordu karanlık. Son zamanlarda ise daha çok hissedilir olmuştu Kharra kılığında Sauron'un gelişiyle. "Orası zaten her daim gözetim altında. Biz en kalabalık diyar olsak bile olası bir saldırı durumunda destek kuvvete ihtiyaç duyabiliriz." Sandalyelerdeki herkes ona bakıp gülümsedi. Elfler ortak düşman karşısında her zaman birlik içinde olacaklardı. Sauron ve Morgoth hepsinden birer parça almıştı. Çoğu elf eşini,ailesini,çocuklarını,ülkesini,uzuvlarını,canını kaybetmişti özgürlük uğruna ve bir daha esaret altına girmek istemiyorlardı. "Gil Galad sen iyice düşün taşın. Kuzeninle konuş onu doğru yola iletebilirsin ya da casusluk yapıp ondan bilgi koparabilirsin. Ancak şunu bil ki sen onu sert bir dille kovduktan sonra Sauron senin yanında oldukça ketum kalacaktır." Gil Galad başını tamam anlamında salladı. "Benim bölgemdeki bitkiler çok şifalıdır ve hünerlidir batının eldarı. O yüzden bende olası durumlar için ilaç ve iksir hazırlama görevini alayım." Glorfindel bunları söyledikten sonra Galadriel elinde bir keseyle ona yöneldi. Glorfindel elinden keseyi alırken meraklı bir şekilde bakmaktan kendini alamadı. "Bunlar en yaşlı Lorien ağacının yaprakları Lordum. Her bir yaprağın yarısını karışımlara eklerseniz tesirini arttıracaktır." Glorfindel tebessüm ederek elinden keseyi aldı. Bu kesinlikle çok yardımcı olacaktı. "Prenses Lillian'ın saçlarının yansımasını almış olan çiçekleri bana verdiğiniz için teşekkür ederim leydim. Onlara sanki çocuğummuş gibi nazik davranacağıma emin olabilirsiniz." Galadriel ona ne şüphe der gibi gülümsedi. "Beyler şimdilik kendi krallıklarımızı gizliden gizliye güçlendirmeye başlayalım. Dışarıdan normal gözükeceğiz ama içten içe hazırlıklara başlamamız gerekiyor. Her şey tam bir sessizlik içinde yürütülmeli." Kimse Galadriel'e karşı çıkmamakla beraber birkaç ellon not almaya başlamıştı bile. "Yine de iletişimi koparmamalıyız. Normalde palantirler ile iletişim kurabilirdik ama onlar tehlikeli uzak durmalıyız. Ayrıca size söylemek istediğim bir şey var." Herkes pür dikkat ışığın hanımının berrak tebessümüne dalmıştı. Galadriel bıraktığı etkiden memnun olarak Celeborn'u ayağa kaldırdı. "Küçük kızım Lillian ile Oropher'in oğlu Thranduil sevgilerini evlilikle taçlandırma kararı aldılar. Beyaz çiçekler yerlerini eriklere bıraktıkları vakit yani yaz dönümünde Yeşil Orman Diyarının doğusundaki gün dönümü korusunda evlenecekler. Hepinizi bekliyoruz." Bu haberle beraber herkes Galadriel ve Oropher'in etrafını sarıp tebriklerini iletti. Oropher gizliden gizliye gözyaşlarını kuruluyordu. "Daha dün gibi sevgili babamın onu ellerine alması. Şimdi ise küçük prensim gidiyor ha." Celeborn ise gülerek onun ellerini tuttu. İki baba karşılıklı olarak benzer duyguları paylaşıyorlardı şimdi. "Thranduil'i oğlum gibi severim onda Telerinin soğukkanlılığı ve Vanyar'ın cesareti var. Kızıma iyi bakacağından eminim. Ayrıca Lillian'ın zekası ve hoşgörüsü ikisini uyumlu kılacaktır." Oropher derin bir nefes aldı ve eliyle muhafızları işaret ederek hediyelerini Kral Amdír'e sunmalarını istedi. Oymalı sandıklar ağaç kovuklarının geniş odalarına bırakılırken karanlık yol katediyordu ama nedeni bilinmez bir şekilde aydınlık her zaman Oropher'in yanında olmuştu. "Prensin başına gelen o musibette Oropher'in yardımı sayesinde kızımla Thranduil'in arasındaki eş bağı açığa çıktı. Bu yüzden kimse itiraz etmemeli." Celeborn'un bu sözleriyle beraber Gil Galad,Amdír ve Glorfindel nefeslerini tuttular ve birbirlerine imalı bakışlar attılar. Amdír Elonthel ile bağının arasındaki anılarda kaybolmuştu. Glorfindel ilk hayatında aşka vakit bulamamıştı ama zevk almaya bakmıştı yaşamından şimdi ise yeni bir savaş kapıdaydı. Arkasında gözü yaşlı bir aile bırakmak istemiyordu. Gil Galad'ın geçmişi ise sırlarla dolu eskimiş zarif bir sandıktı. Kimse onu bilmiyordu. "Oğlum için ne gerekiyorsa yaparım Celeborn biliyorsun. Ancak kızın da sana çekmiş. Ben onu sınamak için azcık sert davrandığımda bana nasıl karşı çıktığını görmeliydin. Thranduil gibi laf dolandırmak yerine her şeyi açık açık söylüyor ve dobralığı karşısında dilin tutuluyor." Galadriel eline bir kadeh alıp çatalla vurdu ve herkesin dikkatini kendisinde olmasını sağladı. "Bir dahaki toplantıya kadar görüşürüz beyler." Arkasını döndü ve Oropher'in arkasına doğru gülümsedi. Orada eşi Freda'yı görüyordu şimdi. "O zamana kadar hoşçakalın. Eru'nun koruması üzerimize olsun." Sonunda Thranduil iyice ayaklanabilmişti. Kendisini öncesine göre daha iyi hissediyordu. Babası bugün Orta Dünya'nın durumunu konuşmak üzere Lorien'e gitmişti. Her ne kadar Lillian'a gelmesi için ısrar etmişse de o kararlı bir şekilde kendisinin yanında kalacağını söylemiş ve babasıyla beraber gitmemişti. Aynadan kendine baktığında sırıttığını gördü. Başına safirlerle bezeli naiplik tacını taktı ve yüzüklerini parmaklarına yerleştirdi. Üzerindeki beyaz pelerin ve mavi tuniğine eşlik eden kahverengi pantolonuyla güne başlamaya hazırdı. Odadan çıktığında sarmaşıklarla örülü merdivenleri adımladı ve kendini taht salonunda buldu. Kendinden emin adımlarla bir gün onun olacak olan tahta oturdu. Oldukça rahattı ama büyük sorumluluğu vardı. Normal bir elf olsa sadece ailesini düşünürdü ama o bir prensti o yüzden ülkesindeki her bir detayı düşünmek ve kontrol altına almak zorundaydı. Elindeki asayı sallarken yeşil kapı açıldı ve çiçek yaprakları pencerelerden içeri girdiğinde hoş bir atmosfer oluşturdu. "Ulmo gönlünüzü okyanuslar kadar ferah tutsun efendim. Ne arzu edersiniz?" Thranduil tebessüm etti. Sarayın kahyası Menestor onu dakiklikle karşılamıştı ve kestane rengi dalgalı saçlarını alttan kuyruk yapmış ve sade bir şekilde giyinmişti. "Akşam Yıldız ışığı şenliği için büyük meydan hazırlansın. Güney sınırlarına gözcüler dikin bu akşam tatsızlık çıksın istemeyiz. Ayrıca Eryn Galen'e uzak olanlar için atları ayarlayın. Herkesi görmek istiyorum. Meydan herkesi alır değil mi?" Menestor tebessüm etti. Rahatça Gondor'u bile alırdı Söğüt yaprağı meydanı. "Elbette efendim. " Thranduil memnuniyetle mırıldandı ve bacak bacak üstüne attı. "Yıldız çiçeklerinin yanında annemin simgesi olan ay çiçeklerini de hazırlayın. Babama sürpriz yapmak istiyorum. Onun dışında bana rapor ver halkım sıhhatte midir?" "Emredersiniz. Sadece Menekşe vadisinde yaşayanlar biraz huzursuz. Çünkü etrafta garip kişiler dolaşıyormuş. Ayrıca orkların sayısında artış gözlenmiş." Thranduil gözlerini kıstı bir an önce orkların kökünü kurutmak istiyordu ama bu biraz zordu. En azından yaklaşacak savaşa kadar beklemeliydi. "Yıldız ışığı şenliğini halkımın moralini yerine getirmek için düzenliyorum. Onlar benden bile önce gelir. Hayalet grubunu vadiye yollayın iyice bir baksınlar etrafa." Hayalet grubu aslında oldukça sessiz hareket olmalarıyla bilinen bir suikastçi grubuydu. Babası zamanında gücünün çok faydasını görmüş ve bu yüzden böyle bir grup kurmuştu. İçlerinde Elvina'da vardı. Elvina deyince aklına askerler geldi ve ayağa kalktı. "Peki efendim başka bir isteğiniz var mı?" Asası elinde çıkışa yönelen Thranduil derin bir nefes aldı. Etrafındakilere emirler yağdırmayı,güçlü olmayı seviyordu. Bembeyaz dişleriyle gülümsedi. "Teşekkür ederim Menestor. Şu an için bir isteğim yok. Sadece askerlere bir bakayım diyordum. Alana Zeren'i çağırırsan sevinirim onunla konuşacaklarım var." Menestor başını eğdi ve hızlı adımlarla söylenenleri yerine getirmek için bahçede gözden kayboldu. Geçende antrenman yaptığı alana geldiğinde etrafa göz gezdirdi. Askerler yaşlarına ve cinsiyetlerine göre gruplara ayrılmış ve çeşitli elfler tarafından eğitim alıyorlardı. "Ayaklar dışarı,omuzlar içeri. Düşmana korktuğunu göstermemelisin." Bacaklarında asayı hisseden genç ellon prensi fark etmesiyle şaşklınlıktan az kalsın yere düşüyordu. "Hoş hoş geldiniz prensim. Bizi onurlandırdınız." Thranduil gülünce herkes başını kaldırdı ve ona yol açtılar. "Lütfen rahatsız olmayın. Ben yokmuşum gibi devam edin." Tabi Thranduil için bunları söylemesi kolaydı. Otoriter enerjisi ve tehlike saçan bakışlarını kendisi bilse de rahatsız olmuyordu. Ancak aynısı askerler için söylenemezdi. Çoğu elleth hızlı ve zayıf olmanın avantajıyla hançer çalışıyordu. Çeliğin şangırtısı sivri kulaklarda yankılanıyordu. Ellonların çoğu kılıçla olsa da aralarından birazı ok çalışıyordu. Okla çalışanların arasında Lillian'da vardı. Saçlarını örmüş ve tek gözünü kısarak yay geriyordu. Attığı tüm oklar hedefini buluyor adeta bir kılıç gibi ağaç gövdesini delik deşik ediyordu. Thranduil sevinse de onu rahatsız etmemeye karar verdi. Prenses o etrafında gezinirken dengesini kaybediyordu. Bu yüzden yerinde kalmaya karar verdi ancak akşam olunca onu bulacaktı. Kenarda çalışan bir askeri gözüne kestirdi ve ona eliyle gelmesini işaret etti. Asker tedirgin olduğunu belli etmemeye çalışarak eğildi ve mızrağıyla onu selamladı. "Buyrun efendim." Thranduil asasını sol elinden sağ eline geçirdi ve pelerinini kendine ayak bağı olmaması için geçen bir hizmetliye verdi. "Beraber çalışmaya ne dersin?" Yumuşak bir ılıklıkla esen rüzgarlar sonbahardan değil de ilkbahardandı sanki. Prens havanın ondan yana olduğunu biliyordu. Ancak karşısındaki acemiyi gücendirmek istemiyordu. "Onur duyarım prensim." Asker elindeki mızrağı kendini savunma amaçlı tuttu. Aklı sıra prensin ilk hamleyi yapmasını sağlayıp onun zayıf noktasını arayacaktı. Ancak bilmediği bir şey vardı. Thranduil'in zayıf noktası yoktu Lillian dışında. Thranduil ona yan gözlerle baktı ve birden askerin üstüne doğru koşmaya başladı. Asker yana çekilince onun şaşklığını fırsat bilip arkadaki taş duvara ağırlığını vererek üzerine zıpladı. Saçları rüzgarda savrulurken mızrağını vahşi bir ifadeyle askerinkiyle tokuşturdu. Asker birkaç adım geriye sürüklense de dengesini çok kaybetmemişti. Thranduil gülümsedi. Askerlerin kendine eş dayanıklılıkta olması krallık için iyi olurdu. Asker mızrağını başına sallasa da çevik bir hareketle yana eğildi ve asasını askerin bacaklarına vurup onun yere düşmesini sağladı. "Savaş alanında kimse sana ayağa kalkman için el uzatmayacak. Sen anca Mandos'un salonlarında böyle yatabileceksin asker. Arkandan gülmelerini ve kafatasından şarap içmelerini mi tercih edersin?" Asker yutkundu ve prensin elini tutarak ayağa kalktı. İçindeki cesaret ve hırs açığa çıkıyordu Thranduil'in sözleriyle. "Hayır istemem prensim." Thranduil asasını etrafında döndürürken asker hamle yaptı ve mızrağını bedenine yolladı. İşte o an zaman yavaşladı. Rüzgârın kendisi olmuş prens ileri atıldı ve asasıyla mızrağın üstünden zıplayarak askerin üzerine doğru havalandı. Askerin son gördüğü şey prensin mavi tuniği olmuştu. "Vay canına." "Prensimiz çok güçlü ve zeki." "Acaba gücü rüzgârla ilgili olabilir mi?" Etraftaki askerler dedikodusunu yaparken eline kaldırarak tebessüm edip selam verdi. Elfleri etkilemeye bayılıyordu. "Eru sana bir nimet verdiyse kullanmalısın yoksa bir cüce gibi hantal kalırsın." Kalktı ve üzerindeki tozları silkeledi. Tacını düzeltti ve Lillian'a çapkın bir şekilde göz kırptı. Yanına gidemeyecek olması onunla uğraşmayacağı anlamına gelmiyordu. "Bu iş burada biter." Daha sonra eğitim alan birkaç Sindar çocuğun yanına gitti. Eğitim konusunda herkes serbestti. Babası Silvan elflerinin kitap okumayı ya da yazı yazmayı sevmediklerini biliyordu ama aynısı Sindar elfleri için denemezdi. "Hoş geldiniz prensim." Melusine onu selamladığında tüm gözler ona döndü. "Varda'nın karanlığı kusurlarınızı örtsün leydi Melusine. Teftişe çıkmıştım bir uğrayayım dedim." Melusine elindeki kitapları masaya koydu. "İyi yapmışsınız efendim. Bugün de coğrafya dersi işliyorduk." Thranduil memnuniyetle başını salladı ve çocuklardan birinin önünde bağdaş kurup oturdu. "Merhaba güzellik bugün neler işliyorsunuz bakalım anlat bana." Küçük kız utangaç bir şekilde gülümsedi ve derin derin nefes aldı. Prensi görünce çok heyecanlanmıştı. O çok uzun ve yakışıklıydı. Az önce molada antrenman yaparken olanları duymuştu ve o zamanki tehlikeli ellonla şimdi ona yumuşak bir şekilde gülümseyip başını okşayan ellonun aynı kişi olduğuna inanamıyordu. "Orta Dünya'nın batısını konuşuyorduk. Dumanlı dağlardaki hava koşullarından sonra Rivendell körfezine gelince değişen iklimi, orada bulunan ot çeşitlerini,evlerin inşasında kullanılan malzemeleri öğreniyoruz." Thranduil bir kitabı açtı ve önüne koydu. Beyaz ama içinde gökkuşağını bulunduran göz kamaştırıcı bir taş vardı. "Peki bana bu taşın özelliklerini söyler misin?" Küçük kız bir süre gözlerini kıstı ama sonra heyecanlı bir şekilde başını salladı. "Bu taş binbir renk taşıdır. Her ne kadar üzerinde sadece yedi renk var gibi gözükse de o renklerin bin bir tonunu taşır. Bu yüzden bu ismi almıştır. Huzur verir ve zihni dinç tutar. Lindonda çok sevilir ve saray bu taşla bezelidir." Prensin mavi gözleri ışıldadı ve ellethle çak beşlik yaptılar. "Aferin prenses. Büyüyünce ne olmak istiyorsun bakalım?" "Ben büyüyünce heykeltraş olacağım. O kaba taşları en nadide eserlere çevirip ismimi tarihe yazdıracağım." Thranduil çok şaşırmış gibi elini ağzına götürdü ve elini kızın omzuna koydu. "Bu çok güzel bir istek umarım Manwe bunu duyar da kaderin rüzgarları seni isteğine götürür. Ayrıca her taşın görüntüsü iyi olmayabilir bazılarının güzelliği içinde gizlidir." Deyip ayağa kalktı ve gerinerek Melusine' ye ilerledi. "Buradaki çocukların çoğunun geleceği parlak ve bu gözlerine yansımış. Senden ricam en samimi öğretmen elfi ülkede gezdirip diğer elflerin de eğitimi sevmesini ve ona ulaşmasını sağlamak. Krallığımda ayrımcılık olmasını istemem." Melusine gözlüklerini düzeltti ve gururlu bir şekilde çocuklara baktıktan sonra gözlerini prense çevirip gülümsedi. "Benim tanıdığım bir elleth var aslında samimi olarak prenses Lillian'dır ama onu gönderir misiniz bilmem" Thranduil bir müddet düşündü. Lillian harika bir öğretmendi bunu defalarca kanıtlamıştı ,yine de onun kaderinde kahraman kraliçelik olduğunu bilemezdi kendisi bile, ama o olmazdı. Onu gözünün önünden ayırmak istemiyordu. Yine de bunu ona soracaktı ve gitmek isterse yapabileceği tek şey onunla gitmek olurdu. Bir ara onunla beraber ülkeyi baştan sona gezmesi gerekiyordu ki bu çok güzel bir fikirdi. "O benim gelinim ama onun yerine başkasını bulabileceğimize eminim. İsim listesini Menestor'a verirsin ve o gerekli izinleri halleder." Melusine başını sallarken Thranduil gitmeye hazırlanıyordu. Tam kapıdan çıkarken ellethin sesini duydu. "Sizin gibi bir prensimiz olduğu için çok şanslıyız. Eru sizi başımızdan eksik etmesin." Thranduil mutlulukla gülümsedi. Bugün ne kadar çok güldüğünü düşünerek kendi de şaşırdı. Lillian'ın planı kesinlikle takır takır işliyordu ve prens bu durumdan oldukça memnundu. Çabucak akşam oluvermiş gece sakin bir karanlığa bürünmüştü. Thranduil şelalenin altında kısa bir yıkanmanın ardından üzerine gümüş yaldızlı bir pelerin almış, gece mavisi tuniği ve siyah pantolonunu giymişti. Saçlarını ördürmüş ve aralarına obsidyen tokalar takmıştı. Söğüt yaprağı meydanına kadar kısa bir yürüyüşten sonra gözleri Lillian'ı aramış ve onu kadim bir çınarın tepesinde sincap severken bulmuştu. Saçları ay ışığıyla parlıyor ve beline süzülüyordu. Üzerinde su yeşili belden aşağı bollaşan fırfırlı bir elbise vardı. Bakışları kesişince Lillian utandı ve yüzünün önüne bir yaprak çekti. Thranduil bunu fark edince kraliyet asasını salladı ve minik bir rüzgarla yaprağı çekti. Lillian bir müddet yaprakla uğraşsa da sonunda pes edip bırakmış ve dağılan saçlarını düzeltmeye çalışırken kendisine sinirle bakıp oflamıştı. Gülerek yüksek kürsüye çıktı ve gözlerin üzerinde olmasına alışkın bir şekilde gür bir sesle konuşmaya başladı. "Eru'nun merhameti üzerimize olsun Yeşil orman diyarı halkı! Bugün burada güzel bir şenlik için toplandık. Bu akşam Varda'nın saçlarından yıldız toplayacağız. Her ne kadar bu yeteneğe sadece biz Sindar elfleri nail olsak bile krallık kilerindeki en nadide şarapları sizin hizmetinize sundum. Doya doya içelim!" Herkes prense kadeh kaldırıp yaşa diye bağırdılar. "Duyumları almışsınızdır. Sauron ülkemize girmişti çok zarar vermişti güzelliğimize. Beni az kalsın yeniyordu ama feriştahı gelsin prensinizi yenemezler. Sonunda onu geri püskürtmeyi başardık. Tabi bunun için özel olarak teşekkür etmek istediğim birisi var." Elini kaldırdı ve Lillian'a doğru uzattı. Altın saçlı elleth ona adımlarken herkes mutlulukla gülümsüyordu. İçlerinde endişe olmasına rağmen yine de kendilerine güvenleri tamdı prensleri gibi. "Lorien ve Yeşil ormanın müstakbel kızı Lillian Güneşışığı. O olmasaydı şu an kalbim atmıyor olurdu. Çünkü o zaten benim kalbim." Lillian yanakları acıyana kadar gülümsedi ve gözlerini yere eğdi. Thranduil eğilip onun alnından öpünce gecesi yıldızların kadim ışığına rağmen daha da güzelleşmişti. Prens kadehini havaya kaldırdı. "Yıldız ışığı şenliği başlasın dostlarım!" |
0% |