Yeni Üyelik
9.
Bölüm

⚜️Mavi Ateş⚜️

@silayetimoglu

Görenler onu zemini incitmekten korkar gibi yürüyor sanırdı ama kimse içindeki fırtınadan haberdar değildi. Doriath'ta doğsa bile Eryn Galen onun kutsalıydı ve kutsalı bir kere kirlendi mi onu temizlemesi oldukça zor olurdu. Kharra enerjisini çok iyi saklayabilirdi ama prensin gözlem yetenekleri çok iyiydi ve onun güç isteği peşinde olduğunu ve Orta Dünya'yı dolaşarak bir şekilde krallıkların zayıf noktalarını bulup onlara yıkmaya çalışacağını anlamıştı. Eru aşkına bu diyarda gerçekleri gören sadece kendisi olamazdı.


Derin bir nefes aldı ve oymalı,kızıl sarmaşıklarla kaplanmış bir tahtta oturan babasını selamladı.


"Hükmünüz daim olsun kralım. Yeni gelen misafirimizin ırkı Noldor olmamalı ki ona kapılarımızı açmışsınız. Talim yaparken yanıma uğramasaydı misafirimizin olduğundan bile haberim olmayacaktı."


Thranduil gözlerini babasına dikti. Oropher ise bir elinde asasıyla yumuşakama yine de ifadesiz bir maske takınarak oğluna bakıyordu.


"Temennilerin için teşekkür ederim ion nin ama senin de bildiğin gibi en kalabalık eldar nüfusu bizde barınıyor. Kimisi geçici bir misafir olarak kimisi de kalıcı olarak barınma talebinde bulunuyorlar. Her gün onlarca kişiyle görüşüyorum normal olarak."


Prens babasının sebeplerinde haklı olduğunu biliyordu. Bazen kendisi de ilgilenirdi yeşil ormana gelenlerle ama Kharra onca misafirin içinde dikkat çeken bir ellondu ve babasının bunu görmemesi ya da görüp buna rağmen susması onu sinir ediyordu.


"Evet ama hoşgörülü davranıyor olmamız tehlikeli tehlikesiz ayırt etmeden önümüze her geleni evimize alacağımız anlamına gelmiyor."


Olduğu yerde volta atmaya başlamıştı Thranduil. İçten içe babasının gerçekleri görmesini istiyor ve bunun için çabalıyordu. Kharra'nın orada bulunduğu her saniye diyar için bir tehdit barındırıyordu. Saatli bir bombayla aynı yerde uyumak istemiyordu Thranduil.


"Tamam ada misafir alman da sorun yok ancak senden bir ricam var. Teleri'ye benzeyen siyah gözlü misafirimiz yani Kharra ona dikkat etmeni istiyorum. Yok eğer onunla ilgilenemeyecek kadar meşgulsen gözümü onun üzerinde tutarım. Bu arada sana burada ne kadar kalacağını bildirmiş miydi?"


Oropher vişne suyunu yudumladı. Oğlu her zaman fazla şüpheci olmuştu. Yardım isteyen ve iyi bir amacı olan misafirlere kapısı her zaman açıktı. Bunu Thranduil'de biliyordu ama buna rağmen Kharra'yı tehdit olarak algılıyordu. Noldor krallarının gerçek yüzlerini görmüş ve tarafını akıllıca seçmiş olan birini yanında tutmak istemesi normaldi.


"Şimdilik ona iki hafta kalması için zaman verdim ancak onu sevdim. Muhabbeti iyi bir ellon ve benim eski halime benziyor."


Ama sen sinsi ve yalaka değildin ada ayrıca karanlık bir enerjin yoktu. Güneş gibi parlıyordun diye düşündü prens. Anlaşılan Kharra babasının gözünü ve zihnini süslü sözleriyle boyamıştı. Bunu açık bir şekilde anlıyordu çünkü onun da hitabeti iyiydi. Anlaşma yaptığı krallıklardan kendinden önceki prenslerden daha çok başarıyla dönmüştü ve bunu hitabet yeteneğine ve çekici enerjisine borçluydu.


"Sana olan saygım sonsuz Ada ama yine de yanlış yaparsan yanlışını söylerim. Eğer sen haklıysan özrümü dilerim yok eğer ben haklıysam bir on yıl bunu senin başına kakıp dalga geçeceğim demektir."


Babasına tebessüm ettikten sonra selam verdi ve saraydan dışarı çıktı. Genel olarak kahverengi ve yeşil hakim olsa da saraya bu Silvan elfleri için çok değerliydi. Onlar ormansız orman da onlarsız yaşayamazlardı bu yüzden yeşil renk onlar için en değerli mücevherlerden farksızdı.


Thranduil bahçeye geldiğinde ortada mavi bir ateşin yakıldığını gördü. Kharra ise etrafına birkaç ellon ve elleth toplamış onlarla sohbet ediyordu. Hançerinin kabzasını tutarak sıktı ve derin bir nefes aldı. Tacını zarif bir şekilde düzeltti ve eline iki kupa alarak kalabalığa ilerledi.


Prensi gören eldar başlarıyla onu selamladı. Mavi ateşin mutlu pırıltısı deniz mavisi gözlerinde oynaşırken kendini Kharra'nın yanındaki mindere attı ve elindeki kupalardan birini ak saçlı ellona uzattı. Kharra kara gözlerini memnun bir ifadeyle kısarak ona baktı.


"Varda yine saçıyor incilerini göğe biz ona bakıp umut edelim diye. Sizin oralarda ne gibi adetler var bilmiyorum ama."


Deyip kupasını onunkiyle tokuşturdu ve kavun aromalı soğuk şarabını tutkulu bir şekilde yudumladı. Babası pek sevmese de kendisi alkollü içecekleri severdi ve yeni şaraplar, içkiler tatmaya bayılırdı. Hepsi sanki yapıldığı yerin özelliklerini malzemelerinde taşıyor diye düşünürdü.


"Bizim burada kendi elinle kavun şarabı vermek karşındaki kişiyle muhabbet içinde olmak istediğin anlamına gelir. Belki de bunu defterine yazarsın ve gelecek nesillerimiz eskilerinin adetlerini unutmaz."


Kharra yumuşak bir gülüşle bir yudum aldı ama yüzü biraz buruşmuştu. O daha çok acıyı severdi her anlamda.


"Bunu yazacağımdan emin olabilirsin prens. Sizin zevklerinizle benimki pek uyuşmuyor ne yazık ki. Bu biraz hafif ve tatlı geldi ben daha çok ağır ve yakan içecekleri tercih ederim."


Kan gibi diye düşündü Kharra. Şu an burada olmak istemiyordu ama henüz çok güçlü değildi. Numenor battığında zor kurtulmuştu ve gücünü henüz toplayamamıştı ama neyseki noldor elflerinin arasında değildi. Onları hiç sevmiyordu ve bu nefretini paylaştığını düşündüğü Oropher'in diyarına kapak atmak istiyordu.


"O zaman size kızıl boynuz şarabını önerebilirim. Dalları kızıl bir boynuz gibidir ve ağaçta yetişir. Özü kan gibi ve acıdır genellikle güneydeki insanların diyarında yetişir."


Prens kızıl boynuz şarabının Kharra'ya ne kadar uyduğunu düşünmeden edemedi. Hava iyice karardığında birçok ellon ve elleth ateşin etrafında çember oluşturdu. Davullar,darbukalar ve üflemeli çalgılar muhteşem bir harmoniyle gecenin sessizliğini yarmaya başladığında. İkisi de bir süre sessiz kaldı. Thranduil ne de olsa kolay kolay sarhoş olmuyorum diyerek kupaları yeniden doldurdu.


"Sana bir teklifim var Kharra. İçme yarışması yapalım. İlk hangimiz sarhoş olursa şu ateşin üzerinde çıplak ayakla yürüsün."


Kharra bir süre hafif dalgalı saçlarını inceledi ve sonra ne kaybederim ki diye düşündü. Hatta prense karşı bilerek yenilip onun egosundan faydalanarak yeni bilgiler öğrenebilirdi.


"Sizin içecekler karşısındaki bilginize dayanarak bu işte çoğu eldarı geçtiğinizi ve bu basit ellonla mutlu bir şekilde karşılıklı olarak şarabınızı yudumlama isteğinizden dolayı onore oldum."


Thranduil gözlerini devirmemek için Eru'ya dua etti. Hayatta en nefret ettiği şey yalaka insanlardı ve Kharra'da bu bolca vardı.


"Şerefe soylu gezgin Kharra arkadaşlığmıza."


Kharra kara gözlerini memnuniyetle prenste gezdirdi ve kadeh tokuşturdular.


Ritimler hızlandıkça sohbet koyulaşıyor ve kupalar bir dolup bir boşalıyordu. Thranduil'in buğday teni hafif pembeleşmişti ama onun dışında iyiydi. Kharra'nın gözleri ise eskisi gibi fıldır fıldır bakmıyordu.


"Tirion'da doğdum ve annemle babam oranın yerleşik ailelerindendi. Kral Finarfin hâlâ orayı Kraliçe Earwen ile yönetmekte. Valinor'un hanımı torunu zambak tenli Lillian kadar göz kamaştırıcı."


Thranduil Lillian'ın adının geçmesiyle sivri kulaklarını dikti ancak derin bir nefes almaktan kendini alamadı. Onunla nereden tanışıyor olabilirlerdi ki en fazla portresini falan görmüştü herhalde. Teni iyice kızarırken Lillian'ın ismi gini narin,bembeyaz ve yumuşak teninden öyle şevkle bahsetmesi onda yılan dilini koparma isteği uyandırmıştı. Titreyen sağ eli hamle yapmak için hançerine gitti ama kendini durdurdu. Eninde sonunda sinirini çıkaracak bir yol bulacaktı ama şu an sadece akrabasını övmeliydi.


"Kraliçe Earwen Lillian'dan çok Celebrian'ı andırıyor ama altın saçlı prenses türünün eşsiz bir örneği. Teleri zarif bir güzellikle kutsanmıştır ama Noldor'un hırsı bazılarına da bulaşmıştır."


"Öyle tabi. Lorien'e gittiğimde onu görmüştüm enerjisi çok güçlü ve parlaktı. Kendisi gibi güçlü bir eşi hak ediyor."


Kharra'nın sözleri karşısında hırslandı Thranduil. Sert hareketlerle kupasını doldurdu. Daha şimdiden hırslanmıştı. Ondan güçlü olan bir ellonu hayal edemiyordu. Eğer varsa da ondan şimdiden nefret ediyordu. Bir süre ağzının içinde bir şeyler geveledi.


Mavi ateşe gözlerini dikti ama sonra aklına gelen düşünceyle kendi kendine sırıttı. Lillian asla güce bakmazdı. Öyle olsaydı bekar bir çok soylu vardı Orta Dünya'da. Mesela Lord Glorfindel kadim elflerden biriydi ve oldukça güçlüydü neredeyse bir Maia kadar bilgeydi. Teleri prens Amroth Lillian'ın ailesiyle yakındı,mert ve adildi. Gil Galad'ın sağ kolu sessiz sakin ve mantıklıydı ama onda patlamaya hazır bir volkan görüyordu.


Yine de hiçbiri bir Thranduil etmezdi. O kral olmak için doğmuştu. Güçlü olmak kanında vardı. Babannesi bir Vanyar elfiydi onlar kutlu halk olarak bilinirdi Valar'a olan muhabbetleri nedeniyle. Ananesi Doriath'ın konseyinden soylu bir ellethti. Dedesi Elu Thingol, diğer dedesi ise Teleri prensiydi.


"Kaderinde kim varsa onu seçer elbette. Mandos'un hükmü er geç yazılır Kharra."


Saatler geçtikçe gece iyice çöküyordu. Çoğu aile ağaçların arasındaki evlerine çekilmişti. Yarışmayı izleyen genç ellonlar esnemelerini gizlemeye çalışıyorlardı.


"Aslında var ya Thranduil. Eldarın tek bir kişi tarafından yönetilmesi gerekiyor. Böyle parça parça olmaz. Eğer bilgili biri başımıza geçerse ilk önce cüceleri sonra insanları yenebiliriz. Onlar burada misafir biz ise Orta Dünya'nın sahipleriyiz."


Thranduil dudağının kenarıyla gülümsedi. Kharra böyle tehlikeli laflar ettiğine göre iyice sarhoş olmuş demekti.


"Söylediğin bazıları için güzel bir hayal olsa da oldukça kötü bir düşünce. Bu Dünya sadece bize ait olsaydı diğer ırklar yaratılmazdı. Ayrıca görünüşe göre sarhoş olmuşsun. Önden buyur Kharra."


Thranduil kalkıp siyah tuniğini düzeltti ve ona eliyle yolu gösterdi. Kharra hafif adımlarla mavi ateşe doğru yol alırken arkada bir grup ellon iddiaya giriyorlardı.


"Bahse varım Sentel gezgin bey bir dakikadan fazla dayanamayacak."


"Saçmalama istersen Minuel gözleri çok kararlı bakıyor ve unutma o bir gezgin. Bizden daha bilgili ve eminim bir numarası vardır."


Silvan elfleri konuşurken Thranduil'in gözleri Kharra'nın üzerindeydi. Derin bir nefes aldı ve ilk adımını attı. Etraf şimşek gibi aydınlanırken mavi ateş açlıkla harlandı. Uçları gece göğüne doğru yayıldı. Ateş yavaş bir şekilde kararırken arkadan homurtular gelmeye başladı. Uğursuz bir hava çökmüştü ormanların incisine.


"Herkes savunma pozisyonu alsın. Minuel destek kuvvet çağır. Ork baskınına uğradık."


Thranduil bunları dedikten sonra hançerini çekti ve eğlenceye hazırlanırmış gibi iki elinde bir tur döndürdü.


"Gelin orklar gelin de Sindar'ın gazabına uğrayın. Yeşil Orman için saldırın!"


Thranduil önde olmak üzere bir grup elf orkların arasına körleme daldı. Prens o kadar hızlıydı ki ayakları yere basmıyor gibiydi ve siyah tuniğiyle adeta karanlıkla bütünleşmişti. Her önüne gelen ork hançerlerinin keskin yüzüyle yüzleşiyordu. Rüzgarla birlikte metalik sesler sivri kulaklarına taşınıyordu. Deniz mavisi gözleri arkasına aldığı alev gibi parlıyordu.


Gecenin ilerleyen saatlerinde oldukları için etrafta pek elf yoktu ve aksi gibi çok ork geliyordu. Sarayın duvarlarına kadar gerilediler. Tam prens fiyakalı bir gücünün olmasını istediği anda babası çıkageldi. Altın sarısı zırhıyla güneş gibi doğuyor halkına umut vadediyordu. Sessiz adımlarla ölüm dağıtırken güzel saçlarına siyah kan yağıyordu. İçindeki vahşi elf ortaya çıkmıştı. Normalde Oropher sıcakkanlı ve sakindi ama savaş onun için bir tutku gibiydi. Sanki yıllar önce alamadığı intikamı orklardan alıyor gibiydi.


"Baskın var dediler geldim."


Oropher bunları söylediğinde Thranduil etrafında topaç gibi dönerek orkların başlarını gece gökten kayan yıldızlar gibi düşürüyordu.


"En güzel kısmı kaçırdın ada ama sana da bıraktım bir şeyler."


Oropher belinden iki uzun gümüş kılıç çıkardı ve oğluna uzattı. Onun önlem olarak hançerleri aldığını ama kılıçlarıyla sağlam bir bağ kurduğunu biliyordu. Onlarla daha iyi savaşırdı. Thranduil gözleri parlayarak babasından kılıçları kaptığı gibi arkasına yaklaşan iki orkun göğüslerine sapladı.


"Sarayın duvarlarına geldiğinize göre bana altın tepside sunmak istedin herhalde ion nin."


Oropher bunları derken prens kendini kıkırdamaktan alıkoyamadı. Sanki normal bir zamanda piknik yapıyorlar gibi hem sohbet ediyor hem de güneş ve yıldız gibi parlayarak diyarı savunuyorlardı.


Thranduil sol yanında bir ağrı hissettiğinde acıyla dişlerini sıktı. Şimdi olamazdı dayanmalıydı. Bu seferki öncekiler gibi değildi. Zihni sanki vücudunu işlevsiz bırakmak istiyor gibiydi.


"Ada! Amin mela lle."


Eğer gerçekten göçüyorsa Mandos'un salonlarına babasına onu sevdiğini söyleme fırsatını bir daha bulamayabilirdi. Hırıltılı bir şekilde nefes almaya çalıştı. Acıyla kılıcını düşürdüğünde Oropher gözlerini belerterek oğluna doğru koştu. Bu olay daha önce de olmuştu ve bu acıyı nehim tetiklediğini bilmiyordu. Ailesini koruyamadığı için kendinden nefret ediyordu. Gözleri dolduğunda biricik Freda'sı geldi aklına. O ne olursa olsun Thranduil'i korumasını isterdi.


"Yaprak pozisyonu alın ve prensi revire taşıyın."


Thranduil itiraz etmek ister gibi bir ses çıkardı. Açık sarı saçları kapkaraydı orkların pis kanıyla sulanmıştı ama onun dışında pek yarası yoktu. Savaş alanından kaçamazdı korkak bir prens değildi o. Gerekirse halkı için ölürdü ama kendisi güvenli duvarların ardındayken ruhların Mandos'un salonlarına gitmesini izleyemezdi.


"Mae Elbereth uineni silmaren enu ath Sindarin. Viare istagh ilare min une."


Thranduil kadim bir Sindar duasını okuyarak Varda'dan yardım istiyordu. Oropher onun duasını duydu ve kabul edileceğini umdu. Ey Elbereth Sindar'ın gazabını denizler gibi parlat. Düşmanımızın gözlerini kara saçlarınla ört diyordu oğlu.


Oropher oğlunu korumaya ve dinlemeye o kadar odaklanmıştı ki bir ormu gözden çıkarmıştı. Üsteli bu bir okçuydu. Tam arkasına ok gelecek ve yıllar önce aldığı mızrak yarası tazelenecekti ki arkadan beyaz bir kılıç oku engelledi. Oropher Kharra'ya minnettar gözlerle baktı.


Thranduil bu olanları bulanık olsa da görüyordu. Ateşin nasıl karardığını ve o ateşe adım atar atmaz sanki gizli bir şekilde orkların savunmayı delip harekete geçtiğini görmüştü. Savaşırken Kharra'nın gözlerine baktığında acısı ortaya çıkmıştı ve bu işte onun parmağı olduğundan emindi.


Haykırmak istedi prens. O senin hayatını kurtararak senin üstünde hakimiyet kurmak istiyor demek istedi ancak deniz mavisi gözleri acıya daha fazla dayanamadı ve etraf alacakaranlığa bürünürken yıldızların son demleriyle bilincini kaybetti.


Oropher Thranduil saraya götürülürken Kharra onun yanına yaklaştı. Sanki hiç savaşa girmemiş gibi güzeldi.


"Kralım tahminlerime göre orklsrın arkasında büyük bir güç var ve oğlunuzun durumuyla da bağlantılı."


Sonuçta çok yer gezmişti gezgin. O yüzden dediklerinde herhangi bir yalan aramadı.


"Beni kurtardığın gibi oğlumu da bu iletten kurtarabilir misin? Onu kurtarabilirsen dile benden ne dilersen."


Kharra sinsi bir şekilde gülümsedi.


"Az da olsa şifa yeteneğim var kralım ancak prensi daha yakından incelemem gerek."


Oropher kafasını tamam anlamında salladı.


"Kralım sınırdaki okçular ölü bulunmuş. Ayrıca yeşil yaprak kabilesi buraya yürüyor."


Oropher saçlarındaki kanı sıktı ve pelerinini düzeltti. Leydi Galadriel'in ona yazdığı mektubu okumuştu. Doğudaki tek güç olmak elbette hoşuna gidecekti. Böylece belki Noldor'un sinsi planlarına kurban edilmezlerdi.


"Kharra sen oğlumun yanına git birkaç şifacıyla beraber. Terian sen de sınırdaki muhafızları arttır."


Asasını sallayan Oropher sarayın etrafına yayılan şeffaf kalkanı gördüğünde derin bir nefes aldı ve atına atladı. Beyaz atı mahmuzlayarak sınıra gitti. Yeşil Orman diyarı oldukça büyük olduğundan uzun sürmüştü. Ta kuzeydeki dumanlı dağlardan güneydeki gondora kadar sınırları genişliyordu.


"Gel buraya minian ve oğluma göz kulak ol. Kharra'da dahil kimseye kendini belli etme."


Bir anda beliren bukalemun tuhaf gözlerini etrafta gezdirdi ve sahibinin dediklerini anlamış gibi kıvrık dilini uzattı.


Sonunda sınıra geldiklerinde altın sarısı dalgalı saçlarına güneş vuruyordu. Zırhındaki kan lekeleri kurumasına rağmen kendilerini belli ediyordu.


Kahverengi kıvırcık saçlı bir elleth geldi ve kralı selamladı.


"Buyurun Kral Oropher neden gelmiştiniz?"


Oropher atından atladı ve isminin Sinaila olduğunu hatırladığı ellethe selam verdi.


"Öncelikle Mandos'un merhameti üzerinize olsun. Leydinizle konuşmak için gelmiştim."


Sinaila kızıl kestane deri kıyafetiyle yırtıcı gözüküyordu. Lillian'ı takdir etmeden geçemedi Oropher. Kendisi Silvan elflerini yönetirken bile biraz zorlanırken o daha vahşi olan kısmı gayette iyi yönetebiliyordu.


"Üzgünüm ama hanımım Lorien'e gitti bu yüzden bir derdiniz varsa benimle konuşabilirsiniz."


Oropher atına geri dönerken elini salladı.


"O zaman hanımınız geldiğinde bana haber verin. Ben de o zaman geleyim."


Minuel aniden geldiğinde Oropher şaşırdı elinde bir mektup tutuyordu.


"Kralım bunu bugün prens Thranduil Yesil yaprak kabilesinin ikinci hanımı Sinaila'ya ulaştırmamı emretmişti. İzninizle vermek istiyorum."


Oropher başını salladı. Muhtemelen oğlu kendine bir mektup arkadaşı bulmuştu. Acaba durumu nasıldı? Onu uzun zamandır bu kadar acı çekerken görmemişti.


"Peki Minuel."


Siyah saçlı ellon mektubu Sinaila'ya uzattığında yapılı elleth çatık kaşlarla okumaya başladı.


"Sizinle konuşmak istediğim için sınıra gelmiştik ama anlaşılan hanımım öngörülü davranmış. Doğuda bir karanlık yayılıyor kralım. O yüzden Lorien'den emir geldi. Kabilemizi sizin diyarınıza katıp genişlemek istiyoruz."


Oropher yüzünü buruşturmamak için kendini zor tuttu. Lorien'den emir gelmiş miş. Kral Amdír'i tanıyıp sevse de emrivakilerden hoşlanmazdı. Neydeki bu durumu şimdilik görmezden gelebilirdi çünkü halkın refahı ve huzurunun artması için kabilenin onlara katılması fikri uzun zamandır aklını kurcalıyordu çünkü.


Asasını yere vurdu Oropher ve yemyeşil sarmaşıklar kupkuru ormanı tekrar canlandırdı. Güze girmelerine rağmen sınır genişlemiş her yer yemyeşil olmuştu. Kızıl bir çınar dibinde bittiğinde derin bir nefes aldı ve Sinaila'nın elini sıktı.


"Akrabalar birbirlerinden ayrı kalmamalı leydim. Yarın hazırlıklara başlayın. Burada iki bölük savaşçı bırakacagım güvenliğiniz için."


Sinaila alaycı bir şekilde gülümsedi. Pek iletişim kurmazlardı ama Silvan elflerinin bu kısmı daha vahşiydi.


"Sizin korumanıza ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum kralım. Biz başımızın çaresine bakarız."


Oropher asasını atına bağlayıp üstüne yerleşirken yan gözle Sinaila'ya baktı. Tartışmak isterdi ikinci hanımla ama zihnini meşgul eden birisi vardı. Oğlunu sarayda tek başına bırakamazdı.


"Oğlum şu an ölümle pençeleşmiyor olsaydı sana çok güzel sözler söylerdim ama ne var ki acelem var."


Diyerek Yeşil yaprak kabilesinin ikinci hanımını şaşkınlık içinde bırakarak okçularıyla tozu dumana katarak eve doğru yol aldı.


Kendini boşlukta hissediyordu Thranduil. Bu öyle bir boşluktu ki hiçliğin zincirleri yüreğini sıkıştırıyordu. En son yaşananları anımsadı. Ölmüş olabileceğini düşündü ama burada ne Mandos'un salonları ne de kadim eldardan kişiler vardı.


Olduğu yerde bağdaş kurup oturdu. Buradan bir şekilde çıkabilirdi. Fiziksel olarak bir şey yapamazdı ancak ruhu savaşabilirdi. Bağıra çağıra ağlasa Kharra'ya ve şansına sövse bu bir işe yaramayacaktı. Annesi,babası,onun yüreğini denizler gibi dalgalandıran elleth Dünyadayken kendisi dedesinin yanına gidemezdi. Bunun için ona kızarsa kızsındı ki zaten kızmayacağını biliyordu.


Üstünde altın işlemeli deniz mavisi bir tunik altında da beyaz bir içlik vardı. Eh burada çıplak olsaydı bunu umursamazdı çünkü etrafta boğucu bir beyazlık vardı.


Burada zaman kavramı da yoktu. Ruhunun olduğu bu yerde geçen bir dakika Dünya'da bir sene ediyor olabilirdi. Eğer durumu annesinin sivri kulaklarına ulaştıysa Eru korusun kederden solmuş olabilirdi.


Ayağa kalkıp volta attı prens. Annesi ölmüş olsaydı burada olurdu ama mantıksal olarak Mandos'un oyunlarına akıl sır ermezdi. Düşündükçe ve buradan kurtulamadıkça içindeki sıkıntı arttıyor ve sinirleniyordu.


"Kendimi hiç ölmüş gibi hissetmiyorum. Dünyada kötü bir şey yaptığımı düşünmüyorum bu bir ceza olamaz."


Kendi kendine bir söz verdi prens. Ellerini saçlarının arasından geçirdi ve derin bir nefes alarak yere yattı.


"Yaratıcımız Eru ve diğer Valar beni duyduğunuzu biliyorum. Sorun eğer kibrimse Dünyaya dönersem daha alçakgönüllü ve samimi olacağım. İnsanlarla iyi geçinmeye çalışacağım ama cüceler için bir söz veremem çarpılmak istemiyorum."


Yapabileceği bir şey varsa bunu bilseydi yapardı ama etrafta herhangi bir ipucu gözükmüyordu. Bir anda bilinci zaten kapalı haldeyken bu bilinmeyen diyarda da dengesini kaybetti. Bir ipucu olduğunu düşünerek sakin bir şekilde gözlerini kapadı. Zihninde hafif çekik kahverengi gözler belirdi. Buna bembeyaz bir ten, ince gül yaprağı misali pembe dudaklar eklendi. Bir elleth için kaba kaçabilecek köşeli yüz hattı geldiğinde Thranduil sırıtmaktan kendini alamadı.


"Bana dayanamayıp peşimden geleceğini biliyordum Lillian. Artık sence de bir öpücük almanın zamanı gelmedi mi?"


Sert bir rüzgar yüzüne çarptığında bunu bir işaret olarak gördü ve ciddileşmeye çabaladı.


"Tamam tamam tabiki de sözümü unutmadım. Sadece burada hoşlandığım kişiyle bile flörtleşemeyeceksem neden zihnime uğratıyorsunuz ki Lillian'ı?"


Kendi kendine güldü ak prens. Burada en sağlam zihni olan biri bile bulunsa kısa sürede akıl sağlığını kaybedebilirdi.


"Como enas ta mias Felungas. İhrove zene tu niah. Mandos deuren a lamia."


Bir anda kadife bir ses yankılandığında burada olmadığını bilse de Thranduil etrafa bakındı. Ses sanki her yerden geliyor gibiydi. Hem yumuşak hem de emir verir gibiydi. Hayatında duyduğu en güzel sesti.


"Hayata geri dön Felungas. Elimle birlikte iç sonsuzluğu. Mandos'un hükmünü ez geç."


Bir süre dudak büzdü iyi hoş konuşuyordu Lillian ama ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Ortada tutulacak bir el ya da içilebilecek bir su göremiyordu. Bunları zihninden geçirdiği anda zarif bir el bembeyaz gökle yarışırcasına onun elini kavradı. Açık sarı saçları havada uçuşurken şaşkınlıktan eli ayağına dolaşmıştı.


"Neler oluyor?"


Bu soruyu soruyordu kendine ama görüş açısına giren altın sarısı saçları mutlu bir şekilde hayata çağırır gibi kıvrıldığında tebessüm etmekten kendini alamadı.


"Sanırım Valar bana merhamet etmiş olmalı ki beni hayata döndüren melek kendi elleriyle getiriyor ölümü ruhuma. Ancak ne olursa olsun sonsuz hayatımda kendimi daha önce hiç bu kadar mutlu hissetmemiştim. Ne kadar da ironik ama."


Kahverengi gözleri kesiştiğinde kendi mavi gözleriyle ruhu ciddi anlamda uçuyor gibi hissetti. Lillian'la beraber silikleşirken belli belirsiz bir cümle daha duydu.


"Amin mela lle Thranduil."


İsminin anlamı gibi kaburgalarının arasında kuvvetli bir bahar yaşanırken seni seviyorum diyen Lillian'ın onunla dalga geçmediğini umdu. Bunun olamayacağını biliyordu çünkü eşlik bağını derinden hissediyordu.


Loading...
0%