Yeni Üyelik
12.
Bölüm

⚜️Sol Kulaktaki Küpe⚜️

@silayetimoglu

Elvina'yı küçümsememeliydi.


Çıtıpıtı elleth görünüşünün aksine içinde kana susamış bir canavar yattığına emindi. Kırbacını gördüğünde bir terslikler olduğunu anlamıştı. Tabi Thranduil onlara bakıp güldüğünde de yandığını anlamıştı.


"Zeren'i bile yenersin ama Elvina'ya meydan okuyorsan daha sonra yanıma gelip ağlama haşatımı çıkardı diye."


Lillian sinirle yanaklarını şişirip ofladı.


Sonuç olarak Thranduil haklı çıkmıştı. Tüm gün haşatı çıkmış ve bir elf olmasına ayrıca uyumaya gerek duymamasına rağmen kendini yatağına büyük bir yorgunlukla atmıştı.


"Ya bir saniye oturduğumda bile kırbaçlamak nedir? Ben neyim senin gözünde be kadın? Kalçamın üstüne oturamıyorum senin yüzünden."


Diye söylenip uykuya dalmıştı.


Sonraki haftalarda ise Thranduil ile ilgilenmişti. Yarasına merhem sürmüş ve ona yoldaşlık etmişti. Onunla savaşmak ya da sohbet etmek zor değildi gerçi ama en zorlandığı kısım merhem sürme zamanlarıydı.


"Bu kası bir tek insan diyarlarındaki baklava tatlısı denen tatlıları taşıyan tepsilerde görürsün. Bu arada köprücük krmiklerim o kadar geniş ve derin ki bes tane kolyeyi yan yana dizsen sığar, denemek ister misin?Doya doya bak prenses. Benden faydalanmana izin veriyorum. Sırtıma erişemiyorum da şurayı bir kaşır mısın? Burası sanki kremi pek emmemiş gibi, elinle yedirir misin?"


Gibi sözlerle onu utandırıp kızdırıyordu ama bazen o kadar gülesi geliyordu ki kendini kahkaha atarken prensin mavi gözlerinin yansımasında görebiliyordu. Acaba bu kendini övme ve tavlama konusunda annesine mi ya da babasına çekmişti kim bilir belki de dedesine çekmişti. Thingol'ün çok kibirli olduğu söylenirdi ama yine de adildi.


"Cıvıma Thranduil bak giderim, köpekler gibi kaşınıp durursun ona göre."


Thranduil ise bu sözleri duyduğunda onu bileğinden ya da belinden kendine çeker ve alttan ona masum bakışlar atardı. Lillian'da kızararak ve içten içe eriyerek homurdanırdı.


Koskoca diyarda onlarca şifacı elleth olmasına rağmen prens vücudunu bir tek ona elletiyordu ve Lillian içten içe bu durumdan memnun olsa da duygularını yansıtmak istemiyordu.


Bir sabah prens kendini daha iyi hissediyordu. Yarasını kontrol etti. Biçimli vücudunda sadece belli belirsiz bir grilik kalmıştı.


Üstünü değiştirdi ve bir müddet rutin haline gelen Lillian'ı bekledi. Bir türlü gelmeyince odasında kahvaltı etti. Etraf çok sessiz ve kasvetli görünmüştü gözüne. Üstünü giyinip egosunu biçildiğini kabul ederek prensesi aramaya koyuldu.


Sonunda onu sarayın ikinci katında bulmuştu. Sessiz bir şekilde yanına yaklaştı. Amacı onu korkutup kendini eğlendirmekti.


"Seni sadece hançerlerden anlayan bir elleth sanırdım Lillian."


Lillian o kadar odaklanmıştı ki kitaba prensin alaycı sözlerini duymamıştı bu yüzden Thranduil onu iyice bir incelemeye karar vermişti. Elinde eski ve kalın bir kitap tutuyordu. Muhtemelen tarih ya da savaş kitabıydı. Altın saçlı elleth saçları gibi sarı bir elbise giymiş, saçlarını ise dalgalı hale getirmişti. Prens içindeki dürtüye uydu ve hızla atılarak prensesin saçlarını karıştırdı. Lillian onu engellemeye çalışırken kollarına sıkı bir şekilde tutundu.


"Ya ne yapıyorsun Duil?! Balkondan aşağı düşmemi mi istiyorsun Eru aşkına?"


Thranduil mavi gözlerini kısarak etkileyici bir şekilde güldü ve ahşap oymalı korkuluklara oturdu. Bacakları çam ağaçlarının iğne yapraklarına değiyor ve ortalığa uyuşturan bir koku yayılıyordu.


"Sen de saçlarına şekil vermeseydin. Normalde de çok dokunasım geliyor böyle daha ilgi çekici olmuş bu senin suçun."


Eline bir vişne aromalı şarap aldı ve havalar soğumaya başlamasına rağmen buz gibi içti. Bir kadeh Lillian'a uzattı ve zarif kadın onu aldı.


"Ayrıca sen bir şekilde kendini kurtarırdın ve oldu ki kurtaramadın ve beyaz atlı prensine ihtiyaç duydun ben senin incinmene asla izin vermem."


Prensin aylardan beri bedenine ve ruhuna salınan ateş harlanıyordu ve artık duygularını içinde tutmak istemiyordu. Bir şekilde Orta Dünya'da işler karışmadan önce prenses ile arasındaki bağı tamamlamak istiyordu.


Her şey bir anda olmuştu. Şimdiye kadar hayatında çok kadın olmamıştı ama Lillian farklıydı. İstediği zaman sert olabilen prenses ona karşı beyaz bir zambak yaprağı gibi yumuşaktı. Savaş becerilerinin yanı sıra oldukça bilgili ve cesur bir ellethti. Yani tam da kendisine göreydi.


Lillian'ın elindeki kitabı aldı ve ellerini tutarak kalbinde birleştirdi. Kalbinde sanki Vala Orome'nin atı koşturuyordu. Derin bir nefes aldı ona masum ve soğuk bir şekilde bakan prensesi süzdü.


"Şunu anlıyorum ki Lorien'in güneşi sen ne yaparsan yap ya da Dünyanın derinliklerine kaç ama ben daha fazla ruhumu susturamayacağım."


İçinden kendini sakinleştirmeye çalışıyordu Thranduil. Normalde dilini ustalıkla kullanır ve türleri yönetirdi ama Lillian ona çekik kahve gözleriyle bakarken kelimeler vücudunun derinliklerine kaçıyordu. Altın saçlı elleth onu çok fena etkiliyordu.


Lillian nefesini tutmuş onu dinliyordu. Mavi gözleri son derece ciddiydi. Tam kaygılarına kapılacakken arkadaşlarının onu cesaretlendiren sözleri canlandı zihninde ve sivri kulakları kızararak utangaç bir şekilde tebessüm etti.


"Sana tutuldum zambakların kraliçesi ve bu hayatımı, olabilecek tüm hayatlarımı seninle geçirmek istiyorum. Benim sol kulağımı küpeyle taçlandırır mısın?"


Vanyar ve Sindar elflerinin ortak geleneği olarak her bahar başlangıcında bekar elfler sağ kulaklarına onları simgeleyen bir küpe takardı. Tüm gece boyunca danslar edilir ve ruh eşlerini ararlardı. Lillian'ın sembolü altın sarısı zambaktı.


"Seve seve taçlandırırım ak prens ama sana anlatmak istediğim şeyler var. Teklifini ona göre yap. Benimle aşık atmak kolay değildir. "


Thranduil kaşlarını çattı ona doğru eğildi. Derin bir nefes aldı ve parmaklarıyla oynadı. Cidden yapacağını düşünmüyordu ama zaman geçtikçe prense o kadar alışmıştı ki onu bırakmasından korkuyordu.


"Hani ben bir ara eve gitmiştim ya orada annem suya baktı."


Thranduil güldü ve elini Lillian'ın çenesine koyarak başını kaldırdı. Onun gözlerinden akan korkuyu görebiliyordu. Karanlık kendisini hedef almışken onu Mandos'un salonlarından alan kızın enerjisi karamsarlıkla buğulanmıştı.


"Ah Leydi Galadriel'in aynası kim bilir sana neler gösterdi. Ama şunu bil ki Lillian orada ne görmüş olursan ol Eru bizi ayırmadığı sürece seni bırakmaya niyetim yok."


Lillian daha rahatlamıştı ve prensin sözlerini tuttuğunu biliyordu. Yine de onları bekleyen karanlık gelecekten korkuyordu. Eğer sonu ölüm olacaksa çevresindekileri üzmeden gitmek istiyordu. Thranduil'in üzülmesine dayanamazdı.


"Orada senin gözlerini gördüm ve kanlı bir beşik vardı. Kan net bir şekilde ölümü simgeler biliyorsun."


Thranduil başını salladı ve düşünceli bir şekilde çam yapraklarıyla oynamaya başladı. Açık sarı saçları sonbahar rüzgarlarıyla savruluyordu.


"Bunun birçok anlamı olabilir. Bir çocuk düşüreceksin ya da onu doğururken öleceksin ama benim gözlerim onun benden olacağını gösterir. Ya da çocukluğumuzla ilgili bir şeyler de olabilir."


Açıkçası şu ki Thranduil daha önce baba olmayı aklından geçirmemişti. Kendine ve eşine benzeyen küçük bir şey paytak adımlarla yürüyor ve sulu gözleriyle sana bakıyordu. Tatlı ve rahatsız ediciydi.


Lillian'ın açık kahverengi hafif çekik gözlerine,pembe dudaklarına ve beyaz pürüzsüz tenine baktı. Onunla olan büyük aşkının nişanesi bir çocuğu ne kadar çok istediğini aniden fark etti.


"Ya Thranduil korkutmasana beni."


Omuz silkti ve kollarını zambak kokulu prensese doladı. Bunu dile getirmese de Lillian'ın buna ihtiyacı vardı. Derin bir nefes aldı ve başını prensin göğsüne dayadı. Kalbinin ritmi huzursuzluğunu azalttı. Orada zaman dursa sonsuza dek kalabilirdi.


"Bazen gerçekçi olmak gerekli canım. Seni korkutmak istemesem de bazı korkularla yüzleşmek gerekir. Kendini yalanlarla avutmakla veya zihnini başka şeylerle meşgul etmekle sorunları çözmüş olmazsın."


Lillian boğuk bir sesle konuşmaya başladı ve gözlerini devirdi. Onun için söylemesi kolaydı. Çocuk doğuracak hatta belki ölecek olan o değildi.


"Sen kimsin ve Thranduil'e ne yaptın?"


Thranduil gür bir sesle kahkaha attı ve prensesin yüreği hopladı.


"Ben senin aşkınım Lillian bunu biliyorsun. Her ne kadar senle uğraşmayı sevsem de bir işin içinde sen ve benim yani bizim geleceğimiz varsa oldukça ciddileşirim. Sen eğlenmelik bir elleth değilsin sonuçta."


Bu samimi itiraf karşısında prensesin bacakları titredi ve bir şekilde kendini prense daha çok yaslanır buldu. O olmasa belki de olduğu yere düşerdi.


Omuzlarından yük kalkmış prens duvarın kenarında duran arpını aldı ve parmaklarını tellerin üzerinde usta bir şekilde gezdirdi.


"Yine de Lillian geleceği bu kadar çok düşünürsen anı yaşayamazsın. Geleceğimiz iyi de olsa kötü de olsa seni asla bırakmayacağım yoksa leydi Galadriel öldürür beni."


Lillian prensin dedikleriyle kıkırdadı. Normalde olsa ailesi Thranduil konusunda temkinli davranırdı ama aralarındaki eş bağını fark etmişlerse birbirlerine hasret kalmazlardı çünkü eş bağı Vala Mandos'un onları kutsaması anlamına geliyordu. Hiçbir tür tanrıların karşısında itiraz edemezdi tabi ki.


"O yüzden şimdilik sadece anın tadını çıkartalım."


Kızıl çınar yaprakları etraflarında ahenkli bir şekilde dönerken Lillian huzurla içini çekti. İşte şimdi kendisini evinde hissediyordu.


"Savaşırken altın saçlı elf kızı

Savruldu saçları inanılmazdı hızı

Yine de çok güzeldi güneşin kızı

Aşık etti kendine Felungas denen aşksızı

Bıraktı yüreğinde büyük bir sızı.


Hayat her zaman kolay değil

Yanındayım yine de sonsuza değin

İnan dediklerim alay değil

Sözlerim ellethin kalbine değin


Sabahtan geceye, güz ayazla alazlansa da

Şafaktan alacaya,güneş toprakla kavrulsa da

Karanlıktan aydınlığa,bahar çiçeklerini taksa da

Geçmişten geleceğe,kış tipiyle dondursa da"


Lillian, Thranduil'in ona yazdığı nağmelerle mest olmuşken ölümsüz zihni bu anı baş köşeye koymuştu bile.


Kıpkırmızı bir çınar yaprağı altın sarısı dalgalı saçlı ellona kondu. Oropher yaprağı aldıktan sonra balkona doğru adımladı. Zihni düşüncelerle dolu olsa da tebessüm ediyordu. Oğlu mutluysa kendi de mutluydu ve onun mutluluğunu hissedebiliyordu.


"Yarın bir kafile benimle gelsin. Lorien'e gidiyoruz."


Kestane rengi zırh giymiş bir ellon onu selamladı.


"Ben yokken burası oğluma emanet. Lütfen ricamı ona iletin."


"Emredersiniz kralım."


Kırmızı pelerini omzundan aşağı dalgalanırken mavi tuniği rüzgarla hareket ediyordi. Lacivert gözleri düşünceliydi. Sauron'un Orta Dünya'da gezip diyarları avcuna almaya başladığı ortaya çıkmıştı ve acil durum ilan edilmişti. Yaşayan tüm elf ve insanların temsilcileri hem güçlü hem de erişilebilir bir konumda olduğundan dolayı Lorien'de toplanıp plan yapacaklardı. Yine de Kral Celebrimbor'u çağırmayacklardı. Çünkü o yılanı koynuna sokmuştu ve her şey mahvolabilirdi.


Bu konuda her zamanki gibi Noldorlar işte deyip geçemiyordu Oropher. İyi niyeti ve hoşgörüsü az kalsın onu oğlundan ediyordu. Thranduilden adamın ağzını aramasını istemeyip belki de onu kendi zor kullanarak konuşturmalıydı. Yine de son yaşanan olaylar hakkında Thranduil ona önemsiz olduğunu söylese de hâlâ kendini suçluyordu.


"Keşke onu daha iyi koruyabilseydim. Kharra bana oyun oynadı ama yine de ona güvenmemeli ve Thranduil ile yalnız bırakmamalıydım."


Lillian ile birlikte taht salonundaki minderlerde oturuyorlardı. Daha şimdiden kızın gelini olacağını biliyordu kral.


"Evet bırakmamalıydınız ve bu büyük bir hataydı."


Derin bir nefes aldı prenses ve elindeki zambağı evirip çevirdi.


"Ancak yine de hatanın neresinden dönseniz iyidir. Ayrıca unutmayın ben baygınken siz bir tür ritüel ile bizi birbirimize oğlunuzu da hayata bağladınız. Bunun için size minnettarım."


Oropher tebessüm etti ve gelecekteki gelininin elini tuttu. Ondan bir şey isteyecekti ama kabul eder miydi bilmiyordu.


"Sözlerin ne kadar acıtsa da canımı haklısın. Duyduğuma göre oğlumla birbirinize duygularınızı itiraf etmişsiniz."


Lillian utangaç bir tebessümle başını eğdi. Kahverengi gözleri heyecanlı bir şekilde parlıyordu.


"Evet çok ani oldu biliyorum ama henüz daha yeniyiz. Bana olan bakışınız düşünülünce uzak durabilirim."


Oropher kaşlarını kaldırdı. Zor yollardan öğrenmişti. Her Noldor'un aynı olmadığını. Eskiden onu tutan zincirler olduğunu düşünürdü, yükselmesini istemeyen bu zincirlerin sahibi asil kan taşıyan tüm Noldor elfleriydi. Şimdi ise oğlunu bir Noldor melezi kurtarmıştı ona ömrü boyunca borçlu kalacaktı. Kendisi ya tutarsa diye yapmıştı ritüeli sonuçta ve Thranduil ile Lillian Eru'nun gözünde eş olmasaydı hiçbir işe yaramazdı.


"Hiçbir an hiçbir elf aynı kalmaz kızım aynı yaprakların bile her saniye değişmesi gibi, herkesin sivri kulaklarından geçen rüzgar bile değişir. Bu kadar yaşlı olmama rağmen benimde var kusurlarım ben de değişiyorum biliyorsun."


Lillian elindeki sarı zambağı güneş gücünü kullanarak yeşertti. Şimdi daha çok parlıyordu taç yaprakları ama kim bilir belki de solardı karanlıkta.


"Sizi tanımasam Thranduil ile aranızda sadece 50 yaş fark var derdim."


Bu sözler üzerine ikisi de kıkırdadı. Prens şu an dinleniyor olmalıydı.


"Kimi küçük gözükür ama büyüktür zihni kimi de oldukça yaşlıdır ama çocuk gibidir aklı. Lafımı daha fazla uzatmayayım kızım. İçimdeki hayatın ellerimden kayıp gittiğini hissediyorum ve ölümün gölgesi dolaşıyor çevremde."


Lillian gözlerini belertti ve eliyle hayali karanlığı dağıttı.


"Eru korusun kralım. O sözleriniz ne karanlık ne uğursuz şeyler öyle. Sizin daha görecek çok günleriniz var."


Oropher omuz silkti. Yalan söylemiyordu. Ne şekilde olacağını bilmiyordu ama ölecekti biliyordu.


"Kehanetlerimi bilirsin Lillian. Hepsi tutar. Size demem şu ki çok geçe kalmayın. Hazır zamanınız varken aşkınızı yaşayın. Bir de bir bakmışsınız ki karanlık sizi yutuvermiş."


Lillian derin bir nefes aldı ve başını uçauz bucaksız orman topluluğuna çevirdi. Şimdi kırmızıya boyanmıştı yapraklar. Onların kana bulanmamasını umdu.


"Ama yine de her şeye rağmen umut var değil mi? Bana çok az zaman verin kralım. Güçlenmem lazım sevdiklerimi korumak için."


Oropher anlayışlı bir şekilde süzdü altın saçlı ellethi. Yüzünde oldukça istekli bir ifade vardı ve teni kızarmıştı.


"Tabi veririm prenses ama özel değilse nedenini açıklar mısın bu isteğinin?"


Bir süre sadece sonbaharın elleri gezindi aralarında. Lillian sözlerini toparlayıp kendini hazırlıyordu belli ki. Oropher ise saçlarını örüyordu sabırlı bir ellondu. Sabrı ona biricik Freda'sı öğretmişti.


Yine de bir gün kavuşacaklarını biliyordu ve bu muhtemelen Mandos'un salonlarında olacaktı. Umarım ikinci hayatında da bulabilirdi onun mavi gözlerini, koklayabilirdi bembeyaz saçlarını.


"Annem ile babamı az çok tanıyorsunuz kralım. Onlar Doriath'tan Lorien'e geldiklerinde Kral Amdír baştaydı şu anki gibi. Kısa sürede çalışkanlıklarıyla yükseldiler ve sonra ben doğdum."


Lillian derin bir nefes aldı. Anlatacaklarını dile dökmek kolay değildi.


"Bir gün ablam ve ben altın ormanda geziyorduk. Celeb dönmek istedi ama ben onu ikna ettim ve çok uzaklaştık. O zamanlar şu anki gibi güvenli bir yer değildi Lorien. Biz eğlenirken bir anda gece çöküverdi ve yönümüzü kaybettik çünkü aynı anda siste vardı."


Oropher meraklı bir şekilde dinliyordu hikayeyi. Her ebeveyn aynı değildi tabi ki. Çocukları yetiştirme biçimleri ileride onlara ya artı ya da eksi olarak dönüyordu ve anlattıklarına bakılırsa Lillian için ikincisi geçerliydi.


"O zamanlar çok küçüktük ve bir kaya ardına saklandık. Orkların uğursuz sesleri ruhuma korku saldı. Ablam hıçkırarak ağlıyordu. Orada öleceğimizden korkuyordu. Yerdeki sivri bir dalı aldım ve saldırıya geçtim. Ne kadar canımı dişine taksam da sayıları çok fazlaydı ve ben yoruluyordum.


En sonunda yakalandım. Ablam her zaman silah konusunda benden daha güçsüzdü. Tam her şey bitti sonunda ölüyoruz diye düşünürken Celebrian'ın gücü ortaya çıktı ve dolunayın ışığı iğrenç yaratıkları taşlaştırdı. Bende onları öldürdüm. O andan sonra söz verdim kendime. Sevdiklerimi korumak için dinlenmeyip güçlenecektim. Her ne kadar o zamana göre daha iyi olsam da yeterli değil. Orklarla savaşabilirim ama Thranduil benim kıymetlim."


Oropher dayanamadı ve kollarına aldı kızı gibi gördüğü ellethi. Küçük bir çocuk için çok şey yaşamıştı. Onun güleç ve bazen de sert yüzünün altında ihmal edilmiş ve erken yaşta büyümek zorunda kalmış bir kız yatıyordu.


Lillian ise içini çeke çeke ağlamaya başlamıştı. 2000 yıldır omuzlarında taşıdığı yük ona ağır geliyordu. Ağlamak iyi gelmişti ve bir şekilde Oropher uzaktaki babası gibi hissettirmişti. Prense anlatamazdı bunları. Gider annesiyle babasına hesap sorardı ve eşiyle ailesinin arasının kötü olmasını istemiyordu. Onun nasihate ihtiyacı vardı kavgaya değil.


"Ağla kızım ağla. Bütün gözyaşları şerden akmaz. O zaman yaşadıklarını anlıyorum ama o an korkup kaçsaydın daha kötüsü olabilirdi. Yine de sen kaçmadın ve savaştın. Elinden geleni yapmak seni güçsüz biri yapmaz Lillian. Senin gücünün ışığı kalbine de yansımış yine de kendini hırpalama bunun için.


Lillian ablan güvende, büyü konusunda çok güçlü ve ona hediye ettiğim Sindarin mızrağıyla beraber iyi. O kendi başının çaresine bakabilir. Siz eski çocuklar değilsiniz artık büyüdünüz. Onu korumak istemen normal,o senin ablan ama onu koruyayım derken kendini ihmal etme tamam mı? Biraz nefes al."


Lillian derin bir şekilde nefes alırken elleriyle gözlerini sildi. Oropher haklıydı. Bu zamana kadar kendini sınırından fazla zorlamasının ona hiçbir yararı dokunmamıştı. Sadece daha çok zarar ve endişeli bakışlarını toplamıştı sevdiklerinin.


"Thranduil kendini korur, bende kendimi korurum. Şu an sadece onun yanında olmam lazım. Bu yaz dönümü sizin için de uygunsa prens ile hayatımı birleştirmek istiyorum ama öncesinde biraz birbirimizi tanımamız lazım."


Oropher asasına yaslanarak ayağa kalktı ve Lillian'a elini uzattı kalkması için. Prenses kalkarken yumuşak bir şekilde tebessüm etti. Yine de gözlerine uğrayan yağmurun kalıntıları belli oluyordu hâlâ.


"Biliyor musun ben Thranduil'in annesini çok bekledim. Hiç kolay bir elleth değildi. Ailesi evliliğimizi onaylamadı ve çok uğraştım. Yine de aşk için değer."


Lillian şaşırarak bakarken Oropher Lorien'e götürülecek hediyeleri denetlemeye koyuldu.


Bölüm uzunlukları sizce nasıl? Yorumlarınızı sabırsızlıkla bekliyorum. İşte aşk filizlendi sonunda<3


Loading...
0%