@silayetimoglu
|
Görkemli saraydan çıktıklarında birçok elf günü karşılamaya çıkmıştı. Ancak adımları sessiz olsa bile hızlıydı çünkü o gün yaz dönümü günüydü. Herkes bir işin ucundan tutmuştu. Yorulsalar bile hallerinden memnun olduğunu hissediyordu Thranduil. Onların mutluluk ve refah içinde yaşaması onu da mutlu ediyordu prensleri olarak. Her ne kadar bu barış döneminin kısa süreli olduğunu bilse de herkes elinden geldiğince tadını çıkartmaya çalışıyordu ve şenlikler bunun için biçilmiş kaftandı. Zaten Silvan yani orman elfleri şenlikleri severdi ve atlamamaya özen gösterirlerdi. Birkaç ellon ağır masaları taşıyordu ama çoğu elf yere oturmayı tercih ediyordu. Birkaçı ise şenlik ateşi için odun toplamaya gitmişti. Ellethler minder kılıfları, masa örtüleri dikip, yemek yapıyorlar ve zarif dekorasyonlarla ilgilenip bir yandan sohbet edebiliyorlardı. Hiç kimse mutsuz değildi bir kişi haricinde. Uzaktan kızıl bir çalıya benzeyen ve henüz çocuk yaşta oldukça kısa olan bir ellon ihtişamlı kraliyet masasına oldukça dikkatli gözlerle bakıyordu. Thranduil özellikle o ellona vermişti ilgisini. Ona yardım etmek için yanıp tutuşuyordu ama hem rencide etmekten hem de çekindiğinden yanına gidemiyordu. Bunu farkeden Lillian boyunun elverdiğince ellerini omuzlarına koydu prensin. Saçlarının arkasından kulağına fısıldadı kadife sesiyle. "Hadi git seni sevecektir." Prens omzunun üzerinden altın saçlı ellethe baktı. Lillian onu teşvik edercesine gülümsüyordu ve bu içini cesaretle dolduruyordu. "Sahiden sever mi beni?" Lillian aklından seni sevmeyen kimsenin olmadığına eminim diye düşündü ama bunu kendine saklamayı tercih etti ve omuz silkerek karşılık verdi. "Denemeden bilemezsin Duil." Lillian çoğu zaman olduğu gibi haklıydı ve bu yüzden kıyafetinin kollarını dirseklerine kadar kıvırıp derin bir nefes aldı. Son kez Lillian'a baktıktan sonra kızın sesini işitti. "Beni ararsan nerede bulacağını biliyorsun prens." Muhtemelen dişi elflere yardım etmeye gidecekti ve zaten o altın renkli saçlarıyla burada oldukça dikkat çeken bir elfti. Çocuğun yanına gittiğinde meraklı gözlerle yanında eğildi. Kan kızılı dalgalı saçlarına bakılırsa kızılbalta ailesinden olmalıydı. Kızılbalta ailesi bir zamanlar Gondolin'de ikamet ederdi ve yedi kapıdan birini korurlardı. Silahları ve aynı zamanda sembolleri ise kızıl baltaydı. "Hiç bana öyle üstten üstten bakma uzun efendi. Küçük olabilirim ama çok güçlüyüm." Thranduil gülmemeye çalışırken dudaklarını ısırdı onda kendi küçüklüğünü görmüştü çünkü. "Buna şüphem yok tabi küçük kızılbalta. Ancak istiyorsan sana yardım edebilirim çünkü kraliyet masası en ağır masalardan biridir." Çocuk sarı gözleriyle ona sert bir şekilde baktı ve küçük elleriyle koca masayı kaldırmaya çalıştı tabi bunu yaparken yanakları saçlarıyla aynı renk olmuştu. "Senden yardım istesem bunu söylerdim değil mi?" Thranduil tek eliyle gülüşünü saklamaya çalışırken diğer eliyle ellonun göremeyeceği bir şekilde ona destek oluyordu. Tabi elflerin çocuklarının bile ne kadar güçlü olursa olsun Thingol'ün soyundan gelen ergin bir elf kadar güçlü olmayacağı aşikârdı. "Derdin tabi ama yine de emin misin? Çünkü etrafta tek yardıma ihtiyacı olan senmişsin gibi gözüküyorsun." Bunu derken bir yandan masayı ağaçların daha az ama daha parlak olduğu açıklığa taşıyordu. Nihayet masayı sabitlediklerinde çocuğun mutluluğu görülmeye değerdi doğrusu zira o gün ellon için bir dönüm noktası olacaktı. Aradan yüzlerce binlerce yıllar geçse de Thranduil iyi veya kötü yönde değişse bile onu hep bu yardımsever haliyle hatırlayacaktı ve bir Silvan elfi olarak Sindar prense sadık olacaktı. "Sen benimle kendince dalga geçiyorsun ama ben sana demiştım hıh." Çocuk ellerini kucağında birleştirip prense dik dik bakmaya başladı. Thranduil üzerini silkelerken uzaktan bir ses duydu. "Boronenna Kızılbalta seni küçük haylaz sivrikulak. Sabah yediğin vişneler zihnini bulandırmış olmalı ki karşındakinin prensimiz olduğunu unutmuşsun." Adı Boronenna olan ellonun annesi üzerinde unlu önlükle prense reverans yaptı aceleyle. Prens elini omzuna koyarak kalkmasını istediğinde kahverengi gözleri mahcup bir şekilde bakıyordu. "Affedin lordum o sizi çok görmedi o yüzden tanıyamayabilir." Thranduil kıyafetinin kollarını indirip saçlarını arkaya atarken yumuşak bir şekilde tebessüm etti. "Sorun değil leydim onu mazur görebilirim." Bu konuşma sırasında Boronenna zıplayarak konuşmaları dinlemeye çalıştı. Her ne kadar annesine bir şekilde erişse bile prens çok uzundu. Bu yüzden Thranduil'in kırmızı kıyafetinin eteklerini tutup prensin ona bakmasını sağladı. Thranduil deniz mavisi gözleriyle tek kaşını kaldırarak ona eğildi. "Beni kucağına alır mısın?" Prens uzun kollarıyla ellonu koluna sabitledikten sonra çocuk yüzünü ona döndü. Sırasıyla açık sarı saçlarını, normalde keskin olan ama mutluluğun etkisiyle yumuşamış yüz hatlarını, sivri kulaklarını inceledi. "Nana sen ona prens olduğu için saygı göstermemiz gerektiğini söylüyorsun ama onun bizden renkleri hariç pek bir farkı yok." Prens memnuniyetle hımladığında çocuğun hem cesur hem de zeki olduğunu anlamıştı o yüzden çocuğun kızıl dalgalı saçlarını düzelttiğinde öğüt niteliğinde konuşmaya karar verdi. Halkıyla arasındaki bağların sağlamlaşması önemliydi ve bunu sağladığı için prensese minnettardı. "Tabiki benim sizden bir farkım yok ama ben prens olsam da olmasam da iyi olan her canlının saygı görmesi ve göstermesi gerektiğini düşünürüm. Benim prensliğim ise babamın bize liderlik yapmasıyla kandan gelen doğuştan bir unvandır." Derin bir nefes aldı ve çocuğu masanın üstüne oturttu. "Sen ister inan ister inanma bende sizden biriyim ve cesaretinle açık sözlülüğün çok hoşuma gitti." Thranduil çocukta bıraktığı etkiden memnun kalarak Lillian'ın yanına gitmeye karar verdi. Birkaç adım atmıştı ki zihni doğada uzun bir yolculuğa çıktı Boronenna'nın ergin bir elf olduğu zamanı gördü. Orman eskisi kadar güzel olmasa da hâlâ göz kamaştırıyordu ve sarışın uzun boylu bir elfle kızılbalta ailesinin varisi belli bir dönem maceradan maceraya koşuyordu. Prens bu gördüğü silik görüyle beraber arkasını döndü. Sarışın elfin yüzünü görmemişti ama kendisi gibi bir Sindar elfi olduğu çok belliydi. "Hey küçük ellon. O sarışın elfi sakın bırakma ve ona yoldaşlık et." Boronenna ve annesi prensin bu sözlerine oldukça şaşırsa da tebessüm edip diğer elflere katıldılar. Tabi Thranduil bunları söylerken prenses onu izleyip ondan etkilenmekle meşguldü. Her ne kadar kendisini soğukkanlı görse de şu anki gözlemlerine bakacak olursa kendi halkıyla iyi anlaşıyordu. Prenste hiç şüphesiz şeytan tüyü vardı. Kendisi ise şu an diğer elf kadınlarıyla beraber masa örtülerini yapıyordu. Kral Oropher'in sembolü kızıl çınar olduğu için genellikle kızıl ve yeşil çınar yapraklarını estetik bir şekilde yanyana getiriyorlar ve bitki saplarıyla birbirlerine dikiyorlardı. Orman elflerinin bildiği basit bir efsun sayesinde yapraklar kış mevsiminde bilse olsalar asla yırtılmıyor ve kırılmıyordu. Bir şekilde Thranduil'i izleme ihtiyacı duyuyordu Lillian. Sanki ondan uzak durursa başı beladan kurtulmayacakmış gibi. Her ne kadar babası kendine çınar ismini yakıştırsa da oğlu da bir çınar gibiydi. Ona gözü kapalı güveniyordu prenses ki bu devirde kimse kimseye güvenemezdi. İşte bu düşünceler içindeyken zarif adımlarla meşaleler ve çeşitli ahşap oymalar yapılan masaya yaklaştı. Yapılı bir ellonun şaşkın bakışları altında mavi kulplu iğneyle rastgele bir meşaleyi aldı ve sarmaşıklarla kaplanmış bahar çiçekleri oymaya başladı üzerine. Noldor elflerinin çoğunda zanaat konusunda öngörülemeyen bir yeteneği vardı. Annesinin amcası olarak Valinor'un iki ağacının ışığını üç mücevhere hapseden Asi Feanor'da buna dahildi. Derin bir nefes alarak zarif kıvrımları işlemeye devam etti ta ki ismini bilmediği ellon onunla konuşmaya başlayana kadar. "Saçlarınızın ihtişamlı renginden dolayı sizin için ışık elfi diyebilirim ama zarif ellerinizin hünerine bakılırsa Noldor ile pek bir içli dışlısınız." Kahverengi gözleriyle karşısındaki sindar elfine baktı Lillian. Kral hâlâ onun gerçek kimliğini bilmiyordu ama uzun süre de saklayamayacağının bilincindeydi. O yüzden küçük gözlerini dikti karşısındakine ve hızlı bir şekilde elindeki iğneyi ellonun çenesinin altına doğrulttu. Onu kendisinin gerçek ırkını savunurcasına ve kimliğini belli etmeden ama yine de üstü kapalı bir şekilde tehdit etmek istiyordu. "Elçiler hangi ırktan olduğunu seçemiyor haliyle ama ne olursa olsun istersen Vanyar ister Silvan ya da Sindar olayım her canlı saygıyı hak eder. Bizim kaderimizi belirleyen ırkımız değil kendi yaptıklarımızdır." Cidden sinirlenmişti Lillian. Şu an gücünü kullanıp onu yere devirmek istiyordu ama yapamazdı. O yüzden sabretmek zorundaydı. "Ancak görünen o ki sen karşındakinden saygı görmeyi hak etmiyorsun ve bence bunun nedenini çok iyi biliyorsun." Uzaktan sesleri işitmiş olan Thranduil hızlı adımlarla yanlarına geldi çünkü Lillian'ın zor bir durumda olduğunu anlamıştı. Elindeki iğneyi Zeran'ın çenesine doğrultmuş ellethi gördüğünde aklında birkaç ihtimal belirdi. Ya Zeran onu bir şekilde kışkırtmıştı ya da çok düşük bir ihtimal olsa dahi Zeran ona dokunmaya çalışmıştı. İkinci ihtimal onu oldukça sinirlendirdiğinde dişlerini birbirine bastırdı ama daha sonra öfkelenmenin fayda etmeyeceğini anlayıp derin bir nefes aldı ve Lillian'ı düşündü. Zaten çok büyük olmayan kahverengi gözlerini kısınca iyice görünmez olmuştu ve istemsizce olduğuna kalıbını basabileceği bir şekilde yanakları şişmişti. Thranduil geldiğinde ikisi de işlerini bırakıp ona dönmüş Zeran eğilse de Lillian başıyla selam vermekle yetinmişti. Genç elf prensi görkemli yüzüğünüyle oynarken ifadesiz bakışlarını Zeran'a yöneltti. Kahverengi saçlı ellonun prensin bakışları altında tüyleri diken diken oldu. Onun otoritesi kötülükten değildi ama yine de herkesin içini ürpertiyordu. "Uzaktan gözlerime ilişince iğnenin çeliği yanınıza gelmek istedim. Hanginiz beni aydınlatmak ister?" Aslında onu aydınlatan altın saçlı elfin ta kendisiydi. Noldor prensesi etrafına öyle bir aura yayıyordu ki çevredeki her canlı sanki onun coşkulu ama aynı zamanda rahatlatıcı ritmine kapılıp gitmekten kendini alamıyordu. "Aslında ben sadece elçi hanımımın ırkıyla ilgili tahminlerde bulunuyordum ama galiba biraz alındılar ki iğneden farklı olmayan diliyle beni çok iyi aydınlattılar." Thranduil hâlâ ona gözlerini kısmış bakarken bir anda kolunu Lillian'ın omzuna attı. Her ne kadar Thranduil Lillian'a asker arkadaşıymış gibi davransa da bu gerçek duygularını gizlemek için yaptığı istemsiz bir hareketti. "Ah bilmez miyim ben evimizden gelen hanımın sivri dilini." Bunu derken kaşlarını imalı bir şekilde oynatmayı ihmal etmemişti. Lillian ise prensin sözlerine karşılık onun gövdesine zararsız bir yumruk atmakla yetinmişti. Annesinden sonra oldukça güçlü bir elleth olmasına rağmen bu hamle prenste pek bir etki yaratmamışa benziyordu. "Bana oradan bir meşale versene Zeran. Bende oyma yapmak istiyorum. Bakalım kurnaz olduğumuz kadar ince işçilik yapabiliyor muymuşuz?" Bu cümleler normal gibi gözükse de Lillian kelimelerin arkasındaki manayı anlamıştı. Aklı sıra prens Thranduil ona laf çarpıtıyordu. Kaşlarını çatarak ona baktı ve kolunun altından çıkarak sarı tutamlarını savurdu. Etrafa yoğun bir zambak kokusu yayılırken prens az kalsın elindeki iğneyi parmağına batırıyordu. "Prensim siz zahmet etmeyin üzeriniz kirlenecek." Thranduil şaşkın yüz ifadesini anında bozup Zeran'ın üzerine eğilerek deniz mavisi bakışlarını sabitledi ve soğuk ama sert bir sesle konuşarak arkasından sarı bir meşale aldı. "Ne zamandan beri kendi işinle ilgilenmek yerine prensine emirler yağdırıyorsun?" Zeran'ın esmer yüzü anında kızardı ve bakışlarını prens hariç olabilecek her yerde gezdirdi. O koca cüsseli ellon yavru bir kedi oluvermişti Thranduil'in yanında. "Aman olur mu hiç öyle şey ben sadece sizi düşündüğümden öyle söyledim." İğneyi tahtanın üzerinde gezdirerek ne şekil çizebileceğine karar vermeye çalışan prens ona yan gözlerle baktı ve dudaklarını büzdü. "O zaman bana bir iyilik yap ve gerçekten beni düşünüyorsan çeneni kapa." Lillian elini prensin koluna koyup masaya yönlendirdiğinde prens anında kendini gevşetti ve o kış güneşi gibi parlayan gülümsemelerinden birini sundu. "Nerede kalmıştık Küçük Lillian?" Gün yavaş yavaş kendini geceye bırakırken Thranduil ve Lillian Anduin nehrinin kenarında dans ediyorlardı. Daha doğrusu Lillian prense gücünü gösteriyordu. "Güneş ışığının olduğu her yerde oldukça güçlüyüm Duil hatta bak güneş ışığını kullanarak suyun üstünde yürüyebilirim." Aslında hazırlıklara yardım etmeleri gerekiyordu ama herkes kendini o kadar işine vermişti ki ikisinin yokluğu fark edilmemişti bile. Lillian ellerini suya soktu ve gözlerini kapatıp derin bir şekilde nefes alırken teni parlamaya başladı. Saçları havalanırken küçük bir güneş gibi gözüküyordu. Thranduil bile gözlerini kısmak zorunda kalmıştı ve ona oldukça güçlü görünmüştü. Gökteki ışığın bir kısmı prensesin saçlarına dolandı ve oradan da ellerinin etrafında ahenkli bir şekilde dans etti. Nehrin gümüşi rengi sanki altın akıtılmış gibi oldu. "Suyun seni taşıyacağından emin misin yoksa ıslanmak pahasına seni kurtarmak zorunda kalırım." Lillian mavi elbisesinin eteklerini tutup küçük adımlarla suya ilerlerken omzunun üzerinden Thranduil'e baktı. Prensin temkinli olmasını anlayabiliyordu ama onu küçümsemesi hoşuna gitmemişti. Bu yüzden az sonra onun yüzünün alacağı ifadeye bakıp çok keyiflenecekti prenses. "Bu sadece gücümün küçük bir kısmı prens. Bunu Lorien'deyken sık sık yapardım. İstersen sen de benimle gel." Thranduil gözlerini kısarak bir ellethe bir de göle baktı kız sanki çimenler üzerinde yürüyordu ve uzattığı bembeyaz eliyle oldukça davetkar gözüküyordu. Altın sarısı düz saçları beline dökülüyor ve pembe gül yaprağı gibi dudakları onu kendine çekiyordu. Denemekten bir şey çıkmazdı ama başka bir zaman olsa iyi olurdu. "Teklifin için teşekkür ederim küçük hanım ama şu an sadece arp çalmak istiyorum." Elindeki bohçayı açtı elfçe birkaç sözcük mırıldandığında masmavi bir arp belirdi. İpince telleri olan işlemeli arpa nazik bir şekilde hafif esmer ellerini yerleştirdi ve içe işleyen bir ses yankılandı etrafta. Kuşlar, böcekler ve bahar çiçekleri bile dikkat kesilmişçesine durmuştu. Rüzgar bile nazlı nazlı esiyordu şimdi. Thranduil ustalıkla ellerini tellerin üzerinde gezdirirken kırmızı kıyafeti dalgalanıyor ve etrafa deniz kokusu taşıyordu. Siyah kaşları şimdi anın etkisiyle yumuşamış ve deniz mavisi gözleri kısılmıştı. Lillian bile dans etmeyi bırakmış prense bakıyordu. Şarkı söylemese bile tellerden dökülen melodiler zamanı ağırlaştırıyordu. Thranduil tek gözünü açıp tebessüm ederek ona baktığında altın saçlı prensesin utançla yanakları kızarmıştı ama istifini bozmayarak narin ayaklarıyla ritme uydu ve mükemmel bir halde suyun üzerinde süzülmeye başladı. Mavi elbisesinin etekleri dalgalanıyor ve pürüzsüz bacaklarını ortaya çıkarıyordu. Uzun ve narin bedeni kuğular gibi kıvrılıyordu. O kadar ki Thranduil ona bakmasa bile sanki gözkapaklarının ardından hareketlerini okuyabiliyordu. Bir müddet daha ikisinin arasındaki harmoni böyle devam etti ama sonra prensesin aklına bir hinlik geldi ve gücünü Thranduil'e yönlendirdi. Zaten müziğin güzelliğiyle başka hiçbir şey hissetmeyen prens gelen soluk ışığı görmedi ve elinde arpıloa nehrin üzerinde havada durmaya başladı. "Felungas bir baksana." Prens annesinin koyduğu ismini duyunca şaşkın bir şekilde etrafa baktı ama o yüksekliği görünce hazırlıksız yakalandı. Arpı elinden düşerken Lillian diğer eliyle onu karaya çıkardı. "Lillian sana emrediyorum beni yere indir saçlarım bozulacak." Lillian omuz silkti keyifli bir şekilde prensin telaşlanması onu eğlendirmişti. Güçlü hissetmeyi severdi ve görünüşe bakılırsa şu an güç ondaydı. "Dengin olan birine emir veremezsin prens ama rica edersen indiririm." Thranduil havada süzülürken gözünün önüne gelen saçlarını çekmeye çalışıyordu. "Arkadaşım rica ediyorum lütfen beni indirir misin?" Lillian içinden arkadaş mı diye geçirdi. Aslında normalde onu indirirdi ama şu arkadaş lafı sinirine dokunmuştu. Bu yüzden tırnaklarına bakıyormuş gibi davranarak Thranduil'i açık bir şekilde görmezden geldi. "Yalvar bana prens kes-" Sözlerini tamamlayamadan bir anda gece indi Orta Dünya'ya ve ikisi de ne olduğunu anlayamadan kendilerini Anduin nehrinin karanlık sularında buldu. Thranduil hızlı bir şekilde kendine gelerek Lillian'ı aramaya başladı ama kız ortalıkta görünmüyordu. Sanki Eru bir anda güneşi yok etmeye karar vermiş gibiydi. "Lillian neredesin?" Prens endişeyle bağırdı ve derin bir nefes alarak suya daldı. Uzun kolları ve bacaklarıyla kulaç atarken çok geçmeden ayağına taş düşmüş dipte sere serpe uzanan prensesi gördü. Hızlı bir şekilde ağır taşı kaldırdı ve ellethi sırtına alarak yüzeye çıktı. Ciğerlerine hava dolmasıyla beraber kendine gelen Lillian öksürerek Thranduil'e daha sıkı tutundu ve derin nefesler almaya çalıştı. Kıyıya yakın bir yere geldiklerinde Thranduil prensesi kendine çevirdi ve mavi gözleriyle onun iyi olup olmadığını kontrol etti. Bunu yaparken ellerini beline koymuştu birbirlerine çok yakınlardı ve hislerin dökülmesi an meselesiydi. "Sana bir şey olacak diye çok korktum Lily." Lillian nefes nefese kalmıştı ve kalbi göğüs kafesinde orklar kovalıyormuş gibi atıyordu. Islak bir haldelerdi ve prensin kırmızı kıyafetinin altından Aule'nin oymuş olduğuna yemin edebileceği kasları gözüküyordu. Açık sarı saçlarından sular damlarken ay ışığının altında çok güzel görünüyordu Thranduil. "Seninle zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum 2000 yıldır Dünya'da geziyorum ve zaman senin yanında hem çok ağır hem de çok hızlı akıyor. Öyle ki Anduin nehrinin berrak suları bile şaşıp kalıyor." Lillian nasıl kendi sesini bulupta bu sözleri söyleyebilmişti emin olamamıştı sanki kalbi kendi benliğini ele geçirmiş gibi düşünmeden konuşuyordu ama bunlar gerçek hisleriydi. Thranduil inci gibi dişlerini göstererek tebessüm ettiğinde ellethin bembeyaz yanaklarını okşadı ve ona doğru eğilirken oldukça tanıdık birine ait olan ancak şimşek gürlemesi gibi bir ses duyuldu. "İon nin burada neler oluyor?" |
0% |