Yeni Üyelik
1.
Bölüm

⚜️Yeşil Ormandaki Prens⚜️

@silayetimoglu

Yeşilormanın altın renkli yaprakları yıldızlar yere inmişcesine parlıyor ve elflerin kadim gözlerini hayranlıkla sulandırıyordu. Küçük Legolas beşiğinde uyurken Lillian onu ikna etmeye çalışan eşine döndü. Thranduil her zamanki gibi haşmetli dursa da onu gerçekten görebilen tek kişi kendisiydi. Valinor'u okşayan Aman denizinin maviliklerinde olan gözleri şimdi dolu doluydu hayat arkadaşının.


"Eğer Sauron'u şimdi durduramazsak bir daha hiç onu zayıfken yakalayamayız. Her şey Legolas ve diğer elfler için bunu biliyorsun."


Thranduil burun kemerini sıktı ve kendisinin bile duyamayacağı bir sesle fısıldayarak eşini kollarının arasına aldı. Altın sarısı saçları eşinin beyaza çalan açık sarı saçlarında ahenkle savruluyor sarıya kaçan açık kahverengi gözleri en kudretli elf hanımlarından biri olduğunu bilmişcesine kararlılıkla parıldıyordu.


"Senin güçlü olduğunu inkar etmiyorum ama Sauron'u tanıyorum. O çok sinsi bir karanlıktır. Eğer eğer gücün tükenirse yıldızlara uçabilirsin ve ben öyle bencil bir adamım ki seni kendime saklamak istiyorum."


Lillian başını kaldırdı ve narin elleriyle Thranduil 'in dudaklarını okşadı. Susması gerekiyordu eğer dudakları kötü sözler ederse onu çağırabilirdi.


"Hayır sen bencil değilsin sadece aşıksın. Bence her aşk bencillik kırıntılarını taşır aksini iddia etseler bile."


Thranduil zarif bir hareketle tam Lillian'ın pembe gül yaprağı misali dudaklarına yönelecekken bir ağlama sesi yankılandı odada. Lillian kıkırdayarak Thranduil 'in yanağını öptü ve elbisesinin etekleri yıldızlar gibi parlarken küçük Legolas 'ın yanına gitti. Bebeği aynı babasına benziyordu. Yıldızlardan nasibini almış saçları henüz ensesine geliyor ve sivri elf kulakları her sesi takip edercesine sağa sola oynuyordu. Gözleri ise kendisininkinin birkaç ton koyusu olsa da onun kalbini çalmayı başarmıştı. Köşeli çene hatlarını ve burnunuda kendinden aldığı çok belliydi.


Küçük Legolas'ın karnını doyurdu ve onu sessizce beşiğine bıraktı. Şimdi savaş zamanıydı. Elfler ve birçok tür barışın uzun süreli olması için çabalamalıydı yoksa Orta Dünya bir bataklık misali kötülüğe batacaktı. Lillian ve Thranduil ellerinden geleni yapmaya hazırlardı birbirleri halkları ve oğulları için.


Thranduil kaftanının üzerine silmariller gibi parlayan gümüş zırhını geçirip görkemli tacı yerine değerli elmaslardan oluşmuş daha basit bir taç taktı ve belindeki kemere ikiz kılıçlarını narince yerleştirdi. Lillian onu kendi elleriyle hazırladı bilinmez savaşa karşı. Eşinin her şeyiyle ilgilenmeyi severdi zira elflerde kıskanç canlılar olabilirdi ve o zaten sevdiklerinin üzerine titrerdi.


Eşini gelmiş olan savaşa özenle hazırladıktan sonra kendisinin çınarın sert ve asırlar geçmiş kabuklarından yapılma kıyafetini giydi. Saçlarını toplamaya gerek duymadı çünkü Thranduil'in saçının tek bir teline bile dokunulmasına izin vermeyeceğini biliyordu ayrıca savaşırken rüzgârı hissetmeyi severdi. Bu yüzden zambak tomurcuklarından oluşan sade ve zarif tacını saçlarının arasına geçirdi.


Belki de son kez oğlunu sevdikten sonra boynundaki ucunda yaprak olan kolyeyi kimse görmeden onun boynuna geçiriverdi. Bunu yaptığını kimse görmemeliydi. O yüzden daha sonra sadağına yıldız tozundan yapılma ve asla eksilmeyen oklarını koyunca bir eline annesi Galadriel'in ona vermiş olduğu Galadhrim yayını aldı. Üzerine elflerin maharetli ellerinden zambak yaprakları ve yıldızlar oyulmuştu. Özlemle onu okşadı ve sırtına yerleştirdi. Son olarak ablasının eşi olan Rivendell'in bilge lordu, Earendil'in soyundan gelen yarı elf Elrond'un verdiği elflerin denizler ötesinden getirdiği Tirion demirinden yapılma kılıcı Leiminen'i kınına taktıktan sonra hazırdı.


Kısa zaman önce mutlulukla gelin geldiği ve birçok iyi kötü anılarının geçtiği bu evden ayrılmak ona zor geliyordu.


Thranduil tehlikeli orman elflerini zırhlar içinde savaşa hazırlarken ulu geyiğinin üzerine ata biner gibi binmişti. Yeşil ormanda içinde Elbereth'in ışığını barındıran her varlık uyum içinde yaşardı.


Kendisi henüz babası Oropher ile yeşil ormanın kuzeyindeki şu anki hallerinden daha vahşi olan orman elflerini himayeleri altına alırken prens Thranduil ormanı keşfe çıkmıştı. Dalgın bir şekilde etrafta yürürken kendisini,ailesini hayatını düşündü. Gelecekte kral olacaksa geçmisini ve köklerini çok iyi bilmeliydi. Hiç şüphesiz Sindar elfi olan ailesi Cuivinen'de uyanan ilk elflerdendi. Suya karşı büyük özlemi olan Sindar elfleri azınlık durumunda Yalnız Dağ'ın ötelerine geldiklerinde ormana uyum sağlamışlardı bile. Valar'ın kesin çağrısına rağmen dönmek istemiyorlardı. Yeşil yapraklı ormanlar artık onların yuvası olmuştu. Bir de üstüne liderleri Thingol'ün kayıplara karışması onlar için bahane olmuştu.


"Siz istiyorsanız burada kalıp abimi bekleyin ama ben bana sadık olanlarla birlikte denizin ötesine geçeceğim. Umarım kararınızdan pişman olmazsınız."


Dedi Olwe ve yanına en küçükleri Elmo ile beraber bir grup elfi de alarak Valinor'a gitti. Yüzlerce yıl beklerken liderlerini geçici bir yerleşim yeri buldular kendilerine. Daha sonra Thingol geldi yanında görkemli Maia Melian var iken.


"Artık Beleriand Ormanı eviniz güzel Melian'da kraliçenizdir."


Diyerek birçok ilki gerçekleştirdi. Mutlu mesut yaşarlarken Doriath adı verilen diyarlarında. Bir anda kuzeylerinde orklar bitiverdi ve katlettiler güzelim elfleri. Çoğu Sindar elfi savaşmayı bilmezdi silahları yoktu ellerindeki. Daha sonra karanlığa gömülen Orta Dünya'da batıdan bir güneş doğdu. Altın sarısı dalgalı saçları amanı ışığa boğdu.


"Sadece annemin intikamını almak için geldim buraya Thingol denen babamdan. Buradan gitmeyeceğim onun canını almadan."


Dedi demesine de zamanla birçok olay cereyan etti Doriath'da ve kalbi yumuşadı Oropher'in beyaz Freda'yı bulunca. Bir de aşkları oğluyla taçlanınca mutlu günler oldu burada. Yine de her iyi şeyin sonu vardı. Doriath nankör cüceler ve Feanor'un 7 oğlu tarafından zaptedilince elfler Sirion'a yerleşti kendilerince. Yine de Morgoth'un gazabı düştü peşlerine. Orada birçoklarını yitirdiler ve sonra Gri Limanlara yani batıya gittiler. Bir müddet burada yaşadı Oropher ve ailesi. Ama deyince Freda'nın annesi Lindon'da yaşamak istiyorum diye. Boyun eğdi ikisi ve çıkmadı hiç sesi.


Yüzlerce yıl yaşadılar burada ama Oropher'in Valinor'da katletildi akrabaları Feanor ve 7 oğlunca. O yüzden istemedi Noldoru ruhu bunaldı ve tuttu kolundan Fredayı onu yanına aldı. Doğuya gittiler göz gözü görmeden. Demirkazık yol gösterdi onlara bilmeden.


"Burası Beleriand Ormanları'nı anımsatıyor burayı ev belleyelim."


Deyince Freda Oropher neşelendi attı bir nara. Bir süre incelediler her yeri ancak kimseleri görmedi gözleri. Neden sonra vahşi kabileler yakaladı onları. Acımasızca sorguya çektiler kurtulamadı canları. Nihayet orklar baskına geldiler ama Oropher kaçmadı. Yolladı sevgilisini Lindon'a güvende kalsın diye babasının yanına. Kendisi ise savaştı mertçe derken savunmasız bir bebek göründü gözüne. Hiç düşünmeden atladı oraya ve kurtarırken bebeği. Kendi sırtına saplandı mızrak şaşırdı feleği.


Bu olayı duyan birkaç vanyar ve çoğunluğu Sindar olmak üzere elfler akın akın yeşil ormana geldiler ve sadakatlerini sundular Oropher'e. Bu ölümden dönüşü Silvan elflerinin de gözüne girmesini sağlamıştı ve bu yüzden epey kalabalık bir Silvan grubu ona sundular kaderlerini. Böylece Thranduil'in babası Hami Kral Oropher hepsini tek bir çatı altında,kuzeyde, topladı. Böylece Hami yani koruyan lakabını almış oldu. Daha sonra Yalnız Dağ'ı mesken edinen cücelerle antlaşma yaptı zira o zamanlar insanlar Orta Dünya'da çoğalmamıştı ve o zaman elflerin zamanıydı.


Bir gün Prens Thranduil yeşilormanın derinliklerinde karanlıkta kalan gölgeler gizli mi diye devriye gezmeye çıkmıştı zira öncü elf birliklerinden sınırın biraz ötesinde yabani silvan elfleri olduğu haberini almıştı. Bu krallığın prensi olarak halkını korumak zorundaydı işte bu yüzden ikiz kılıçlarını kuşanmış ve onu yaprakların arasında kamufle edecek olan kıyafetlerini giyip yola çıkmıştı.


Nihayet yeşilormanın güneş ışıklarını cömert bir şekilde sunduğu ve yeşilliklerin bile belli bir düzende büyüdüğü sınıra varmıştı. Sınırın ötesi gizemli bir güzelliğe ev sahipliği yapıyordu tehlikeli ve cazibeliydi. Gözlerini uzaklara diktiğinde beyaza çalan aydınlık mavi gözleri ağaçların yapraklarının olmadığını ve devasa bir şekilde büyüyerek etrafı örümcek ağları gibi sardığını gördü. Uzaklardan bir yerden bilinmez bir su kaynağının şırıltısını duydu. Kalbine bir yumruk yemiş gibi hissettiğinde başını iki yana sallayarak kendine geldi ve yürümeye başladı.


Burada buram buram tekinsizlik hissediliyordu. İzlendiğini hissettiğinde duyularını kabarttı ve muhafızlarla ormanın derinliklerine daldı. Halkını tehdit eden bir varlık varsa onu bulup yok etmeliydi ve izlenmesi muhtemelen buna işaretti.


Aniden yere düşen gürz sesi duyduğunda eli temkinli bir şekilde kılıçlarına gitti. Ulu çınar ağaçlarının ötesinde bir kral goblin ile ne olduğunu anlayamadığı bir varlık çetin bir savaşa girişmişti. Kahverengi saçlı bir muhafız sessiz bir şekilde yanına yaklaştı ancak Thranduil gözlerini kısmış ve bir yemiş ağacının tepesine çıkarak şimdilik hiçbir şekilde müdahale edilmemesini uygun görmüş ve bunu elini kaldırarak belirtmişti. Tekrar önüne döndüğünde ise gördüğü manzara onu oldukça şaşırtmıştı. Saçlarında soluk ama solgunluğuna rağmen eski ihtişamlı günleri aratmayan güneşi başına kondurmuş uzun boylu bir elf kızı gördü.


Onu net bir şekilde göremiyordu çünkü olağanüstü bir hızla hareket ediyordu. Bir an canavarın hamlelerini savuştururken diğer bir an onu yaralıyordu. Onun gerçekten iyi bir savaşçı olduğu çok belliydi. Sarı saçları rüzgâr ile birlikte ahenkle dans ediyordu ve sağ elinde tuttuğu hançeriyle o karanlık yaratıkla ustaca savaşıyordu. İstese şu an tek bir hareketiyle goblinin üzerine ok yağmuru yağdırır ve kanının toprağı sulamasına izin verirdi ancak kızı tartmak istiyordu. O canavarı yenebilecek miydi?


Eğer kız zorlanmaya başlarsa müdahale ederim diye düşündü Thranduil. Onun ışığı taşıyan ölümsüzlerden olduğuna emin olması gerekiyordu aksi takdirde tehlikeli bir düşman kazanmış olacaktı. Her elf iyi olmazdı aralarında kötüler de vardı buna Melkor'un uşağı Sauron'da dahildi. Belki de kız onu tuzağa çekmeye çalışıyordu ve goblinle savaşması sadece bir yemdi. Bunu bilemezdi onda ışığın leydisi Galadriel'de olduğu gibi zihin okuma gücü yoktu ve henüz gücünün ne olduğunu bilmiyordu.


Derin bir nefes aldı ve meydandaki hınçlı savaşı izlemeye devam etti.  Goblin elindeki gürzü hantal bir şekilde kaldırdığında elf kızı diğer yana geçti ama goblin onu ezmek istercesine diğer ayağıyla gürzü arasına sıkışırmıştı onu. Ne yapacağını meraklı gözlerle izlerken aniden canavarın gürz tutan koluna çevik bir şekilde tırmandı ve uçarcasına kafasına bir örümcek gibi çıkarken hançeriyle geçtiği yerlerde kanlı izler bıraktı.


Buna oldukça sinirlenen kral goblin elf kızını tutmak için hamle yaptı ama o usta bir şekilde goblinin tam alnının ortasına kuş gibi kondu. Bu hamleyle sinirden aklını yitiren goblin kafasını oradan oraya savururken kocaman bir kayaya tosladı ve cansız bir et yığını şeklinde yere yığılırken kız havalandı. Havada taklalar atarak düz bir şekilde yere indi bunu yaparken saçları baş döndürücü bir şekilde savrulmuş etrafa bir zambak kokusu yayılmıştı. Onda bir kraliçe asilliği farkeden Thranduil kokuyla mest olmuş ve ilgisi tamamen kıza yönelmişti.


Uzaktaki çam ağacının tepesinde ışık saçan mavi parıltıyı farkeden zarif elf açık kahverengi gözlerini kısarak ormanına yabancı birilerinin ayak basmasına sinirlendi. Hızlı bir şekilde sadağından ok çıkardı ve yayına yerleştirerek açık bir hedef haline gelen mavi gözlerin ortasına doğru gerdi. Ancak yabancıya o kadar odaklanmıştı ki üzerine savrulan bacak parçasını göremedi ve beş at ağırlığındaki parça üzerine düşüverdi. İlginç bir şekilde kendisine doğru koşan mavi gözleri görüyordu buğulu görüntülerin arasından aynı sürgün edildiği evinin mavilikleri gibiydi. Valinor'un kıyısını okşayan Aman denizinin mavilikleriydi.


Yarım yamalak görüşüyle heybetli ancak ince vücudun ondan en az beş ayak uzun olduğunu ve beyaza çalan açık sarı saçlarının anduin nehrinin gümüş şelaleleri gibi omzundan aşağı aktığını gördü ve Dünya etrafında dönüp kalbinde tuhaf bir kıpırdanma hissederken son gördüğü şey onun mıknatıs gibi etrafa enerji yayan mavi gözleri ve elleriyle yüzünü avuçlaması oldu. Ferah bir okyanus kokusu aldığında ise elf olduğunu bile bile öldüğünü ve evine gittiğini düşünmüştü. Oysa bu koku denizlerin efendilerinin soyundan gelen Thranduil'den geliyordu. Bu düşünceyle gözleri iyice yaşardı ve kendini yabancının güvenli kollarına bıraktı.


Thranduil'de olanları sezmişti. Ağaçtan atlarken kızın yanına koştu ama her şey onun ulaşamayacağı bir hızla gerçekleşmiş kız sırt üstü yere düşmüştü. Sarı tutamların arasına kırmızı bir zambak gibi yerleşen kan ile birlikte ilk defa kendi halkından olmayan bir elfe karşı içindeki merhamet harekete geçti. Kızı hızla kucakladı ve görünürde başka bir yarası olup olmadığını kontrol ederek bilincini yitirmiş elf kızını dikkatli bir şekilde beyaz atına yerleştirdi. Kendisi de Sîlarien (Parlayan kraliçe) ismini verdiği atına bindi ve kızı kucağına yerleştirip atına elfçe birkaç sözcük mırıldandı. Eğer bu kız burada tek başına yaşamıyorsa eminim etrafta başkaları da vardır diye düşündü.


"Eğer buraya gelen herhangi bir canlı görürseniz onlara benim şanımı anlatın ben de bu sırada kızı saraya götüreyim."


Şimşek gibi ancak yumuşak bir şekilde saraya doğru ilerlemeye başladı. Fazla uzaklaştıkları için uzun bir yolları vardı ve kızın durumu cidden kötü gibiydi. Sadece başı yarılsa hızlıca iyileşirdi ama birkaç kaburga kemiğinin kırıldığına emindi Thranduil. Nihayet cücelerin yaptıklarının aksine pek derin olmayan bir dağın girişine yakın yapılmış olan gri saray gözlerini kamaştırırken kapılara vardı.


Atını yavaşlattığında eli mızraklı elf muhafızları mızraklarını çapraz bir şekilde birbirlerine tutup kapıyı engellediler. Herhalde prens arkadaki devasa canavarı henüz görmemişti. Muhafızlar kaş ve gözleriyle arkasını işaret ettiklerinde Thranduil sinirli bir şekilde nefes verdi. Kucağında baygın bir elf kızı yatıyordu ve onlar prenslerini oyalıyorlardı. Arkasındaki şey her ne ise dikkate değer olması gerekiyordu yoksa muhafızlara iyice bir azar çekecekti.


Yavaşça başını çevirdi ve orada kendinden bile büyük olan ve inci gibi parlayan bir ulu geyik gördü. Boynuzlarının kıvrılma şekline bakılacak olursa sürüsünün lideri olmalıydı aynı babası ve daha sonra kendisinin olacağı gibi. Tüyleri rüzgarda dans ediyor ancak hiç birbirine karışmıyordu. Boyun kısmındaki kabarık kahverengi yelesi ise onu kuzeyin çetin kış şartlarına karşı iyi bir şekilde koruyordu. Geyikle olan bir anlık bakışmalarında sanki onun kehribar gözlerinde kendine karşı sadakati görür gibi oldu.


"Merhametin, cesaretin, temkinliliğin ve kararlılığın karşısında çok etkilendim Oropher oğlu Thranduil. Yeşil ormanda benden daha yüce bir geyik yoktur. Bu yüzden sürümü eşime bırakıp senin peşinden buralara geldim. Ölüm bizi ayırmadıkça yanından ayrılmayacağım."


Bu tok sesi duyduğunda sivri kulaklarını oynatma gereği duymadı Thranduil. Besbelli bu ulu geyik onunla bağ kurmuştu. Bu yüzden ona karşı tebessüm etti. Her ne kadar soğuk bir elf olsa da gülümsemesi güneşi bile kıskandırıyordu hele yanağındaki gamzeleri ortaya çıktığında birçok dişi elfin bayıldığı söylenirdi. İşte bu tebessümünü sunduğunda geyik ona yaklaştı. Boynuzları dev gibiydi ve toynakları silmariller kadar sertti. Kendini alamayıp saldıracak olsa hiç yoktan kendini delik deşik edebilirdi bu hayvan. Ancak o mağrur bir şekilde başını eğmeyi seçti. Tam geyiğin alnını okşayacaktı ki sarı saçlı dişi elfi hatırladı.


İkisinin de bakışları kız da kesiştiğinde geyik geçmesine izin vermiş gibi birkaç adım geri çekildi. Thranduil atından inip elfi dikkatli bir şekilde kucağına alırken ondan emir bekleyen muhafızlara seslendi.


"O size bir şey yapmayacaktır prensiniz kefildir. Size emirim onun için ahırların yanında ayrı bir yer açmanızdır. Size emanet ediyorum ve emanete hıyanet ederseniz gazabımı tadacağınıza emin olabilirsiniz."


Bu uzun ama etkili konuşması muhafızların gözlerini büyütüp sesli bir şekilde yutkunmalarına neden oldu. 2000 küsur yıldır kral Oropher'in oğlu Thranduil başlarındaydı ve normalde iyi biri olmasına rağmen çabuk sinirlenip zor yatıştığını ve sinirlenince ne kadar acımasız olduğunu birkaç talihsiz elf bizzat birinci elden deneyimlemişti. Bunu bilen iki elf geyiğin sırtına ve boynuzlarına ellerini koydu ve zor da olsa içeri soktular.


Thranduil ise o sırada şifa şelalesine doğru hızlı ama zarif adımlarla ilerliyordu. Kız ona göre çok hafifti ve sanki ateşi var gibiydi ya da kendisi cayır cayır yanıyordu bu bilinçsiz temasla bilmiyordu. Nihayet şelalelere geldiğinde kızı yavaş hareketlerle yumuşak kadife çiçeği yaprağından yapılma yatağa bırakırken burnuna zambak kokusu dolmasıyla kendini daha içmeden sarhoş hissetti. Üstü başı kan olmasına rağmen nasıl hâlâ zambak gibi kokuyordu bunu anlamıyordu.


Kapının yanındaki şifacı dişi elfler Thranduil'in Elanor lakabını taktığı kıza müdahale etmeye başlamışlardı bile. Başına dikiş atmışlar ve çeşitli merhemler sürüp sarmışlardı. Sıra kaburgalarına bakmaya geldiğinde kahverengi saçlı bembeyaz giyinmiş hemşire prensinin gözlerinin içine bakmadan öksürdü. Thranduil bu uyarıyı anında anladı ve arkasını dönerek etrafı incelemeye başladı.


Grimsi beyaz sütunlar her tarafa dizilmişti ve sütunların dibinde yer yatakları ve normal yataklar vardı. Eğer cidden ağır bir hasta varsa araya yapraklardan bir perde çekilebiliyordu. Tam ortada ise çok kollu bir şelale şırıltılarla akıyordu. Suyun sesinin hastaların zihnini rahatlatıp daha hızlı iyileşmelerine yardımcı olduğu söylenirdi ki bu doğruydu. Bunu bizzat kendisi deneyimlemişti.


"Misafirimizi hazırladık prensim."


Şifacının bunu demesiyle tekrar önüne dönen Thranduil yanıt bekler gibi ellerini arkasında kavuşturdu. Elanor'un başak sarısı saçları yastığa dağılmıştı ve üzerinde mavi bir gecelik vardı. Şu an derin nefesler alarak uyuyordu.


"Durumu gayet iyi ancak baş dönmesi ve kırık kaburga kemiklerinden dolayı onu sarayımızda bir ay misafir etmemiz gerekebilir."


Yatağa doğru ilerlerken kılıçlarını muhafızlardan birine teslim etti ve ellerini birbirine çarptı. O da bir ara temizlense iyi olurdu ama kızla ilgilenmek istiyordu. O yüzden derin bir nefes aldı ve söz söylemeye gerek duymaksızın eliyle şifacıları kışkışladı.


Yatağın yanındaki mindere oturduğunda uzun zamandan beri durağan ilerleyen hayatının tam orta yerinden değişeceğini hissediyordu ve bunu başaran şey sadece bir çift kahverengi göz olacaktı.


Loading...
0%