Yeni Üyelik
14.
Bölüm

⚜️Yıldız Işığı Şenliği⚜️

@silayetimoglu


Sonbahar rüzgarları kışın gelişini haber ederken sivri kulaklara Thranduil söğüt yaprağı meydanının ortasına ilerledi. Her sene babası baba tarafından Sindar elfi olduğu için yıldız çağırırken onu her seferinde hayran bakışlarla izlemişti ama bu sene kendisi yapacaktı ve oldukça stresliydi.


Aslında stres yapmasını gerektirecek bir durum yoktu. Sözleri, ses kontrolünü ve hareketleri ezberindeydi. Eru'ya şükürler olsun ki biz elflerin hafızası muhteşem diye düşündü. Ancak bilmiyordu o zamanlar hafızasını sildirmek isteyecek kadar büyük acılar yaşayacağını.


Arkasında duran Lillian'a baktı. Ellethin tebessümü ona cesaret verdi ve kahverengi hafif çekik gözleri gülümsemesinin altında kayboldu. Gözlerini göğe çevirdi ve derin bir nefes alarak asasını göğe kaldırdı, Sindarin dilinde ritüeli başlattı.


O sindarin dilinde sözcükleri fısıldarken bulutlar yıldızların önünden çekildi. Gözleri kapalı olsa bile bedeninin zarif bir şekilde hareket ettiğinin farkındaydı. Birkaç yıldız normalde olduğundan daha da fazla parıldamaya başladı. Sanki hepsi çiçeklere üşüşen arılar gibi prensin üstünde doğru inmeye başladılar.


Sindar elfleri büyük bir gururla Thranduil'i izliyorlardı. Diğer Silvan elfleri bile içmeyi bırakmış ellerini gözlerine siper ederek bu olağanüstü manzarayı seyre koyulmuşlardı.


Bir süre boyunca prensin sesi yükseldi ve birkaç yıldız üst üste binerek kavga edermiş gibi etraflarında dönmeye başladı. Yıldızlar sanki Varda'nın saçlarından kopup balı çok sevip yine de ona alerjisi olan biriymiş gibi bir şevkle prensin üstüne doğru uçuyorlardı.


"Sen etrafımdayken bende böyle hissediyorum Lillian güneşışığı. Sanki içimdeki yakıcı buz senin sıcaklığında ferahlıyor. Hayatıma girdiğin için Eru'ya ne kadar şükretsem az."


Lillian tabikide bu sözleri duydu ve kulakları mutlulukla kızardı. Herkes ritüel sırasında prensten uzak dururken kendisi en yakın çamın önüne yaslanmış ilk kez şahit olduğu bu olağanüstü olayı izlemekteydi. Lorien'de pek böyle şenlikler olmazdı. Orada aşırı sakinlik hakimdi ve Lillian maceraperest bir elleth olarak sık sık başka diyarlara giderdi.


Sarı saçlarında insanların hırslarını,cücelerin küstahlığını,hobbitlerin misafirperverliklerini,elflerin hoşsohbetini, entlerin kadimliğini görebilirdiniz. Yine de nereye giderse gitsin kendini evinde hissetmemişti. Ta ki yolu Yeşilyaprak kabilesinden ayrılıp Yeşil Orman diyarına gelene kadar. Bir çift deniz mavisi göz onun evi olmuştu bir anda. Bunu sonunda ölüm de olsa çok uğraşmış yine de kapılmaktan kendini alıkoyamamıştı.


Şimdi ise ruh eşinin merhametli bir kral gibi şenlik yönetmesini izliyordu. Uzaklarda Silvan elfleri doyasıya yiyor ve içiyor bazıları ise ok yarışı yapıyordu.Hafif bir rüzgar esti ve sonunda kendini kanıtlayan gümüş yıldız yeryüzüne inmişti. Minik bir kar tanesi gibi Thranduil'in avuçlarına kondu ve ışığı azalsa da hâlâ soğuk bir şekilde parlamaya devam etti.


"Bu çok güzel Duil."


Lillian'ın mest olmuş sesiyle gözlerini açtı prens ve ona tebessüm ederek yanına geldi. Prenses temkinli bir şekilde onu süzünce elini yıldızı tuttuğu avcuna koydu.


"Dokunabilirsin ısırmaz."


Lillian gözlerini devirse de parmaklarının altındaki serin yıldızın onu gıdıklamasından dolayı gülmekten kendini alamadı.


"Sanki bir ruhu varmış gibi."


Thranduil gülümsedi ve diğer yıldızlar ait oldukları yerlere dönmeden önce Lillian'ın etrafında daire çizerlerken ona hayran bir şekilde bakakaldı. Gümüş ve beyazlar içindeki prenses şaşkınlıkla gülümsüyor ve yıldızların saçına ve yanaklarına dokunmasına izin veriyordu.


"Dedenin kardeşinin soyundan geldiğim için mi benden kaçmadılar acaba?"


Thranduil omuz silkti ve yıldızı omzuna yerleştirdi. Yıldız mutlu bir şekilde salınırken Lillian'ın saçlarını okşadı.


"Bilmem belki de eş bağından dolayıdır ya da teorin doğrudur. Yine de yıldızları kıskanmadım değil."


Prenses kaşlarını kaldırarak neden diye sorduğunda Thranduil etraftaki bakışlara aldırmadan onu belinden tutarak kendine çekti.


"Çünkü onlar sana özgürce dokunabilirlerken ben burada çöllerde susuz kalmış gibi bakıyorum sana."


Lillian kızararak parmak uçlarında yükseldi ve eliyle prensin yanağını okşadı. Thranduil'in gözlerindeki parlaklık şimdi yıldızlardan daha fazlaydı.


"Yani bence aramızda eş bağı da olduğuna göre bana dokunmaman için bir sebep yok."


Thranduil heyecanlı bir şekilde derin bir nefes aldığında olduğu yerde yeni yetme bir ellon gibi zıplamamak için kendini zor tutuyordu. Sonunda prensesi tamamen ona ait olabilecekti.


"Sözlerini tekrarlar mısın Lily? Yanlış duydum galiba bir de Varda'nın üzerine yemin et."


Lillian kıkırdadı ve bir parmağını saçına dolayarak ona cilveli bir şekilde gülümsedi.


"Elbereth'in üzerine yemin ederim ki artık bundan sonra bana dokunabilirsin. Sen zaten ruhuma dokunmuşken bedenlerimiz niye beklesin ki."


O anki ortamda tam beklenen kavuşma gerçekleşecekti ki tanıdık bir ses duyuldu.


"İon nin burada neler oluyor?"


Thranduil derin bir nefes verirken Lillian tebessüm ederek geri çekildi. Anlaşılan babası Lorien'deki toplantıdan dönmüştü.


"Sanki bu anı daha önce yaşamıştık Felungas."


Thranduil ondan istemeyerek ayrıldı ve babasına doğru kollarını açarak ona doğru haykırdı.


"Hoş geldin Ada! Seni çok özledim."


Oropher uzun kollarını açtı ve elindeki parşömeni Menestor'a verdikten sonra meydanın ortasına doğru koşmaya başladı.


"Yaa sen de burnumda tüttün çocuğum."


Thranduil babasının kollarının baskısını sırtında hissetmek için gözlerini kapadı ama yanından bir rüzgar geçince tek gözünü açarak arkaya baktı. Kral Oropher resmen onu görmezden gelmiş ve Lillian'a sarılmıştı.


Prens yüzüne manidar bir gülüş kondurduktan sonra ikisinin arasına kollarını soktu ve kendine yer açtı.


"Sanki bunca senelik çocuğun ben değil de Lily'miş gibi ada. Kıskanıyorum ama."


Lillian bir kolunu açarak onun beline sarıldığında iyice aralarına girmişti. Yine yapacağını yapmıştı. Bazen çocuk gibi davrandığını biliyordu ama sevdiklerini pek paylaşamazdı.


"Seni de özledim tabi oğlum ama ilk gördüğüm kişi Lillian'dı."


Thranduil babasını nazik bir şekilde tuttu ve ışıl ışıl gökyüzündeki yıldızların kar tanesi gibi yağmış olduğu söğüt ağaçlarını işaret etti. Ayçiçekleri ayın en ihtişamlı halini aldığı gece etrafa gümüşi polenlerini yayıyorlar, yaprakları ise sonbahar rüzgarına bile meydan okuyordu.


"Aynı Freda gibi" diye düşündü Oropher. "Güçlü, ihtişamlı ve narin."


İçindeki özlem hissiyle kalbi sıkışırken sakin bir adım attı. Herkesin bakışının kendinde olduğunu biliyordu. Ancak o sadece buz mavisi bakışların sahibiyle ilgileniyordu. Sanki Freda onu Valinor'dan izliyor ve ışıltılı gözlerle ona özlemini dile getiriyordu.


Gözleri doldu Oropher'in. Her ne kadar bir mızrakla ölmeyecek kadar güçlü olsa da ailesi onun hassas yanıydı. Valinor'dan Orta Dünya'ya geldiğinde birçok şey görmüştü. Nefret,kin,intikam isteği yine de buradaki güzellikler de azımsanamayacak kadar fazlaydı yine de içlerinden en vazgeçilmezi Freda Akyıldız'dı.


Soğuk,mesafeli,alaycı,cazibeli kişiliğiyle ruh eşi onu tamamlıyordu. Oropher Freda olmasaydı vurulduğunda yaşayamazdı bunu biliyordu. Ne de olsa ne kadar parlak olursa olsun Güneş'te bir yıldızdı. Yine de demirkazık yıldızının yerini tutamazdı güneş.


"Bana böyle güzel bir sürpriz yaptığın için çok teşekkür ederim oğlum." Burnunu çekti ve etrafa baktı. Hiçbir yerde meşale gibi bir ışık kaynağı yoktu. Yıldızların ışığı meydanı aydınlatmaya yetiyor da artıyordu bile. Birçok elf ona özlem dolu gözlerle bakıyordu.


"Fark ettim ki ada uzun zamandır vakit geçiremiyorduk. Annem gittikten sonra ben kendimi eğitimime sen ise halkına adadın. Sen bana yaklaşmaya çalıştıkça ben senden uzaklaştım. Sonra da Lillian'la tanıştım."


Elini Lillian'ın beline koyduktan sonra çaktırmadan yumuşak zambak kokusunu içine çekti ve saçına bir öpücük kondurdu. Bugün çok yorulmuştu ama babasını mutlu ettiği için buna değerdi. Kendisi için ise halkı mutluydu ve ruh eşi yanındaydı buna değerdi.


"O yüzden böyle bir sürpriz yapma kararı aldım. Mutlu olacağını biliyordum."


Minderlere oturduktan sonra bir süre daha sohbet ettiler. Lillian baba ile oğula bakarken tebessüm ediyordu. Orta Dünya'daki elfleri mutlu görmek onu da mutlu ediyordu.


Oropher gelinini yanına çağırdı. Lillian meraklı adımlarla yanına giderken iki altın saçlı elf diyarı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kral lacivert gözlerini prensese dikerek bir sır verirmiş gibi ona eğildi.


"Biliyor musun bu asa bana istediğim anıları gösterebilir. Sadece dilemem yeterli."


Lillian'ın gözleri büyüdü. Zarif bir şekilde oyulmuş asanın sadece kurutma yeteneği olduğunu zannediyordu ama yine de ne numaralar saklıyordu.


"Öyle miymiş baba? Çok merak ettim şimdi."


Oropher tebessüm etti ve elini yakutun üzerinde gezdirerek gözlerini kapattı. Bir süre sonra gözlerini açtığında yakut bir elmas gibi beyaz ışık yayıyordu.


"Thranduil'in annesi Sindar'ın gururu ak saçlı Freda."


Lillian bir yansımaya bir de Thranduil'e baktı. Prensin annesi aynı onun kopyasıydı. Delici buz mavisi bakışları, dolgun kırmızı dudakları ve bembeyaz bir teni vardı. Upuzun beyaz saçları beline geliyor ve gülünce gamzeleri belli oluyordu. Prensin ondan çok farkı yoktu. Sadece gözleri ve teni biraz daha koyuydu. Saçları ise tam beyaz değil daha çok açık sarıydı.


"O cidden çok güzel bir kar perisi gibi. Keşke onunla tanışma imkanım olsaydı."


Bazı dileklerin ne zaman kabul olacağı belli olmasa da Lillian'ın hayran bakışlar eşliğinde samimi duygularla dile getirdiği bu dilek eninde sonunda gerçek olacaktı. Ancak bunu o an bilemezdi.


"Annemle tanışsaydın cidden iyi anlaşırdın Lily. O da çok güzel dans ederdi. Sana göre daha mesafeliydi ama kesinlikle çekingen değildi."


Lillian bir müddet daha Freda'nın yansımasını izledi. Arada sırada yansıma değişiyor ve farklı anılar ortaya çıkıyordu.


"Bu kısımda bana evlilik teklifi etmişti. Mızrakla vurulduğum gün ailesinden ayrılmış ve beni seçmişti ki normalde ailesine çok bağlıdır."


Lillian kaşlarını kaldırarak krala baktı yüzündeki anılara dalmış tebessümle oldukça ciddiydi.


"Cidden öngörülemez ve sürprizlerle dolu bir ellethmiş eşiniz. Kuru yapraklar savaşındaki kahramanlıklarını hâlâ anlatır annem." Lillian derin bir nefes aldı ve taşı okşadı. "Öyle bir ok atarmış ki hiç ses çıkarmadan hedefi tam on ikiden vururmuş."


Daha sonra beyaz taş renk değiştirdi ve kırmızı bir hal aldı. Lillian merakla çıkacak yeni kişiyi beklerken Thranduil kızararak elini asanın üzerine koydu.


"Bence bunları görmesen de olur. Hadi biz bir şeyler içelim."


Lillian ellerini çekmeye çalışırken Oropher kahkaha atarak muzip bir şekilde baktı oğluna.


"Ailemize katılacaksa bence bunları görmesi daha doğru olur. Kiminle evleneceğini anlamış olur böylelikle."


Lillian'ın inadı karşısında pes eden prens homurdanarak yanlarından ayrıldı. Küçükken şimdiki gibi olduğu söylenemezdi. Birçok rezil olduğu anısı vardı ve yankılanan kahkahalara bakılırsa tahmin ettiği gibi onları gösteriyordu babası.


"İşte burada da dedesinin elbisesini tahtın koluna öyle bir bağlamıştı ki babam kalkınca tahtı da onunla beraber çıkmıştı. Thranduil'e kızar diye korkmuştum ama o kadar tatlı bir ellondu ki sadece gülüp geçmiş ve onun ne kadar kurnaz bir elf olacağını söylemişti."


Lillian sadece kaşlarını kaldırarak dinliyordu Oropher'i ve kral anlattıkça gülmemek için kendini zor tutuyordu. En sonunda altında sadce bir incir yaprağı olduğu halde 'ki bu bebek poposunu örtmeye yetmemişti' acemi bir askere meydan okuduğu kısma gelince prense özür dilerim bakışı atarak kahkaha atmıştı.


Şimdi de meydan okuyordu ve kurnazdı ama işte bebekken daha tatlı oluyordu. Kocaman mavi gözleri ve tombik yanaklarıyla Thranduil cidden çok tatlıydı.


Lillian dayanamadı ve Oropher'den izin isteyerek prensin yanına gitti. Thranduil kaşlarını çatarak ağaçları izliyordu.


"Ya sen ne kadar tatlıymışsın da haberim yokmuş. Yaa sen büyüdün de prens mi oldun"


Deyip yanaklarını sıktı. Prensin bu durum hoşuna gitmese de Lillian ona istediği kadar dokunabilirdi. Başkası yapsa parmağı elinde durmazdı. Nedense yakın gördüğü kişiler haricinde kendine dokunulmasından hoşlanmıyordu. Sanki onların elleri kendi mükemmel vücudunu deforme ediyormuş gibi hissettiriyordu.


"Lorien'e gidince özel olarak Leydi Galadriel'den senin küçüklüğünü göstermesini isteyeceğim. Bakalım o zaman da böyle gülerek yanaklarımı sıkabilecek misin? Eminim o çanağı sadece kaderi göstermiyordur."


Lillian omuz silkti. O küçüklüğünden gocunmazdı. Aksine iltifat edilmesi hoşuna bile giderdi. Ayrıca küçükken de oldukça güzeldi.


"Cidden hayatım bir gidelim. Senin kaderini çok merak ediyorum." Benden sonra olacak kaderini diye ekledi içinden.


Prens yüzünün düşmesinden duygularını anlamasın diye saçlarını arkasına attı ve şefkatli bir şekilde gülümsedi.


"Yine de eminim ki ben büyük bir yer kaplıyorumdur kaderinde ve bu bana verilen en güzel hediye."


Oropher arkalarından bağırınca Lillian utangaç bir şekilde tebessüm etti ve zarif adımlarla kralın yanına geldi. Thranduil'de onu şaşkın bakışlarla izlerken kendisini nasıl hem mahcup hem de mutlu hissettirdiğini anlamaya çalışıyordu.


"Bu kadar sohbet yeter. Menestor bana Zeren'i, Sinaila'yı, Elvina'yı ve diğer komutanları çağır."


Menestor başını eğdi ve bahsedilen kişileri bulmaya gitti.


Lillian elleriyle oynamaya başladığında Oropher onun bir şey isteyeceğini ama kararsız kaldığını anlamıştı. Bu yüzden teşvik edici bir şekilde tebessüm etti.


Bu tebessümden cesaret alan elleth derin bir nefes aldı.


"Eru diyarımızı korusun baba. Ne kadar uygun düşer bilmiyorum ama bende toplantıya katılabilir miyim?"


Thranduil'in içinden gülesi geldi. Normalde oldukça net ve cüretkar olan prenses babasından bir şey istemeye gelince çok utanıyordu. Tabi kendi babası gibi olmuyordu. Hoş kendisi de Celeborn'un yanında diken üstünde hissediyordu. Grimsi mavi gözleri ve her zaman sert ifadesiyle onun ruhunu görür gibi süzünce babası Lord Celeborn'a benzemediği için Eru'ya şükrediyordu.


"Tabiki de katılabilirsin. Sen ailedensin ve ailelerin gizlisi saklısı olmaz. Ayrıca her şeyden önce senin zekan bize çok yardımcı olacaktır."


Edilen iltifat karşısında Lillian daha çok kızardı. Neyse ki akşam olduğu için pek belli olmuyordu.


"Teşekkür ederim ada."


Bir süre daha şerbetlerini yudumladıktan sonra bahsedilen kişiler tek tek geldiler. Hepsi bir mindere otururken Oropher ciddi ifadesini takındı.


"Biliyorsunuz ki Lorien'deki toplantıdan yeni döndüm. Önemli kararlar alındı ve bunları sizle paylaşıp stratejimizi belirleyelim derim."


Elvina gümüş elbisesiyle başını eğdi. Gözü habire Lillian'a takılıyordu. Bu güzelliğinden ya da saçlarından değildi. Bir güç ruhunu onunkine çekiyordu. Kütüphanede çok aramıştı bunun nedenini ama bulamamıştı. Yine de şimdi bunları düşünmenin zamanı değildi.


"Silvan elfleri başına buyruk bir halktır kralım. Ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Bu yüzden onları otorite olarak hizaya sokmalıyız."


"Neyseki bunu Thranduil çok iyi beceriyor. Geçen hafta çalışırken gördüm. Askerlere öyle bir bakışı oluyor ki benim bile içim donuyor. Aurası da oldukça güçlü."


Lillian Elvina'nın sözünü kestiğinde Thranduil kaşlarını kaldırdı. İstemeden de olsa kanaryasını korkuttuğunun farkında bile değildi. Bir trolü deviren prensesin bakışlarından korkması bir acayipti.


"Seni korkuttuğumu bilmiyordum canım."


Lillian onun yanlış anladığını düşünüp ellerini kaldırdı. Diğer elflerin içinde bu konuda tartışmak istemiyordu.


"Zaten senden asla korkmadım prens. Beni trolden çekip alırken bile sana güvenim tamdı."


Thranduil rahatlayarak iç çekti. Prensesle arasında herhangi bir sorun olsun istemiyordu. Bir elini kulağına götürdü ve Lillian'a doğru eğildi.


"Ne duyamadım çok alçaksın da."


Lillian bu sefer sinirden kızardı. Tamam Thranduil çok uzun olabilirdi ama kendisi de çok kısa sayılmazdı. Elvina kendinden bile daha kısaydı. Sakinleşmek için derin bir nefes aldı ve onu duymazdan geldi. Ne de olsa bir gün başka bir şekilde intikamını alacaktı. Kralın yanında bir şey yapamazdı ama fırsatını bulduğu anda boyuyla dalga geçtiği için perişan edecekti prensi.


"Boyum kısa olabilir prens ama teke tek bir düelloda sizi yenebilirim."


Thranduil iç gıdıklayan bir şekilde güldü. Demek ki küçük kanarya ona meydan okuyordu. Sırf yüzündeki zafer gülümsemesini görmek için ona yenilebilirdi. Yine de tabiat bakımından hep yenmek isterdi. O yüzden Lillian'ı zor duruma soktuğunda bundan oldukça keyif alacaktı.


"O günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım prenses."


Sinaila prensin koluna dirsek attığında homurdanarak ona döndü. Zaten bu savaş muhabbetinden dolayı pek görüşemiyorlardı ve daha hasret gideremeden hep bir dirsek hep bir olay oluyordu.


"Önemli bir şey olursa iyi olur komutan."


Sinaila gözlerini devirip diğerlerini işaret etti. Hiç kimse konuşmadan herkes ona bakıyordu. Bazıları iğrenirken Oropher ve Elvina tebessüm ediyordu.


"Anlaşılan oğlum aşk sarhoşu. Devam etmek istiyorsan müsaade senindir."


Thranduil kollarını kavuşturdu. Kendisi için bir sorun yoktu ama yanından kalkıp Oropher'in yanındaki Zeren ile yer değiştiren elleth için bu bir sorundu.


"İki dakikacık konuşalım dedim ada. Ama bir kulağım burada. Sizse bizi dinlemeye ne meraklıymışsınız. Neyse devam edelim. Bence silah işini hızlandırmalıyız. Zerenin çok vakti olmalı ki yaz dönümü zamanı prensesime laf çarpıtabiliyor. O yüzden Zerencim umarım dilin kadar yaptığın kılıçlar da keskin olur."


Zerenin yanakları saçlarıyla aynı rengi almışken Thranduil gözlerini kısarak ona baktı. Hiçbir şeyi unutmazdı ve geçiştiriyorsa bile bu daha sonra bombayı patlatmak için olurdu. Nitekim çabası sonuç vermiş ve babası yakıcı bir şekilde ona bakmıştı.


"Sen benim kızıma laf mı ettin? Şu sıralar kalkan olarak kullandığımız bitkiler çok aç. İstersen seni onları beslemeye gönderebilirim."


Zeren korkuyla yutkundu ve ellerini kaldırdı.


"Teşekkür ederim kralım bence gerek yok. Ben olmazsam hem silahları kim yapacak."


Thranduil alaycı bir şekilde tebessüm etti. Kendini kurtarma çabaları boşunaydı.


"Senin yerin çabuk doldurulur merak etme komutan. Daha eğitimi bitirenler bekliyor. Bu savaş bitince birkaç kişiyi sana çırak olarak vereceğimden şüphen olmasın."


"Tabi haklısınız, olur." Gibi bir şeyler geveledi komutan. Oropher öksürünce herkes ona döndü.


"Oğlum doğru söylüyor. Silah işini hızlandırmalıyız. Zehirciler daha çok çalışsın. Ormanda güvenliyiz ama bu bir meydan savaşı olacak. Kaç yıl süreceğini bilmiyorum ama uzun sürecek bundan eminim. Bu yüzden okçu birliklerimiz hazır ol da olmalı."


"Muhtemelen Noldor'un kılıçları konuşacaktır. Yine de en kalabalık diyar biz olduğumuz için destek kuvvet gerekecektir. Sadece kılıç ve oklar yerine gürzler,mızraklar ve kırbaçlar kullansak daha faydalı olacağı kanısındayım."


Bu kısımda Elvina Lillian'a imalı bir şekilde bakmıştı. İşte şimdi keyfi yerine gelmişti. Lillian ise elini beline atarak hançerini işaret etmişti. Hiç kuşkusuz prenses hançer de ve okta çok iyiydi.


"Neyse ki prensimiz tek başına yirmi kişiye bedel olacak kadar becerikli. O yüzden kılıç konusunda ona güvenebiliriz."


Thranduil tam övülmenin keyfine varıyordu ki uzaktan bir muhafızın geldiğini gördü. İyi şeyler olmayacaktı bunu anlamıştı.


"Kralım kralım baskın yedik."


Oropher öfkeli bir şekilde ayağa fırladı ve asasını yere vurdu.


"Nöbetçiler ne güne duruyor? Kimse müdahale etmedi mi?"


Muhafız nefes nefeseydi. Gelen birlik oldukça kalabalık olmalı diye düşündü Thranduil.


"Ettik ama çok kalabalıklar ve ayaklarını bastıkları yerleri kurutuyorlar. Orman acı çekiyor. Ayrıca korunuyor gibiler."


Oropher kılıcını eline aldı ve oğluna doğru ilerledi. Prens çoktan çift kılıçlarını eline almıştı. Tam muhafızın peşinden gidecekken kral onu durdurdu.


"Sen burada kal ion nin. Saraya göz kulak ol. Sinaila, Elvina ve diğerleri benimle gelsin."


Thranduil kaşlarını çattı ve peşinden koşturdu. Babası savaşırken kendisi güven içinde oturamaz ve aklı hep orada kalırdı. Ayrıca Lillian'ı oraya yollamak istemiyordu.


"Ama ada."


Oropher gözlerini belertti ve son kez arkasına baktı.


"Sus bakayım babaya ama denmez. Sen bugün çok yoruldun bense tüm gün oturdum. Bırak gençliğime döneyim."


Thranduil sustu ve başını eğdi. Acele bir şekilde Lillian'a kollarını sardı. Onun güçlü bir elleth olduğunu biliyordu ama babasını anlamıyordu. Diyarın prensi dururken prensesin orkların arasında işi neydi.


"Bana geri dön tamam mı Lily"


Lillian onun deniz kokusunu içine çekti ve elbisesinin izin verdiği ölçüde uzanarak yanağını öptü. Alınması gereken bir intikam vardı tabikide geri dönecekti.


"Sana gıcıklığına işimiz bitince en yavaş ben yürüyeceğim. Boyum kısaymış ya hani arkada kalırım."


Thranduil dudaklarını büzünce prenses hin bir şekilde tebessüm etti ve uzaktan öpücük fırlattı. Öpücüğü karşılayan prens Menestor'dan kılıçlarını aldı ve halkına döndü.


"Küçük bir sorun çıktı ama onun dışında biz şenliğe devam edebiliriz. Kralımız en hızlı şekilde gelecektir hep geldi."


Sindar elflerinden Minolia ona şüpheli gözlerle baktı. Zaten Silvan elflerinin çoğu sarhoştu ve olan bitenin farkında değillerdi. Yine de aynısı kendileri için geçerli değildi. Gayet zindeydi Sindar elfleri.


"Sorunumuz küçük olmasaydı bizzat kral gitmez komutanlardan birkaçını ya da hayalet grubunu gönderirdi prensim."


"Ne zamandan beri kralın savaşmasını engelleyen bir kural var Leydi Minolia? Ayrıca sen kralını mı sorguluyorsun? Beğenmiyorsan seni zorla tutmuyoruz Lindon'a ya da istediğin herhangi bir yere gidebilirsin."


Neyse ki prens diliyle olayları başka yöne çekme de ustaydı ve bunu sonuna kadar kullanıyordu. Kimsenin durduk yere telaş etmesine gerek yoktu. Yine de kendi de merak içindeydi.


"Onu kastetmedim prensim biliyorsunuz. Eskiden orklar bu kadar sık saldırmazdı. Şimdi bir şeyler değişmiş gibi."


Thranduil ellerini arkasında birleştirerek Minolia'nın etrafında döndü ve cık cıkladı.


"Sence şu an durumumuz normal mi? Bütün elf diyarları hatta insanlar bile teyakkuza geçti. Sauron tekrar göründü ve boş durmadığı kesin. Bende isterdim burada içmek yerine savaşmayı ama sabırlı olmamız lazım. O yüzden bu tür baskınlar normal."


Derin bir nefes aldı ve ağaçlardan birine tırmanarak ormanın güneyini gözetlemeye başladı. Kuzeyde uzungöl kasabası vardı insanların yaşadığı. Doğuda ise cücelerin Yalnız Dağı.


Kendi güneylerinde ıssız mordor toprakları vardı. Oradaki içten içe yanan alevi gördü prens. Gözleri korkuyla büyüdü. Bilinçsizken gördüğü rüya geldi aklına.


Ejderhanın dişleri ve alevler. Denize özlemi arttı bir an ferahlamak istedi. Daldan dala ilerledi ve nehre doğru kendini attı. Nehrin dibinde ölü balıklar gördü.


"Kötülük yayılıyor ve canlıları ele geçiriyor."


Kulaç ata ata yüzeye çıktı ve derin bir nefes aldı. Ay ona göz kırparken şimdi daha iyiydi. Varda'nın gözü üstündeyken endişelenmesine gerek yoktu. Suyla ağırlaşan saçlarını çekti ve sarayın arka kapısından odasına yürüdü. Çamların gölgesinde yürürken ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Etraf oldukça sessizdi. Zaten kendisi ortadan kaybolunca şenlik bitmişti.


Ay umursamazca parlıyordu gökte yıldızlar yerlerini bırakıyordu tek tek geceye.


"Neredesin sevgilim?"


Pencerenin altında bir tıkırtı duyunca kulak kabarttı Thranduil. Herhnagi bir hayvan olabilirdi pek tabi.


"Biri benden mi bahsetti?"


Lillian'ın sesini duyunca yüzü aydınlandı prensin. Küçük kanaryası nihayet geri dönmüştü ona.


"Lillian seni beklemiyordum."


Prenses seri hareketlerle odaya girdi ve hançerini Thranduil'e doğrulttu. Sinirli bakışları adeta alev fışkırtıyordu.


"Yaa öyle mi kimi bekliyordun prens?"


Thranduil onun kendini kıskandığını anlayınca gülmemek için kendini zor tuttu. Saçını tutan tokayı çözdü ve altın tutamları etrafa dağıttı.


"Altın rengi saçları, kahverengi hafif çekik gözleri olan birisini."


Lillian tek kaşını kaldırdı ve prensin üstüne yürümeye başladı. İkisi de zarif adımlarla kadife çiçeğiyle doldurulmuş yatağa ilerlerken prenses sinirini devam ettirmek için büyük çaba sarfediyordu. Thranduil'in onunla oynamasını seviyordu ve buna engel olamıyordu.


"Aa benim üstüme gül kokladığın yetmezmiş gibi bir de o kişi bana oldukça benziyor. O isterse Valinor'a gitsin orada bile bulurum onu. Ama önce senin icabına bakmamız lazım."


Prenses şah damarına yakın bir yerde ufak bir kesik açtığında prensin tek tepkisi derin bir nefes almak oldu. Ellerini beline sardığında hançer Lillian'ın elinden yere tok bir ses çıkartarak düştü.


"Senin elinden olsun ölüm bile korkutmaz beni Lillian bunu bilmeni istiyorum."


Lillian'ın parmakları göğsünde daireler çizerken kendi elleri prensesin elbisesinin bağlarını çözmeye başlamıştı bile.


"Bu akşam bana verdiğin söz dolayısıyla benden korkmalısın. Ayrıca benimle dalga geçtiğin için pişman olacağını söylemek isterim."


Bu arada Thranduil Lillian'a küçük kanarya diyor ya sarı saçlı olduğu için onun bana küçük kuzgun dediğini hayal edemiyorum hönkürdeyesim geliyor djjdjdjjdjd


Loading...
0%