Yeni Üyelik
13.
Bölüm

10. Bölüm SEÇENEKLER

@sima.d

 

 

Herkese merhaba yeni bölümü beklettim biliyorum ama bir sonraki bölüm içinde yazmaya devam ediyorum ve aralarında çok zaman girmemesi için bölümü biraz geç attım.

 

 

 

Her neyse umarım bölümü seversiniz iyi okumalar bol bol yorum yapın ve inanın sizin yorumlarınız hikâyenin akışını değiştirebilir

 

...🩸

 

Gözlerim dolmuştu, ama bu defa gözyaşlarına yenik düşmeye niyetim yoktu. Zaten çoktan paramparça olmuştum; onun sırtıma sapladığı hançer, kalbimdeki diğer yaralardan ne kadar farklı olabilirdi ki? Soğuk ve keskin, ama tanıdık bir acı. Bir ihanetin verdiği o tarifsiz boşluk...

 

Adliyeden çıkar çıkmaz gazeteciler etrafımı sardı. Sorular... flaşlar... gürültüler… Hepsi bir sis perdesi arkasında silikleşiyordu. Her biri üzerine çekilen ince bir perde gibi, gerçekliğimi kaybettim. Konuşmak istemiyordum. Ne sorularına cevap verecek gücüm vardı ne de onların yüzündeki merakı doyuracak bir anlatım. Sadece korumalara bir baş hareketiyle işaret edip, hızla kalabalığın arasından sıyrıldım. Araba bizi bekliyordu, gergin bir sessizlik içinde kapısını açtım ve arka koltuğa yığıldım.

 

Nefes almak zorlaşmıştı. İçimde bir düğüm, her geçen saniye sıkıyordu boğazımı. Camları kapalı olan araba, adeta bir kafes gibiydi; daralıyordum. Elimle göğsümü ovuşturdum, ama bu boğuk sıkışmışlık geçmedi.

 

"Arabayı durdur!" dedim, sesim boğuk ve aceleciydi.

 

"Sakin olun, Efendim," dedi şoför, tedirgin. "Bağ evine gitmemiz gerek. Güvende olacaksınız."

 

"DURDUR ŞU ARABAYI!" Sesim, içimde birikmiş öfkeyle yükseldi. Sözlerim, kaburgalarımın altına sıkışmış o bıçağın ucuyla delinmiş gibiydi.

 

Şoför sessizce başını eğdi ve hemen sağa çekti. Araba durur durmaz kapıyı açtım ve kendimi dışarı attım. Hava soğuktu, keskin bir sonbahar rüzgârı yüzüme vuruyordu, ama içimdeki yangını dindirmiyordu. Kendi kasvetimden kaçmak istercesine birkaç adım uzaklaştım arabadan. Korumalara dönerek nefesimi düzenlemeye çalıştım.

 

"Nihley’i alın ve bağ evine gidin," dedim, sesim hâlâ titriyordu ama bu defa kararlıydı. "Ben sonra geleceğim."

 

Korumalardan biri tereddütle bana yaklaştı. "Ama Ezim Hanım, bağ evi hâlâ babanızın... Orada rahat eder misiniz?"

 

Bakışlarımı ona diktim. Duygularımın altında ezilmeden, her zamanki otoriterliğimi toparlamaya çalıştım. "Rahat vermeyecekse siz ne işe yarıyorsunuz?" dedim, gözlerim sertleşmişti. "Şu an bir şey yapmayacak, en azından şimdilik."

 

Adam, başını eğdi. Büyük cüssesine rağmen boyun eğmiş görünüyordu. "Peki, efendim," diye mırıldandı. "Nihle Hanım’ı alıp bağ evine gideceğiz, merak etmeyin."

 

"Vakit kaybetmeyin," dedim, gözlerimle etrafı tarayarak. Düşmanlarımız her yanda. Düşmanlar… Babam olmasa bile, çevremde kimlere güvenebileceğimi bilemiyorum artık. "Her an saldırıya uğrayabiliriz. Tedbiri elden bırakmayın."

 

Adam bir kez daha başını eğdi, bu sefer daha içten. Emirleri almış, gidecekti. Ellerini önünde birleştirip sessizce yanımdan geçti. Korumalar sessiz bir saygıyla arabaya geri döndüler, ardından yola koyuldular.

 

Geriye, yalnızca ben kalmıştım. Şehirden uzak, yol kenarındaki bu tenha alanda, üstümdeki beyaz elbisenin eteği çamura sürükleniyordu, ama umurumda değildi. Dışarıdan bakılınca, dağınık saçlarım ve zemine değen elbisemle tam bir kaçık gibi görünüyor olmalıydım. Belki de öyleydim. Zihnim, boğulmuş düşüncelerle paramparça olmuştu. Birkaç adım atıp durdum, ayakkabılarımın altında ezilen toprak, ayaklarımın ağırlığını bile hissettirmiyordu.

 

Gözlerim, ufka dalmıştı. Uzaktan gelen rüzgârın uğultusu... çevremde hiç kimse yoktu ama içimde yankılanan sesler asla susmuyordu. Tek kaçış yolu, yalnızlıkta değil, belki de bu savaşın tam ortasındaydı.

 

Elimle yüzümü ovuştururken nihayet derin bir nefes alabildiğimi hissettim. Buradaydım… Sonunda. Kendimi en özgür hissettiğim yerde. Uçurumun kenarında, altımda çırpınan dalgalar ve karşımdaki sonsuz ufuk, bana her zaman kim olduğumu, nereden geldiğimi hatırlatırdı. Burası, geçmişimin gölgelerinin hiç peşimi bırakmadığı, çocukluğumun masumiyetinin sonsuza dek kaybolduğu yerdi. Günahlarımın ağırlığını ilk kez burada hissetmiştim.

 

Ne kadar süredir orada öylece durduğumu bilmiyordum. Zaman, sanki burada yavaşlardı, dünyanın geri kalanından soyutlanmış gibiydi. Tek hissettiğim rüzgârın yüzüme vuruşu ve dalgaların alttaki kayalara çarparken çıkardığı o tanıdık uğultuydu.

 

Bir ara arkamda hafif bir motor sesi duyuldu, ama pek aldırış etmedim. Ta ki o ses, bir araba kapısının açılmasıyla birlikte sustuğunda... O anda içimde bir sıkıntı belirdi. Yavaşça arkamı döndüm ve yolun kenarına park etmiş bir araba gördüm. Arabanın içinden inen adamı uzaktan tam seçemiyordum, ama adımlarını dikkatle izledim. Yaklaştıkça, o kararlı adımların sahibinin Murat olduğunu fark ettim. İçimde bir öfke ve bıkkınlık dalgası yükseldi; sıkıntıyla nefesimi verdim.

 

“Nereden çıktı bu şimdi...” diye mırıldandım kendi kendime. Buraya kimsenin gelmesini istememiştim, hele de Murat’ın.

 

Bana doğru yaklaşırken yüzünde her zamanki kibirli gülümsemesi vardı. Hiçbir şeyin altında ezilmeyen, her an bir adım önde olmayı bilen o bakışları yine üzerimdeydi. Yanıma geldiğinde durup uçurumdan aşağı baktı, sanki oradaki manzarayı ilk defa görüyormuş gibi dikkatle inceledi.

 

“Burası gerçekten çok güzel,” dedi, gözleri ufka kayarken. “Neden sürekli buraya geldiğin artık aşikâr.”

 

Dudaklarımı büzerek alaycı bir tonla cevap verdim. “Ne demezsin. Biraz da sessiz olsa harika olurdu.”

 

Murat, gülümseyerek başını iki yana salladı, hafif bir alayla bakışlarını bana çevirdi. “Gelmemden mutlu olacağını sanmıştım.”

 

Kaşlarımı çatıp ona döndüm. “Senin gelişin beni niye mutlu etsin ki,”

 

Gözlerinde karanlık bir parıltı belirdi, dudakları hafifçe kıvrıldı. “Düşmanın birken iki oldu. Bence intikam için benden daha iyi birini bulamazsın.”

 

Onun bu kadar net bir şekilde niyetlerimi okumasına şaşırmadım, Gözlerimi ondan kaçırarak tekrar ufka baktım. “Ondan intikam almak istediğimi nereden çıkardın?”

 

Murat, ellerini ceplerine soktu ve bir adım geriye çekildi, yüzünde sakin bir ifade vardı. “Sonuçta seni kandırdı. Bunun bir bedeli olmak zorunda.”

 

İçimdeki öfke, anılarla birlikte kabardı. Evet, beni kandırmıştı, ama bu kandırılmanın ötesinde bir şeydi. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapadım, kelimeler dudaklarımdan soğuk ve sert döküldü. “Bahanelerin ardına sığınıp suçu sana atsa da, Bizi bu hale getirenin o olduğunu vicdanı bunu ona hep hatırlatacak. Bedelini ödesin ya da ödemesin… Benim varlığım bu saatten sonra ona, huzur vermeyecek.”

 

Murat, sessizce başını salladı. Karanlık gözleri bir anlığına parladı, yüzünde alışık olduğum o soğuk, hesapçı ifade vardı. “Öğrendiklerinden sonra ona bunu ödetirsin diye düşünmüştüm,” dedi, biraz daha yaklaşarak. “Ama yinede bu, benim onunla olan hesaplaşmama dahil değil. İster benimle ol ister olma; fark etmez.”

 

Ona doğru döndüm, bakışlarımız keskin bir şekilde buluştu. O an onun ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha anladım. Soğukkanlı, ne istediğini bilen, her adımı hesaplayan biri. Elini bana doğru uzattı; bir davet gibiydi. Fakat o elin bana verebileceği hiçbir şey olmadığını biliyordum. Gözlerim onun eline kaydı, ardından küçümseyici bir bakışla gözlerinin içine baktım ve elini tutmadan ayağa kalktım.

 

Tam o anda, bir silah sesi yankılandı. Gökyüzü, o uğursuz sesle birlikte adeta çatlamıştı. Kalbim sıkıştı, içgüdüsel olarak yere eğildim. Gözlerim hızla etrafı taradı. Murat, sanki her şeye hazırlıklıymış gibi soğukkanlı bir şekilde pozisyon aldı. Sessizliğin ardından gelen o tek ses, her şeyin değişebileceğini fısıldıyordu.

 

Gözlerimi, sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde, Murat’ın adamlarıyla karşı karşıya olan Gollum’u fark ettim. Elinde silahı, arkasında ise dolu dizgin bir adam ordusu. Ortam gerilmiş, havada tehlikenin keskin kokusu vardı. Ama asıl dikkatimi çeken, Savaş’tı. O’nu daha önce hiç böyle görmemiştim. Gözlerinden adeta alev fışkırıyor, elindeki silahı öyle sımsıkı tutuyordu ki, parmak kemikleri belirginleşmişti.

 

"Karaarslanlılar’ın bu cesareti... beni öldürüyor." Murat, gözlerini devirdi, bana döndü. Yüzündeki o soğukkanlı, özgüven dolu bakışları gözlerimin ta içine sabitledi. Öylesine rahattı ki, hiçbir tehdit onu sarsmıyordu.

 

Savaş, gözlerini Murat'ın üzerinde gezdirdikten sonra aramızdaki kısa mesafeyi hızla kapattı. "ÇEK ULAN GÖZLERİNİ KIZIN ÜSTÜNDEN!" diye haykırdı, sesi tüm boşlukları dolduruyordu. İhtiraslı adımları her adımda toprağı inletiyordu.

 

Murat ise bir an bile geri adım atmadı, neredeyse ifadesiz denecek kadar soğuk ve dimdik duruyordu. Nadiren bu kadar ciddileşirdi ve bu hali, ortamı daha da tehlikeli bir hale getiriyordu. "Sana mı soracağım?" diye karşılık verdi, sesi buz gibi, ancak o an içindeki kibrin izleri tamamen silinmişti.

 

Ortam, bir yay gibi gerildi. Kimi ne zaman bırakacağı belli olmayan bir ip üzerindeydik; bu ip, her an kopabilir ve etrafı kan gölüne çevirebilirdi. Savaş, Murat’ın bu pervasız duruşu karşısında daha da öfkelenmişti. Nefesi hızlanmış, hırıltılı bir tonda konuşuyordu: "BANA SORACAKSIN! Ona bakan gözlerini oyar, eline veririm!" Savaş’ın sesinde, kontrol edilemez bir öfkenin izleri vardı. Boğazındaki damarlar gerilmiş, yüzünden aşağı inen bir şerit gibi belirginleşmişti.

 

Murat’ın bakışları ise keskin, rekabet doluydu. Öyle bir kararlılık vardı ki bu bakışlarda, Savaş’ın bu karşıtlıktan tahrik olması kaçınılmazdı. Murat’ın gözlerindeki o duruş, Savaş’ın alevine körükle gidiyordu.

 

"Sen meydanı boş sandın herhalde. Hayırdır, kardeşinden sonra sen de gebermek mi istiyorsun?" dedi Murat, sesi keskin bir bıçak gibi ortalığı yarıp geçti. Savaş, bu sözlerle adeta deliye dönmüştü. Çenesindeki kasların titrediğini gördüm, dudaklarının kenarı kasılmıştı. Dişlerini sıkıyordu, adeta her an patlayacak bir volkan gibiydi. Ve o an geldi... Belinden silahını çekti, namluyu Murat’a doğrulttu.

 

Bu hareket, ortamın tansiyonunu zirveye taşıdı. Murat’ın adamları hemen silahlarını Savaş’a çevirdi. Gollum ve yanındaki adamların silahları da zaten indirilmemişti. Şimdi hedefleri Savaş’ın adamlarıydı.

 

Ortamda bir anlık sessizlik hâkimdi; yalnızca gerilimin içindeki ince, neredeyse fark edilmeyen nefes sesleri duyuluyordu. Murat’ın yüzünde en ufak bir endişe belirtisi yoktu. Fazla soğukkanlıydı. Gözleri sabit, ifadesizce silahları üzerlerinde hissetmesine rağmen hiçbir şey olmamış gibi Savaş’a bakıyordu.

 

Bense, o sırada onlardan bir adım uzakta duruyordum, belki de olayın ortasında durduğumun farkında bile olmadan. Savaş’ın öfkesi, Murat’ın soğukkanlılığı... İkisi arasında gidip gelen bu çatışma, her an patlayacak bir fırtına gibiydi.

 

Murat, bir anda sesini yükselterek korumalarına emretti: "Silahları indirin!"

Adamları tereddüt etmeden silahlarını indirirken, Murat bir adım daha atıp Savaş’a doğru yaklaştı. Gözleri, Savaş’la aralarındaki gerilimi körüklercesine ateş saçıyordu. Ardından sakin ama keskin bir tonla konuştu, her kelimesi zehir gibi havada asılı kaldı: "Onu sana vermeyeceğim, duydun mu? Ezim hiçbir zaman senin olmayacak."

 

Savaş’ın ağzından patlayan öfkeli bir "Lan!" sesiyle ortam bir kez daha gerildi. Tam o anda, içimdeki öfkenin beni ele geçirdiğini hissettim ve hızla aralarına girdim. "Yeter!" diye bağırarak Savaş’ı göğsünden ittirdim. Sert bir adım geriye sendeledi, ama bu beni durdurmadı. Hemen üzerine doğru yürüyüp ellerimi havaya kaldırdım, göğsüne bir kez daha vurdum. İçimdeki nefretle gözlerinin ta içine baktım, sesim titremeyen bir kararlılıkla yükseldi:

"Yeter artık! Daha ne istiyorsun? Defolup git! Hâlâ yetmedi mi? İçin soğumadı mı hâlâ? Çık git artık!"

 

Yüzümdeki nefretin her bir kelimemden daha güçlü olduğunu biliyordum. Savaş’ın gözlerinde, kelimelerimin derinlerine işlediğini görmek mümkündü, ama o, hiçbir şey söylemedi. Yalnızca sustu.

 

Bakışlarımı hızla Murat’a çevirdim, bir an için göz göze geldik. O an, Murat'ın zafer duygusunu yüzünde görmemek imkansızdı. Ardından, hiçbir şey söylemeden hemen karşıdaki arabaya doğru yürüdüm. Sırtımdaki gözlerin beni takip ettiğini hissediyordum. Bir koruma, ön koltuğun kapısını benim için açtı. Otururken içimdeki acı, bedenime ağırlık yapıyordu.

 

Bazen öyle bir noktaya gelirsin ki, o kadar çok üzülürsün ki, ne kadar derin yaralar aldığının bile farkında olmazsın. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranırsın, çünkü bu acıyla baş etmenin tek yolu budur. Bağıracak halin kalmaz, ağlayacak gözyaşın bile tükenir. O andaydım, derin bir boşluğun ortasında savrulurken.

 

Murat’ın yüzünde zaferin izleri çok belliydi. O, kazandığını sanıyordu. Ama Savaş… Savaş’ın ne hissettiğini anlayamıyordum. Gözlerinde tarifsiz bir karmaşa vardı. O an, bu kaçışın sadece onu yaralamak için olduğunu biliyordum. Asla Murat’la gitmeyi düşünmüyordum. Ama Savaş’ın canının yanmasını istedim, içimdeki öfkenin biraz olsun soğumasını. Yine de, Savaş’ın yüzündeki o dağılmış ifade beni mutlu etmedi. Başta gözlerindeki boşluk dikkatimi çekmişti, ama hemen ardından, her zamanki o ifadesiz maskesini yeniden takmıştı.

 

Murat arabaya doğru ilerlerken bir parmağını havaya kaldırıp korumalara döndü. "Arabaları takip etmeyin," dedi. Hepsi söylediklerini sorgusuz sualsiz yerine getirdi. Kapıyı açtı, direksiyonun başına geçti ve motoru çalıştırdı. O esnada, arabanın virajı aldığı anda bir kez daha Savaş’a baktım. Gözlerimiz bir kez daha buluştu, ama bu sefer keskin bir vedaydı. Onun bakışları, hareket ettiğimiz an boyunca üzerimdeydi, sanki beni bir daha asla göremeyecekmiş gibi. Araba hızla dönüp uzaklaşırken, bakışlarımız aniden koptu. Savaş’ın orada, öylece kalakaldığını görmek içimde küçük bir zafer hissi uyandırmıştı. Ama bu zafer, düşündüğüm kadar tatmin edici değildi.

 

Murat’ın yüzündeki zafer çanları, sessizce çalmaya başlamıştı bile. Her hareketinden, her kelimesinden, kazandığını düşündüğünü anlayabiliyordum. Ama o, yanılıyordu. Bu, sadece Savaş’ın canını yakmak içindi. Murat’la gidecek kadar aklımı kaybetmemiştim. Ama o an bunu bilmek, ne acımı dindiriyordu ne de içimdeki savaşı sonlandırıyordu.

 

Camdan dışarıyı izlemeye başladım. Ara sokakların griliği yerini geniş ana caddeye bırakmak üzereydi ve ben en kısa zamanda inip bu sinir bozucu ortamdan kurtulmak istiyordum. Tam olarak ne hissettiğimi bilmesem de, içimde biriken öfkenin beni ele geçirmemesi için dudaklarımı sıkıca kapadım.

 

Murat’ın sesi, her zamanki gibi kendine güvenen bir tonda yükseldi: "Onunla gitmeyeceğini biliyordum."

 

Gözlerimi bile kırpmadan, camdaki yansımama bakarak yüzümü ekşittim. "Gerçekten mi?" diye soğuk bir ses tonuyla karşılık verdim.

 

"Bana güvenmediğini biliyorum," dedi, alçak sesle ama kesin bir tavırla. "Ama ben onun gibi değilim."

 

Bu sözler içimdeki öfkenin bir kıvılcım gibi parlamasına neden oldu. "Evet," dedim dişlerimin arasından. "Ondan daha kötüsün."

 

Murat, göz ucuyla bana bakıp alaycı bir şekilde güldü. "Bence ona yaptıklarından sonra kötülükte onun eline su dökemezsin. Bunu sen de biliyorsun. O yüzden şu an yanımdasın."

 

Sözleri midemi bulandırıyordu, sesinin her tınısı kulaklarımı tırmalıyordu. Kendimi tutamayıp bir an ona doğru döndüm, gözlerim onu buldu. Bakışlarımız sadece bir an için çarpıştı, ama hemen ardından yüzümü tekrar ön tarafa çevirdim, onun bakışlarının üzerimde olmasına katlanamayacak kadar tiksiniyordum.

 

"Somurtman bile yanımda olduğunu hatırlattığı için gülümsemen kadar güzel," dedi, keyifli bir tonla, sanki birkaç dakika önce yaşanan olaylar hiç olmamış gibi. Rahat tavırları, üzerime bir ağırlık gibi çökmüş olan gerginliğimi daha da büyütüyordu. Onun bu umarsız neşesi içimdeki öfkeyi körüklerken, kendimi daha fazla tutamadım.

 

"Sen gerçekten ruh hastasısın," dedim, sesimdeki tiksinti net bir şekilde fark ediliyordu.

 

sanki söylediklerim hiçbir etki yaratmamış gibi, devam etti."Şu kendinden emin ve güçlü hâlin... Her erkeğin başını döndürür. Herkesin sahip olmak isteyeceği o kadın, şimdi benim yanımda." Gözleri sinsi bir parıltıyla bana bakarken yüzüne ince bir gülümseme yerleşti.

 

Bu tonda daha fazla konuşmaya tahammül edemezdim. "O kadın," dedim dişlerimi sıkarak, "birazdan sağda inecek."

 

Murat göz ucuyla bana baktı, keyfi kaçmış gibi görünse de, yüzündeki alaycı ifadeyi kaybetmemeye çalıştı. Bir süre sessiz kaldı, sonra ağzını aralayarak konuştu: "Barlas seninle görüşmek istiyor," dedi. Sesinde ince bir kıskançlık seziyordum, bu beni şaşırtmıştı.

 

"Onunla görüşmek istemiyorum," dedim kararlı bir sesle, Barlas’ın adını duymak bile içimde huzursuz bir kıpırtı yaratıyordu.

 

Murat bir anlık suskunluğun ardından memnun bir şekilde karşılık verdi. "Bu iyi," dedi, sanki istediği cevap buymuş gibi, içinde bir rahatlama seziliyordu.

 

Araba yavaşladı ve sağa çekti. Nihayet kurtulacağımı düşündüm, ama kapıyı açmak için elimi uzattığımda kapının kilitli olduğunu fark ettim. Bir an afalladım, sonra ona doğru döndüm.

 

"Açmayı düşünüyor musun?" dedim, sabrımın son sınırında.

 

Murat ise bu kez bana doğru dönüp dizimin üzerindeki elime uzandı. Ne yapacağını anladığımda hızlıca elimi çekip geri yaslandım. Yüzümdeki rahatsızlık her halimden belliydi.

 

"Ne yapıyorsun?" dedim, sesim bu rahatsızlıkla titrerken.

 

O anda Murat'ın gözleri değişti. İki elini havaya kaldırıp bir an durakladı, sonra direksiyona sert bir yumruk attı. Yumruğu arabanın içinde yankılanırken nefesi hızlanmıştı. Savaş’la olan karşılaşmada bile bu kadar öfkelenmemişti. Şimdi kontrolünü kaybetmeye başladığını hissediyordum ve bu beni daha da huzursuz ediyordu.

 

Gözlerim bir an kilitli kapıya kayarken, içimde garip bir sıkışma hissettim. Bu durumun nereye gideceğini bilmiyordum, ama tehlike kapıdaydı.

 

Başını kaldırdı, gözleri sitemle doluydu. Bakışları, sözcükleri yüzüme çarpıyormuş gibi bir ağırlık taşıyordu.

 

"Bu anı çok düşündüm, Ezim. Bir gün beni seçeceğin o günü bekledim. İnan, çok bekledim. Ama böyle değil," dedi, sesi kederle dolu. "Yanımdasın... ama sana dokunamıyorum bile."

 

Sözlerinin arasına derin bir nefes aldı, hırçın ama bir o kadar da çaresizdi. Devam etti:

 

"Bak, Ezim. Seni seviyorum. Hem de çok uzun zamandan beri. Sen de bunu biliyorsun. Ama umursamıyorsun... inanmıyorsun. Senin inanmadığın bu aşkı ben yıllarca uzaktan yaşadım. Beklemek cehennemdir, ama bekledim seni. Tek bir sözümle seni yanıma alabilecekken, bana gelmeni bekledim. Ve şimdi yanımdasın, ama artık... başka biri de var. O adam da seni seviyor. Aptal değilim, görüyorum bunu. Sen de onun ilgisine karşılık verdin. Anlamıyorum... Ona rağmen neden benden böyle kaçıyorsun?”

 

Sözleri kulağımda yankılanırken, sanki içimden bir şey kopuyordu. Ama o an, sadece soğuk bir sesle karşılık verdim:

"Onunla ilgisi yok."

 

Gözlerindeki öfke daha da derinleşti. Yüzüne yayılan sert çizgiler, sesine de sirayet etti.

"O herif seni kullandı, Ezim. Söylediği her şey, yaptığı her şey yalandı. İntikam almak için masum birini kandırdı. Evet, ben onun kardeşini öldürdüm, tamam. Ama o da seni yaraladı! Ben isteyerek bu hale gelmedim, ama o... bile isteye yaptı her şeyi! Ben senin için gerekirse ölürüm. Ama o adam karşımda durup seni istediğini söyleyemez. Söylerse de... kardeşi gibi onu da gömerim."

 

Arabanın içi, onun öfkeyle karışık nefes alışverişleriyle dolmuştu. Kalbimdeki düğüm iyice sıkılaştı. Herkes bir şeyler söylüyor, bir şeyler bekliyordu. Herkes ya suçluyordu beni ya da bir cevap istiyordu. Bir an patladım:

 

"Yeter! Yeter artık! Bıktım sizin bu erkeklik onurunuzdan, gururunuzdan! Yok ölürüm, yok öldürürüm... Sen kendini cesur mu sanıyorsun? Bana cevap ver! Cesur musun sen? Cesur olan benim! Her şeyin sonunun nereye varacağını bilmeme rağmen hep ateşe attım kendimi! İnanmak istedim, ama senin ağzından çıkan tek bir şey var, o da beni sevdiğin. Kurduğun cümlelerin hiçbir anlamı yok bende. Korkak bir adamın kalbinde hiçbir kadının yeri yoktur. O yüzden benden sana inanmamı bekleme!"

 

Sözlerim havada asılı kaldı. Sessizlik ağırlaştı, sadece ikimizin derin nefesleri duyuluyordu. O an, aramızda bir duvar örülmüş gibiydi. Bir süre konuşmaya ne onun ne de benim yüzüm vardı.

 

Sonra derin bir nefes aldı. Sesi daha yumuşaktı ama içinde hala kırgınlık saklıydı.

"Sev istedim. Yalnızca beni sev istedim. Belki yalnızlığımın getirdiği bir boşluktu bu, bilmiyorum. Ama bir neden de aramıyorum artık. Sadece... benim seni sevdiğim kadar sev istedim beni."

 

Kalbimde bir yer acıdı. İkisinin de içimde bıraktığı izler başkaydı. Bu aşk beni de, onu da paramparça ediyordu. Daha şimdiden iki adamın arasında kalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum. Hangi yöne baksam bulanıktı. İçimde bir karmaşa vardı ve cevabım hala yoktu.

 

O sessizliğime karşın, konuşmaya niyetli olduğunu fark ettim.

 

"O olmasaydı... bana bir şans verir miydin?" diye sordu.

 

Cevap vermedim.

 

"Verirdin," diye mırıldandı kendi kendine. "O olmasaydı, ben olurdum. Şimdi ne yapmalıyım? Onu da mı öldürmeliyim? Benimle olman için gerekirse gözümü bile kırpmadan herkesi öldürürüm. Yeter ki sonunda benim ol..."

 

Gözlerim istemsizce irileşti. O kadar şoke olmuştum ki, kelimeler boğazımda düğümlendi. Tam konuşmaya hazırlanırken, o yine sözlerimi ağzıma tıktı. Onun gözlerindeki karanlık beni ürkütüyordu.

 

İçindeki karanlıkla dolu bir nefes alıp verdi, gözlerinde derin bir hüzünle bana bakıyordu. Her sözü, yüreğinden kopup gelen bir yakarış gibiydi.

 

"Onun ölme ihtimali bile seni nasıl da korkutuyor. Karşımda onun için endişelendiğini görmek beni nasıl mahvediyor, biliyor musun?" dedi. Sesi çatallı, kırılgan bir tınıdaydı. "Tek bir kez... Sadece tek bir kez benim için bunları hissettiğini görsem, tüm ömrümü veririm."

 

O an, bakışlarındaki karanlık beni bir girdap gibi içine çekiyordu. Gözleri sanki ruhuma kazınmak istercesine üzerimdeydi, ama ben kaçıyordum. Onun bu derin, saplantılı sevgisi bana ağır geliyordu. Evet, bana duyduğu aşkı her kelimesinde hissediyordum, ama içimde en ufak bir karşılık yoktu. Ne kadar çabalarsa çabalasın, aramızdaki uçurum kapanmıyordu. Aşkın büyüklüğüne saygı duysam da, bu hisleri karşılıksız bırakmanın ağırlığını taşımak zordu. Onu sevmeyi düşünmek bile beni boğuyordu.

 

İçindeki öfkeyle yüzü gerildi, dudakları titreyerek kapıya uzandı. Parmakları tereddütle düğmeye dokundu ve bir "klik" sesiyle kapılar açıldı.

 

"Nereye gidiyorsun?" diye sordu, sesi boğuk ve sitemkârdı.

 

Bir an duraksadım, gözlerim doldu ama sesim sakin kaldı. "Bunu söylemeyeceğimi biliyorsun," dedim ve hızlıca arabadan indim. Hava soğuktu ama bu serinlik içimdeki karmaşayı yatıştıramıyordu. Arkamdan hâlâ beni izlediğini biliyordum. Ona arkamı dönüp yürümeye başladım, ayak seslerim geceye karışırken içimde yankılanan bir boşluk vardı.

 

Cebimdeki telefona uzandım. Parmaklarım rehberde gezinirken, içgüdüsel olarak Tarık’ı aradım. Telefon ilk çalmada açıldı.

 

"Ezim, nerdesin?" diye sordu, sesi endişeliydi.

 

"Dışardayım," dedim kısa ve net.

 

"Aradım açmadın, nerdesin? Geliyim yanına."

 

"Konum atıyorum," diye cevap verdim.

 

"Tamam."

 

Yaklaşık 15 dakika sonra Tarık arabayla yanımda belirdi. Arabasından telaşla indi, adımlarında acelecilik vardı. O kadar hızlı gelmişti ki, kaza yapmadan buraya varabilmiş olması bile şaşırtıcıydı.

 

Bana yaklaştığında gözlerindeki endişeyi net bir şekilde gördüm. "İyi misin?" dedi nefes nefese.

 

Kafamı salladım. "İyiyim. Arabam davet yerinde kaldı. Eve gittiğimizde aldırırım. Şimdilik senin arabayla gidelim."

 

Tarık, gözlerimin derinliklerinde ne olduğunu çözmeye çalışsa da fazla ısrar etmedi. "Tamam, gel," dedi yumuşak bir sesle. Arabasına yöneldik. Kapıyı açıp direksiyonun başına geçmek için hamle yaptığımda bir şey söylemesine fırsat vermeden, "Ben kullanırım," dedim. Tarık, sessizce yan koltuğa oturdu.

 

Araba ilerlerken şehir ışıkları, hızla yanımızdan geçip giden bulanık bir manzara gibi akıyordu.

 

Babamın şehirden uzak, kafa dinlemek için kullandığı evden başka bir yerimiz yoktu. Bu ev, sığınacak bir liman gibi görünse de, aslında içimdeki karmaşayı çözmeye yetmeyecekti. Bunu biliyordum. Tarık, her ne kadar yanımda olsa da, bu karanlık yalnız benim içimdeydi.

 

Sessizlik, aramızda adeta görünmez bir duvar örmüştü. Fakat Tarık'ın bakışlarını hissediyordum; sürekli bana kayıyor, iyice bakıp duruyordu, içimdeki fırtınayı çözmeye çalışıyordu. Yoldan gözümü ayırmadan, onun bu sessiz endişesini hissetmek beni daha da rahatsız ediyordu.

 

"Öyle bakmaya devam mı edeceksin? Sor, ne sormak istiyorsan," dedim, gerilimi azaltmak için sesimdeki soğukluğu saklamaya çalışarak.

 

"İyi misin?" diye sordu, sesi net bir endişeyle doluydu. Yüzünü inceledim; ciddi olup olmadığını anlamaya çalıştım.

 

"Gerçekten," dedi, cümlesine devam ederken gözleri sorgulayıcıydı.

 

"Bilmiyorum," dedim, içimdeki karmaşayı yansıtacak şekilde.

 

Tarık, bir an gülümsedi. "Tam senlik bir cevap, her zamanki gibi net değil," dedi, hafif bir alaycılıkla.

 

Sadece bir tebessüm edebildim, duygularım hala karışıktı.

 

"Sormayacak mısın?" dedi Tarık, gülümsemesi kaybolurken.

 

"Aptalsın, salaksın, kendini düşürdüğün hale bak demeyecek misin?" dedi Tarık, gözlerindeki şiddetli ışık kaybolmuştu.

 

"Ben bunları sadece seni sinir etmek için söylerim," dedim, sakin bir tonla.

 

"Şimdi de söyle, zaten duymam gerekenler bunlar değil mi?" Tarık, tonunda hafif bir kayıtsızlık vardı, ama gözlerinde bir parıltı vardı.

 

"Değil. Çünkü şu anda herkes karşımdaki bu güçlü kadını konuşuyor," dedi, bir magazin muhabirinin havasıyla.

 

Bu sözler, yüzümdeki gülümsemeyi geri getirdi. "Gül, böyle sana gülmek yakışıyor," dedi Tarık, yanağımdan hafifçe makas alırken.

 

"Görüyorum ki tüm bu olanlar canını fena halde sıktı, ama benim tanıdığım Ezim bu insanlara papuç bırakacak bir kadın değil," dedi Tarık, çapkın bir şekilde göz kırparken.

 

"Yapma. Şu durumun içinde flörtöz bakışlarına kanacağımı mı düşünüyorsun?" dedim, gözlerimi ona dikip.

 

"Sen olmasan da buna düşen çok kız var," dedi Tarık, karizmatik ses tonuyla.

 

Tarık, yakışıklı ve kesinlikle iyi bir dosttu, ama onun tarzı, patavatsızca konuşan, kafasına estiği gibi davranan, boşboğaz bir Tarık’tı. Ama tüm bu tavırları içinde, en çok kafasına göre hareket etmesi hoşuma gidiyordu. Çocukluğumda, babamın katı kurallarıyla ve kontrolle geçen yıllarımda böyle düşünmek doğaldı.

 

Tarık'ın ailesi, ona her zaman destek olmuş, bir gün bile geri durmamıştı. Şimdilerde ise, babasının işlerini yürütmeye devam ediyorlardı. Tarık’ın bu şekilde davranması, onun güçlü destekçilerle çevrili olmasının bir yansımasıydı. Bu düşünceler kafamda dönüp dururken, Tarık’ın benden beklediği tepkiyi vermek zorunda olduğumu biliyordum.

 

"Eminim şu anda benim yatakta nasıl olduğumu düşünüyorsun," dedi Tarık, gözleriyle beni dikkatle süzerek.

 

"Tabii canım, ara ara oturup kendi kendime bunu düşünüyorum," diye yanıtladım, şakayla karışık bir şekilde.

 

Tarık, kolunu camdan sarkıttı, sigarasını yakarken dumanı yavaşça havaya savurdu. "Bak, benim için ölüp ölüp dirildiğini biliyorum tatlım, ama ben seni üzerim," dedi, rahat bir tavırla.

 

Elimi ona doğru uzattım. Tarık, her zamanki gibi ne istediğimi hemen anladı ve sigara paketini bana doğru uzattı.

 

"Sigara bile senden daha cazip geliyor," dedim, gözlerimde hafif bir alayla.

 

"Hadi ama," der gibi baktı, ama bu sefer hafif bir gülümseme belirdi yüzümde.

 

Sigarayı ağzıma aldım ve çakmakla ucunu yaktım. Yol boyunca Tarık, beni neşelendirmeye çalıştı; flörtöz bir tavırla yaklaşıp, çocukluğumuzdaki gibi saçımı çekerek beni kızdırdı. Onun bu hareketleri, yıllardır sinir olduğum şeylerdi, ama o inadına devam ediyordu.

 

Sonunda varış noktası çok geçmeden geldi. Arabadan indiğimde, korumalar etrafımı sarmıştı. Bir koruma öne çıktı.

 

"Ezim Hanım, biz Nihle Hanım'ı almaya gittiğimizde, Savaş Bey'in kardeşi sizi görmek istedi. Ne kadar 'olmaz' desek de, önemli olduğunu söyleyip diretti," dedi, başını öne eğmiş bir şekilde.

 

"Oradan sadece Nihle’yi alıp çıkacaktınız. Size ne söylediysem onu yapacaksınız. Kafanıza göre iş mi yapıyorsunuz? O adamın kardeşini nasıl getirirsiniz bana sormadan?"

 

"Özür dilerim efendim, muhakkak sizinle görüşmek istediğini söyledi, görmek isteyebilirsiniz diye," dedi, mahçup bir şekilde.

 

"Madem gelmek istedi, neymiş karın ağrısı, öğrenelim," dedim, soğuk bir ses tonuyla, Tarık arkamdan gelirken eve doğru yürüdüm.

 

İçeri girdiğimde, Nihle kanepede oturuyordu; yaren da hemen yanındaydı. Yaren, beni görünce hızla ayağa kalktı, yüzünde derin bir üzüntü vardı.

 

"Niye geldin?" dedim, karşısındaki kanepeye oturarak.

 

Ben oturur oturmaz, o da yavaşça oturdu.

 

"Olanları Murat'tan öğrendiğini biliyorum ama inan ki benim yeni haberim oldu," dedi, üzgün bir şekilde. "Abim sana söylememem konusunda beni uyardı çünkü her şeyi öğrendiğin gün seni kaybedecekti. En önemlisi seni tanıyordu; aranızda ne geçtiyse geçsin, her şeyin bir oyundan ibaret olduğunu düşünmeni istemedi. Ama ben yine de sana tüm gerçekleri anlatmak konusunda ısrarcıydım."

 

"Abin mi gönderdi seni?" dedim, sözlerini dikkatle dinlememe rağmen umurumda değilmiş gibi bir tavırla.

 

"Hayır, buraya geldiğimden haberi bile yok. Ben sadece seninle konuşmaya geldim. Gerçekten, ben de bilmiyordum abimin böyle bir şey yapacağını. Bilseydim, ilk gün sana söylerdim," dedi, içten bir samimiyetle.

 

"Sen nasıl öğrendin peki?" diye sordum, sesimdeki sakinlik fırtınanın öncesindeki durgunluğu andırıyordu.

 

Gözleri kısık, başını hafifçe öne eğdi. "Abimle arat konuşurken bir şeyler duydum," dedi, kelimeleri zorla ağzından çıkıyormuş gibiydi. "Ama seninle ilgili olduğunu bilmiyordum. Daha sonra abime sorunca... anlatmak zorunda kaldı."

 

Derin bir nefes aldım, içimde biriken öfkeyi bastırmaya çalışıyordum. "Tüm bu olanları Murata sen söylemişsin. Neden böyle bir şey yaptın?"

 

Yutkundu, başını ellerinin arasına aldı, kısa bir süre sustu. "Çünkü abim, sana söylememem konusunda abimin ölüsüne yemin ettirdi. Ama vicdanım bunu kaldıramazdı. Senin daveti düzenlediğin gün Murat’a telefon ettim ve her şeyi anlattım. Abimin sana yaptığı çirkin bir oyuna alet olamazdım. Ben sana söylemedim ama Murat’ın sana her şeyi anlatacağından emindim."

 

Kelimeleri duyduğum an, içimde bir şeyler kırılıyordu. Bu kadar basit miydi her şey? Bir yemin, bir ihanet ve ben... Aramızdaki boşluğa bakarak, sakin bir şekilde "Tamam," dedim.

 

Gözlerindeki beklenti, yüzüne hüzünle karışmış bir umut bırakmıştı. "Beni affediyor musun? Yani," dedi, sesindeki tedirginlik belirgindi. Gözlerinde gördüğüm o çaresizlik, içimde başka bir savaş başlatıyordu.

 

Sadece başımı hafifçe salladım, cevap vermek yerine.

 

Ayağa kalktı, adımları dikkatli ve temkinliydi. Bana yaklaşırken sarılmak istediğini anladım. Ancak tam elini uzattığında, bir adım geri çekildim ve elimi havaya kaldırarak onu durdurdum.

 

"Seni affediyorum," dedim soğukkanlı bir sesle, "Ama bu eskisi gibi olduğumuz anlamına gelmiyor. Çünkü benim bu saatten sonra Karaarslanlıların hiçbiriyle bir işim olamaz. O yüzden senden de abinden de rica ediyorum—gerçi abinin işi yarım kaldı ama kusura bakmasın, öldüremedi beni." Sözlerim bıçak gibi keskin ve netti. "Uzak dursun benden. Eğer benimle uğraşmaya kalkarsa, yarım bıraktığı işi onun yerine tamamlarım."

 

Yüzündeki hayal kırıklığını görmemek imkansızdı. Bir an için sanki her şeyin bittiğini kabul eder gibi bir nefes verdi. "Tamam," dedi kısık bir sesle. "Zaten buraya eskisi gibi olabilmek için gelmedim. Olanlardan sonra yüzüme bile bakacağını ummazken affettiğini söylemen bile beni şaşırttı." Bir an duraksadı, sonra ekledi: "Sen hep benim için bir kardeş, abla yerindesin. Öyle hisset ya da hissetme, benim için bu hiç değişmedi."

 

Bir adım daha attı, yanımdan geçti ve gözden kayboldu. Gidişi, aramızda yıkılan köprülerin son sesiydi. Kalbimde bir boşluk bırakarak gitmesine izin verdim. Belki de böyle olmalıydı. O yalanlar üzerine kurulmuş evin, işin içinde olan veya olmayan hiç kimseyle bir bağım kalmamalıydı.

 

Ona bakmayı bırakıp arkamda sessizce bekleyen korumaya döndüm. "eve bırakın," dedim kararlı bir şekilde.

 

Gözlerim aniden Nihle’ye takıldı. O da en az benim kadar şaşkındı. İç çekerek, omuzlarımdaki ağırlıkla ayağa kalktım. Bu sayfa artık kapanmıştı.

 

“Nihle, iyi misin?” diye sordum, sesim yorgun ve derinden gelen bir kırılganlık taşıyordu. Yıllardır ona güvenmiş, onunla paylaşmıştım; bu sefer ise gözlerimdeki ağırlığı fark etmemesi imkânsızdı.

 

“İyiyim de,” dedi bir an duraksayarak, yüzünde endişeyle karışık bir şaşkınlık belirdi. “Bu durumda benim sana bu soruyu sormam gerekmiyor mu?”

 

Cevabım kısa ve kesindi. “Eğer soruyorsan, iyiyim.”

 

Sözlerimin ardındaki boşluğun farkındaydı. Gözlerini kaçırdı, bir süre sessiz kaldı ama sonunda dayanamayıp tekrar konuşmaya çalıştı. “Ezim...”

 

Onu susturmak zorundaydım. "Tamam, Nihle Buradasın, biliyorum. Tarık da burada, onu da biliyorum ama şu an yalnız kalmak istiyorum." Konuşmayı daha fazla uzatmadan merdivenlere yöneldim ve hızla yukarıdaki odaya çıktım.

 

Kapıyı kapatır kapatmaz sırtımı ahşap panele yaslayıp derin bir nefes aldım. Başımı geriye yasladım, gözlerimi kapattım. O an zihnimde bir düşünce belirdi, içimdeki sönmeyen ateşi körükleyen bir düşünce. Keşke onu hiç tanımasaydım... Ama sonra, bu düşünceyi bir kenara itip daha önce hep söylediğim başka bir düşünceyle savaştım: İyi ki yaşandı... Ama hangisi doğruydu? Bu yangını içimde daha ne kadar taşıyabilirdim?

 

İçimdeki savaşın ortasında bulduğum tek gerçek, haklı olduğumu fark etmemdi. Evet, sonunda kendimi haklı bulmuştum. Fakat işin garibi, üzülen taraf olduğumda haklı olmanın hiç ama hiç bir önemi kalmıyordu. Kalbimin bir köşesi hâlâ sağlamdı belki ama çok kez paramparça olmuştu. O küçücük sağlam köşe, bütün bu yıkılmışlığı toparlamaya yetmiyordu.

 

Ama ben böyle biri değildim. Hayatımda daha nice zorlukla başa çıkmış, her seferinde ayakta kalmayı başarmıştım. Pes etmek benim için bir seçenek değildi. Çünkü ne olursa olsun, düşemezdim. Buna hakkım yoktu. Dik durmak, belki de doğduğum andan itibaren bana yazılmış bir kaderdi.

 

Bazı şeylerin ne kadar derinlere işlediğini, köklerinin ne kadar eskiye uzandığını şimdi daha iyi anlıyordum. Bunlar, çocukluk dönemimden kalan kırıntılardı aslında. Babamın beni sevmeyişi, annemin sevmek isteyip de bunu başaramaması... Ve bir de abim; büyüdüğünde babamla aramıza koca bir duvar örülmüştü. Onların sevgisizlikleri her ne kadar farklı şekillerde olsa da, her ikisi de ruhumda aynı derin yarayı açmıştı. Babam, sevgisizliğini göstermekten hiç çekinmezdi. Annem ise sevmek istediğini hissettirse bile, babamdan farksız davranırdı.

 

Daha o zamanlar içimde bir soru yankılanıyordu: Beni babam bile istememişken başkası neden istesin ki? Bu sorunun cevabını hiçbir zaman bulamamıştım. Cevapsız kalmış, açık uçlu bir soru olarak hayatımın ortasında asılı kalmıştı. Ve biliyordum, bu sorunun verdiği acı benimle birlikte mezara girecekti.

 

Yatağa uzanıp tavanı izlerken, içimdeki boşluğun büyüdüğünü hissettim. Belki de artık bu gerçekle yaşamayı öğrenmeliydim. Ama şu bir gerçekti ki, o yalanlarla örülmüş dünyada, savaş olsun, yaren olsun, ya da başkası... Hiçbirinin hayatımda yeri kalmamıştı...

 

17 YIL ÖNCE

Hava ılık ve yumuşak bir meltem esintisiyle adeta beni dışarı çağırıyordu. Pencerenin ardından gökyüzüne baktım. Göz alıcı mavi tonları, güneşin parlaklığıyla birleşip içimde özgürlük arzusunu uyandırıyordu. Ama sadece bakmakla yetiniyordum. Odada sıkışıp kalmıştım. Dört duvar arasındaki tutsaklığımın içimde yarattığı huzursuzluk adım adım büyüyordu. Bütün gün odanın içinde dönüp durmaktan başım dönmüştü. Dışarı çıkmak, sadece birkaç dakika olsun çimenlere basmak ne kadar büyük bir suç olabilirdi ki? Herkes dışarıdaydı, neden ben de çıkamıyordum?

 

Sessizce odanın kapısını araladım. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Eğer yakalanırsam neler olacağını düşünmek bile midemi bulandırıyordu. Ama bunu yapmak zorundaydım. Dikkatlice, kimseye görünmeden arka bahçeye ulaşmalıydım. Arka bahçe sessizdi ve kuytu bir köşeydi; salonda yakalanmadığım sürece kimse beni fark etmezdi. Onlar beni fark etmezdi, her zaman olduğu gibi...

 

Yavaş ve temkinli adımlarla merdivenlerden indim. Ayaklarım neredeyse yere dokunmuyordu, öylesine sessizdim. Ortalıkta ne bir koruma, ne bir hizmetçi vardı; işler yolunda gidiyordu. Derin bir nefes aldım ve arka kapıya ulaştım. Kapıyı açtığım anda içime dolan temiz hava, bir anlığına da olsa bütün kaygılarımı unutturdu. Kendimi bahçeye attım, ayakkabılarımı çıkardım ve çimenlerin serin dokusunu çıplak ayaklarımla hissettim. Bu his, evin içindeki tutsaklıktan her çıktığımda içimi dolduran bir özgürlük anıydı. Annemle babamın suratlarını görmeden nefes almak... Bu birkaç dakika bile olsa bana iyi geliyordu.

 

Ta ki arkamda, adımı haykıran annemin sesini duyana kadar...

 

“EZİM!”

 

Sesindeki öfkeyi hissettiğimde kanım dondu. Arkama döndüğümde gözlerindeki şirret bakışı gördüm; normalde bile bana asla şefkat göstermeyen bu gözler, şimdi daha da acımasızdı. Yüzü gerilmiş, gözleri iyice irileşmişti.

 

“Ne işin var senin dışarıda? Kime sordun çıkarken?” diye hışımla üzerime yürüdü. Sesinde bir kırbaç şiddeti vardı, her kelimesi adeta üzerime iniyordu.

 

“Sadece... biraz dolaşmak istedim,” dedim, sesim titriyordu ama elimden gelen tek şey buydu.

 

“Sus! Bir de konuşuyor musun?” dedi ve omzumdan sertçe itti. “Geç içeri! Baban seni dışarıda görmesin, geç hadi!” Omuzlarımın üzerinden beni itekleyerek eve geri soktu.

 

Bacaklarım titriyordu, kalbim ağzımda atıyordu ama asıl hissettiğim şey korku değildi. Yetersizlik, eksiklik duygusu yine içimi kemiriyordu. Ne yaparsam yapayım, asla yeterli olamıyordum. Beni sürekli bu şekilde eksik ve değersiz hissettirmeleri, içimde büyük bir boşluk yaratıyordu.

 

Eve adım attığımızda babam merdivenlerden aşağı iniyordu. Kaçacak hiçbir yerim kalmamıştı.

 

“Neredeydin sen?” diye sordu, anneme dönerek. Sesi, her an patlayacak bir fırtına gibi ağır ve tehditkârdı.

 

“Mutfağa su içmeye gittim,” dedi annem, sesi cılız çıkmıştı. Belli ki babamın gazabından kaçmaya çalışıyordu.

 

Babamın gözleri şüpheyle irileşti. “Dışarı mı çıktın yoksa?” dedi, sesindeki tehdit giderek büyüyordu. Adeta içindeki volkan patlamak üzereydi.

 

“Hayır baba, bebeğimi bulamadım. Burada unutmuşumdur belki diye bakmaya geldim.”

 

Babamın gözleri alev gibi parladı. “Yalan söyleme! Sakın bana yalan söyleme! Sen laftan anlamayacak mısın? İlla laftan anlaman için zor kullanmam mı gerekiyor?” diye bağırdı, sesi evin her köşesinde yankılandı. Ardından sertçe kolumdan tuttu. “Tamam madem anlamıyorsun, o zaman ben seninle anladığın dilden konuşurum!”

 

“Baba! Nereye götürüyorsun beni? Bırak beni! Ne olur baba, yapma!” diye yalvarıyordum, kolumu onun güçlü ellerinden kurtarmaya çalışıyordum. Ama çabalarım nafileydi, onun karşısında o kadar küçüktüm ki... Sadece küçük ve güçsüz bir çocuktum.

 

Anneme yalvaran gözlerle baktım. Yardım edeceğini, beni kurtaracağını umuyordum. Ama o, bir adım attıktan sonra geri çekildi. Sadece izliyordu. Babamın beni sürükleyerek bodruma götürüşünü sessizce izliyordu. Gözlerimdeki umut yavaşça söndü.

 

Beni bodrumun karanlık kapısına kadar sürükledi. Kapıyı açtı ve tüm gücüyle beni içeri fırlattı. Beton zemine düşerken canım yanmıştı ama içimdeki korku, acıyı bastırıyordu.

 

“Burada kal da bana karşı gelmenin ne demek olduğunu öğren!” dedi babam. O anda, benim için her şeyin en kötüsü başlamıştı. Bu karanlık, soğuk yer, hayatımdaki en büyük korkunun somut haliydi.

 

Sonra, abimin sesini duydum. Merdivenlerden hızla indiğini anladım. Kapının kilitlendiğini duyduğumda içimdeki korku daha da büyüdü.

 

“Ne oluyor? Ezim nerede baba?” Abimin sesi öfkeli ve kararlıydı.

 

Babamın sesini duyduğumda tüylerim diken diken oldu. “ çekil lan şurdan”

 

Abim bağırdı, sesindeki öfke büyüyordu. “Bodruma mı attın onu?”

 

“Yeter artık!” Babamın tokadı odanın içinde yankılandı. Ardından birkaç yumruk sesi duyuldu.

 

Ben kapıya doğru koşup yumruklamaya başladım. Ağlıyordum, bağırıyordum, ne yapacağımı bilemeden panik içinde kapıya vurmaya devam ettim. Ellerin acıyana, parmaklarım morarana kadar kapıya tekme attım, ama hiçbir şey değişmiyordu. Sadece karanlık ve sessizlik... Karanlıkta yapayalnızdım.

 

"Yapma baba, ne olur, dur! Aç şu kapıyı, aç!" diye yalvardım, hıçkırıklarla boğulacak kadar ağlarken.

 

Ağır kapı ardında yankılanan seslerin bir anda kesildiğini duydum. Nefesim düzensiz, kalbim göğsümde yankılanıyordu. Derin bir sessizlik çöktü, ama çok geçmeden babamın soğuk ve tehditkâr sesi karanlığın içinden yükseldi.

 

"Bir daha sesin yükselirse, dayakla da kurtulamazsın. Seni bu halinden beter ederim. Şansını zorlama!" Sözleri karanlıkta birer tokat gibi yüzüme çarpıyordu.

 

Ayak sesleri yavaşça uzaklaştı, koridorun derinlerinde kayboldu. Kapının arkasındaki umutsuzluğun içinde sesim titreyerek abime seslendim, "Abi, iyi misin? Ne olur ses ver, çok korkuyorum."

 

Bir an sessizlik vardı, nefesimi tutup kulak kesildim. Ardından, zorlukla duyulan, iniltiye benzer bir ses geldi.

 

"Korkma... iyiyim. Buradayım, yanındayım. Sakin ol, Ezim," dedi abim, sesi yorgun ve kırılgandı ama bana umut verecek kadar güçlüydü.

 

Bodrumun soğuk taş duvarları, yankılanan hıçkırıklarımı katı bir duvar gibi geri yansıtıyordu. Nefes almak bile zor geliyordu o boğucu karanlıkta.

 

"Abi..." dedim, ağlamaya devam ederek. "Senin canın yanmasın. Her defasında babama benim yüzümden karşı çıkıyorsun. Kendini önümde siper ediyorsun. Hep böyle oluyor."

 

Abim derin bir nefes aldı, ardından kararlı bir tonla, "Ezim, saçma sapan konuşma. Ben senin için ölürüm bile. Sen benim kardeşimsin. Sana kendimi siper etmeyeceksem neden yaşıyorum ki? Bu hayatta senden başka kimim var benim?"

 

Bu sözleri duymak içimdeki acıyı hem dindirdi hem de daha da derinleştirdi. Gözyaşlarım, artık sessizce akıyordu, ruhumun derinlerinde bir yerde kendimi abimin güvenine bırakmıştım.

 

"Seni çok seviyorum, abi..." dedim kısık bir sesle, sanki onun bu kadar fedakâr olması içimde bir sızı bırakıyordu.

 

Bir an sessizlik oldu. Panikledim, acaba bir şey mi oldu diye düşündüm. Tam o anda abimin sesi yine yankılandı.

 

"Merak etme, sadece burnum kanıyor... Ama sen üzülme, beni düşünme. Seni buradan çıkaracağım, tamam mı?"

 

"Ama anahtar babamda..."

 

"Ben hallederim," dedi, kararlıydı. "Sen sadece korkma. Babamla konuşmayacağım, merak etme. Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. "

 

"Ne olur babamla karşı karşıya gelme. Sana bir şey olmasın. O eninde sonunda beni buradan çıkaracak," diye yalvardım. Abimin zarar görmesi en büyük korkumdu.

 

"Olmaz. Seni burada bırakmam neyse sen Bunları düşünme şimdi," derken adım seslerinin kapıya yaklaştığını duydum. Ağır, ama emin adımlarla ilerliyordu.

 

Kapının önünde durduğunu hissettim. İçimde garip bir güven duygusu belirdi. Elimi soğuk kapının üzerine koydum; bu kalın, karanlık duvarın ötesinde abim vardı. Her zaman yanımdaydı. O olmasaydı, bu karanlık dünyada kime sığınırdım?

 

"Sen benim en kıymetlimsin," dedi fısıltıyla. "Kimse, babamız bile, sana böyle davranamaz."

 

Onun sözleri bir yemin gibiydi, karanlık bodrumun soğuk, nemli duvarlarında yankılanarak ruhuma işliyordu. Elim titreyerek kapının üzerindeydi, gözlerim dolu, içimdeki sevgi ve korku birbirine karışıyordu. Abim hep yanımdaydı. O olmasaydı, güç bulabilir miydim bu hayatta?...

🥀

Telefonumda bildirim gelince elime aldım. Gereksiz bir bildirim mesajıydı. Ardından davetin çok konuşacağını bildiğimden hakkımda çıkan habere baktım.

 

" Ezim akmanın yıllardır sevenleri ve sevmeyenleri tarafından eleştiriyi yağmuruna tutulduğunu biliyoruz fakat bu son olaylardan sonra kendisine destek yağdı. Tüm kadınlar kadın hakları bağlamında ezim akman için sokaklara döküldü. " biz kadınlar olarak yanındayız" pankartlarıyla eylem başlattı."

 

Benim için, bana destek için konuşmuşlardı. Susmamışlardı.

 

Sanırım tüm olanlardan sonra yüzümü güldüren tek gerçek şeydi bu..

 

Derken odanın kapısına vuruldu. İçeri gülümseyerek nihle girdi.

 

" Haberi gördün sanırım"

 

" Evet"

 

" Yanlız değilsin biliyorsun değil mi?"

 

" bu sefer yanlız değilim galiba"

 

" Ben burdayım, tarık burda, dışarda sana destek için basbas bağıran kadınlar var ve hepsi sonunda senin nasıl biri olduğunu gördü."

 

Yüzüm deminkine nazaran donuktu bu sefer, çünkü bu his bana çok yabancıydı. Haklı olmak; içten içe kendime bunları hak etmediğimi söylesem de dışardan birilerinin beni desteklemesi nasıl hissettirirdi ya da daha doğrusu nasıl nasıl hissettirmeliydi? Bilemiyordum.

 

Derken telefonuma bir bildirim daha düştü. Yandan basıp ekranda savaşın resimlerini görünce elime aldım ve haberi okudum.

 

" İş dünyasında çokça adını duyduğumuz, özel hayatını magazine yansıtma taraftarı olmayan savaş karaarslanlı akşamki davette sahte sevgilisi ezim akman birlikteliklerinin yalan olduğunu söylemesinin üzerinden bu gün akşam mekandan çıkarken bir kadınla görüldü. Kendisi muhabirlerin sorularından pek hayli rahatsız olmuş görünse de açıklama yapmadan hızlıca mekandan ayrıldı."

 

Altında beni destekleyen yorumlar gördüm.

 

" Kadın da prenses Diana gibi topladı milleti, davette de herkesin ipliğini pazara çıkardı."

 

" İyi yapmışsın ezim böyle adamlara müstahak iki günde takılayacak birini bulmuş bu erkeklerin hepsi aynı"

 

"Gerçekten bu kadar çabuk mu? Ezim bu kadar çabuk unutulacak bir kadın değil bence"

 

" Ezimden sonra bu kadın mı? erkekler+zevksizlik"

 

" Asıl bu haberi ezim görünce ne olacak?"

 

Ne olacaktı sinirden gidip evini başına yıkıcaktım.

 

Nihle yüzümden bir şeylerin ters gittiğini anlamış olacak ki anlamaz şekilde konuştu.

 

" Ne oldu? ezim"

 

Elimdeki telefonu ona doğru uzattım.

 

" Aaa bu senin ki değil mi?"

 

Öfkeli bakışlarımla ona baktım.

 

" Şuna bak bir de kadının kolunu tutmuş çıkarken, belli ki birlikteler. ama yüzü yok söylemeye olanlardan sonra, tabi itibarını düşünüyor. Olmayan itibarını"

 

" Haklısın. amann bizene ne yaparlarsa yapsınlar. Şu anda herkesin gözünde mağdur ve başrol sensin sen buna odaklan"

 

" Yok bu burda bitmez o benim gururumu ayaklar altına alamaz"

 

" Ezim benc"

 

Kaşlarım çatık şekilde nihleye bakınca

 

" Tamam bir şey demedim say" dedi.

 

Gururumla bu şekilde oynamaya hakkı yoktu. Muhakkak karşılaşacaktık bunu biliyordum hisselerini kullanıp onu parmağımda oynatabilirdim ne olsa hisselerini geri alması için zaman daha vardı.

 

Bir hışımla ayaklandım. Ve odadan çıktım nihle arkamdan bağırıyordu.

 

Salona girdiğimde tarık salonda oturmuş lucy ' da kucağındaydı.

 

" Demek lucy ' la tanıştın"

 

" Evet çok uslu bir köpek senin mi?"

 

" Yani sayılır"

 

Lucy burda bahçıvan olarak kalan cevdet amcayla beraberdi. Benim köpeğimdi onu daha çok küçükken ben bulmuştum. Ama babam ve annem onun benimle kalmasını istemediler. Cevdet amca da onu çok sevdiğimi görünce kendisinin bakacağını ve istediğim zaman gelip görebileceğimi söylemişti.

 

O zamandan beri sık sık gelip burda lucy görüyor onunla oynuyor. Bana ihanet etmeyeceğini düşündüğüm tek arkadaşımla vakit geçiriyordum. O bir köpekti ama zamanla benim için bir köpekten daha fazla şey ifade ediyordu.

 

" Ezim ne oldu öyle bir anda fırladın odadan"

 

" Bir şey yok tarıkla dışarı çıkıcaz biraz"

 

Tarık bakışlarımdan hemen anladı.

 

" Hayır beni buna alet edemezsin. Canımı sokakta bulmadım ben"

 

" Bence arkadaşın için bunu yaparsın" dedim ona göz kırparak

 

Ardından kapı çaldı ve önemsiz bir edayla kapıyı açtım. Kapıyı açınca karşımda Muratı gördüm; yanında siyah takımlı, ciddi suratlı bir koruma ordusuyla. Her zamanki kendine güveni ve o küstah gülümsemesiyle orada duruyordu. Nasıl bulmuştu beni? Ama asıl soru, niye yine karşıma çıkıyordu? Tabii ki onun için bir sebep gerekmiyordu. Her seferinde sudan bahanelerle önüme dikilmeyi adet edinmişti zaten.

 

"Ne işin var burada?" diye sordum, sesim buz gibiydi.

 

Murat dudaklarını büküp omuz silkti. "Dur canım, böyle kapıda mı konuşacağız? İçeri davet etmeyecek misin?"

 

"Şaka mısın sen? Gerçek olamayacak kadar küstahsın çünkü," dedim sertçe, onu yavaşça süzerek. Bu adam cidden sınır tanımıyordu.

 

"Bak alınıyorum ama." Gözlerinin köşesi alaycı bir ışıltıyla kıvrıldı.

 

Tam ona verecek bir cevap ararken, içeriden Tarık ve Nihle'nin sesleri yükseldi. "Kimmiş gelen?"

 

Bir an tereddüt ettim, sonra onlara seslendim: "Önemsiz biri. Bekleyin siz, ben geliyorum."

 

Kapıyı aralık bırakıp dışarıya çıktım, Murat ise alt dudağını ısırmış, gülmemek için kendini zor tutuyordu.

 

"Ne var, ne gülüyorsun?" dedim, sesimde öfkeyle karışık bir merak vardı.

 

"Gerçekten seni bulamayacağımı mı düşündün?" dedi, alaycı bakışları üzerimde geziniyordu. Rahatsız edici bir şekilde kendinden emindi.

 

"Bulsan bile ne değişir? Laf kalabalığı yapma da niye geldin onu söyle," dedim, sabırsızlıkla ellerimi göğsümde birleştirip ona baktım. Bu adamın her karşılaşmamızda beni çıldırtma yeteneği vardı.

 

"Hay hay, seni buradan götürmeye geldim," dedi sanki basit bir gerçeği söylüyormuş gibi, ukala bir tavırla.

 

Sahte bir gülümsemeyle ona döndüm, gözlerim kısıldı. "Oldu paşam, başka bir şey ister misin?"

 

"Evet," dedi, bir adım daha bana yaklaşarak. "Bir de bana bir öpücük verebilirsin."

 

İçimden ona küfretmemek için zor tuttum kendimi. Gerçekten laftan anlamayan bir hırbo'ydu bu adam.

 

"Saçmalama, defol git buradan," dedim, arkamı dönüp eve yöneldim. Tam kapıdan içeri girecekken sesi tekrar yükseldi.

 

"Ya sana Sedef'in yaşadığını söylersem?"

 

Adımlarım ansızın durdu. Kelimeler havada donmuştu sanki. Kapının kolunu tutan elim hafifçe titredi. Yavaşça ona döndüm, gözlerim keskin bir şekilde bakıyordu. Yüzümdeki alaycı ifade yerini sert bir ciddiyete bırakmıştı.

 

Ne söylediğinin farkında mıydı? Yoksa bu da başka bir numarası mıydı?

 

Etraf sessizleşti. Bahçeye vuran akşam güneşi, Murat’ın yüz hatlarını daha da keskinleştiriyordu. Çevredeki ağaçların hışırtısı ve uzaktan gelen kuş sesleri, bu rahatsız edici gerilimi daha da belirginleştiriyordu. Murat’ın gözleri, o her zamanki ukala ışıltısını bir an için kaybetmiş gibiydi. Sanki bu kez söylediklerinde ciddi bir şey vardı.

 

"Ne dedin sen?" diye fısıldadım, neredeyse kendi sesimi tanıyamayarak.

 

Murat bir adım daha yaklaştı, dudaklarının kenarında ince bir gülümseme belirdi. "Sedef... yaşıyor."

 

Bir an donup kaldım. Bedenim sanki buz kesmişti, her şey etrafımda yavaşlamış gibiydi.

 

“Ne diyorsun sen? Sedef öldü,” dedim, sesim titriyordu.

 

Murat’ın yüzünde en ufak bir tereddüt belirtisi yoktu. Soğukkanlı ve sarsılmaz bir ifadeyle konuştu. “Hayır, ölmedi. Eğer benimle gelirsen, bunu sana ispatlarım.”

 

Sedef’in yaşadığına dair söylediği her kelime beynimde yankılanıyordu. O anda sanki dünyam başıma yıkıldı. Gerçeklerle yüzleşmekten kaçan bir zihinle, mantığımı zorlamaya çalışıyordum. Sedef ölmüştü; o uçurumdan kimse sağ çıkamazdı. Ama Murat’ın sesindeki eminlik, beni altüst ediyordu.

 

"Hayır! Yalan söylüyorsun, beni kandırmaya çalışıyorsun," diye haykırdım. Sözlerim güçlü çıksa da içimde bir parça şüphe belirmeye başlamıştı.

 

Murat omuz silkti, alaycı bir tavırla hafifçe başını eğdi. "Tamam, sen bilirsin. Ama ya yalan söylemiyorsam? Ayağına kadar gelen bir ihtimali geri çeviriyorsan?" Ardından arkasını dönüp gitmek üzere hareketlendi.

 

İçimdeki korku ve çaresizlik, istemsizce dudaklarımdan döküldü. "Dur!" dedim ona, neredeyse fısıldayarak. Kendi sesimin titrek ve zayıf oluşuna şaşırmıştım. Ancak o, hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermedi. Murat'ın yüzünde en ufak bir kıpırtı yoktu, bu anı beklediğini belli ediyordu.

 

“Sedef nasıl kurtuldu?” dedim, gözlerimde biriken yaşları bastırmaya çalışarak. Gözlerim ona dikilmişti; çaresizliğimin bir dışavurumu olarak ağlamak üzereydim, ama kendimi tuttum.

 

“Sorularının cevaplarını almak istiyorsan, benimle gelmek zorundasın,” dedi sakin ama kararlı bir sesle.

 

Boğazıma düğümlenen gözyaşlarımı geri iterek konuşmaya çalıştım. “Tamam, seninle geliyorum.” Sesim boğuk ve kontrolsüzce titrememek için zorlanmıştı. Bu noktaya kadar her şeyimi kaybetmiştim; geriye sadece Sedef’in yaşadığına dair umutsuz bir inanç kalmıştı.

Murat sanki bu kararımdan hiç şaşırmamış gibi duruyordu. Beni kazanacağından zaten emindi. "Güzel," dedi, hafif bir gülümseme ile. Eliyle arkasındaki siyah camlı arabaya doğru bir hareket yaptı. "O halde gidelim."

 

Ona bakmadan hızla yanından geçerken, içeriden ayak sesleri ve kapı sesi geldi. Bir an duraksadım. Nihle ve Tarık kapıda durmuş, gözlerinde şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Tarık’ın yüzü endişeyle gerilmişti; kaşları çatık, bana doğru birkaç adım attı.

 

"Ne oluyor burada?" diye sordu Tarık, sesinde öfkeyle karışık bir kaygı vardı. Ancak Tarık’ın bir adım bile atmadan önce, Murat’ın korumaları harekete geçti. Siyah takımlarının içinden çıkardıkları silahları hızla Tarık’a doğrultmuşlardı. Her biri, soğukkanlılıkla ona kilitlenmişti.

 

Gözlerim Tarık’a kaydı. "Hayır!" diye bağırarak ona doğru koştum. Korumalar tetikteydi, bir hareketleri bile yavaşlatılmış bir tehdidi hatırlatıyordu. Kalbim deli gibi atıyordu. Tarık’a zarar vermelerine izin veremezdim.

 

Korumaların silahlarının namlusu, tehdidi kesin ve kararlı bir şekilde işaret ediyordu. İçimde fırtınalar koparken, o anın gerilimi ve kaosu havayı daha da ağırlaştırmıştı. Bahçeyi çevreleyen ağaçlar rüzgarın etkisiyle hafifçe sallanıyor, doğa bu sahneye ürkütücü bir sessizlik ekliyordu. Her şey fazlasıyla gerçek, fazlasıyla tehlikeliydi.

 

Murat ise bu kaosun ortasında soğukkanlı bir kral gibi duruyordu. Durumu tamamen kontrol altında tutan bakışları, beni neyin beklediğini gösteriyordu. Gözlerimi bir an ona çevirdim. O an anladım ki, onun oyununa girmekten başka seçeneğim kalmamıştı.

 

“Durun, durun! Sakın ateş etmeyin!” diye bağırdım, sesim boğuk ve panikle yükseldi. Korumalar bir an bile tereddüt etmeden Murat’a döndüler. Onun gözlerinde tek bir bakışla tüm ortamı kontrol edebilen bir kararlılık vardı.

 

“İndirin,” dedi Murat, sakin ve otoriter bir sesle. Bu kısa emri verirken, etrafındaki hava adeta soğumuştu.

 

Korumalar anında silahlarını indirdiler, sessizlik onların metalik silah seslerinden daha ürkütücüydü. Tarık’ın yüzünde endişe, korku ve öfke birbirine karışıyordu. Ona doğru birkaç adım atarak yanına vardım. Nihle de hemen yanımıza koştu, gözleri tedirginlikle bana kilitlenmişti.

 

"Ezim, ne oluyor? Bu adam seni zorla götürüyor, değil mi?" dedi Tarık, gözlerinde endişe dolu bir bakış vardı. Sesindeki titreme, bana olan koruma içgüdüsünü yansıtıyordu.

 

"Hayır, Tarık, sadece belli bir süre gitmem gerek. Merak etmeyin, uzun sürmeyecek." Sesim kararlıydı, fakat içimde kopan fırtınayı saklamaya çalışıyordum.

 

Tarık, kaşlarını çatıp Murat’a sinirle döndü. "Bu herif seni tehdit etti, değil mi? Onunla gitmen için!" Anında Murat’ın üzerine yürümeye başladı. Vücudu öfkeyle titriyordu, dudaklarından dökülen her kelime giderek hiddetleniyordu. "Ne istiyorsunuz lan Ezim’den? Biri yalanlarla öldürmeye çalışır, diğeri tehditlerle götürmek ister. Ne çeşit bir manyaksınız siz?"

 

Tam o an, Tarık’ı durdurmak için araya girdim. Ellerimle göğsüne bastırarak onu geri çekmeye çalıştım. “Tarık, dur! Tehdit falan yok, ben isteyerek gidiyorum.”

 

Tarık, yüzündeki şaşkınlığı gizleyemeden bana baktı. Sanki söylediklerimi anlamamış gibiydi. Gözleri, kafasının içinde bir savaş veriyordu. "Ne diyorsun sen, Ezim? Bu herif seni zorla götürüyor, işte."

 

"Hayır, eski bir meselem var, onu halletmem gerekiyor. Kimse beni zorla götürmüyor, Tarık. Ne olur bana güvenin ve zorluk çıkarmayın. Ben ne yaptığımı biliyorum," dedim, sesim hem kararlı hem de yalvarırcasına çıkıyordu. Ona ve Nihle’ye güven vermek için kelimelerimi titizlikle seçtim.

 

Tarık, bir an için duraksadı. Gözlerimin içine baktığında, ne kadar kararlı olduğumu anlamıştı. Meseleyi tam olarak bilmediği halde, bir şeylerin ciddiyetini kavradığı kesindi. "Tamam," diye mırıldandı, sesi alçaldı. Elini tuttum ve sıkıca sıktım, bakışlarımla ona güvence vermeye çalıştım. Nihle'ye de aynı güveni aşılayan bir bakış attım.

 

“Merak etmeyin, döneceğim,” dedim, yavaşça ellerini bırakarak.

 

Arkamı döndüğümde Murat, soğukkanlı bir şekilde beni izliyordu. Sessizce arabaya doğru yürümeye başladım. O da hiçbir şey söylemeden peşimden geldi ve arabaya bindi.

 

Arabada sessizlik vardı, tek bir kelime bile etmeden yol boyunca ilerledik. İçimdeki karmaşayı dışarıya yansıtmamak için mücadele ediyordum. Ne ben konuştum ne de Murat; sessizlik aramızda ağır bir yük gibi duruyordu. Motorun düşük tondaki mırıltısı, geceyi bölen tek sesti.

 

Sonunda, görkemli bir malikanenin önüne geldik. Araba ağır ağır durduğunda, kapıyı açıp dışarı çıktım. Burası devasa, karanlık ve soğuk bir yapıydı. Her köşesi tehditkâr bir ihtişam yayıyordu. Gözlerimle malikaneyi süzerken, Murat’ın gözleri bana dikildi. Tepkimi ölçmeye çalışıyordu.

 

“Burası senin evin mi?” dedim, gözlerimi devasa binadan ayıramadan.

 

"Evet," dedi kısa ve keskin bir şekilde. "İçeride seni görmek isteyenler var."

 

Sözleri sertti, yüzü ifadesizdi. Bir an için içim ürperdi. Bu insanlarla karşılaşmak istemiyordum, ama geri dönüş yoktu. Yanı başımda yürüyen Murat, bahçenin arka kapısını açtı ve beni içeriye doğru yönlendirdi. Kapı gıcırdayarak açılırken, karanlık bir salonun içine adım attım. İçerisi, dışarıdaki soğuk havadan daha da baskıcıydı.

 

Gözlerim içeridekilere takıldı. Odanın tam ortasında Barlas Öcal oturmuş, keyifli bir şekilde bana bakıyordu. Etrafında tanıdık yüzler vardı: Rıza Şahenk, Emir ve tanımadığım orta yaşlı bir kadın. Kadın, yaklaşık elli yaşlarında olmalıydı, gözlerinde bir bilgelik ama aynı zamanda sert bir kararlılık vardı.

 

Barlas, yüzünde kurnaz bir gülümsemeyle, neredeyse alaycı bir tavırla konuştu. "Hoş geldin, "

 

Bütün gözler bana çevrilmişti. Sanki burada, karanlık bir oyunun başrolünde yer almak üzereydim.

 

"Hiç hoş gelmedim," dedim, sesim sert ve keskin bir tonla yankılanıyordu.

 

"Bu çok da önemli değil," diye yanıtladı Barlas, kayıtsız bir gülümsemeyle.

 

Gözlerim Murat’a döndü. "Hani seninle gelirsem bana her şeyi anlatacaktın? Bu ne şimdi!" diye sordum, öfkem belirgin bir şekilde yüzümdeydi.

 

Murat, sessizliğini koruyarak hiçbir yanıt vermedi. Barlas, bu sessizliğe hemen müdahale etti.

 

"Sakin ol biraz. Burada gördüğün hiç kimse sana zarar vermez," dedi Barlas, soğuk bir tavırla.

 

"Gerçekten mi? Kime çalıştığını anlamadığım Rıza amca, birden ortaya çıkan kardeş ve sen, gerçekten çok güvenilir duruyorsunuz," dedim, alaycı bir tonla.

 

"Bak güzelim, burada gördüğün herkesin ya Savaş’la ya da Dündar’la bir hesabı var. O yüzden kendin için endişelenme. Seni buraya bizim tarafımıza geçmen için çağırdık," dedi Barlas, sinsi bir gülümsemeyle.

 

"Bunu neden yapayım?" diye sordum, şaşkınlık ve öfkeyle.

 

Barlas, masanın üzerine bırakılmış dosyayı alarak ayağa kalktı ve dosyayı bana doğru uzattı. Dosyanın kapağını açtığımda, Sedef’in fotoğraflarını gördüm. Yıllar geçmiş olmasına rağmen onu hemen tanıdım. Gözyaşlarım hızla fotoğrafların üzerine damlamaya başladı, Sedef’in yaşadığını görmek, yıllardır taşıdığım acıyı hafifletmişti.

 

"Belki bu fikrini değiştirir," dedi Barlas, kayıtsız bir tonla.

 

Sedef yaşıyordu. Benim can dostum, kardeşim Sedef yaşıyordu. Gözyaşlarım, istemediğim kişilerin önünde akarken, bu anın verdiği rahatlama her şeyin önündeydi.

 

Dosyayı yere bıraktım ve gözlerimi Barlas’a diktim. "Tamam, kabul ederim ama bir şartım var," dedim, sesimdeki kararlılık belirginleşti.

 

Barlas, tuhaf bir şekilde yüzüme baktı. "Ne?" diye sordu, merakla.

 

"Burada sizinle kalırım, sizin safınızda olurum ama Savaş’ın ölmemesi şartıyla. Yaptığınız planların onun canını ne kadar yaktığı umurumda değil ama ne olursa olsun ona bir şey olmayacak. Ancak bu şartla kabul ederim," dedim, yüzümdeki kararlılıkla.

 

Murat’ın arkamda yumruklarını sıktığını hissedebiliyordum. Gözlerim Barlas’ın yüzüne kilitlenmişti. Barlas, hayranlık dolu bir bakışla yüzüme baktı.

 

"Gerçekten hayran olunacak kadar varmışsın, Ezim. Bu kadar şeyin arasında hâlâ Savaş’ın yaşamasını düşünüyorsan, senin için hâlâ önemli biri olmalı. Peki, dediğin gibi olsun. Ama Savaş’la birlik olup beni kandırmaya kalkarsan, o zaman Savaş’ı öldürürüm. Umarım onun ölümüne sebep olmak istemeyeceğin kadar kıymetlidir senin için," dedi Barlas, sesinde kararlılık ve tehdit barındıran bir tonla.

 

Onlarla birlik olmuş gibi davranacaktım, buna mecburdum. Kardeşimi tekrar görmek için onlara ihtiyacım vardı. İçimdeki savaşın sona erdiği bu an, yeni bir mücadeleye girişin işaretiydi. Kardeşimi bulmak ve onu güvenli bir şekilde geri almak için bu karanlık ittifakı kabul etmek zorundaydım.

 

 

 

Umarım bölümü sevmişsinizdir:)

 

 

 

En çok neye şaşırdınız?

 

 

 

Hikayenin akışı ilgili ne düşünüyorsunuz?

 

 

 

Bu hikayeyi beraber tamamlamak için takipte kalmayı buraya kadar gelmişken yıldıza dokunmayı unutmayın bir dahaki bölümde görüşmek üzere📍🎀

Loading...
0%