@sima.d
|
" seninle olmayacağını biliyorum ama gönlüm başkasını da istemiyor"
" Aşkta itiraf 'a ne gerek var, gözlerime bak anlarsın ne haldeyim"
Sizce hangi söz ezime hangi söz savaşa ait ( çok zor bir soru) ... O an, içimde bir şeyler kırıldı. Kalbimdeki o boşluğu ne kadar doldurmaya çalışsam da eksikti işte. Abimi özlemiştim… Onca zaman geçmişti, ama acısı hâlâ ilk günkü gibi canlıydı. Gözlerimde biriken yaşları silmek için derin bir nefes aldım. Belki de bu kez gizleyebilirdim, ama yanı başımdaki Savaş her zamanki gibi her şeyi fark etmişti.
"Sen... ağlıyor musun?" dedi, sesi her zamanki gibi yumuşaktı ama içinde şaşkınlık da vardı. Beni güçlü bilirdi. Kimseye bir şey belli etmezdim çünkü, özellikle de ona.
Gözyaşlarımı saklamaya çalıştım, ellerimle yüzümü silerken titreyen sesimi kontrol altına almaya çalıştım. "Hayır, saçmalama..." dedim, ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım, sesim beni ele veriyordu. Hissettiğim boşluk, bastırmaya çalıştığım özlem, o an hepsi bir aradaydı.
Savaş, suskunluğumun ardındaki fırtınayı okur gibiydi. Her zaman yaptığı gibi, yüzüme düşen bir tutam saçı nazikçe kulağımın arkasına attı. O küçük dokunuş… işte o an, her şey daha da kötü oldu. Gözyaşlarımı tutmak imkânsızdı artık. Yanaklarımdan süzülen damlalar sanki içimdeki tüm kırgınlığı dışa vuruyordu. Onları silmeye çalıştım, ama nafile... Eliyle saçımı geri atarken, tüm savunmalarımı yerle bir etmişti.
"Abimi özledim," diye itiraf ettim sonunda, boğazımdaki düğümü yutkunarak geçirmeye çalışarak. "Onca yıl oldu ama sanki hiç geçmiyor, biliyor musun? Her gün bir boşluk… Her gün daha da zor oluyor."
Savaş bir şey demedi. Onun gözlerinde, bana acımayan ama anlayan bir ifade vardı. Beni zayıf ya da çaresiz görmediğini biliyordum. Ama işte, yine de kendimi tutamıyordum. "Sanki o gittiğinden beri... bir parçam eksik," dedim, kelimelerim zorla dökülüyordu dudaklarımdan.
Savaş, parmaklarını hafifçe yanağıma koydu. "Onu özlemen seni zayıf yapmaz, Ezim," dedi. Sesi öyle sakindi ki, içimdeki o fırtınayı dindirmeye yetiyordu. "Bazı şeyleri bırakmak zorunda değilsin. Özlem de onlardan biri."
Gözlerimi kapadım. İçimdeki o bitmek bilmeyen boşlukla savaşırken, en azından şu an yalnız olmadığımı bilmek biraz olsun huzur veriyordu. "Bazen bırakamayacağım şeyler var," dedim, gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken. "Abimi bırakamam."
Savaş’ın sesi yine yumuşaktı. "Kimse senden bunu istemiyor. Ama kendini hırpalamana da gerek yok," dedi.
Bir süre sustum, gözlerimden akan yaşlara daha fazla direnmedim. "Onu geri getiremeyeceğim," dedim sonunda, içimdeki o keskin acıyla yüzleşerek. "Ama özlemek… özlemek hep burada kalacak."
Savaş’ın elinin sıcaklığı, bir anlığına da olsa o acıyı hafifletti. "O, seni asla terk etmedi. Hâlâ seninle, içinde. Ve her zaman seninle olacak."
Gözlerimi açtım, Savaş’ın gözlerine baktım. Belki de gerçekten haklıydı. Abim gitmişti, ama kalbimdeki yeri hep duruyordu.
"Ölmeden önce de onu dinlemedim..." dedim ağır ağır. Sesim kırılgan ve titrek çıkıyordu. "Kırdım, üzdüm… Son bir ayda onu kendimden nefret ettirdim. Ama abim... sanki tüm bunları bilir gibiydi. Ölürken bile sanki o anın geleceğini bilirmiş gibi bakıyordu." Gözlerim uzaklara daldı, o son ayı tekrar tekrar kafamda yaşarken, içimdeki pişmanlık beni boğar gibiydi. "Ama yine de... onu anlamıyorum. Madem böyle dağılacağımızı biliyordu, karşımda bir düşman gibi niye durdu? Babamdan kaçıp eve döndüğümde, beni götürmek istedi. Ben gelmeyince de... aramızdaki tüm bağları koparıp attı."
Savaş, sessizce dinliyordu. Yüzünde anlayışlı bir ifade vardı, ama bu seferki sessizlik bir şeylerin hazırlığı gibiydi. Yavaşça bana doğru eğildi ve gözlerimi arayıp buldu. "Bence neden öyle yaptı biliyor musun?" dedi, sesi sakin ve derindi.
Gözlerimle ona "Neden?" diye sordum, kelimeler çıkmasa da bakışlarımda o soruyu arıyordu.
"Çünkü seni kaybetme fikri adamı delirtir," dedi yavaşça, sözleri içime işledi. "Akıl fikir bırakmaz insanda." Gözleri benimkilere kilitlenmişti, sanki o an tüm gerçeği önüme seriyordu. Dudakları bir an duraksadı, ama ardından devam etti. "Nereden biliyorsun deme... Nedeni tam karşımda duruyor."
O an söylediklerinin ağırlığı üzerime çöktü. Abimin son zamanlardaki tavırlarını, ani çıkışlarını, beni hayatından silmeye çalışmasını anlamlandırmaya çalışıyordum. Savaş’ın sözleriyle her şey yavaş yavaş netleşiyordu. Abim, beni kaybetme korkusuyla delirmişti. Onu yanında olmadığımda, kendi hayatımı seçtiğimde, beni tamamen kaybettiğini düşündü. Ve bu düşünce onu bana düşman gibi davranmaya itmişti.
Gözlerim Savaş’a döndü. İçimde, hem abime hem de kendime karşı derin bir pişmanlık dalgalanıyordu. "Ama neden… neden bir düşman gibi davrandı?" dedim, sesim hâlâ hüzünlüydü. "Beni geri kazanmak yerine niye böyle yaptı?"
Savaş, derin bir nefes aldı. "Bazen insanlar, kaybedeceklerinden o kadar korkarlar ki, bunu kendilerince daha az acıtıcı hale getirmeye çalışırlar. Onu dinlemeyip reddettiğinde, kendi kafasında seni tamamen kaybettiğini düşündü ve belki de o yüzden bağları koparmak ona daha kolay geldi."
O an, abimle yaşadığımız son konuşmalar aklıma geldi. Onun gözlerindeki o keskin acı ve bana karşı aldığı mesafe... Savaş’ın söylediği her şey şimdi daha da anlamlı geliyordu.
Savaş, gözlerimi derin derin tararken, içindeki sorunun ağırlığı belirginleşti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, sesindeki belirsizlik ve merak, sorusunun cevabını bulmaya yönelik bir arayışın izlerini taşıyordu.
“Abin dışında hiçbir adama gerçek duygularınla yaklaşmadın mı?” dedi, sesi beklenmedik bir ciddiyetle yankılanarak havada asılı kaldı. Sözleri, iki kişi arasındaki en samimi duygusal bağlantıyı sorgulayan bir keskinlik taşıyordu.
Soru, içimde bir kıpırtı yarattı, aniden nefesim daraldı. Ne sormak istediğini anlamaya çalışarak, kendimi biraz daha ileriye taşıdım. “Ne sormak istiyorsun?” dedim, sesimdeki netlik, Savaş’ın sorusunu daha açık ve doğrudan yanıtlamak istememe dair bir işaretti. Kendimi savunmasız hissettiğim bu an, ona içimi dökmektense, onu daha fazla zorlamaya karar vermemi sağladı.
Elini hafifçe çenesine dayayıp düşünceli bir ifadeyle, 'Hiç evlenmeyi, herkes gibi yuva kurmayı düşünmedin mi?' diye sordu. Sesi sakin ama içinde belli belirsiz bir merak barındırıyordu.
Derin bir nefes alıp bakışlarımı uzak bir noktaya sabitledim. 'Çocukluğumdan beri herkes gibi olmamak için elimden geleni yaptım,' dedim. Sözlerimle birlikte bir hüzün yayıldı içime. 'Ailem hep daha iyisini, sıradan olmamamı istedi. Ama zamanla bu rol yapma işi üzerime yapıştı, içimden çıkamaz oldum.' Göz temasından kaçınırken sesim hafifçe titredi.
O, düşünceli gözlerle bana bakıyordu. 'Bence bu sefer ailen haklı,' dedi.
Söylediklerini anlamaya çalışarak ona baktım, kaşlarımı hafifçe kaldırarak şaşkınlığımı belli ettim.
Devam etti, 'Çünkü sen gerçekten farklısın. Herkes gibi değilsin. Tanıdığım en güçlü kadınsın Babana rağmen... ne kadar merhametli olduğunu gördüm. Ben senin kalbini bu kadar kısa zamanda görebildiysem onlar sana yıllarca nasıl bu kadar zalim davranabildiler aklım almıyor.'
Acı acı gülümsedim. 'Bazı anne babalar böyledir işte "dedim, sesimde alışılmış bir umutsuzlukla. 'Önce seni dünyaya getirirler, sonra hayatını burnundan getirirler.'
Aramızdaki sessizlik kısa ama derindi. Kelimeler boğazımda düğümlenmiş, o ise cümlelerini dikkatlice seçiyordu. Dudaklarını araladı, hafif bir tebessümle, 'Soruma hâlâ bir cevap vermedin,' dedi. 'Hiç evlenmeyi düşündün mü?'
Yüzümde istemsiz bir alaycı ifade belirdi, kısa bir an düşünüyormuş gibi bir tavırla baktım yüzüne ardından başımı hafifçe salladım. 'Hayır,' dedim net bir şekilde. Sözlerim kısa ama kendinden emin şekilde çıkmıştı ağzımdan,
Merakını gizleyemedi. 'Neden evliliğe karşı mısın?' diye sordu, gözlerinde ciddiyetin gölgesi belirmişti.
Başımı hafifçe eğerek, 'Evliliğe karşı değilim,' dedim, 'Birbirini sevmeyen karı kocalara, mutsuz çocuklara, sevgisiz evlere karşıyım. Bu yüzden bir çocuk, bir eş, bana hiçbir zaman altından kalkabileceğim bir sorumluluk gibi görünmedi.'
Sözlerimle yüzü biraz değişti. Beni anlamaya çalışıyor, gözlerimdeki acıyı çözmeye uğraşıyor gibiydi. Bir an, sanki bana acıdığını düşündüm. Ya da belki de gitgide iyice paranoyaklaşmıştım.
gözleri hâlâ üzerimdeydi, yüzündeki ifadede ince bir hayal kırıklığı ya da belki daha fazlası vardı. Ancak o her zamanki gibi sakinliğini bozmadı. Derin bir nefes alarak gözlerini bir an yere indirdi, sonra tekrar bana baktı.
“Anladım,” dedi, dudaklarının kıvrımında zar zor fark edilen bir gülümseme vardı. “Ama bazen insanlar geçmişte yaşadıkları şeylerin gölgesinde kaybolurlar, geleceklerini o gölgede ararlar. Belki de bir şeyler değişebilir… İnanmıyor musun?”
Sözleriyle içimde bir dalgalanma oldu. Onun bu kadar derine inmesini istememiştim. Derin yaralarımı didikleyip bir çözüm arayışına girmesi, ruhumun en savunmasız tarafına dokunuyordu. İçimde biriken öfke ve hüzün dalgalarının kıyıya vurduğunu hissedebiliyordum.
Ona doğru döndüm, gözlerimde karanlık bir ışıkla, “Değişimden mi bahsediyorsun?” diye mırıldandım. “Bir insanı değiştirebileceğini mi düşünüyorsun? Geçmişinin onu şekillendirmesine engel olabileceğini mi?” Sesim çatallaşmıştı, belki biraz fazla sert çıkmıştı ama gerçekleri saklayacak gücüm yoktu.
Savaş bir an duraksadı. Kaşlarını hafifçe çattı, sonra ileri doğru bir adım atarak ellerini ceplerine soktu. Bakışları o kadar sabitti ki, gözlerimin içine bakarak tüm savunma duvarlarımı görebiliyordu sanki. “Hayır,” dedi yavaşça, “Seni değiştirebileceğimi sanmıyorum. Ama belki… değişime senin izin vereceğini umuyorum.”
O an sanki zaman durdu. Kalbim bir an için atmayı unuttu. Bu kadar basit ama bir o kadar da zor bir gerçeği nasıl bu kadar rahat söyleyebiliyordu? Yüzümde beliren şaşkınlık, Savaş’ın söylediklerini anlamaya çalışmamın bir ifadesiydi. Değişime izin vermek… Benim izin vermem... Tüm bu kaosun ortasında, kendi hapishanemin anahtarını elimde tuttuğumu bilmiyor muydum? Ama nasıl? Hangi kapıyı açmam gerekiyordu?
Savaş, yüzümdeki dalgalanmayı görmüş olmalı ki yumuşak bir tonla devam etti. “Biliyorum, geçmişin seni ne kadar zorladığını. Ama sen hayatının her anında savaşmış birisin, Ezim. Bu kadar güçlü ve dayanıklı olmanın bir bedeli var, değil mi?” Gözlerinde bir anlayış, bir merhamet vardı. Ama asla acıma değil. Bu yüzden içimdeki sertliği biraz olsun kırıyordu.
Başımı hafifçe eğdim. İçimdeki karmaşa, onun her cümlesiyle daha da büyüyordu. Ama bir yandan da bana sunulan bu anlayışın içinde boğulmaktan korkuyordum. Kendimi ne kadar kapatırsam kapatayım, onun sabrı ve kararlılığı her zaman bir çatlak bulup içeri sızıyordu.
“Belki de,” diye fısıldadım, gözlerimi yere sabitleyerek, “belki de senin haklı olman beni daha çok korkutuyor.”
Savaş sessizce başını salladı, bir adım daha yaklaşıp elini hafifçe omzuma koydu. Dokunuşu hem sakinleştirici hem de zorlayıcıydı. Sanki o anda kaçmama izin vermeyecekti. “Korkmanı anlıyorum,” dedi, sesi alçak ve güven vericiydi. “Ama korkmak, cesaretin önünde bir engel değil. Sen cesursun, Ezim. Her zaman öyle oldun. Sadece bu sefer savaştığın şey dışındaki düşmanlar değil, içindeki yaralar.”
Savaş’ın sözleri, zihnime kazınırcasına yankılandı. İçimdeki korkuları, geçmişin yaralarını, geleceğin belirsizliklerini düşündüm. Belki de haklıydı. Belki de asıl savaştığım şey, kendimdi. Ama bu gerçeği kabul etmek, ondan daha zor bir şey vardı: Ona güvenmek.
Başımı kaldırıp gözlerinin derinliğine baktım. Korkularım ve kararsızlıklarım gözlerimin içinde dans ederken, dudaklarımın ucunda hafif bir gülümseme belirdi. “Korkuyorum, evet,” dedim, sesimde her zamanki sertlikten eser yoktu. “Ama korku, beni daha fazla hapsetmeyecek. Çünkü... belki de ilk kez, birine güvenmek istiyorum.”
Savaş’ın gözlerinde bir kıvılcım belirdi, gülümsemesi genişledi. “Bu, duyduğum en cesur söz olabilir.”
Elimi onun elinin üzerine koydum ve derin bir nefes aldım. İçimdeki karanlığın, onu tamamen bırakmaya hazır olmasam bile, hafiflediğini hissettim. Belki de değişim gerçekten mümkün olabilirdi. Ama bu yolda yürümek için, ona güvenmeyi öğrenmeliydim.
Savaş’ın dudaklarındaki hafif gülümseme kayboldu, yerine ciddiyetin gölgesi yerleşti. Ellerini omuzlarımda hissedebiliyordum, sıcak ve güven vericiydi ama aynı zamanda sanki beni gerçeklerle yüzleştirmeye zorluyordu. O an fark ettim; bu anın geri dönüşü olmayacaktı. Gözlerimi kaçırdım, derin bir nefes aldım, ama içimde bir türlü dinmeyen fırtınanın ortasındaydım.
“Neden bu kadar zor?” diye fısıldadım, daha çok kendime sorar gibi. “Neden hep aynı noktada takılıp kalıyorum?”
Savaş’ın gözleri bir an bile gözlerimden ayrılmadı, sanki zihnimdeki en karanlık köşeleri görebiliyormuş gibi. “ belkide o zincirleri sen bağlamışsındır,” dedi sessizce, kelimeleri özenle seçerek. Bir an durdum. Savaş’ın gözlerindeki derinlik, kelimelerinin ağırlığı zihnime işliyordu. Haklıydı. Korkularım, geçmişin gölgeleri, içimde büyüyen boşluk... Tüm bunlar benimle ilgiliydi. Kimsenin gelip beni kurtarmasını beklemek naiflik olurdu. Ama bu gerçekle yüzleşmek, asıl savaşımın ne olduğunu kabullenmek hiç de kolay değildi.
O an farkında olmadan birkaç adım geriledim. Sanki geri çekilmek, beni bu gerçeğin ağırlığından koruyacaktı. Ama kaçış yoktu. Gözlerimi sıkıca kapattım, nefesim düzensizleşti. İçimde, yıllardır biriktirdiğim öfke, hüzün ve hayal kırıklığı aynı anda yüzeye çıkmaya başladı. Savaş’ın sesini uzaklardan duyuyordum ama onun söylediklerine odaklanamıyordum. Her şey üstüme çığ gibi geliyordu.
Birden gözlerimi açtım ve onun o sarsılmaz bakışlarıyla tekrar karşılaştım. “Ben bu kadar kırık dökükken... sen neden hâlâ buradasın?” dedim, gözlerimde biriken yaşları bastırmaya çalışarak. Sesim, çatlamış bir zemin gibi titrekti. Belki de ilk kez, Savaş’a gerçek kırılganlığımı gösteriyordum.
Savaş bir adım daha attı. O kadar yakındı ki nefesini yüzümde hissedebiliyordum. Gözlerinde yine o alışık olduğum sabır vardı, ama bu kez bir şey daha vardı: Saf, katıksız sevgi. “Çünkü,” dedi alçak bir sesle, “senin ne kadar güçlü olduğunu biliyorum. Senin pes etmeyeceğini de biliyorum. Bu yüzden buradayım. Seninle. Her ne olursa olsun.”
Kelimeleri o kadar derinden geliyordu ki, kalbimde yankılandı. O an içimde bir şeyler kırıldı. Sert duvarlarımda ilk kez gerçek bir çatlak oluşmuş gibiydi. Ve o çatlak, içime uzun zamandır ilk kez bir umut ışığı sızdırdı.
Ama o ışık aynı zamanda korkutucuydu. Geri çekilmek istedim, kendimi tekrar koruma altına almak istedim. Yıllarca öğrendiğim en güçlü savunmam buydu. Ancak bu kez, bir şey beni durdurdu. Onun elleri, beni bırakmamaya kararlıydı.
“Seninle mi?” diye mırıldandım. İçimdeki güvensizlik yine başını kaldırmıştı. “Ama ya ben tekrar yıkılırsam? Ya bu sefer daha da kötü olursa?”
Savaş’ın dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirdi. “O zaman da seni yerden kaldırırım,” dedi. Sesi, adeta kesin bir hüküm gibiydi. " Eğer kaldıramazsam, yanına uzanacağım."
Bir anlık sessizlik ikimizi de sardı. Bu, kelimelerin yetmediği bir andı. Savaş’ın gözlerinde tüm cevaplar vardı, ama benim o cevapları kabullenmem biraz daha zaman alacaktı.
Gözlerimi yere indirip derin bir nefes aldım. İçimdeki dalgalar hâlâ kabarıyordu, ama artık biraz daha sakinleşmişti. Savaş’a baktım, bu sefer kaçmıyordum. “Sadece... sadece zamana ihtiyacım var,” dedim, sesi bir fısıltı kadar hafifti ama anlamı derindi.
Savaş, başını hafifçe salladı. “Zamandan bol ne var, sen ne kadar istiyorsan o kadar o kadar zaman yaratırım senin için,” dedi. Gözlerindeki ışıltı, bana sabır ve anlayışın bir tezahürüydü.
Aramızdaki mesafe azalmıştı. Onun güven dolu bakışları, tüm duvarlarımı yavaş yavaş eritiyordu. Sessizce birbirimize baktık. Belki de kelimelere artık gerek yoktu. Gözlerimi ona diktim. Belki de ilk kez, onun sözlerine gerçekten inanmak istiyordum.
Ardından cebinden, zarif bir hareketle sigara çıkardığını gördüm. O an, bir tür sessiz ritüelin içindeymiş gibi hissettim. Parmakları, sigarayı incitmeden çıkardı ve elleriyle sigara tabakasını dikkatle kapattı. Dumanı izlemeye alışmıştım, ama bu sefer dikkatimi çeken, Savaş’ın bu küçük hareketi oldu.
elindeki sigara, sanki bir ödül gibi, benim dikkatimi çekti. Gözlerim, onun ellerindeki sigaraya odaklandı. Sigara, bende uzun zamandır kaybolmuş bir rahatlamanın ve kaçışın sembolü gibi görünüyordu. İçimden bir dürtü, sigaranın bana sunacağı geçici huzurun arzusuyla doldu.
Savaş’ın gözleri, sanki benim bu sigarayı istememdeki nedeni okuyormuş gibi dikkatle bana baktı. İçsel bir boşlukla boğuştuğumu anladı, ama bu sefer ki, bana yardım edebileceğini hissetti. “Bir tane al,” dedi, sesi yumuşak ve anlayışlı bir tonla.
Sigara paketine uzandım, Savaş’ın nazikçe uzattığı sigarayı aldım. Sigarayı, titreyen parmaklarımın arasında dikkatlice tuttum. İçimden geçen bu isteğin, bana bir nebze huzur vereceğini umarak, sigarayı ağzıma yerleştirdim ve ilk nefesi çektim. Duman, ciğerlerime dolarken, derin bir nefes aldım. Sigaranın verdiği geçici uyuşukluk ve rahatlama, sanki bir ilaç gibi üzerimde etkili oluyordu.
Savaş, bu anı sessizce izledi. Yüzündeki ifadenin, bir tür derin ilgiyi yansıttığını görebiliyordum.
Su, hafifçe kıyıya vurarak sessiz bir melodi oluşturuyor, rüzgarın getirdiği tuzlu hava yüzümüze çarpıyordu.
Elimdeki sigara, deniz havasında yavaşça sönüyor, dumanı hafifçe yayılıyordu. Savaş’ın gözleri, içki dolu kadehinin üzerine eğilmişti. Yüzündeki ifade, merak ve endişenin karışımıydı. “Neden bu kadar çok içiyorsun?” diye sordu, sesi yumuşaktı ama içten bir soruydu.
İçkiyi avuçlarımın arasında sıkıca tuttum, dumanlı sigaramı izlerken derin bir nefes aldım. “Sen keyif almak için içiyorsun,” dedim, sesim hüzünle titriyordu. “Ben ölmek için içiyorum.” İçimin derinliklerinden gelen bu acı, denizin mavi yüzeyine yansıyan güneşin son ışıkları gibi, görünür bir şekilde yüzeye çıkıyordu.
Savaş, gözlerini doğrudan bana çevirdi. “Yanılıyorsun,” dedi, sesi hüzün dolu bir alçak tonla devam etti. “İçkiyi unutturması için, sigarayı da uyuşturması için içiyorum.”
“Ne’yi unutmaya çalışıyorsun?” diye sordum, sesim titreyerek merakımı ifade etmeye çalışıyordu. Dalgalardan gelen hafif şırıl şırıl sesler, konuşmalarımızı çevreleyen sessizliğe bir arka plan oluşturuyordu.
Savaş’ın yüzüne bir gölge düştü. Gözleri, denizin uzaklarına daldı. “Geçmişi,” dedi sonunda, sesi içsel bir boşluğun derinliğini yansıtıyordu. “Yaptığım hataları, kaybettiğim insanları... İçimdeki boşluğu doldurmanın bir yolu gibi geliyor ama sadece daha da derinleştiriyor.”
Onun bu itirafı, içsel karanlığını ve geçmişle olan mücadelesini gözler önüne seriyordu. Kendi acılarımın yankısını onun sözlerinde buldum. “Ben de…” dedim yavaşça, kelimelerimi dikkatle seçerek. “Ben de geçmişin hayaletlerinden kaçıyorum. Her nefeste, her sigara dumanında biraz daha uzaklaşmaya çalışıyorum ama aslında sadece daha da yaklaşıyorum.”
Gözlerimizi birbirimize kilitledik. Sessiz bir anlayış, aramızda bir köprü kurdu; acılarımız, kaçışlarımız ve savaşlarımız ortak bir zeminde buluşuyordu. Denizden gelen hafif rüzgar, yüzümüze dokunurken, dalgaların ritmi arasında derin bir bağlılık hissettim.
Savaş, yavaşça sigarasını söndürdü ve paketi cebine koyarken, gözleri üzerimdeki bu geçici rahatlamayı izledi. Derin bir nefes aldı, sonra başını hafifçe eğerek bana döndü.
"Yarın duruşma var," dedi, sesi kararlı ama aynı zamanda yumuşaktı. " Bu geceyi burda bitirsek iyi olur."
Sözleri, sessizliğin içindeki huzuru bozan bir gerçekliği getiriyordu. Gece ilerlemişti ve bu güzel anın sona ermesi gerektiğini biliyordum. yüzündeki ifade, bu anı bırakmanın zorluğunu yansıtsa da, sorumluluklarını bilincinde bir şekilde üstleniyordu.
Başımı sallayarak yerimden kalktım, hafif bir rüzgarın etkisiyle elbiselerim uçuştu. “Haklısın,” dedim, sigarayı son bir kez inceledikten sonra, küçük bir rahatlama ile gülümsedim. “Yarın önemli bir gün.”
Savaş, yüzündeki ifadeyi yumuşatarak kalktı. Gözleri, denizin karanlıkla buluştuğu ufka takılmıştı. “hadi gidelim, prenses.” dedi, gökyüzündeki yıldızların altında, adımlarımızı taşların üzerinde yankılanan hafif bir tıklama ile yavaşça attık. “Yarınki duruşma önemli. Üzerimdeki bu huzurun, sabahın erken saatlerinde yerini endişeye bırakmaması için iyi bir uyku şart.”
Birlikte, geceye özgü temiz havayı son kez derin derin soluduk. Denizden gelen serinlik, yüzümüze çarpıyor, adımlarımızı hafifletiyordu. Gözlerimiz, adım adım uzaklaşırken deniz kenarındaki o huzur veren manzarayı son bir kez tarıyordu. Arabaya doğru yöneldiğimizde, rüzgarın denizle buluştuğu köşe, bizi veda edercesine uğuldayarak arkamızdan söndü. Savaş kapıyı açıp, beni nazikçe Arabaya yönlendirdi ve Gülümsedi kapıyı kapatırken. Ardından dikkatlice direksiyonun başına geçti.
denizin ve temiz havanın etkisinde kalan bu anı, arkamızda bıraktık. Gözlerimi pencerenin dışına dikerken, gece karanlığının içinde, bu küçük kaçışın değerini bilerek, yeni bir günün başlangıcına odaklanmaya başladım. Savaş’ın yanında olmak, yarının getireceği zorluklarla başa çıkma konusunda bana bir nebze olsun güven veriyordu.
Araba, gece karanlığında sessiz bir şekilde ilerliyordu. Şehir ışıkları, uzaklarda birer yıldız gibi parlıyordu. Yol boyunca, her virajda araç farlarının yarattığı gölgeler, uzun ve hareketli çizgiler oluşturuyordu. İçeride, motorun monoton sesi ve arada bir radyo frekansının yaydığı hafif statik, gecenin sessizliğinde bir huzur oluşturuyordu.
Savaş, arabanın direksiyonunda dikkatli ve odaklanmış bir şekilde ilerlerken, ben pencerenin dışına bakarak şehir manzarasının geçişine odaklanmıştım. Gece ilerlemişti ve yorgunluk yüzümde belirginleşmişti. Eve gelmiştik. Ardından savaş Araba yavaşça durdurdu. Geceye rağmen, evin çevresindeki her şey parlıyordu. Bahçede yer alan zarif taş döşemeler, aydınlatma direkleriyle süslenmiş ve bahçenin etrafı, özel yapım demir parmaklıklarla çevrelenmişti. Bu parmaklıklar, klasik motiflerle işlenmiş ve ışıkların altında daha da etkileyici bir görünüm kazanmıştı.
Savaş aracı tekrar çalıştırdıktan sonra, güvenlik sisteminin bir parçası olan büyük kapı yavaşça açıldı. Evin yüksek güvenlik duvarları ve hareket sensörleri, içerideki her hareketi izliyor gibiydi. Ancak, bu teknoloji evin dış kısmındaki gösterişli atmosferi gölgelemiyordu. Kapıdan geçerken, akşam daha güzel gözüken bahçenin içindeki lüks peyzaj tasarımına bakıyordum. Çiçekler, egzotik bitkiler gece ışıklarıyla nazikçe aydınlatılmıştı. Özellikle ortadaki büyük şelale, taşlardan akan suyun çıkardığı hafif uğultuyla huzur verici bir ses oluşturuyordu. Bu ev akşam daha gösterişli daha bir köşk havasındaydı bu kadar zengin, varlıklı, ve zeki birinin benim peşimde böylesine pervane oluşu ne kadar inanılır gelebilirdi. Şu durum gerçek hayatta hangi kadına mantılı gelebilirdi.
Düşüncelerle beraber adım ata ata evin önüne geldik ve savaş kapıyı açarak içeri girdi ardından bende ışıkları açmak için elimi lambanın düğmesine basıp açtığımda evin alt kattaki tüm ışıkları açıldı.
Ardından ışıklar açılmaz gözlerim koltukta oturan iki kişiye takıldı. Savaş arkamdaydı, ama önümüzdeki manzara ikimizin de adımlarını aynı anda durdurmuştu. Gollum ve Nihle, koltuğun köşesine sanki dünyada yalnız onlar varmış gibi sokulmuş, birbirlerine kilitlenmiş dudaklarıyla tüm varlıklarını unutturmuşlardı.
Bir an için ne gördüğümü algılayamadım. Gözlerimi birkaç kez kırptım ama sahne değişmiyordu. Koltuğun üzerine atılmış gömlek, dağılmış saçlar ve yüzlerinde bir sarhoşluk hali... Kalbim bir anda hızlandı. Ağzımdan çıkan kelimelerse beynimden çok daha hızlıydı.
“Ne oluyor lan!” dedim, sert bir öfkeyle. Kendi sesimin yankısı bile beni şaşırtmıştı.
Nihle ve Gollum hızla birbirlerinden ayrıldılar. Yüzleri kıpkırmızı, nefes nefese bize bakıyorlardı. O an odadaki hava bir anda ağırlaştı, sanki herkes nefesini tutmuş gibiydi. Sessizlik, gerginliğin üzerine bir örtü gibi serildi.
Nihle gözlerini kaçırarak saçlarını düzeltmeye çalıştı. “Biz... sadece...”
“Açıklamaya gerek var mı?” diye Savaş alaycı bir gülümsemeyle lafa girdi. Kollarını göğsünde birleştirip bana doğru hafifçe eğildi. Gözlerinde tanıdık, muzır bir ışıltı vardı. “Sanırım ne gördüğümüz gayet açık.”
Gollum öne eğildi, sesi boğuk çıkıyordu. “Bu şekilde yakalanmayı istememiştik.”
“Yakalanmak mı?” Kaşlarımı kaldırarak, alayla tekrar ettim. “Burada, evin ortasında mı?”
Nihle’nin bakışları Savaş’a kaydı, ama onun yüzünde merhamet ya da anlayış bulamayınca omuz silkti. “Planlamadık, her şey... bir anda oldu.”
Savaş hafifçe öksürdü. Bu sessizliği bozmak için değil, durumun absürtlüğüne dayanamadığı için gibiydi. “Sanırım yalnız kalmak istiyordunuz ama yanlış yeri seçtiniz.”
Gollum çaresizce başını salladı. “Biz sadece konuşuyorduk. Sonra işler... kontrolden çıktı.”
“Konuşmak mı?” dedim, alayı saklayamadan. “O gördüğüm konuşmaksa, ben hiçbir şey bilmiyorum demektir.”
Nihle yüzünü elleriyle kapattı. “Şu anda böyle yakalanmak... gerçekten istemezdik.”
Savaş, hafif bir kahkaha atarken koluma dokundu. “Belki de biraz nefes almalarına izin versek daha iyi olur,” dedi, sesi keyifliydi. Onun bu kadar eğlenmiş olması sinirlerimi bozsa da, gözlerindeki parıltıya karşı koyamadım.
Nihle hızla yerinden kalktı, utançla üstünü düzeltirken yüzüme bakmaktan kaçındı. “Ben... yukarı çıksam iyi olur,” dedi aceleyle ve hızla merdivenlere yöneldi.
Arkasından seslenmek istedim ama sadece derin bir nefes alıp Gollum’a döndüm. İçimdeki öfkeyi kontrol etmeye çalışarak gözlerimi kıstım. “Gerçekten mi? Sana kaç kez söyledim, bu iş olmaz diye? Nihle’yi buna sürüklemenin ne anlamı var?”
Gollum omuzlarını silkti. Pişman gibi görünüyordu ama bu, hissettiği aşkın yoğunluğundan kaynaklanıyor gibiydi. “Her şey bir anda oldu, kontrol edemedik.”
Savaş her zamanki bilmiş ifadesiyle konuştu: “Onları ne kadar uyarırsan uyar, böyle olacaktı. Zeki bir kadın olarak bu sürpriz olmamalı.”
Savaş’a döndüm, kaşlarım çatılmıştı. “Sen bu işin komik bir yanını mı görüyorsun?”
Savaş omuz silkti, gülümseyerek koltuğa oturdu. “Zaten seni dinlemeyeceklerdi. Nihle bu kararı çoktan verdi ve görünen o ki, ne olursa olsun geri adım atmayacak.”
Bir an için sustum, Savaş’ın söylediklerini düşündüm. Haklıydı. Nihle’yi defalarca uyarmıştım. Gollum’un tehlikeli olabileceğini, ona zarar vereceğini anlatmıştım ama Nihle, tüm uyarıları göz ardı edip ona kapılmıştı. Şu an bile yüzündeki utanç ve kararsızlığı görebiliyordum, ama her şeye rağmen ondan vazgeçmeyeceğini anladım.
Derin bir nefes alıp Gollum’a baktım. “Peki şimdi ne olacak? Nihle’yi bir kez daha yarı yolda bırakacak mısın? Yoksa bu saçmalığa son mu vereceksin?”
Gollum bakışlarını kısarak bana baktı ama gözlerinde meydan okuma vardı. “Nihle’yi seviyorum. Ona zarar vermek bu dünyada en son isteyeceğim şey. Aramızdaki tek gerçek bu.”
Derin bir iç çektim ve koltuğa oturdum. “Bunu görmemeliydim,” diye mırıldandım.
Bu sahne sıradan bir öpüşmeden çok uzaktı. Tutku, kontrolsüz bir fırtına gibi onları içine çekmişti. Bu aşk dedikleri şey gerçekten böyle mi? Yoksa, ben mi bu kadar kördüm?
Gollum başını eğdi. “Sana sorun çıkmayacak diyemem ama onu canımdan çok seveceğime ve her şeyden önce onu koruyacağıma söz verebilirim.”
“Umarım öyle olur,” dedim, sesimdeki öfke yerini yorgunluğa bırakırken. Nihle’yi korumak için tüm çabalarım boşa gitmişti. Ama en azından Gollum’un onu sevdiğini biliyordum, ve bu biraz olsun içimi rahatlatıyordu.
Savaş göz ucuyla bana baktı, anlayışla ve hafif bir kabullenişle. “Ne yaparsak yapalım, bazı şeyler değişmez,” dedi bana göz kırparak.
Savaş’ın bu hareketi sinirlerimi zorlasa da, haklıydı. Bazı şeyler gerçekten değişmezdi.
"Ne oldu lan birdenbire, salonun ortasında yedin kızı," dedi Savaş, Gollum'a hafif bir gülümsemeyle atıfta bulunarak.
Gollum, elini ensesine attı, yüzünde hem çekingen hem de ne diyeceğini bilemeyen bir ifade vardı. Kıpır kıpırdı; sanki salonun ortasında yakalanmış bir çocuk gibiydi. Ben ise ikisine, bu anın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını sorgular gibi bakıyordum. Hâlâ gördüğüm manzarayı hazmedememiştim; biraz önce olanlar gerçek mi yoksa bir hayal mi, emin olamıyordum.
Gollum’un gözleri bana takıldı. Utanmış ama bir yandan da ne yapacağını bilemez bir haldeydi. “Ezim, bakma bana öyle,” dedi mahcup bir edayla.
İçimde biriken öfkeyi artık tutamıyordum. “bravo gerçekten ,” dedim, ellerimi hafifçe alkışlayarak. “Şu gördüğüm manzarayı daha hazmedemeden goygoyunu yapıyorsunuz ya, pes yani.” Sözlerimle beraber, hızla merdivenlere doğru yürümeye başladım.
Arkamdan Gollum’un şaşkın sesi duyuldu: “ben ne dedim şimdi?”
Savaş, alaycı bir şekilde Gollum’a dönerek araya girdi. “Senlik bir şey yok, her zamanki Ezim işte,” dedi ve ardından peşimden geldiğini adım seslerinden anladım. Merdivenleri hızlı hızlı çıkarken adımlarını duyuyordum.
Tam Nihle’nin yanına gitmek için odasının kapısını açmak üzereydim ki, Savaş kolumu tutup beni kendine çevirdi. Gözleri, her zamanki ciddiyeti ve hafif bir sabır sınavından geçiyormuş gibi bakıyordu.
"Bir dur kızım ya. Aşağıda atarlandın, anladık sinirlisin ama yeter değil mi?" dedi, sesinde hem yumuşak bir telkin hem de alışılmış bir usanç vardı.
Sıkıntıyla iç geçirdim, yüzümü ondan yana çevirmeden konuşmaya başladım. "Ne yapayım? İkisini öyle gördüm diye bir de madalya mı takayım?"
Savaş hafifçe güldü, yüzündeki o muzır ifade yine ortaya çıkmıştı. “Yok canım, kimse senden öyle bir şey beklemiyor,” dedi, ardından yüzünde hâlâ aynı alaycı ifadeyle ekledi, “ama bir tebrik etsen fena olmazdı.”
Yanından geçip gitmeye çalıştım ama koluma tekrar asıldı. Ciddiyetin ve mizahın o ince çizgisinde dolanıyordu.
“Şaka yaptım ya,” dedi hafifçe gülerek. “Sende gitmeye yer arıyorsun.”
Derin bir nefes aldım, bu kez gözlerinin içine bakarak karşılık verdim. “Komik mi? Şimdi bu..” Sesim artık alaycı değildi, daha çok yorgun ve tükenmiş gibiydi.
Savaş, ifadesini değiştirmeden, hafifçe omuz silkti. “Yani bence komik. Baksana şu duruma: Peşimizde bizi öldürmek isteyenler var, baban ve bilmediğimiz diğer düşmanlar da cabası... Ama biz hâlâ bu evde normal olmayı başarabiliyoruz.” Yüzünde ince bir gülümseme belirdi, ama gözlerinde belli belirsiz bir ciddiyet parlıyordu.
Bir an için sinirlerim boşaldı ve istemsizce gülümsedim. O an Savaş’ın söylediklerinin absürtlüğü tüm gerçekliğiyle üzerime çökmüştü. Evet, dünya başımıza yıkılıyordu, ama biz hâlâ burada, bu dört duvar arasında sıradan meselelerle uğraşıyorduk. İçimde bir yerlerde, bu normalliğe tutunmak istemenin saçma ama huzur veren yanını hissettim.
Savaş, bu minik gülümsemeyi yakaladı ve yüzünde daha da genişleyen bir ifadeyle, “Ha, işte böyle gül. Gülmek sana çok yakışıyor,” dedi. Gözleri beni inceler gibi, sanki nadide bir sanat eserine bakıyormuş gibi bana odaklanmıştı. Ardından eli nazikçe yanağıma dokundu. Yumuşacık, dikkatli bir dokunuştu bu; sanki kırılacak bir şeyi tutuyormuş gibi özenliydi. Yanağımı okşarken, gözlerinde hafif bir karanlık belirdi, ama dudaklarındaki o gamzeli gülüş bir an bile solmadı.
“Eğer sen ölürsen, ben hayatta kalırsam... ya da ben ölürsem, sen hayatta kalırsan unutmayalım..” Sesi ağır ve yankılı çıkıyordu, her bir kelime özenle seçilmişti sanki. “Unutmayalım ki, geçirdiğimiz bu güzel günler yok olup gitmesin. Arkasında koca bir keder bırakmasın.” Savaş’ın sesi her zamankinden daha derindi, daha ağırbaşlıydı. Onu böyle konuşurken görmek, içimde bir şeylerin hareket ettiğini hissettirdi.
Elimi yavaşça yanağına koydum, dokunuşumda tedirgin bir yakınlık vardı. O da elimi nazikçe kavradı, parmaklarıyla elimi sıkıca tuttu. Sonra, ellerimi dudaklarına götürüp derin bir nefes aldı, ve yavaşça öptü. Bu öpücük, öylece süzülen bir zamana aitti; sanki o an, dünya bir süreliğine durmuş gibiydi.
"Uyumak istiyorum," dedim, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan.
Savaş’ın yüzündeki ifade bir an yumuşadı. “Tamam,” dedi kısık bir sesle, sanki başka bir şey söylemekten korkar gibiydi.
Ama ben gözlerimi ondan ayırmadan devam ettim. "Ama... kollarında."
yüzünde garipsemiş bir ifade belirdi, ardından yavaşça gülümsedi. Sanki bu isteği o da dile getirmek istemişti ama benim ne cevap vereceğimi bildiği için vazgeçmişti. Onun yanında her şey bu kadar basitti, ama bir o kadar da karmaşık. Ne biçim bir adamdı bu? Onca kavga, tartışma, inatlaşmanın sonunda yine birbirimize sığınıyorduk. Ne ara bu kadar tutarsız olmuştum?
Ve daha da garibi, bu hâlimden hiç de şikayetçi değildim. O, hayatımdaki tek sabit noktaydı. Tutunacak dal ararken, elimden tutmuş beni karanlıkta tek başına bırakmamıştı.. Tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu, Başlarda soğuk, mesafeli ve karanlık biri gibi görünmüştü ama, içimde bir yerlerde, onun aslında hiç de kötü biri olmadığını hep biliyordum. Şimdi ise, ne olursa olsun, tek gerçeğim o olmuştu.
Savaş elimi tuttu, beni usulca odasına doğru yönlendirdi. Kalbim bir an bile sakinleşmeden atıyordu. Kapı açıldığında içeriye girerken adımlarımızın yankısı sanki zihnimdeki düşünceleri daha da ağırlaştırıyordu. Savaş, yatağa oturdu ve geri çekilerek bana yanında yer açtı. Duraksamadan yanına uzandım, başımı onun omzuna yaslamak istedim ama kolu gevşekçe aşağı sarkıyordu, bu kez bana sarılmadı. Belki de ben de biraz mesafe istiyordum, bilmiyorum.
Düşünceler zihnimde fırtına gibi esiyordu, sesler birbiriyle çarpışıyor, mahkemenin ne getireceğini kestiremiyordum. Sonunda onun sıcaklığını daha da derin hissetmek isteyerek yüzümü Savaş’a döndüm, başımı göğsüne yakın duran kolunun köküne yasladım. Kalp atışları, bütün bu karmaşanın arasında bir düzen gibiydi, beni rahatlatıyordu. O an yavaşça kollarını üzerime örttü, adeta beni koruyan bir örtü gibiydi. Derin bir nefes aldı, sesi kısık ama netti.
"Yarın mahkeme için hazır mısın?" diye sordu.
Sesiyle irkildim, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. "Doğruyu mu söyleyeyim?" dedim, hüzün sesime sinsice karışmıştı.
"Hangisi söylemesi daha kolaysa onu söyle," dedi sakin bir sesle.
İçimdeki belirsizlik bir ağırlık gibi göğsüme çöktü. "Bilmiyorum," diye fısıldadım. "Yarın mahkemede ne yapacak? Hiç bilmiyorum."
kolları hâlâ üzerimdeydi, bana sarılıp beni dünyadan korur gibi sarmıştı. Parmakları, üst üste geçmiş halde beni nazikçe okşarken, aramızda bir anlık bir sessizlik hüküm sürdü. O sessizliğin içinde, onun kollarında ağırlaştım ve sonunda uykuya yenik düştüm.
Sabahın ilk ışıkları, odanın ağır perdesinin altından süzülüp yüzüme çarptığında, sıcak ve huzurlu uykumun derinliklerinde yankılanan Savaş’ın kısık sesi kulaklarımda dolandı. "Ezim…" diye fısıldıyordu. Sesini uykumun tatlı yumuşaklığıyla duyuyordum, ama uyanmak istemiyordum. Gözlerimi hafifçe araladığımda, başım hâlâ onun göğsüne yaslıydı. Kalbinin yavaş ama güçlü atışları, sanki beni kendine bağlı tutuyordu.
"Ne oldu, Savaş?" dedim, yarı uyanık halde, gözlerimi ovuşturarak ona bakarken. Kafamı kaldırdığımda, yüzünde hafif bir tebessümle bana bakıyordu.
"Sabah oldu," dedi, gayet açıklayıcı bir ifadeyle, sanki bu cevabı her şeyi çözecekmiş gibi.
"Sabah mı?" dedim şaşkınlıkla, yatakta doğrulmaya çalışarak.
"Sabah," dedi hafif bir gülümsemeyle. "Hani şu gecenin tersi, ortalığı aydınlatan zaman dilimi."
Onun bu rahat tavrı karşısında hafifçe iç geçirdim. "Saat kaç?" dedim, gözlerimi ovuştururken. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım, mahkeme çoktan aklıma düşmüştü.
Savaş, başucundaki komodinde duran telefona baktı. "10," dedi.
"10 mu?" Kalbim hızla atmaya başladı. "Duruşma 12’de, değil mi?" dedim, içimde yükselen endişeyi saklamaya çalışarak.
Savaş, sanki her şey kontrol altındaymış gibi sakinliğini koruyarak, "yok 2 'de. 1 gibi olmadan çıkalım yeter, Kıraç’la da konuşmalısın. Ne söyleyeceklerini az çok tahmin ediyordur, duruşma öncesi bir ağız birliği yapmak iyi olur," dedi.
Derin bir nefes alıp düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. "Tamam, sen hazırlan," dedim, arkamı dönmeye hazırlanırken Savaş’ın sesi yine arkamdan geldi. "Bir şeyi unutmadın mı?" diye sordu, sesinde o her zamanki alaycı sıcaklık vardı.
Elimi cebime atıp telefonumu kontrol ettim. Her şey yerli yerindeydi. Ona şaşkınlıkla baktım, anlam verememiştim. Birkaç adımda yanıma yaklaştı, yüzlerimiz birbirine tehlikeli derecede yakın hale geldi. Gözlerinde bir anlık sıcak bir bakış parladı, sonra dudaklarını yavaşça yanağıma bastırdı. O an dünyadaki tüm endişeler sanki bir anlığına durdu.
"Şimdi gidebilirsin," dedi, saçlarımı nazikçe sırtıma doğru atarak.
Ona hafif bir gülümseme verdim, kalbimde bir sıcaklık hissettim ve odadan çıkmak için döndüm. Geriye bakmadan, ama onun varlığını her adımımda hissederek uzaklaştım.
Odama geldiğimde duruşma için hazırlanmaya başladım. Dolabımdan en ciddi kıyafetlerimi seçip üzerine geçirdim; sade ama kararlı bir izlenim bırakmak istiyordum. Saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaparken aynadaki yansımama kısaca göz gezdirdim. Yüzümdeki sert ifadeden, bu sabahın önemini tamamen kavradığım anlaşılıyordu. Hafif bir makyajla görüntümü tamamladım. Derin bir nefes alıp hazır olduğuma karar verdikten sonra, evin alt katına, kahvaltı masasına indim.
Savaş ve diğerleri kahvaltıya oturmuştu; ortamda hissedilen sessiz bir gerilim vardı, ama sabahın bu erken saatinde kimseye ne bir şey sormaya ne de sorulara cevap vermeye takatim vardı. Sessizce masadaki yerime oturdum.
Tam o sırada Kıraç içeri girdi. Gözleri masadaki herkesi bir an için süzdü. Son derece nazik bir şekilde, “Afiyet olsun,” dedi. Savaş, ev sahibi tavrıyla ona döndü ve nezaketen, “Gel, beraber yiyelim,” diye davet etti. Fakat Kıraç, zarif bir şekilde reddederek, “Gelmeden bir şeyler yedim. Size afiyet olsun,” dedi ve salondaki kanepelerden birine geçti. Çantasından çıkardığı dosyaları karıştırmaya başladı. Başımı çevirdiğimde, bakışlarım masanın karşısında oturan Nihle ve Gollum’a takıldı. İçimde kaynayan huzursuzluğu bastıramıyordum. Onlar bu işten belki de sıyrılabileceklerdi, ama ya biz? Savaş ve ben çoktan kaybetmiş olabilir miydik?
Düşüncelerimin yüzüme yansımış olmalıydı ki, Savaş’ın eli nazikçe elime uzandı, bir uyarı gibiydi. Gözlerime baktı, sessiz bir şekilde tatsızlık çıkarmamam gerektiğini hatırlatıyordu. İçimde derin bir nefes aldım, sinirlerimin dün gece onun kollarında az da olsa hafiflediğini hatırlayarak. Fakat içimdeki huzursuzluk, sessizliğin içinde büyüyordu.
Masadaki sessizliği Yaren’in meraklı sesi bozdu. “Dün neden bu kadar geç geldiniz?” diye sordu, gözlerinde bastıramadığı bir şüphe parıltısıyla. Sesindeki tedirgin alay, sabahın bu erken saatinde bile kaybolmamıştı.
Sorusunu duymazdan gelmek istedim. “İşimiz vardı,” dedim, soğukkanlı kalmaya çalışarak. Ama Yaren’in gözleri, söylediklerime inanmaktan çok uzaktı. Bakışlarından belliydi.
“Bu saatte ne işmiş öyle?” diye devam etti, sesine katmaya çalıştığı alaycı tonla. Cevap vermek yerine bakışlarımı Nihle ve Gollum’a çevirdim. Savaş’ın da fark ettiği bir şeyler vardı. Onların bu işten sıyrılma ihtimalleri yüksekti, ama biz? Bizim üzerimizde ağır bir yük vardı ve bu yük her geçen gün daha da ağırlaşıyordu.
Savaş’ın eli hâlâ elimi sıkıca kavrıyordu. Sessiz bir destekti, soğukkanlılığımı korumam için bir işaret. Tam o sırada, Yaren’in üzerine gidip durumu açığa çıkarmaya karar verdim. Sakin bir ses tonuyla sordum, “Sizin bu ikisinden haberiniz var mıydı?” Yaren’in yüzündeki anlık tedirginlik, doğru soruyu sorduğumu anlamamı sağladı.
Yaren, şaşkın bir ifadeyle, “Yoo,” dedi ama sesinde inandırıcı olmayan bir titreme vardı. Tarık da bu sırada kafasını kaldırıp, durumu anlamaya çalışarak bize bakıyordu.
“Gerçekten mi?” dedim, gözlerim Yaren’in üzerine dikili. “Aynı evde yaşıyorsunuz, sürekli berabersiniz, ama bu konuda bir fikrin yok mu?” Sesimde bir suçlama yoktu; amacım sadece bildiğimi belli etmekti.
Yaren, bu sefer savunmaya geçti. “Ezim, gerçekten söyleyecektik,” dedi, ama sesi pek inandırıcı değildi.
“Tamam, size kızmıyorum,” dedim, ama içimdeki hayal kırıklığını gizlemek zordu. Tarık, durumu hâlâ anlayamamış gibi gözlerimizi tarıyordu.
“Ne oluyor? Mevzu ne?” diye sordu, kaşlarını çatarak. Gerçekten habersizdi. Yaren hızla atıldı, sanki hafif bir espri yaparmış gibi. “Dün gece bir öpüşme krizi oldu da,” dedi. Sesi o kadar kaygısızdı ki, masadaki herkes bir an duraksadı. Tarık’ın yüzündeki rahatsızlık hemen fark ediliyordu.
“Bir bu eksikti,” dedi Tarık, yüzünü buruşturarak. Nihle’nin mahcup bakışları ve Gollum’un savunma çabası barizdi. Sonunda Gollum sessizliğini bozdu.
“Sanki buradaki tek yanlış biziz,” dedi, gözlerini Savaş ve bana çevirerek. Savaş’ın bakışları keskinleşti, Gollum’a soğuk bir bakış attı.
Gollum alaycı bir şekilde devam etti. “Al birini vur ötekine, iki psikopat bulmuş birbirini ordan konuşması kolay ben sana da aynı şeyi söyledim ezim, ama sen beni dinledin mi?” dedi. Alaycı gülümsemesi sinirlerimi daha da gerdi.
Gözlerim Savaş’ın bakışlarına döndü. Soğukkanlı kalmak zordu ama sabrımı korumak zorundaydım. Sessizce cevap verdim, “En azından biz ortalık yerde birbirimize hallenmiyoruz,” dedim.
Gollum alaycı bir şekilde sırıttı. “Doğru, siz evin kuytu köşelerinde birbirinizi sıkıştırıyorsunuz, değil mi? Unutmuşum.”
Ortamda gerilim tırmanmıştı ama bu gerilimi herkes normal bir şeymiş gibi karşılıyordu. Sanki bu sabah olağan bir sohbet içindeydik.
Her şeyin ortasında, Bu sabah, her şeyin değişeceğini biliyordum; masanın etrafında oturanların hiçbiri, bugünden sonra aynı olmayacaktı.
Savaş, ortamın gerilimini çözmek için hafif bir sesle, "Uzatmayın. Anlaşılacağı üzere kimse birbirini dinlememiş, o yüzden ne Ezim ne de sen Arat, bu mevzuyu daha fazla büyütmeyin," dedi.
Arat ve ben, sıkıntıyla derin bir nefes alıp birbirimize göz ucuyla baktık. Gerginliğin havayı nasıl kalınlaştırdığını hissettim.
Arat, hınzır bir gülümsemeyle, "Benim Ezim’le bir derdim yok. Ama görünen o ki, o bunu sürekli yüzümüze vuracak," diye homurdandı.
İçimde biriken öfkeyi kontrol edemeyerek, "Bu evde ilişkinizi öğrenen son kişi benim. Üstelik tesadüfen görmüşken Yaren’e sormam gayet doğal, değil mi?" dedim, sesimde titreyen kırgınlıkla.
Arat alaycı bir tavırla başını salladı. "Yeme bizi. Sanki söylesek çok normal karşılayacaktın," dedi sertçe.
"Tamam, normal karşılamayacaktım, ama en yakın arkadaşımın ne olursa olsun benden böyle bir şey saklamadığı için belkide bu kadar kırgın olmayacaktım," dedim kelimeler kontrolsüzce ağzımdan dökülürken, bir anda aslında daha sonra canımı sıkan şeyi futursuzca ağzımdan dışarı vurmuştum. Aniden oda bir sessizliğe gömüldü.
Gollum’un, yani Arat’ın, yüz ifadesi değişmişti. Nihle, sessizce başını kaldırdı ve üzgün bakışlarını bana çevirdi. Herkesin bakışları arasında havadaki gerilim, gözle görülür bir baskı gibi üzerimize çökmüşken, sanki herkesin nefesi tutulmuş, bu kırılmanın nereye varacağını bekliyordu.
Tam o sırada, arkadan Kıraç’ın boğuk sesi duyuldu. "Hadi bakalım, kahvaltınız bittiyse kalksak iyi olur."
Birdenbire herkes yerinden kalktı. Savaş ve ben masadan uzaklaşmaya hazırlanıyorduk ki arkamdan Tarık bana seslendi. "Ezim!"
Döndüm ve birkaç adımda yanıma geldi. Sert bir tavırla değil, aksine içten bir abi edasıyla kollarını bana doladı. Sarılışı öyle sıcaktı ki, bir an için tüm kırgınlığım hafifledi. Ellerini saçlarımda gezdirirken, ona içtenlikle karşılık verdim. Bu an, tüm gerginliğin içinde sakin bir liman gibiydi.
Tarık, ellerini yanağıma yerleştirdi ve gözlerimin içine bakarak hafifçe bana eğildi. "Hadi fıstık," dedi, gülümseyerek. "Git ve onlara Ezim Akman kimmiş göster."
Sözleri, içimdeki tüm ağırlığı bir anda hafifletti. Zorla da olsa gülümsedim. Tarık’ın bu tatlı hareketi, yüzümdeki üzüntüyü silemese de, yüreğimde bir yerlerde küçük bir kıvılcım yaktı.
Tam uzaklaşacakken, Nihle’nin arkadan gelen sesi duyuldu. “Ezim, bir dakika… Lütfen gitmeden önce konuşabilir miyiz?”
Bir an duraksadım. İçimde bir tereddüt vardı, ona dönüp yüzleşmek istemiyordum. Ama derin bir nefes aldım ve ağır adımlarla Nihle’ye doğru döndüm. Göz göze geldik. Nihle’nin gözlerinde bir suçluluk, pişmanlık vardı. Gözleri hafifçe dolmuştu, alt dudağı titriyordu. Her şey gözlerinin derinliklerinde yazılıydı; korku, hata yapmış olmanın verdiği endişe ve bir dostluğu kaybetme korkusu.
“Bak,” dedi Nihle, sesi hafifçe titreyerek. “Ne kadar kırgın olduğunu biliyorum. Ve haklısın. Ama lütfen bil ki, bunu seni kırmak için yapmadım. Korktum, Ezim. Arat'la olan ilişkim yüzünden bana sırtını döneceğini düşündüm. Kendi içimde korkularımla boğuşurken Sana nasıl anlatacağımı bilemedim. Senden bir şey saklamak istemezdim, gerçekten istemezdim.”
Nihle’nin sesinde bir içtenlik vardı, beni etkileyen bir dürüstlük. Ama hâlâ içimde bir sertlik duruyordu. Gözlerimi ona dikmiş, bu samimi itirafı sindirmeye çalışıyordum. Sessizlik biraz daha uzayacak gibi görünüyordu.
“Sen de haklısın, Nihle,” dedim, sesim bu sefer yumuşamıştı. “Ben de ne yapacağımı bilemedim. Hayatına bu kadar karışmaya hakkım yokken, seni arada bıraktım. Ama şu fark ettim ki ben de biraz abartmışım.”
Nihle bir an tereddüt etmeden bir adım attı ve bana sımsıkı sarıldı. Bu sarılmanın içinde özürler, pişmanlıklar ve dostluğun verdiği güç vardı. Arat, kenarda sırıtarak duruyordu, her zamanki gibi alaycı bir tavırla konuştu.
“İşte böyle! Sorunları dramatize etmek yerine kocaman bir sarılmayla çözsek her şey daha basit olurdu.”
Gözlerimi Arat’a çevirdim ve ona hafif bir omuz atarak gülümsedim. “Sen sus! Az önce söylediklerini unutmadım.”
Arat, yüzünde suçsuz bir ifadeyle omuz silkti. “Kabak yine benim başıma patladı, iyi mi?”
Bu sırada Nihle, gözlerindeki pişmanlıkla gülümsemeye çalışarak bana tekrar baktı.
“Söz veriyorum, bir daha böyle bir şey yapmayacağım. Gerçekten çok özür dilerim.”
Son bir kez derin bir nefes aldım, içimdeki tüm gerginliğin yavaşça dağıldığını hissettim. Aramızdaki buzlar erimişti, hafif bir rahatlama tüm vücudumu sardı.
“Tamam, yeter bu kadar. Bugün duruşma var ben daha gitmeden bütün motivasyonumu mahvettiniz.”
Savaş, bu konuşmaları sessizce izledikten sonra yanımdaki elini koluma doladı, nazikçe kolumu sıvazladı. Gözleriyle bana “Seninle gurur duyuyorum” der gibi bakıyordu. Gözlerindeki o sıcaklık, biraz önceki gerginliğin ardından içimi ısıttı. Sanki tüm kara bulutlar dağılmıştı ve o an, tam anlamıyla bir aile gibiydik.
Gerginliğin hafiflediği bu anın ardından, Yaren'in sesi bir anda ortamı tekrar hareketlendirdi. Neşeli bir tavırla, "O zaman ben şu yenge lafını ağzıma iyice alıştırayım," dedi ve şimdiden kendini görümce ilan etmişti. Bu çıkışıyla, ortamın hafifliğini ve rahatlamasını kendi eğlenceli tavrıyla pekiştirdi. Üstelik, konunun nasıl olup da yeniden bana ve Savaş’a geldiğini sorgulayan bir bakış attı.
"Konu hangi ara yine bize döndü?" dedim, tebessümle.
Yaren’in sözleri üzerine Nihle, Yaren gibi gülümseyerek cevap verdi: "Konu hep sizdiniz zaten. Biz de sizden feyz aldık."
Sözlerinin ardından, Tarık bir köşede, tıpkı bir gölge gibi durmuş, duymazdan gelerek abilik görevini üstlenmişti. Bütün bu konuşmanın ortasında, gözleriyle durumu soğukkanlı bir şekilde gözlemleyip, anı bozmadan abilik yapıyordu. Tarık, her zaman olduğu gibi, hem bir abi, hem bir kardeş hem de güvenilir bir arkadaş olarak yanımdaydı.
O an, Savaş ile göz göze geldiğimizde, ikimiz de hafifçe gülümsedik. Tam o sırada yine kendimden ödün vermemeye çalıştım.
" saçmalamayın, " derken bile gülümsememe engel olamadım. Gözlerimi de kaçırarak, Ardından nihle şaşırmış gibi konuştu. " Bu bir ilk, ezim utanıyor" dedi.
Hemen savunmaya geçtim. " Ben mi utanıyorum sen beni bastığın günleri unuttun herhalde " dedim.
Savaş ordan hemen atladı. " Kim kimi basıyor hayırdır "
" Şey ya şu nicola 'yla otelde bizi ba" demeye kalmadan nihle beni susturmak için cümlemi devam ettirdi. Bende bunu yapacağını bildiğimden sinsice gülüyordum.
" Bakmak için geldiğim günü mü? Diyorsun evet ya o gün gerçekten çok sarhoştun ne dediğini bilmeden bütün gece bel altı konuştun, zavallı çocuk ben gelmesem kafası kazan gibi, olan aklını da sen alacaktın" derken küçük bir açıklama da ekleyerek, " çenenle" dedi.
Savaş inanmamış gibi göründü ardından kıraç tüm bu olanlardan önce bahçeye çıkmıştı ve tam bu anda savaşa seslendi. Savaş bana ufak bir bakışla baktıktan sonra bahçeye çıktı.
Nihle o gider gitmez bakışlarını tekrar bana dikti.
" Kızım farkında mısın? Bu adam Mafya. şimdi sen buna takıldığı adamı söyle o, onu bulup delik deşik etsin. Sonra Olan zavallı nicola olsun."
Yaren, " adam yabancı mı? gerçekten" dedi teyit ederek, Nihle de evet anlamında kafasını salladı. Tarık o sırada yarene doğru olmasa da ortaya atarak konuştu.
" Şu kadınların yabancı adam sevdası nedir be kardeşim, hayır ne var bu elin gavurlarında anlamadım gitti"
" Sende olmayan bir şey " dedi Yaren, savaşın da olmamasından faydalanarak rahatça istediği cevabı verdi.
" Hasbinallah elin gavurunun Türkiyede yaptığı nama bak, burdan belli adamlığı" dedi tarık, Onlar kısa bir atışma halindeyken Arat nihleye yandan yandan bakarak konuştu.
" Zavallı nicola ha" dedi kaşlarını kaldırmış devam ederek, "Kimmiş bu zerzavat " Nihle tabiki kendini açıklama gereği duydu.
" Önemli biri değil canım, ezimin eski bir arkadaşı bende ordan tanıyorum"
Gollum o kulaklarını dikmiş, dudaklarını öyle mi? Der gibi büzmüş şekilde bakmaya devam etti.
" Sana ne oluyor adamla konusu geçen benim, hesap veren nihle" dedim golluma doğru,
Gollum bu dediğime gözleri büyümüş şekilde kaldı. " Sen bu bahsi geçen herifle iş mi pişirdin?" Dedi.
" Yani tam öyle sayılmaz" " Boş verin şu adamı ya, zaten abinden sonra bir daha korkudan karşına bile çıkamadı" dedi nihle gülerek, Arat anlamadığından nihle ufak bir açıklama yaptı. "Ya Bu nicola otelin locasında ezimi öpmeye kalktı. Tam da demir otelin sahibiyle görüşmeden çıkarken, çıkar çıkmaz bunu gördü sonra sen misin? Ezime öpmeye çalışan adamı dövmekten beter etti tüm otel çalışanlarının önünde yumruk yedi rezil rüsva oldu bir daha da ezimin karşısına çıkacak cesareti bulamadı" dedi söylediklerine ikimiz birden sırıtırken,
Gollum, " sen bu konunun neresindesin?" " Şurasında aşkım, ben tam olarak o otelin barmeniydim."
Gollum, garipsemişti doğal olarak o sormadan nihle açıkladı.
" O dönem babamla gelgitlerimin olduğu dönemdi bende ara ara tek başıma çalışıp onun parasıyla o atar yapmak istemiyordum. O yüzden en iyi yaptığım şey eğlence mekanı ya da alkol arkası yani barmenlik" dedi.
Nihle, babasıyla yaşadığı gelgitleri anlatmaya başlarken, dışarıdan gelen bir ses tüm dikkatimizi dağıttı. Savaş’ın derin ve kararlı sesi bahçeden yankılandı:
"Ezim, hadi çıkıyoruz."
Bir an sessizlik oldu. Nihle'nin yarıda kalan cümlesi havada asılı kaldı, herkes bana döndü. Derin bir nefes aldım, içimdeki rahatlık yerini ani bir ciddiyete bıraktı. Gözlerimi Savaş'ın sesinin geldiği yöne çevirdim ve "Tamam," diye cevapladım.
Herkese hızlıca dönüp, "Sonra görüşürüz," diyerek oradan ayrıldım. Yaren ve Nihle hafif bir tebessümle bana el sallarken, Tarık her zamanki soğukkanlı duruşuyla başını salladı. Gollum ise gözlerini kısarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Kapıdan çıkarken yüzüme vuran akşamın serin rüzgârı, bir an için zihnimdeki karmaşayı dindirdi.
Evden çıkarken, sabahın ilk ışıkları tenimde hafif bir sıcaklık bıraktı. Hava hâlâ serindi, ama gün ışığının parlaklığı tüm bahçeyi yavaşça aydınlatıyordu. Kuşların cıvıltıları, sabahın sessizliğini hafifçe kırıyor, ağaçların arasında esen yumuşak bir rüzgâr yaprakları dans ettiriyordu. Bahçedeki toprak yolun üzerine düşen altın sarısı ışık, sabahın tazeliğini hissettiriyordu.
Savaş, aracın yanında, sabah güneşinin altında gözleri kısılmış, beni bekliyordu. Yüzünde her zamanki sakin ifadesi vardı ama beni görünce dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Kıraç ise biraz ileride, arabanın diğer yanında, elleri cebinde duruyordu. Gözleri etrafta gezinirken, sabahın sessizliği ve serinliği içinde kaybolmuş gibiydi.
Adımlarım toprak yolda yankılanırken, Savaş’ın bakışları üzerimdeydi. Yanına vardığımda, "Hadi bakalım, gün uzun," dedi hafif bir tebessümle ve arabanın kapısını açarak beni içeri buyur etti.
Araca bindiğimde, sabahın tazeliğiyle dolu dışarının serinliği, içerideki havayla buluştu. Güneş, artık tamamen doğmuştu ve pencerelerden içeri süzülen ışık, aracın içinde parıltılar oluşturuyordu. Kıraç da kısa bir süre sonra arka kapıyı açıp yerini aldı. Motorun homurtusu sabah sessizliğini delip geçti ve yola koyulduk.
Dışarıda, sabahın sakinliği hâkimdi. Güneş, ufuk çizgisine yakınken, ağaçların üzerinden süzülen ışıklarıyla yola gölgeler düşürüyordu. Arabada sessizlik vardı, ama bu sessizlik rahatsız edici değildi; aksine, huzur veriyordu. Gözlerim, yavaşça canlanan dünyayı izlerken içimde de bir dinginlik hissettim.
Savaş’ın dikkatli bir şekilde yola odaklanmış yüzüne baktım. Gözleri kararlı ve sertti, ama bir yandan da çevresindeki her şeyi kontrol eden bir güven vardı. Direksiyona hâkimiyeti ve duruşuyla her şeyin yolunda olduğuna dair bir güven veriyordu. Elini hafifçe direksiyonun kenarına koyarken, diğer eliyle koltuğuma yakın bir yere dokundu. Bu küçük temas bile onun yanımda olduğunun güçlü bir hatırlatıcısıydı.
Sabah güneşi ilerledikçe, yolun kenarındaki çimenler üzerinde minik çiy damlaları parlıyordu. Etrafta nadiren geçen birkaç araç, sabahın erken saatlerinde bizden başka kimsenin acele etmediğini gösteriyordu. Arabadaki sessizlik, sabahın huzuruyla birleşmişti.
Yol boyunca birbirimize bakmadan, ama her şeyin farkında olarak ilerledik. Savaş, bir an bana göz ucuyla baktı ve ben de ona karşılık verdim. Onun yanındaki bu yolculuk, nereye gidersek gidelim, güven vericiydi.
Ardından Telefonumun ekranındaki bildirim ışığı hızla yanıp sönüyordu. İçgüdülerim, içimi bir huzursuzlukla kapladı. Gözlerimi araladım ve ekranda beliren mesajı gördüm. Barlas’tan gelmişti ve mesajı açar açmaz yüzümdeki kanın çekildiğini hissettim.
Mesaj, karanlık ve tehditkar bir dille yazılmıştı. Gözlerim mesajın üzerinde gezindi:
“Anlaşmanızı bozarak büyük bir hata ettin, Savaş’ın hayatı senin yüzünüzden tehlikede. Bir adım daha atarsanız, onun canı pahasına ödeyeceksiniz. Anlaşmamız bozuldu, bundan sonra onun arkasını kollasan iyi edersin yoksa çok geç olacak.”
Sözlerin ağırlığı altında ezildim. Mesajın her kelimesi, içimi deşmeye devam ediyordu. Savaş’ın hayatı tehdit altındaydı ve bu, anlaşmanın çöküşünden kaynaklanıyordu. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapatarak sakinleşmeye çalıştım, ama içimdeki korku büyüyordu.
Tam o sırada, Savaş’ın odanın kapısında belirdiğini fark ettim. Gözleri, yüzümdeki panik ifadesini hemen yakaladı. Ve bana bakarak, “Ne oldu?” dediğinde, kelimeler boğazımda düğümlendi. Hiçbir şey söylemedim.
Bölümleri daha uzun tutmak istiyorum fakat sık sık bölüm atmak zor olduğundan 7-8 bin kelimeden fazla yazmıyorum. Ama tabi siz uzun bölüm istiyorsanız uzun bölümler halinde de atabilirim. Bölümü nasıl buldunuz? En sevdiğiniz diyalog hangisiydi? Ezim ve savaşın arasındaki bu uyum sizce de çok tatlı değil mi? Yoksa ben yazdığım için mi bana öyle geliyor? Siz BİTİMSİZ VUSLATIM okuyucuları bölümü okuyup beğenmediğiniz farkındayım şuradaki bölümü beğenme butonuna basmak çok da zor değil, neyse bir dahaki bölüme kadar görüşmek üzere 📍 🎀 |
0% |