Yeni Üyelik
20.
Bölüm

17. Bölüm HÜKÜM GÜNÜ

@sima.d

Yaprakları koparılarak sevilmiş bir kadın, dikenlerine rağmen onu sımsıkı tutturmaya çalışan bir adam

​​​​​​Biri aşkı buldu, diğeri inancını.

 

Zaman, birbirine dolanmış iki hayatın içinde, onları sürekli olarak sınadı. Kadın, her kırıldığında daha da güçlendi; adeta her bir yaprağı koparıldıkça, kökleri toprağa daha derinlemesine tutunuyordu. Adam ise o kökleri sökmeden, kadını olduğu gibi kabul etmenin imkânsız olduğunu anlamıştı. Yine de elleri hep dikenlerle doluydu, her dokunuşunda bir parça kan kaybediyordu. Ama vazgeçmedi. Çünkü biliyordu, bu ilişki onun varoluş mücadelesiydi. Sevmek, onun için yalnızca bir duygu değildi, bir savaştı.

 

Kadın, inancını kaybedeli çok olmuştu. Aşka, insanlara ve belki de en çok kendine karşı... Oysa adamın inancı kadına saplanıp kalmıştı. Ona her baktığında içindeki sonsuz ihtimali gördü; kadının kaçtığı her adımda daha da derinlere daldı.

 

Ama kader, her zamanki gibi alaycıydı. Onları bir araya getirirken, imkânsızı vaat etmişti. Aşk, ikisinin de kanatlarını açmasına izin vermeyen zincir olmuştu. Kadının sessiz çığlıkları adamın inancını tüketir gibi görünse de, aşk her seferinde onları geri çekti. Kaçmak istediler, kurtulmak için çırpındılar; ama ne kadın dikenlerinden kurtulabildi ne de adam yaralarından.

 

Hayat bu sefer, iki zıt rüzgarı aynı fırtınada buluşturdu.

 

Ve Aşk, imkansızı seçti; oluru olmayan bir ilişkinin iki kurbanının adını kadere kazıdı. Kader ise en sevdiği oyunu yine oynadı ve kazananı olmayan bir savaşa iki gönüllü daha çekti.

Bu hikâye, sevmenin aslında ne kadar yıkıcı olabileceğini, aşkın sadece güzellikleri değil, aynı zamanda acıları da barındırdığını anlatıyor. Herkes aşka övgüler düzerken, onlar bu duygunun ne denli zehirli olabileceğini deneyimlediler.

 

...

 

Babamı o halde görmek... Sanki dünyamda yerinden oynamamış bir taş kalmamıştı. Ters kelepçeler bile, ona dair hafızamdaki güçlü adam imajını tam olarak silememişti. Ama gözlerinde bir şey eksikti. Yıllarca öfkesini, hırsını, hatta beni hiçe sayan gururunu gördüğüm o bakışlar… Bu kez hiçbiri yoktu. O bana her zamanki gibi öfkeyle bakmadı. Gözlerimiz sadece bir an buluştu; öyle kısa, öyle belirsiz bir andı ki... O an neyi fark etmem gerektiğini bilmiyordum. Babamın gözlerinde bir şey vardı. Kaybolmuş bir şey. Sonra başını eğdi. Koca adam, yenilmiş bir adam gibi başını eğdi. İçimde bir şey koptu o an. Hangi parçam olduğunu bile bilmediğim bir şey...

 

Polisler onu arabaya sokarken ne diyeceğimi bilemedim. Belki de gözlerimle ona bağırmak, sormak istedim. "Ne oldu? Niye böyle bakıyorsun? Bu hal ne?" Ama babam, başını eğip arabanın karanlığında kaybolurken ben sadece bakakaldım. Araba uzaklaştı. O an dünya sessizleşti. Kalabalık vardı, sesler vardı ama bana hepsi silik geldi. Kulaklarımın içinde bir uğultu, başımda bir baskı. Sanki her şey ağırlaşmıştı.

 

Sonra adliye kapısından İdil çıktı. Bu kadın... Hiçbir davasını kaybetmeyen, babamı bile hapisten çıkarabileceğini düşündüğümüz kadın. Ama yüzüne bakınca her şey o kadar anlamsızlaştı ki. Sanki o da artık emin değildi. Kaç kez onun yüzüne bakmıştım, sert, dik, keskin hatlarıyla kontrolü elinde tutan bir kadının ifadesini okumuştum. Ama şimdi... Şimdi yüzü o kadar karışıktı ki, ne düşündüğünü anlayamıyordum. Gözlerinde dağınık bir şeyler vardı, sanki zihni başka bir yerdeydi.

 

Ardından bakışlarımı fark etmiş olacak ki bana doğru baktı, beni fark edince deminki ifadesi kayboldu. Her zamanki gibi dik ve kendinden emin adımlarla ilerliyordu, ancak yüzünde o soğuk kararlılık yoktu. Kaşları hafifçe çatılmış, dudakları belli belirsiz bir öfkeyle kıvrılmıştı. Tam babamı gözden kaybettiğim ana odaklanmışken, İdil’in bana doğru yöneldiğini fark ettim. İfadesi hâlâ dağınıktı, ama yavaş yavaş toparlanıyordu. Gözlerindeki o alışılmış keskinlik geri gelmişti. Birkaç adımda yanımıza yaklaştı, ve sözcükleri bıçak gibi üzerime saplanmaya başladı.

 

"Mutlu musun şimdi?" Sesi, her zamanki profesyonel kontrolün sınırlarını zorluyordu. "Sizin yüzünüzden hayatımda ilk defa bir dava kaybettim. Gözüm kapalı kazanacağım davayı, şaka gibi kaybettim." Sözleri yankılandı.

 

Saniyeler içinde, sinirini dizginleyemeyen birine dönüşmüştü. Gözlerini bana dikti, nefes almayı bile unutmuş gibiydi. "Sen ve baban benim kariyerime nasıl bir zarar verdiğinizin farkında mısınız?" Bu sefer sesi daha yüksek çıktı, çevredeki herkesin bakışlarını üzerine çekiyordu.

 

Tam ben cevap vermek üzereyken, Savaş bir adım öne çıktı. Eli havada, sanki kadını durdurmak istercesine. Yüzünde tehlikeli bir gülümseme vardı.

 

"Hopp hopp, Avukat Hanım," dedi, sakin ama tehditkâr bir tonla. "O sesine biraz ayar ver, yoksa ben veririm." Sesinin tonunda tehdit açıkça hissediliyordu. İdil, kaşlarını kaldırdı, başını hafifçe geri attı, o kibirli bakışlarıyla Savaş'a yukarıdan baktı.

 

"Adliyenin önünde beni tehdit mi ediyorsun, sen" dedi, sanki onun tehdidini küçümsüyormuş gibi.

 

Öfke içimde yükseliyordu. İdil’in bu kadar kibirli tavırlarına daha fazla dayanamadım. Bir adım attım ve araya girdim.

 

"Ne diyorsun sen be?" dedim, sesim kontrolümü zorlayan bir öfkeyle titriyordu. "Gelip burada bağırıp çağıran sensin. Söylediklerine bak, bir de güler yüz mü bekliyorsun?"

 

O sırada annem, Leyla’nın yanında duruyordu. Onların varlığı, benim için bir koruma kalkanı gibiydi, ama İdil, gözünü onlardan ayırmadan konuşmasına devam etti. Parmağıyla onları işaret etti.

 

" Kurduğun Bu tezgâhı dağıtamayacağımı mı sanıyorsun?" dedi, sesi bir yılan gibi tıslıyordu. "Bu olayı kendi lehime çeviremeyeceğimi mi düşündün? Ben böyle ucuz bir pozisyonda dava kaybedecek birine mi benziyorum?"

 

Gözlerimle onu takip ettim. Sözlerinde bir anlama ulaşmaya çalışıyordum, ama söyledikleri o kadar karmaşıktı ki. İdil’in her kelimesi, sanki başka bir oyunun parçasıydı. Onun ne demeye çalıştığını tam anlamamışken, tekrar konuştu.

 

"Bana bak kızım," dedi bana doğru eğilerek. "Ben senin gibilerini çok gördüm. Ama belli ki sen benim gibisini hiç görmemişsin. Adliye koridorlarında kaç kişi davayı kaybetmem için para teklif etti biliyor musun? Hepsini rezil ettim. Yıllardır tek bir dava kaybetmedim. Ama sayenizde, bu çocuk oyuncağı olan davayı kaybettim."

 

Bir an duraksadım. Sözlerindeki “siz” kelimesi, beni ve babamı bir araya koyuyordu. Babamla birlikte bu durumu planladığımızı mı sanıyordu? Kafamda bin bir soru dönerken, ona öfkeyle karşılık verdim.

 

"Ne saçmalıyorsun? Madem kazanabileceğin bir davaydı, niye sustun o zaman?" dedim, sesim hala öfkeyle titriyordu. Bu kadar basit bir noktayı nasıl atlayabilirdi ki?

 

gözlerini kısarak, o soğuk bakışlarını üzerime dikti. "Çünkü baban öyle istedi," dedi, kelimeler ağır ve zehirliydi. Sözleri kulaklarımda yankılanırken, içimde bir boşluk hissettim.

 

İdil’in son sözleri zihnime bir bıçak gibi saplanmıştı. Babam savunma yapmamasını istemişti. Bu ne demek oluyordu? Babam neden böyle bir şey istesin ki? Düşünceler beynimde hızla dolanırken, kalbimde tuhaf bir his yükseliyordu karışık, öfke ve merakla harmanlanmış bir boşluk.

 

"Savunma yapmamasını mı istedi?" dedim, sesim şaşkınlıkla titreyerek. Gözlerim İdil’e dikiliydi, ama artık sadece onunla değil, kendi zihnimle de savaş veriyordum. Babam bunu neden yapmıştı?

 

İdil, gülümseyerek başını hafifçe yana eğdi. Yüzündeki kibirli ifade geri dönmüştü. "Evet, öyle istedi. Başından beri bu işin böyle gitmesini planladı. Bu oyunun sadece bir parçasıydım. Savunmayı kesmemi ve davayı kaybetmemi istedi, çünkü... çünkü o böyle uygun gördü." Sözleri, zehirli bir rahatlıkla dökülüyordu dudaklarından.

 

Bir adım attım, aramızdaki mesafeyi biraz daha kapatmak istedim. "Ne demek istiyorsun? Babam neden bunu yapsın? Kazanabileceği bir davayı neden kaybetmek istesin ki?" Bu soruyu sorduğum anda, içeride kopan fırtınanın büyüklüğünü hissettim. Sadece bir avukat değil, hayatım boyunca benden daha zeki ve her şeyi kontrol altında tutan adam babamdı. Ama şimdi...

 

İdil, bakışlarını bir an için yere indirdi, ardından soğukkanlılıkla tekrar gözlerimin içine baktı. "Babanın neden bunu istediğini bilmiyorum. Ama senin bilmediğin bir şey var gibi duruyor." Cümlesinin sonundaki imalı tonu duyduğumda içimdeki öfke yerini yavaş yavaş şüpheye bıraktı.

 

Tam o sırada Savaş bir adım öne çıktı. Yüzündeki tehlikeli gülümseme kaybolmuş, yerine ciddi ve sert bir ifade yerleşmişti. "Bu ne demek oluyor, Avukat Hanım? Dava sizin kontrolünüzdeydi, ne demek istediğinizi açıkça anlatın," dedi, sesi daha sert çıkmıştı. Savaş’ın kararlı duruşu beni biraz daha rahatlatmıştı, ama kafamdaki soru işaretleri her geçen saniye büyüyordu.

 

İdil bir an duraksadı, sanki söylediklerinin yankısının ne kadar derine indiğini fark etmeye çalışıyor gibiydi. "Babası benden bunu istedi, ben de onun isteğine uydum. Son anda savunma yapmadık. Ama ne amaçladığını bilmiyorum." Ardından kaşlarını kaldırarak, alaycı bir tavırla ekledi: "Belki sen biliyorsundur, Ezim. Sonuçta bu oyunun bir parçasıysan... kim bilir?"

 

Savaş, İdil’e doğru sert bir bakış fırlattı. "Yeter artık. Oyun oynamaya çalışıyorsan, yanlış kişilere oynuyorsun." Ardından bana döndü, gözleri yumuşamıştı. "Hadi, buradan gidelim. Bu kadının saçmalıklarına katlanmak zorunda değiliz."

 

Ama içimde bir his, gitmemem gerektiğini söylüyordu. Babamın planı neydi? İdil’in sözlerinde ne kadar doğruluk payı vardı? Savaş’ın kolunu hafifçe tuttum, ona durmasını işaret ettim. "Hayır. Bu işin peşini bırakmayacağım. Babamın neden böyle yaptığını öğrenmem gerekiyor."

 

İdil, gözlerinde sinsice bir kıvılcımla bana baktı. "Tamam, öğren bakalım. Ama unutmadan söyleyeyim—babanın bana söylediklerinden sadece bir kısmını biliyorsun. Daha fazlasını öğrenmek istiyorsan, iyi araştır. Çünkü bazı gerçekler, sandığından daha acı olabilir."

 

Sözleri kulaklarımda yankılanırken, içimde derin bir çukur açıldı. Gerçekler... Babamın gerçeği neydi? Yüzümdeki öfke yerini kararlılığa bıraktı. Her ne olursa olsun, bu işin arkasındaki gerçeği bulacaktım.

 

Savaş’la göz göze geldik. O da yüzündeki sertliği koruyordu, ama gözlerinde benim kararımı desteklercesine bir ifade vardı. "Peki," dedi. "O zaman bunu birlikte öğreniriz."

 

Bundan sonra işin daha da karmaşık olacağını biliyordum, ama artık geri dönmek mümkün değildi.

 

İdil, yüzünde sinsice bir gülümsemeyle bana doğru bir adım daha attı. Savaş da bir şey söylemek üzereydi ki İdil, kelimeleri adeta keskin bir bıçak gibi kullandı. "Her şeyi öğrendiğinde, gerçeği kaldırabilecek misin, bilmiyorum." Ardından arkasını döndü ve soğukkanlılıkla uzaklaşmaya başladı.

 

Savaş bir an tereddüt etti, ardından hızla bir adım atıp İdil’i durdurmak için elini kaldırdı. "Bekle!" dedi, sesi sert çıkmıştı. Ama ben Savaş’ın koluna hafifçe dokundum, ona engel oldum. "Bir şey bildiği yok, sadece olayı kızıştırıyor," dedim kararlı bir tonla. Gözlerinde bir anlık öfke dalgalanırken, sözlerimi sindirdi. Onu durdurmamla birlikte kaslarındaki gerginlik hafifledi, derin bir nefes aldı.

 

Ardından Savaş bana dönüp gülümsedi, yüzündeki o sert ifade yerini sıcak bir yumuşaklığa bıraktı. "Hadi, güzelim, buradan gidelim," dedi, sesi sakin ve güven vericiydi. O an, aramızdaki tüm karmaşaya rağmen birbirimize yaslanabileceğimizi biliyordum.

 

Leyla’ya dönüp bir adım yaklaştım, bakışlarım gözlerindeki derin, yılların birikmiş acısını gördü. "Bugün buraya geldiğin için teşekkür ederim," dedim. Sözlerim samimi ama biraz tereddütlüydü, çünkü onun burada olmasının ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum.

 

Leyla, biraz soğukkanlı bir gülümsemeyle dudaklarını araladı. Yüzündeki kırışıklıklar, yaşadığı acıların izlerini taşıyordu ama gözleri hala güçlüydü, dimdik duruyordu. "Aslına bakarsan bunu seni korumak için yapmadım," dedi, sesi sakin ve kararlıydı. "Kendim için yaptım."

 

Hafif bir rüzgar etraftaki ağaçların yapraklarını hışırdatırken, Leyla'nın sözleri bu sessizlikte yankılandı. "Benim de bir evladım var," diye devam etti, sesinde aniden bir ağırlık belirdi. "Ve tüm bu olanlar onun da hayatını çaldı. Ama kimse onu yargılamadı. Seni o adamın karşısında suçlu pozisyonda bırakamazdım. En azından buna göz yumarsam, bir anne olamazdım."

 

Savaş’ın elini sımsıkı tuttum, içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Leyla'nın sözleri sadece bana değil, onun yaşadığı bir acının yankısı gibiydi. Yıllarca süren bu hırs ve intikam dolu hayat, ikimizi de yutmuştu.

 

Leyla, gözleri dolu dolu bana bakmaya devam etti, dudakları hafif titredi. "Ama sakın bunu bir barışma olarak algılama," diye ekledi, sesi yine sertleşmişti ama bu sefer içinde bir kırılganlık vardı. "Unutma, biz hâlâ düşmanız seninle." Gözlerindeki yaşlar, bu zıt duyguları dengeler gibiydi. Bir yandan acı ve kırgınlık, diğer yandan ise yılların yorgunluğu ve belki de içten içe hissettiği bir hüzün vardı.

 

Sözlerinin ağırlığı havada asılı kalırken, ben de sadece başımı hafifçe salladım. O an, Leyla'nın yaşadıklarını anlamasam da hissettim. Bu karşılaşma bir barışma değildi, sadece iki insanın hayatlarının en zor dönemlerinde birbirlerine kısa bir anlık nefes alma şansı vermesiydi.

 

Leyla, kısa bir süre sessiz kaldı, sonra gözyaşlarını inatla saklayarak kafasını dik tuttu ve bize son bir bakış attı. Ardından yavaşça arkasını döndü ve uzaklaştı. Arkasından bakarken, onun da bu oyunun bir başka kaybedeni olduğunu anladım. Yine de aramızda hala kapanmamış bir hesap vardı, ve bu hesap günü bir gün tekrar gelecek gibi hissediyordum.

 

Etraftaki yapraklar hışırdamaya devam ederken, Savaş yavaşça yanıma sokuldu, kolunu omzuma doladı ve beni daha fazla bu ağır düşüncelerin içinde boğulmamam için çekip çıkardı. "Hadi gidelim," dedi yine, bu sefer daha yumuşak bir tonda.

 

Biz yürürken, Leyla’nın uzaklaşan silueti gözlerimin önünde kayboldu. Ama bıraktığı izler, bir daha asla tamamen silinmeyecekti.

 

Başımı yavaşça anneme çevirdim. Gözlerimi onun bakışlarına kilitledim. Yılların yüküyle iyice çökmüş omuzları, aramızda kopan bağların ağırlığını taşır gibiydi. Yüzündeki çizgiler, zamanın bizden neler alıp götürdüğünü fısıldıyordu sanki. Bir süre sessizce bana baktı, gözlerinde derin bir hüzün vardı. Sonra birkaç adım atıp bana yaklaştı.

Sesi titrek ve kararsızdı. "Bunu sormaya hakkım var mı bilmiyorum ama... benimle evimize gelir misin? Kızım?" dedi. Sözlerinin ardında ezilmiş bir umut saklıydı, geçmişten gelen pişmanlıkların izleriyle dolu bir umut.

 

O an aklımdan yüzlerce düşünce geçti. Bir yanım onunla gitmeyi düşündü belki de... Ama sonra o kapıdan ilk çıktığım anı hatırladım. Annem elimi tutup beni durdurmamıştı, durdurmaya çalışmamıştı bile. Hoş, durdurmaya çalışsa bile durur muydum? Orası meçhul. Ama şimdi, o eve geri dönmek... Beni geçmişime, kaybettiğim abime, yaşadığım tüm acılara, özellikle de babama götürecekti. O ev, bana sadece yaralarımı ve yaşadığım travmaları hatırlatmaktan başka bir şey getirmeyecekti.

 

Kafamı yavaşça Savaş’a çevirdim. O an onun bakışlarında bir işaret aradım, ne hissettiğini bilmeye ihtiyacım vardı. Gözlerime baktığında, sanki hayatımdaki en kıymetli şeymişim gibi bakıyordu bana. O an içimden bir şey kopup, yerini tuhaf bir huzura bıraktı. Belki de kaderim bu adamdı.

 

Evet... İlk kez kendime bunu söylüyordum, ilk kez bir şeyden bu kadar emindim. Beni sevdiğini söylediği andan itibaren, tüm yalanlarını, intikamını, itibarını geride bıraktı ve benim yanımda durdu. Beni bırakmamak için elinden geleni yaptı. Böylesine sevilmek ya da bu kadar sevildiğini hissetmek, insanı geçmişten arındırabiliyormuş, bunu anladım. Belki de zamanla tüm bu acılar iyileşebilir. En azından artık bir umudum vardı. Evet, toprağa bir parçamı gömmüştüm ama hayat bana bir ışık göndermişti Bu karanlıkta kaybolmuşken, Savaş benim yolumu aydınlatan tek şeydi.

 

Annemin bakışlarını tekrar hissettim. İçinde bir ihtiyaç vardı. Bana ihtiyacı olduğunu görebiliyordum. Fakat ben... Geçmişi bu kadar çabuk geride bırakabilecek güce sahip değildim. Henüz değil.

 

"Hayır anne," dedim, sesim net ve kararlı çıktı. "Ben o evden bir kere çıktım. Geri dönmek istemiyorum. O yüzden benden bunu isteme."

 

Bu sözlerimle annemin yüzündeki ifade değişti, gözlerindeki o umut kırıldı. Ama ben de kırık ve yaralıydım. Elimi Savaş’a doğru uzattım. Sanki bunu beklermiş gibi, hiç tereddüt etmeden tuttu ellerimi. Sıkıca. Onun eli, bana yeniden hayat veriyor gibiydi. Geçmişin soğukluğunu değil, geleceğin sıcaklığını hissettirdi bana.

 

Son bir kez anneme döndüm. Derin bir nefes aldım ve daha fazla kendimi tutmadan konuştum.

 

"Teşekkür ederim. Gerçekten... Kızın olduğumu hatırladığın için. Beni o duruşmada bir kez daha öksüz bırakmadığın için."

 

Sözlerimin ağırlığını o da hissetti, başını hafifçe eğdi. Bu anın, bir vedadan öte bir kapanış olduğunu biliyordum. Dönüp Savaş’ın yanına ilerledim. Adımlarım kararlı ama bir o kadar da ağırdı, çünkü arkamda bir geçmiş, bir aile, bir hayat bırakıyordum.

 

Savaş yanıma geldi, sessizce bana eşlik etti. Yanımda yürürken yumuşak bir sesle sordu: "Bakmayacak mısın?"

 

Gözlerimi yere diktim. "Hayır," dedim, sesimde bir kesinlik vardı. "Bakarsam, gidemem."

 

Savaş’ın eli, sıcak ve güven vericiydi. Ona bakarken, kendimi ait hissettiğim yerin bu olmadığını, artık başka bir geleceğe doğru yol aldığımı biliyordum. Arabaya bindik ve yavaşça oradan uzaklaşmaya başladık. Annem geride kalırken, gözlerimde istemsizce biriken yaşları saklamaya çalıştım. Gözlerim, bir süre yanımızdan hızla geçen sokaklara takılı kaldı. Savaş, direksiyona sıkıca tutunmuş, sessizce yanımda oturuyordu. İçimde, onun varlığıyla birlikte bir huzur, ama aynı zamanda bir karmaşa hissediyordum.

 

Savaş'ın sessizliği beni rahatsız etmiyordu, aksine, bu sessizlik içinde bile birbirimizi anlıyorduk. Gözlerimi ona çevirdim, profiline bakarken içimde bir kez daha onun benim kaderim olduğuna dair o derin inanç güçlendi. Onun yanındayken, geçmişimin karanlık gölgeleri bir anlığına bile olsa kayboluyordu. O an, her şeyin anlam kazandığını hissettim. Belki de geçmişi arkada bırakmak, geleceğe doğru bir adım atmak sadece onunla mümkün olacaktı.

 

Ama birden Savaş, hiç beklenmedik bir şekilde arabayı kenara çekti. Ne bir kelime söyledi ne de bana baktı, sadece kapıyı açtı ve dışarı çıktı. İçimdeki merak ve endişe dalga dalga yükselirken, bir an ne yapmam gerektiğini düşündüm. Savaş’ın ne hissettiğini tam olarak anlamasam da onun peşinden gitmem gerektiğini biliyordum. Arabadan hızla inip ona doğru yürüdüm, adımlarım hızlanırken kalbim de aynı ritimde atıyordu.

 

Parkın içine doğru yürüyordu, sanki düşünceleri onu bir yerlere sürüklüyor gibiydi. “Savaş,” diye seslendim ama dönmedi. Bu, onun suskunluğu içinde kaybolduğu anlardan biriydi. Peşinden adımlarıma devam ettim. Hava serinlemişti, etrafta hafif bir rüzgar vardı. Savaş’ın arkasında yürürken, onun bu kadar derin düşüncelere dalmış olmasının ne anlama geldiğini çözmeye çalıştım.

 

Bir noktada durdu, ellerini cebine soktu ve ufka bakarak derin bir nefes aldı. Yanına yaklaştım, sessizce durdum. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum ama bu anı paylaşmak, sadece orada olmak bile yeterliydi.

 

“Bazen,” dedi sonunda, sesi sakin ve derin, “geçmişin ağırlığını sırtımda taşımaktan yoruluyorum.”

 

Sözleri içime işledi. Aynı ağırlığı ben de hissetmiyor muydum? Babam, annem, abim... Hepsi omuzlarıma çöken koca bir yük gibiydi. Ama o an, Savaş’a bakarken onun bu yükü hafifletmek istediğimi fark ettim. Ellerimi onun ellerine uzattım, sımsıkı tuttum.

 

“Birlikte taşıyabiliriz,” dedim, gözlerinin derinliklerine bakarak. “Geçmiş ne kadar ağır olursa olsun, artık yalnız değilsin.”

 

Savaş, gözlerini bana çevirdi, o an tüm o karanlık, yerini bir tür teslimiyete ve güvene bırakmış gibiydi. Bir süre sessiz kaldık, sadece rüzgarın sesi vardı. Sonra Savaş, gülümsedi, hafif ama içten bir gülümsemeydi bu.

 

"Seninle birlikteyken, her şey daha kolay," dedi ve ellerini biraz daha sıkı tuttu.

 

İşte o an, birbirimize olan güvenimizle karanlıktan aydınlığa bir adım atmıştık.

 

Öylece durup ona baktım. Gözlerim gözlerine kilitlenmiş, dudaklarım kelimeleri arıyor, ama dilim susuyordu. Savaş'ın elleri hâlâ ellerimdeydi; sıcaktılar, güven vericiydiler. İçimdeki karmaşa, sessizliğin içinde yankılanıyordu. Yutkundum, ama boğazımdaki düğüm çözülmek bilmiyordu. Savaş bana baktığında, o derin, koyu gözlerinde bir anlık huzur gördüm.

 

Bir adım attı bana doğru, yüzündeki tebessüm, elmacık kemiklerini belirginleştirmişti. O tanıdık bakışlarıyla gözlerime daldı. “Niye öyle bakıyorsun?” dedi, sesinde sakin bir merak vardı. Yüzünde, derinlerde bir yerlerden gelen o güven dolu gülümseme duruyordu.

 

İçimde bir şeyler çatırdadı. Yıllardır sakladığım, belki de yüzleşmeye korktuğum duygular, onun yanında birden su yüzüne çıkıyordu. Nefes aldım, derin bir nefes, ama boğazımdaki ağırlık geçmedi.

 

"Abim ölmüş... Babam hapse girmiş... Annem yapayalnız kalmış..." Sesim, içimdeki fırtınayı dışa vurmakta zorlanıyordu. "Elimi uzatsam tutabilir, belki ona yardım edebilirim ama..." Boğazımdaki düğüm bir an çözüldü, sesi titreyen bir çocuğun fısıldaması gibi çıktı kelimeler. "Ama içimdeki o küçük çocuk... bir şeylere engel oluyor." Gözlerim, uzaklara kaydı. "Yalnız kalmış çocuğumun, kimsenin elinden tutmadığını söylüyor. Onun sessiz çığlıklarını kimse duymadı."

 

Bir an durup nefesimi topladım, Savaş’ın varlığı bana sakinlik veriyordu, ama içimdeki dalgalar durulmamıştı. Devam ettim, daha derinden bir yerden gelen bir sesle: "Peşimde tam olarak kimin olduğunu bilmiyorum... Hayat beni yıllar boyunca buruşturup bir kenara atmış, umursamadan geçip gitmiş sanki." Bir hıçkırık boğazımda düğümlendi, ama gülümsemeye çalıştım. "Benim şimdi halime ağlamam gerekirken, sayende gülüyorum." Sözcükler titredi, ama bu sefer daha farklıydı; gözlerimdeki yaşlar, çaresizliğin değil, bir nevi kabullenişin ifadesiydi.

Savaş, bir an durup yüzüme baktı, derin bir nefes aldı. Gözlerindeki şefkat, sessizliğin içinden bana ulaşan bir dokunuş gibiydi. Gözlerimi ellerimden kaldırdı, yüzüme dokundu. “Ağladığın yeter be Ezim,” dedi, sesi yumuşak, ama kararlıydı. “Bırak artık geçmişi. Sen bu dünyada herkesi düzeltmeye çalıştın, ama kendine bile iyi gelememiş bu adam,” diye ekledi, eli yüzümde hafifçe gezindi. Gözleri, geçmişten gelen bir acının derinliğini taşıyor, ama aynı zamanda o karanlığı bırakmaya hazır bir umutla parlıyordu.

 

"Belki de," diye devam etti, bu sefer sesi daha sakin ama içten, "hayatında ilk defa doğru bir şey yapıyor." Gözleri benimkilere kenetlendi, içimdeki fırtınayı dindiren bir sıcaklıkla.

 

İkimizin arasında havada asılı kalan bir sessizlik vardı; sadece gülümsemelerimiz ve içten bakışlarımız yankılanıyordu. Gözlerim onun boyunu, omuzlarını ve bedenini inceliyordu. Ardından gülümseyerek sordum:

 

“Senin boyun uzun haa, boynum ağrıdı. Gerçi, Vücutta hayvan gibi iri yarı olursa tâbi, iki kat görünürsün,” dedim.

 

O, bu övgüyü duymaktan memnun görünerek omuzlarını şişirdi. “Öyledir, ayıptır söylemesi, her gün boks yapıyorum. Olur o kadar, gerçi bu aralar biraz boşladım ama yine de idare eder,” diye yanıtladı, sesi kendinden emin bir tonla.

 

Omzuna hafifçe vurup, “Şovun bitti mi?” dedim gülümsemeye devam ederken.

 

“Bitti,” dedi o da bana katılarak. Ardından kollarını etrafımda dolandırdı; ben de ona sarıldım. İki bedenin bu yakınlığı, dünyadaki her şeyden daha huzur vericiydi. Yine de içimde bir boşluk, bir kırıklık vardı ve bu durumu onla paylaşmak istiyordum.

 

“Orada hayat nasıl?” diye sordum, muhabbeti sürdürerek.

 

“Bilmem, nasılsın?” dedi, gözleri merakla parlıyordu.

 

“Kalbim kırık,” dedim. Bu kelimeleri söylediğimde, o an hemen geri çekildi ve gözlerime bir kez daha baktı. İçimdeki duyguların gözlerimden fışkırdığını hissediyordum. Tek eliyle belimi kendine doğru çekti.

 

“O zaman bende kalbinin kırıklarını öperim, dudaklarım parçalanana kadar,” derken gülümseyerek dudaklarıma doğru eğildi. O an, zaman durdu gibi hissettim. İkimiz de birbirimize doğru yaklaştık, aramızdaki mesafe tamamen ortadan kalktı.

 

Kalbimdeki kırıklık, onunla bu anı paylaştıkça yavaşça sarmalanıyor gibiydi. O, gözlerindeki derinlikle dudaklarıma doğru eğildiğinde, içimdeki tüm acılar unutuşun sıcak kollarında kayboluyordu. Ardından dudaklarını benimkilere yaslamadı benim gelmemi bekledi kısa bir an göz gelip gülüştük ardından ensesinden tutarak dudaklarına yapıştım.

 

Dudaklarımız kaynaştıkça, aramızdaki enerji daha da yoğunlaştı. Her dokunuş, bedenimde bir ateş yaratıyor, içimdeki kırıklıkları unutturuyordu. O, benimle birlikte savrulurken, tutkuyla beni daha da kendine çekiyordu. Dili, dudağımın üzerinde gezinirken, hissettiğim her şeyin doruk noktasına ulaştığını düşündüm.

 

Gözlerimizdeki derinlik, bu öpüşmenin yalnızca bir fiziksel temas olmadığını gösteriyordu; ruhlarımızın en karanlık köşelerine kadar iniyordu. Onun nefesi, benimle kaynaşıyor, kalbimdeki her yaraya merhem gibi geliyordu.

 

Bir an, etrafımızda her şey silinip gitti. Sadece ikimiz ve bu tutku dolu öpüşme kalmıştık. Bedenlerimiz birbirine sarılırken, aramızdaki kıvılcım alev alev yanıyordu. O an, her şeyin ötesinde bir bağ kurmuş gibi hissediyordum; hayatın tüm yüklerinden uzak, sadece bu tutkunun içinde kaybolmuş gibiydi.

 

Başımı geri doğru yatırarak ondan zorla da olsa uzaklaştım. İçimdeki sıcaklık hâlâ canlıyken, "Duralım artık," dedim. Geri çekilip, arkamı dönüp arabaya doğru birkaç adım attım. Arkada onun sesi yankılandı.

 

"Eyvallah, bu kadar açık yapma kızım ya. Tamam, parmağında oynatıyorsun ama istediğini aldığımda sırtını dönüp gitme yani."

 

Aniden durdum ve ona döndüm. "Pardon, ben mi seni parmağımda oynatıyorum?"

 

Gözlerinde bir parıltıyla, "Oynatmıyor musun?" dedi. Cevap vermemin onu eğlendirdiğini görmem hoşuma gitti.

 

"Yoo, yani tamam, şirketini ben istemediğim hâlde çoğunu bana devrettin. Ben seni bırakıp gittiğimde peşimden geldin, hatta tabiri caizse peşimde köpek oldun," dedim, aramızdaki gerilimi biraz da alaycı bir şekilde yumuşatmaya çalışarak.

 

"Yavaş, o kadar da değil kızım be. Bizim de bir karizmamız var, öyle köpek falan... Koskoca Savaş Karaarslanlı için vallahi çarpılırsın!" dedi, gözlerinde alaycı bir bakışla.

 

"Hah, ne olmuş Savaş Karaarslanlıysan? Hayır, mafya babaları aşık olamıyorlar mı yani?" derken gülmemek için kendimi zor tuttum. Onun tepkisini iyi biliyordum ve bu anı kesinlikle kaçırmak istemiyordum.

 

"aşık ne ya, ergen miyiz biz?"

 

"Olur mu? Biz son yüzyılın en ‘müq’ çiftiyiz!" dedim, alaycı bir ifadeyle.

 

"Müq, şu mükemmelin kısaltması olan," derken bana doğru yaklaşmaya başladı. İçimdeki gülümseme daha da büyüdü.

 

"Aynen," dedim, ona doğru bakarak.

 

"Bu hoşuma gitti bak. Hem bize de uyuyor, böyle siyahla beyaz gibi," dedi, dudağının kenarı hafifçe kıvrılarak.

 

O an, ikimizin arasındaki enerji daha da yoğunlaştı. Ardından arabaya doğru yöneldik. Ben arka kapıdan binerken, Savaş önde direksiyona geçiyordu. Gözüm arabanın içindeki detaylarda kayboldu; dergiler, birkaç kutu atıştırmalık, ve arka koltukta yeni açılmış bir kitap duruyordu.

 

Savaş, anahtarı çalıştırıp motoru çalıştırırken, yola çıkmaya hazırdı. Ama sonra, bambaşka bir yola saptığını fark ettim. Bir an için içimde bir merak uyandı. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum, sesimdeki merakı gizlemeye çalışarak.

 

O, gözlerini yola sabitlemişken, " vallaha eve gidip çene çekecek halim yok, evde baya kalabalık zaten" diyerek yaka silkiyormuş gibi konuştu. Bense onun bu konuşmasına yandan yandan gülümsüyordum.

 

Araba, sakinliğin hâkim olduğu dar yollardan süzülürken, içimdeki düşünceler karmaşık bir sarmala dönüşmüştü. Savaş’ın direksiyon başında sakin ve kararlı duruşunu izlerken, günün ağırlığı omuzlarımı çökertiyordu.

İçimde iki farklı dünya vardı. Biri, adaletin, intikamın ve hesaplaşmanın dünyasıydı. Öteki ise burada, şu an, onunla birlikteyken hissettiğim dinginlikti. Arabadaki sessizlik, konuşmasak da içimizde fırtınaların estiği bir anı temsil ediyordu. Savaş'ın gerginliği de en az benimki kadar belirgindi; parmaklarının direksiyonu sıktığını fark ettim. Söylemediği, ama hep orada duran bir şey vardı aramızda. Onun ağzından dökülen kelimeleri hatırladım: "Parmağında oynatıyorsun ama..." Bunu söyleyip duruyor, ama bilmiyordu ki onun parmakları altında sıkışan aslında benim kalbimdi.

 

Mahkemede… babamın yaptığı, annemin ilk kez babama karşı durması, hiç tanımadığım leyla'nın gelip şahitlik yapması… Hepsini düşününce öylesine gerçek üstü duruyordu ki. Oradayken, bir süreliğine gerçeklikle bağlantım kopmuştu sanki. Yargıç konuşuyor, savunmalar yapılıyor, ama ben tüm bu kaosun içinde yalnızca babamın yüzündeki kızına duyduğu öfkeyi görüyordum.

Ve sonra Savaş… beni neşelendirmek isteyen küçük tatlı tebessümleri Sanki bir şey söylemek istiyordu ama söyleyemiyordu. Ya da belki zaten biliyordu: Ben, babamın suçu ya da suçsuzluğu üzerine değil, kendi intikamımı almaya odaklanmıştım. Öfkem, Savaş’a mı, babama mı yoksa çocukluğuma mı bilmiyordum.

 

Savaş'ın sesini duyduğumda, düşüncelerimin girdabından sıyrıldım: "Bu kadar sessizlik neye işaret?" dedi, yola odaklanmış hâlde. Gözleri önündeki manzaraya kilitlenmiş olsa da, sesinde bir yumuşaklık, belki de merak vardı.

 

“Bugün adliyede olanlar...” diye başladım, gözlerim camdan dışarıya bakarken. " Her şey o kadar karmaşık ki... Ne yapacağımı bilemiyorum.”

 

O, başını hafifçe çevirip bana baktı, ama sadece bir anlığına. “ Sen her zaman güçlü durursun, ama bazen savaşmanın da bir sınırı var,” dedi. “Babana karşı verdiğin bu mücadele seni yormuyor mu?”

 

Yormak mı? Belki de bu savaş, beni gerçekten de tüketiyordu. Ama babamın üzerimde bıraktığı gölgeyi silmek için başka çarem yoktu. Gözlerimi ona çevirdim, dudaklarım hafifçe titriyordu. “Beni en çok yoran şey, bu savaşı neden verdiğimi bile unutmuş olmam olabilir,” dedim sessizce. “İntikam mı, adalet mi, yoksa sadece beni bu hale getiren çocukluğumdan kurtulmak mı?”

Savaş derin bir nefes aldı. Gözleri, dikkatini tekrar yola verirken düşünceli bir şekilde dar yollardan geçişini sürdürdü. Araba, sessizlik içinde ilerlemeye devam ederken onun o an ne düşündüğünü kestiremiyordum. Sessizliği, anlayışlı ama aynı zamanda düşüncelerini saklayan bir adamın sessizliğiydi. Onunla konuşmanın her zaman zor olduğunu biliyordum. Beni kırmaktan korkar gibi bir hali vardı, ama bir yandan da onun içinde bastırdığı bir öfke, çözmeye çalıştığı bir düğüm vardı.

 

“Çocukluğundan kurtulmak...” diye tekrarladı. Sesindeki derinlik, her şeyi sorguladığını gösteriyordu. “Gerçekten kurtulabilecek misin sence? Babanın yaptıkları... hayatının her köşesine işlemiş. Bunu değiştirmek mümkün mü?”

 

Savaş, bir an duraksadı, sanki cümlesini tamamlayıp tamamlamamaya karar veriyormuş gibiydi. Sonra bakışlarını tekrar yola çevirdi, parmakları direksiyonu bir kez daha sıktı. "Belki de bazı şeyleri değiştirmek yerine, kabul etmeliyiz."

 

Sözleri beni irkiltti. Kabul etmek? Kabul mü edecektim? Onca yaşanan şeyleri nasıl kabul edebilirdim? Yıllarca taşıdığım o öfkeyi, adaletsizliği... içimde biriken tüm o kırgınlığı nasıl olur da bir kenara bırakabilirdim?

 

“Nasıl kabul edebilirim ki?” dedim, sesim biraz sertleşmişti. “Babam bana her zaman kendimi yetersiz hissettirdi. Annem bile ondan korktu... onun zulmünden kaçmak istedi. Şimdi benden bu savaşı bırakmamı mı istiyorsun?”

 

gözlerini kısa bir anlığına bana çevirdi. Yüzünde sakin, ama anlam dolu bir ifade vardı. "Sana bu savaşı bırakmanı söylediğimi mi sandın?" dedi. "Ben sadece... bazen kendine bir çıkış yolu araman gerektiğini söylüyorum. Babanla olan bu hesaplaşma seni bu kadar tüketmişken, kendini kaybediyorsun. Ya bu savaşın sonunda senin kaybedeceğin şey çok daha büyük olursa?"

 

O an söylediklerini sindirmek için birkaç saniyeye ihtiyacım oldu. Haklıydı ama içimdeki karmaşa onun sözlerinin bile anlamını bulanıklaştırıyordu. Ne kadar savaşırsam savaşayım, ne kadar öfkeli olursam olayım, bu savaş beni her gün biraz daha tüketiyordu. Ama yine de içimdeki o karanlık, öyle kolayca dağılacak gibi değildi.

 

"Ne kaybedeceğimi biliyorum," diye fısıldadım, gözlerimi tekrar yola çevirerek. "Ama bu savaşı bırakmak... bilmiyorum Savaş, belki de o zaman kendime ihanet etmiş olurum."

 

direksiyonun başında sessizce beni dinliyordu. Beni anlamaya çalıştığını hissedebiliyordum. Uzun bir süre sessiz kaldı, sadece arabanın motor sesi ve dışarıdaki hafif rüzgarın uğultusu duyuluyordu.

 

Sonra, beklenmedik bir şey yaptı. Aracı yavaşça kenara çekti ve motoru durdurdu. Yüzü bana dönük, kaşları hafif çatık bir halde bana baktı. "Ezim," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. "Kendine ihanet etmek, içindeki o masum kıza sırtını dönmek değil. Bazen en büyük ihanet, kendini bu öfkenin içinde kaybetmektir. Bunu hiç düşündün mü?"

 

Onun gözlerine baktım, sözlerinin ağırlığı içime işliyordu. Gerçeklerle yüzleşmek ne kadar zor olursa olsun, Savaş her zaman beni en derinden vurmayı başarırdı. Gözlerimde biriken yaşları engellemeye çalışarak derin bir nefes aldım.

 

“Peki, ne yapmamı istiyorsun?” dedim, sesim hafifçe titriyordu. “Bu savaşı bitireceksem, hangi yol var önümde? Babamı affetmek mi? Annemi kurtarmak mı? Ya da kendimi mi...”

 

Savaş, elini yavaşça omzuma koydu, sıcaklığı içimi ısıtırken gözlerime dikkatle baktı. “Ne yapman gerektiğini sen zaten biliyorsun. Ama önce kendine bir şans vermelisin. Bazen her şeyin çözümü savaşmak değil, bazen çözüm içindeki huzuru bulmaktır.”

 

O an, sessizlik içindeki fırtınanın biraz olsun dindiğini hissettim. Belki de haklıydı. İçimdeki huzursuzluğun kaynağı sadece babam değildi; yıllarca süren bu öfke, beni kendi içimdeki savaşın tutsağı yapmıştı.

 

Başımı hafifçe eğdim, gözlerim camdan dışarıdaki karanlık yollara kaydı.

Savaş'ın elindeki sıcaklık, kalbimin o yıllarca bilenmiş soğuk tarafını eritiyordu.

 

Umarım bölümü beğenmişsinizdir

En sevdiğiniz sahne hangisiydi?

Bu çiftçimizin uyumu sizdece woww değil mi?

Tamam arada tartışıyorlar ( opsiyonel) ama yinede iyi ikililer sizce?

Artık ne olacağını ben Bile kestiremiyorum. En iyisimi siz takipte kalmaya devam edin ve neler olacağını hep birlikte görelim. Ve gerçekten buraya kadar gelmişken yıldıza dokunmayı unutma bir sonraki bölümde görüşmek üzere 📍 🎀

Loading...
0%