Yeni Üyelik
5.
Bölüm

2. Bölüm DOĞUŞ

@sima.d

Hayatımın son zamanlarında ipleri tamamen bırakmıştım. Ne olacaksa olsun, diye düşünüyordum. Sanki düşündüğümde her şey düzelecekmiş gibi bir yanılgıya kapılmak anlamsızdı. Hayat, ben ne düşünürsem düşüneyim, beni hep sürüklüyordu. Ben de bu akışta bir şeylere tutunmaya çalışıyordum ama çabalarım nafileydi. Arabada ağır bir sessizlik vardı. Bu sessizliği bozansa şu patronu gibi nerden çıktığını anlamadığım gollum kılıklı herifti.

 

"Ne oldu? O adam sana ne söyledi?" diye sordu.

 

O adam demesi, kim olduğunu bilmediğinden değildi. Sadece ona bir isim bile vermek istemediğindendi.

 

"Onunla gitmemi, babamın yaptıklarını benim ödeyeceğimi zırvalayıp durdu," dedim. Savaş, kaşını hafifçe kaldırarak baktı.

 

"Onun oğlu olduğunu biliyor muydun?"

 

Yüzümü ekşiterek ona döndüm. "Eğer onun oğlu olduğunu bilseydim, asla görüşmezdim. şerefsiz iyi oynadı. Bardaki saldırıda oradaydı, Rıza Amca'nın ortaklarından biriymiş meğer. Sonrasında otelde karşılaştık, yemeğe çıkmayı teklif etti. Rıza Amca'nın ortağı olduğu için o günkü saldırıyla ilgili bir şeyler bildiğini düşündüm. Yemekte ağzından laf alırım diye kabul ettim."

 

Savaş, gözlerini benden kaçırarak yola odaklandı. "Peki ya biz burada olmasaydık, o zaman ne olacaktı? İşimi riske atıp geliyorum, sen ise seni kaçırmaya çalışan pe*eve*nkle yemeğe gidiyorsun."

 

Küfre takılmadım. Ama onun da altında kalamazdım. "Beni sorgulama, teklif sunan sensin. Bana ihtiyacı olan da sensin. Gelmeseydin de oradan çıkardım. Ki Farkındaysan, senden önce de çıktım."

 

Savaş sinirlenmişti, bunu gözlerinden anlayabiliyordum. Bana doğru dönüp, "Demek ben olmasam halledebilecektin, gerçekten mi? Güldürme beni. Başına buyruk hareket etmemeliydin. Sana yardım ettiysem hâlâ bir cevap vermediğinden."

 

"Senden yardım isteyen kim? Ben sana değil, sen bana geldin, hatırlatırım. Zaten senin gibi kaba saba bir mafya bozuntusuyla iş birliği yapmayı düşünecek kadar çaresiz değilim."

 

Savaş'ın gözleri öfkeyle parladı. "Ben de sana mecbur değilim. Sana bir seçenek sundum, ister kabul edersin, ister etmezsin. Seni zorla yanımda tutacak değilim."

 

Gollum, gözlerini kocaman açmış, hem şaşkınlıkla hem de merakla bize bakıyordu. "Siz gerçekten tuhafsınız. Savaş sana yardım etti, sen ise ona bağırıp çağırıyorsun."

 

Ona da çıkışacaktım ki, sözünü bitirmeme fırsat kalmadan devam etti.

 

"Ya sen, Savaş," dedi, hafif bir alayla karışık ses tonuyla.

"Belki de bu kız sana gerçekten yardım edecek. Seni tanımamasına rağmen bir şeyler yapmaya çalışıyor, sen ise ona durduk yere patlıyorsun. Tartıştığınız şeyin mantığını anlamaya çalışıyorum bir saattir, ama gerçekten bir anlam veremiyorum."

 

Savaş’ın yüzü asıldı. Kaşları çatıldı, Gollum’a doğru döndü. "Şimdi de başıma psikolog mu kesildin? Zaten yeterince başım ağrıyor, bir de senin gevezeliğini dinleyemem," dedi sert bir sesle.

 

Alayla gülümsedim. "Haspam, sanırsın İngiltere düşesi. Ne oldu, mafya bey, incilerin mi döküldü iki el ateş ettin diye?"

 

Savaş’ın dudakları ince bir çizgi haline geldi. "Her gün içinde olduğum şeyi bana mı anlatıyorsun?" diye sordu, sesi daha da derinleşerek. Konuşmalar giderek daha ağır bir havaya bürünüyordu.

 

Birden hepimiz sustuk. Arabanın motoru durdu, malikânenin önüne gelmiştik. Arabadan inip içeriye, büyük salona geçtik. Savaş, raflardan bir şişe viski çıkarıp iki kadeh doldurdu, sonra karşımdaki kanepeye yerleşti. Ben tekli koltukta oturmuş, düşüncelerimle baş başa kalmıştım. Babamı ve diğer herkesi düşünüyordum; kim olduğumu anlamalarını, bana yapılanların hesabını sormayı. Artık bu mesele benim için bir gurur meselesine dönmüştü. Bu adamla ortak bir hedefimiz vardı; çıkarlarımız için birbirimize ihtiyacımız vardı.

 

Sessizliği bozan ben oldum, önceki kavgamızın aksine sakin bir ses tonuyla, "Teklifini kabul ediyorum," dedim.

 

Savaş’ın yüzünde en ufak bir şaşkınlık belirtisi bile yoktu. Sanki bu cevabı bekliyormuş gibi, "Bunu kabul edeceğini zaten biliyordum," dedi sakin bir şekilde. "Şaşırdığımı pek söyleyemem."

 

"Şimdi ne olacak peki?" diye sordum. Sesim titremiyordu, bu yeni duruma ayak uydurmaya çalışıyordum.

 

"Her şey bundan sonra başlayacak," dedi Savaş, gözlerini viski kadehinden ayırmadan. "Babamdan bunun hesabını sormak istiyorum. Bana bunları yaşattığı için onu bin pişman edeceğim. Artık karşısında o eski Ezim’i görmeyecek, buna Harun Karadağ da dahil," dedim. Sesim kararlıydı. Bu kararlılık, içimdeki hırsın bir yansımasıydı.

 

Savaş, bana bakarken gözlerinde bir kıvılcım belirdi. "Hırslı olman güzel," dedi. "Ama planlı ve kontrollü olmalıyız. Düşünmeden atılmak, bize pahalıya patlayabilir."

 

Televizyon açıktı, haberlerde bizden bahsediyorlardı. "Ezim Akman ve Savaş Karaarslanlı, haklarında çıkan sevgili iddialarına sessiz kaldılar. Şu anda herkesin aklında iş adamı Savaş Karaarslanlı'nın manken sevgilisi Gizem Soylu ile ayrılık haberi çıkmadan Ezim Akman’la sevgili olması konuşuluyor."

 

"Senin sevgilin mi vardı?" diye sordum, şaşkınlıkla.

 

Savaş, soğukkanlı bir şekilde omuz silkti. "Gizem sadece iş ortaklarımdan birinin kızı," dedi. Masanın üzerindeki kumandayı alıp televizyonu kapattı.

 

"Peki, bu hakkımızda çıkan haber ne olacak? Bir açıklama yapmamız gerekecek," diye sordum.

 

Savaş, gözlerini tekrar bana çevirdi. "Bunu düşünme, çok önemli değil. Ben hallederim," dedi güvenle. "Yarın akşam bir davet var. Bu, basın açıklaması için gayet uygun bir zaman. Zaten yeterince vakit kaybettik. Artık ortaya çıkıp meydanda olduğumuzu göstermeliyiz."

 

Bu sözlerle ayağa kalktı, vitrinden iki şişe daha içki aldı. Onun neden bu kadar çok içtiğini merak ettim. Doğrudan sorsam cevap vermeyeceğini biliyordum. Belliydi ki, içini acıtan bir şey vardı, belki de geçmişinden gelen yaralar. Yine de, bu adamın içindeki karanlık benim için de bir gizemdi. Savaş’ın ardındaki gerçekleri çözmek, belki de bu ortaklığın en zorlu kısmı olacaktı.

 

“Yarınki davette babam da orada olacak,” dedim, gözlerimi Savaş’a dikip. “Babamı tanıdığını söylemiştin. Onu nereden tanıyorsun?”

 

Savaş hafifçe başını yana eğdi, kaşlarını çatarak, “Babanın orada olacağını nereden çıkardın?” diye sordu.

 

“Bu tür yemek davetlerine genellikle iş ortaklarından tut, tanıyan tanımayan birçok iş adamı katılır,” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Nereden biliyorsun deme, babamın şirketinde hisse sahibi olduğumu biliyorsun.”

 

Savaş gözlerini kısıp beni süzdü, bir an sessiz kaldı. “Babanın şirketine çoğunlukla gitmediğini duymuştum,” dedi alaycı bir tonla. “Bu tür bilgileri genellikle sekreter kadar mesai harcayan çalışanlar bilir.”

 

Omuzlarımı silkerek cevap verdim, “Şirkete gitmesem de bilgisayar üzerinden şirketin durumunu takip ediyordum.”

 

Savaş gülümsedi, dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrım belirdi. “Demek Dündar Akman’ın magazin güzeli kızı arada bir şirketle de ilgileniyormuş. İlginç.”

 

Kaşlarımı çatıp ona sert bir bakış attım. “Magazinde lanse edildiği gibi biri değilim. Sadece eğlenmesini bilen biriyim, o kadar. Beni hafife alıyorsun, tavsiye etmem. Ayrıca bu ikinci oldu, anlamadım sanma.”

 

Savaş gözlerini daha da kısarak bana doğru eğildi. “Hafife alırsam ne olur?” diye sordu, sesi meydan okurcasına.

 

Ona dik dik bakarak, meydan okuma sırası bendeydi. “İstersen dene de gör ne olduğunu,” dedim, sesim hafif bir alayla karışık flörtöz bir tondaydı.

 

Savaş alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi, gözlerindeki kıvılcımlar gitgide daha da belirginleşiyordu. Yanağında beliren çizgi, bir gamze gibi, yüzünü daha da çekici kılıyordu. “Ateşle oynuyorsun, prenses,” dedi, sesi alayla karışık bir uyarı niteliğindeydi. “Dikkat et de yanma.”

 

Gözlerimdeki ışıltıyı ve dudaklarımın kıvrıldığını fark ettiğinde, gülümsemesi genişledi. “Tehlikeyi severim,” dedim cesurca, gözlerimi onunkilere kilitleyerek.

 

Savaş, bakışlarını benimkilere kenetleyerek konuştu. “Fazla cesaret iyi değildir, Ezim. Bilmem anlatabildim mi?”

 

Kaşlarımı kaldırarak meydan okudum, “Hafife alınacak biri değilim, biliyorsun.”

 

“Hayır, bilmiyorum,” dedi, sesi artık ciddi bir tonda, meydan okurcasına.

 

Ona yaklaşıp gözlerimi kısmadan cevap verdim, “Beni zorlama, Karaarslanlı.”

 

Savaş, gözlerini hafifçe kısarak ve dudaklarında ince bir gülümsemeyle karşılık verdi, “Sen de benimle flörtleşme,” dedi, sesinde ciddiyetle karışık bir alay vardı.

 

Bu gerilim dolu bakışmaların ortasında, aramızdaki çekim neredeyse somut bir hal alıyordu. Kendi sınırlarımızı zorladığımızın farkındaydık, ama ikimiz de bu tehlikeli oyunun cazibesine kapılmıştık.

 

Bir anlığına ikimiz de sessizliğe gömüldük, bakışlarımızı birbirimizden kaçırdık. O an, aramızdaki gerilim bir an için hafifledi. Sanki az önce ateşli bir tartışmanın eşiğindeymişiz gibi değil de, sıradan iki yabancıymışız gibi hissettim. Ama biliyordum, bu tür tartışmaların sonu genellikle yatakta biterdi. Bu düşünce içimde bir titreme yarattı. Onunla yatmak... Şu anda, bu, bulunduğum durum için yeterince tehlikeliydi. En ufak bir hata, her şeyi berbat edebilirdi.

 

Savaş’ın bakışları masanın üzerindeki son içki bardağına kaydı. Tek bir hamlede bardağı alıp kafasına dikti. Onun içkiye olan dayanıklılığı beni etkiliyordu. Bu kadar içkiyi içip hâlâ sarhoş olmamak… Gerçekten de güçlü bir adamdı. Onun yerinde başka biri olsaydı çoktan sızmış olurdu. Ama Savaş, tüm bu içkiye rağmen ayık bir şekilde, sanki olan biten her şeyin farkındaymış gibi sakinliğini koruyordu. O, benimle soğukkanlı bir biçimde konuşmaya devam ediyordu.

 

Bakışlarım, bardağı boşaltırken dudaklarına takıldı. Dudaklarının hareketleri, alnındaki kırışıklıklar, bardağı kafasına dikerken boynunun gerilmesi… Savaş, sadece fiziksel gücüyle değil, içindeki duygusal fırtınaları da kontrol edebilen biri gibi görünüyordu. Onu izlerken, her bir detayına daha çok odaklandığımı fark ettim. Gözlerinin derinlerinde bir şey vardı, belki de yılların birikimi, acıların ve öfkenin bıraktığı izler.

 

Onu izlerken düşüncelerim karıştı, dudaklarımı ısırarak kafamdaki düşünceleri dağıtmaya çalıştım. Savaş, aniden bana doğru döndü. Gözlerinde hafif bir alay vardı ama aynı zamanda bir sıcaklık da hissediliyordu. O an, bakışlarımız tekrar kesişti ve aramızdaki gerilim yeniden yükseldi. Sanki kelimelerle değil, sadece bakışlarımızla konuşuyorduk. Bu sessizlik, kelimelerden çok daha fazla şey anlatıyordu. Aramızdaki bu görünmez bağ, tehlikeli ve çekici bir oyunun parçasıydı.

 

Ve ben, bu oyunda hata yapmamam gerektiğini çok iyi biliyordum.

 

“Hâlâ neden sarhoş olmadığıma şaşırdın değil mi?” dedi, derin bir iç çekişle. “Artık alışkın olduğum için, istesem de kendimi kaybedecek kadar içemiyorum ve bundan nefret ediyorum.”

 

Sesi, bir tür teslimiyetle doluydu. Yanına gidip oturdum, kolum onun koluna değdi. Temasımız elektrik gibiydi, kısa ama etkili. Onun içindeki karanlığı hissedebiliyordum; çünkü kendi karanlığım da aynı şekilde içimde büyüyordu.

 

“Ben de karanlıktan nefret ediyorum,” dedim, sesim alçak ama kesin. O kadar yakındık ki nefes alış verişlerimizi duyabiliyordum.

 

Yüzüme baktı, sözlerimin arkasında bir şaka mı var, yoksa ciddi miyim anlamaya çalışıyordu. Gözlerindeki sorgulama bakışını fark ettim.

 

“Senin gibi adamlarla dövüşen, silah kullanmasını bilen bir kadın karanlıktan korkuyor, öyle mi?” diye sordu, alaycı bir tonda. “Tuhafsın.”

 

“Korkuyorum demedim, nefret ediyorum dedim,” diye düzelttim, kaşlarımı çatarken. “Ayrıca ben mi tuhafım? Sen benden daha tuhafsın.”

 

Savaş bana anlamayan gözlerle baktı, yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. Onun bu alaycı tavrı beni daha da konuşmaya itti.

 

“Küçükken annemle babamın sürekli işleri olurdu,” diye başladım, gözlerimi uzaklara dikip. “Sanki bize ayırabilecek vakitleri hiç yokmuş gibi. Ben ve abim sürekli beraber yatar, karanlıkta parlayan yıldızlara pencereden bakardık. Abim beni kollarına alıp hayatımdaki eksiklikleri unutturmaya çalışsa da ben hep geceleri karanlıkta uyumaktan nefret ederdim. Hâlâ da nefret ediyorum.”

 

Sözlerim havada asılı kaldı. Savaş, yüzünü yana çevirerek uzaklara baktı, sanki geçmişinin gölgelerinde kaybolmuş gibi.

 

“Abinin hâlâ hayattayken kıymetini bil,” dedi, sesindeki derinlik bir an için canımı acıttı. “Senden gittikten sonra hiçbir anlamı kalmıyor.”

 

Bir anlığına onun yüzüne baktım, gözlerindeki hüzün dalgaları içimde yankılandı. O da kayıplar vermişti, tıpkı benim gibi. Kayıplar, insanın ruhunu kemiren, derin yaralar açan şeylerdi. Ona doğru bir adım daha attım, içimdeki acıyı anlamasını istiyordum.

 

“Seni bu kadar üzen şey de bu değil mi?” dedim yavaşça. “Değiştiremediklerin.”

 

Savaş’ın gözleri bir an kapandı, sanki acılarını hatırlıyormuş gibi. “Geçmiş,” dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi, “üstünden ne kadar geçerse geçsin, acıtıyor.”

 

Sözleri içime işledi. Onun yanında, acılarımızın ağırlığını paylaşan iki yaralı ruh gibiydik. Ama bu acının bir sonu olmalıydı, içindeki bu karanlığa daha fazla batmasına izin veremezdim.

 

“Bu kadar içme,” dedim, sesimi yumuşatarak. “Sarhoş olmasan da, sabah kafa patlatır.”

 

Savaş, yüzünü bana çevirdi, bakışlarında alayla karışık bir sıcaklık vardı. “Ne o,” dedi, dudaklarının kenarı yukarı kıvrılarak, “şimdi de beni mi düşünmeye karar verdin?”

 

Gözlerimi devirdim, hafif bir gülümseme dudaklarımda belirdi. “Düşüneceğim son şeysin,” dedim, sesime hafif bir alay katarak. “Ama mecburen bir süre sana katlanacağım.”

 

Savaş, beni duymazdan gelmiş gibi bir kenara çekildi, gözlerini tekrar önündeki boş bardağa dikti. Kafasında neler döndüğünü merak ettim. Onun düşüncelerine nüfuz etmek istedim, ama bu, hiç kolay olmayacaktı.

 

“Neyse,” dedi sonunda, içindeki ağırlığı bir kenara bırakıyormuş gibi. “Uykum var. Senin gibi sabaha kadar içemem.”

 

Onu izlerken, onun karanlığının bir parçası olduğumu fark ettim. İkimizin de geçmişi yaralıydı ve bu yaralar bizi birbirimize çekiyordu. Ama bu karanlıkta kaybolmamak için dikkatli olmalıydım. Çünkü Savaş’ın karanlığı, benimkinden çok daha derindi ve içine çekilmek işten bile değildi.

 

Kalkıp odama geçtim. Ne değişik bir adamdı. Böylesine güçlü birinin bu kadar acı çekmesi tuhaftı. Dışarıdan hiç öyle görünmüyordu. Gerçi ben de onun gibiydim. Dışarıdan bakıldığında Dündar Akman’ın biricik kızı, ama içeride, umrunda bile olmayan kızı. Kimse içimde olanları bilmiyordu ve aslında bu, umrumda da değildi. Bu yüzden kimseyi umursamadım; en başta da babamı. Kendi eğlenceme baktım, kim ne derse desin. Bana göre doğru olan buydu. Başkalarının ağzıyla yaşayan insanları gördükçe, tam tersi için hep çabaladım.

 

Üzerimi çıkardım ve pijamalarımı giyip yatağa girdim. İyi bir uyku çekmek istiyordum. Ama öncesinde telefonuma bakmalıydım. Çevreme bakındım, ancak telefonumun oteldeki çatışma sırasında kaldığını hatırladım. Yarın gidip almam gerekecekti. Bu düşünceler kafamda dolanırken, çoktan yatağa uzanmıştım. Sırtım balkon kapısına dönük, gözlerimi kapamaya çalışıyordum ama karanlık sanki üzerime çökmüştü. Yatakta dönüp pozisyonumu değiştirdim, başımı balkon tarafına çevirdiğimde kocaman, tertemiz dolunayı gördüm. Bu gece çok güzeldi. Biraz temiz hava iyi gelir diye düşündüm.

 

Yataktan kalkıp balkon kapısını açtım ve serin, ferah havayı derin bir nefesle içime çektim. Uzun zamandır ilk defa bu kadar özgür hissediyordum. O sırada bir ses geldi ve yan tarafa doğru baktığımda Savaş’ın benim yan odamda olduğunu ve onun da balkona çıktığını gördüm. Bir an göz göze geldik. O bana bakarken, ben de ona bakıyordum.

 

Gözlerinde beliren bir parıltı, bana konuşmadan da bir şeyler anlatıyordu. Aramızda geçen her şeyin, bu gece altında bir anlam kazandığını hissettim. Belki de ikimiz de geçmişin yaralarını, bu balkonda, bu dolunayın altında iyileştirmeye çalışıyorduk. Savaş, kaşlarını hafifçe kaldırarak bana bakıyordu. Gözlerimi ondan kaçırmadım, sanki bakışlarımızla bir şeyleri paylaşmaya çalışıyorduk.

 

"Uyurgezer falansın herhalde," diye sordu, sesinde alaycı bir ton vardı.

 

"Aynen, birazdan bütün malikaneyi turlarım. Belki senin odana da uğrarım," dedim, kaşlarımı hafifçe kaldırarak. Onunla böyle atışmak tuhaf bir şekilde hoşuma gidiyordu, sanki bir oyun oynuyorduk.

 

"Uğrarsan çıkamazsın," dedi gözlerini kısmış, meydan okurcasına.

 

"O kadar iyi misin? Sanmıyorum," diye karşılık verdim, alayla gülümseyerek.

 

"Seninle yatak hayatımı konuşacak değilim. Heveslenme," dedi, kaşlarını hafifçe kaldırıp bakışlarını kaçırmadan.

 

"Lütfen odama gel, Karaarslanlı," dedim, sesime yapmacık bir kırılganlık katarak. Dudaklarımda sinsice bir gülümseme vardı. Onu kızdırmak beni eğlendiriyordu.

 

"Bana ilk yalvaran değilsin, o yüzden zerre kadar etkilenmedim," dedi burnunu kıvırarak, küçümser bir ifadeyle.

 

"Ben de ilk defa yatağıma birini çağırmıyorum zaten," diye karşılık verdim, sanki onun umursamazlığı beni hiç etkilememiş gibi.

 

Bu sefer o bana yandan muzip bir bakış attı. Küçük bir an için, bakışlarımız birbirine kenetlendi. Gözlerimizle bir şeyler söylüyorduk, ama kelimelere dökmek imkansızdı. O an, sanki zaman durmuştu ve sadece ikimiz vardık. İlk göz temasını bozan ben oldum, bakışlarımı ondan kaçırarak arkamı döndüm ve sessizce odaya girdim.

 

Sırtım ona dönükken, arkamdan baktığını hissedebiliyordum. Gözlerinin sırtımda gezindiğini, nefes alışverişimin hızlandığını fark ettim. Bu kadar açık konuşmak, normalde beni rahatsız etmezdi. Her zaman kendimden emin ve rahat olurdum bu tür durumlarda. Ama onunla olan bu diyalog, bir şeyleri değiştirmişti. Aramızda bir kıvılcım vardı, henüz adını koyamadığım, ama açıkça hissedebildiğim bir çekim.

 

Daha önce birçok erkekle bu tür flörtöz atışmalarım olmuştu, hem de daha açık ve uygulamalı bir şekilde. Ama hiçbirinde böyle hissetmemiştim. Kalbim hızla çarpıyor, vücudumun her hücresi onun varlığına duyarlı hale geliyordu. Tabii ki bu, onun çok yakışıklı ya da seksi bir adam olmasından değil, dedim kendime. Uzun zamandır sevişmemiş olmanın etkisiydi belki de. Saçma sapan düşünceler, hormonların esiri olmuş bir zihnin oyunları.

 

Her ne olursa olsun, onunla aramızda sadece bir ortaklık vardı. Sadece menfaatler uğruna bir araya gelmiş, çıkar ilişkisi içinde iki yabancı. Ama bu düşünce bile, onun gözlerinde gördüğüm o bakışın etkisini silemiyordu. Odaya girdim, derin bir nefes aldım ve kapıyı kapattım. Kalbim hala hızlı hızlı atıyor, zihnimdeki düşünceler ise bir türlü dağılmıyordu. Bu gece, uykusuz geçeceğe benziyordu.

 

Akşam yemeği bahanesiyle çıkmıştım evden, ama gecenin sonunda yine bu adamın evinde bulmuştum kendimi. Şimdi ise onun odasının yanındaki odada uyumaya çalışıyordum. Yatak odasında yatak örtüsü mükemmel bir şekilde düzeltilmiş, odanın her köşesi dikkatlice yerleştirilmişti. Her şey kusursuzdu, sanki burada hiç kimse yaşamıyormuş gibi. Ama bu gece odaya yayılan hafif içki kokusu ve duyulan uzak şehir uğultusu, burada birinin var olduğunu hatırlatıyordu.

 

Yatağa uzanıp tavana baktığımda, düşüncelerim birbiriyle yarışıyordu. Tüm dikkatimi Harun Karadağ’a ve babam olacak adama vermeliydim. Harun’un gizemli havası, bana her zaman tetikte olmam gerektiğini hatırlatıyordu. Ama gözlerimi kapattığımda, yorgunluğun ağırlığı altında düşüncelerim bulanıklaştı ve uykunun sıcak kollarına kendimi bıraktım.

 

Sabah, yüzüme vuran ilk güneş ışıklarıyla uyandım. Gözlerimi kırpıştırarak açtım ve odanın içini dolduran altın sarısı ışığa baktım. Saat erkendi, güneş henüz yeni doğmuştu. Gökyüzü pembemsi bir parıltıyla kaplıydı ve serin sabah havası pencere perdesinin ardından süzülüyordu. Dün gece, yatmadan önce balkon kapısını açık bırakmıştım. Şimdi ise, rüzgarın etkisiyle kapı kapanmış, odanın içi sıcaktan adeta kavruluyordu. Yatağımdan kalktım ve kapıyı tekrar açtım. Dışarıdan gelen taze sabah esintisi, odanın boğucu havasını dağıttı.

 

Duşun altında suyun sıcaklığını hissetmek, beni hayata döndürdü. Su, vücudumdaki tüm gerginliği ve dünkü geceye ait izleri yavaşça silip süpürdü. Saçlarımın arasından süzülen su damlaları, omuzlarımdan aşağı kayarak ayaklarımın altındaki beyaz seramiklere düşüyordu. Duşu kapatıp havluyu bedenime doladığımda, aynadaki yansımama baktım. Gözlerim hala uykulu, ama yüzümde bir kararlılık vardı.

 

Odaya geri döndüğümde, temiz havlunun yumuşak dokusunu hissederek üzerime geçirdim. Eteğimi giyip, üstüme bir sütyen geçirdiğim sırada odanın kapısı aniden açıldı. Altımda sadece etek, üstümde ise sütyenle kalakalmıştım.

 

“Kusura bakma, kapıyı çaldım ama duymadın. Ben de girmek zorunda kaldım,” dedi, odaya giren kız. Sesi hafif bir tınıyla yankılandı odada, yüzünde belirsiz bir utanç ifadesi vardı.

 

Duşta olmanın getirdiği rehavetle, “Duştaydım, ondan ses gelmemiştir,” dedim, biraz şaşkın biraz da meraklı bir bakışla ona bakarak. Kız, benimle karşılaşmayı beklemediği anlaşılan bir ifadeyle kısa bir an duraksadı, sonra yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

 

“Doğru, henüz tanışmadık,” dedi, elini nazik bir jestle uzatarak. “Ben Yaren, Yaren Karaarslanlı.”

 

Bu kızın gözlerinde bir şey vardı, keskin ve ölçülü. Bana yaşça yakın görünüyor, ama üzerindeki kendinden emin duruşu, sanki yaşımdan çok daha büyükmüş gibi hissettiriyordu. Kaşlarımı hafifçe kaldırarak onu süzdüm, içimdeki merak kabarmıştı. Karaarslanlı... Bu kız savaşın kardeşi miydi? Yoksa. Bu adamın bi de kardeşi mi vardı. Her gün yeni bir sürprizle karşılaşmak gerçekten de bu adamın hayatının bir parçası gibiydi.

 

Ona hafif bir tebessümle karşılık vererek, “Ben de Ezim, Ezim Akman,” dedim. Sesim sakin ve ölçülüydü. “Umarım sabah sabah odama girmenin bir açıklaması vardır yarencim.” Cümlenin sonunda ona alaycı bir şekilde göz kırptım, Yaren ise bu hareketime içten bir gülümsemeyle karşılık verdi.

 

“Aslına bakarsan, sadece abimle sevgili olan kızı yakından görmek istedim,” dedi, sözlerine küçük bir alay katarak. Gözlerinde eğlenceli bir ışık parladı.

 

Başımı hafifçe yana eğip, “Haber asılsız olsa bile mi?” dedim, üzerime ince bir ceket geçirirken. Bu konudaki söylentilerin aslında hiçbir doğruluk payı olmadığını belirtmek istiyordum.

 

Yaren omuz silkti, “Bak, bunu bilmiyordum. Herkes sizi şimdiden sevgili ilan etti bile,” dedi, hafif bir gülüşle. Konuşmasında bir hafiflik vardı, bu tür dedikodulara alışkın olduğunu hissettiriyordu.

 

Bu tür söylentilere her zaman hazırlıklı olmuştum. “O sadece magazinin uydurması,” dedim, hafif bir tebessümle “Zaten dünyada bir o bir ben kalsak, yine onunla olmaz.”

 

Yaren, gözlerini hafifçe kısarak bana baktı. “Bu kadar kesin konuşma, gelecekte ne olur bilemezsin,” dedi, yüzünde kışkırtıcı bir ifade. “Biliyor musun? Doğru olmadığını bilsem de, abimin seninle adının anılması beni mutlu etmedi değil.”

 

Bu açıklama ilgimi çekmişti. “Benim gibi bir kadınla adının duyulması çok güzel olsa gerek, anlıyorum,” dedim, gözlerimde bir parıltıyla. Yaren’in söylediklerinde bir doğruluk payı var mıydı, yoksa bu sadece bir kardeşin masum merakı mıydı, anlamaya çalışıyordum.

 

“Arat’ın bahsettiği kadar varmışsın,” dedi Yaren, sanki içinden geçeni ilk defa dile getiriyormuş gibi.

 

“Arat dediğin şu Gollum mu?” dedim, yüzümde hafif bir gülümsemeyle. Arat’ın bu lakabı sevmediğini biliyordum ama yine de ona böyle seslenmekten keyif alıyordum.

 

Yaren bu sözlerime kıkırdayarak karşılık verdi. “Cidden ona Gollum mu diyorsun? Böyle lakap işlerine çok sinir olur,” dedi, gözlerini devirerek.

 

“Ben söyleyince bir şey söylemedi ki,” dedim aldırmaz bir tavırla. “Söylese de önemli değil, söylemeye devam ederim.”

 

Yaren ile bu kısa ama samimi sohbet, beni beklediğimden daha fazla eğlendirmişti. Karşılıklı birkaç gülüşmeden sonra, "Neyse, çıkalım istersen," dedi Yaren, hafif bir el hareketiyle kapıyı işaret ederek.

 

Bu sırada makyajımı tamamlamış ve giyinmiştim. Birlikte odadan çıkıp merdivenlerden aşağı indik. Merdivenler, geniş salona açılıyor ve salondan yayılan yemek kokusu, mutfağın hemen yanında büyük bir yemek odası olduğunu haber veriyordu. Salonda birkaç kişi kahvaltı hazırlıklarıyla meşguldü. Yaren ile yan yana, kahvaltı masasına doğru yürüdük. Masa, ince bir zevkle düzenlenmiş, her şey yerli yerindeydi. Savaş, masanın başında oturuyordu, yanındaki sandalyede ise Arat, yani benim Gollum olarak adlandırdığım adam vardı. Savaş'ın diğer yanında boş bir sandalye duruyordu. Gözlerimle Savaş'ı buldum, bana baktığını fark ettiğimde hafif bir tebessüm belirdi yüzümde.

 

Onun yanına doğru yürüyüp, boş sandalyeye otururken, içimde bir yerlerde bu insanlara karşı büyüyen bir aidiyet duygusunu hissediyordum. Belki de her şey, bu masada oturanlarla ilgiliydi. Belki de kendi yerimi bulmam bu masadan geçiyordu. Ama bir yandan da dikkatli olmalıydım; çünkü bu dünyada her şey, göründüğü kadar basit değildi.

 

Savaş gözlerini bana dikti ve sakin bir sesle, “Akşamüstü çıkacağız. Davet için seni almaya gelirim,” dedi. Ses tonu, her zamanki gibi kararlı ve emrediciydi. Ondan beklenen tam da buydu. Kısa ve net.

 

“Tamam,” dedim, başımı hafifçe sallayarak. Aramızda kurulan bu anlaşmanın sessizliğini bozmamak için fazlasını söylemeye gerek yoktu. Gözlerimi onun üzerinde birkaç saniye daha tutup, masaya geri döndüm.

 

Nihan, Savaş’a dönerek konuştu. Sesinde endişeli bir ton vardı. “Abi, bu magazin olayında Gizem, babasını seninle ortak olmaktan vazgeçirmeye çalışırsa ve bu olay diğer üyelere de yansırsa ne olacak? Zafer Amca kızını ne kadar önemser bilirsin. Sen onların liderisin, şimdi biri böyle bir şeyle isyan başlatırsa ne yapacağız?”

 

Bu "lider" meselesi dikkatimi çekmişti. Savaş’ın çevresinde dönen bu güç dengelerinin tam olarak farkında değildim, ama bilmem gerektiğini hissediyordum. Bu dünyanın kurallarını ve içindeki oyunları anlamak zorundaydım. Savaş’ın hayatının bir parçası olduğumda, onun sırlarının ve işlerinin de bir parçası oluyordum. Artık daha fazlasını öğrenmem gerekiyordu.

 

Savaş, Yaren’e bakarken rahat bir gülümseme takındı. “Kimse hiçbir şey yapamaz,” dedi, omuz silkerken. Bu basit hareket, onun kendine olan güvenini ve etrafındaki her şeyi kontrol edebilme yetisini gösteriyordu. “Hepsinin bana ihtiyacı var. Ayrıca, Gizem’i yıllardır tanıyorum. Böyle bir şey yapmaz.”

 

Savaş’ın sözlerindeki kararlılık ve kendine güven, masada kısa bir sessizliğe yol açtı. Herkes onun bu durumları ne kadar ustalıkla yönettiğini biliyordu. Bu yüzden kimse, onun sözüne karşı gelmeye cesaret edemezdi. Gözlerimi Savaş’tan ayırmadan, etrafımda dönen bu güç oyunlarının büyüklüğünü ve ciddiyetini hissettim.

 

Arat, yani benim Gollum dediğim adam, kendini bu diyalogdan eksik bırakmamak adına söze karıştı. “Her şey bitti, bir de bu mu çıktı şimdi,” diye homurdandı. Ses tonu, bu tür olaylara alışkın birinin sabırsızlığıyla doluydu.

 

Yaren, kaşlarını kaldırarak Gollum’a doğru döndü ve bir kahkaha patlattı. Gözlerinde eğlenceli bir ışıltı vardı. “Ezim sana Gollum diyormuş. Cidden benziyorsun! Bunu daha önce nasıl fark etmemişim?” dedi, alaycı bir şekilde gülerek.

 

Arat, bu benzetmeden pek de hoşnut görünmeyen bir yüz ifadesiyle mırıldandı, “Bu nereden çıktı şimdi?” Gözlerinde memnuniyetsiz bir ifade vardı, ama aynı zamanda aldırmaz görünmeye çalışıyordu. Kendi çirkin yüzünü bir ayna karşısında ilk kez görmüş gibi rahatsız olmuştu.

 

Savaş ve ben, bu komik diyalogu sessizce izlerken, yüzümüzde hafif bir gülümseme belirdi. Savaş’ın dudakları hafifçe kıvrılmıştı, gözleri ise ciddiyetini kaybetmeden bu küçük aile dramını izliyordu.

 

Arat’ın huzursuzluğu beni rahatsız etmiyordu; tam tersine, bu tür küçük oyunların içinde olmak hoşuma gidiyordu. Özellikle de bu insanlar arasında benim de bir yerimin olduğunu hissetmek. Yaren’in şakaları ve Gollum’un buna tepkisi, sabahın erken saatlerinde kahvaltı masasında geçen bu dakikalara sıcaklık katmıştı. Güne, bu tuhaf ama eğlenceli insanların yanında başlamış olmak, bir şekilde içimi rahatlatmıştı.

 

Ancak içimde, bu sıcak ve rahat ortamın arkasında daha derin, daha karanlık bir şeylerin gizlendiği hissi hâlâ duruyordu. Her şey yüzeyde göründüğü kadar basit değildi ve ben, bu karmaşık oyunların içinde hayatta kalmak için daha fazla bilgiye ihtiyacım olduğunu biliyordum. Savaş’ın yanında olmak, onun sırlarını paylaşmak anlamına geliyordu. Ve bu, kendi sırlarımı da onunla paylaşmam gerektiği anlamına geliyordu. Ama henüz o noktada değildik. Şimdilik, sadece bu oyunun bir parçası olmaktan keyif alıyordum.

 

Gollum sert bir ifadeyle, “Hep senin marifetlerin. Saçma sapan bir şey buldun, ağzına laf verdin şunun,” dedi. Ardından savaş masadan usulca kalktı.

 

Ben, sessizce kahvaltıma devam ederken, yaren ve Gollum bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Gollum, bu evin uzun zamandır sır küpüydü; ama şu anki bakışları, Savaş’ın tepkisinin nedenini bilmediğini açıkça gösteriyordu.

 

Yaren, sessizliği bozan ilk kişi oldu. “Ne daveti bu? Abim davetleri falan sevmez, nereden esti böyle?” diye sordu.

 

Gollum alaycı bir tonla, “Bu davet boy göstermek için de, ondan,” diye yanıt verdi.

 

Yaren’ın yüzünde birdenbire bir aydınlanma oldu. “Çok güzel kırmızı bir elbise sipariş etmiştim. Bugün geliyor, onu giysene! Hem sana da çok yakışır,” dedi. Sesi heyecanla doluydu, sanki davet değil de bir moda gösterisi için hazırlanıyormuşuz gibi.

 

Yaren’ın önerisi beni biraz rahatlatmıştı. “Cidden mi? Beni bu elbise derdinden kurtardın. Bir de onu düşünmeyecektim şimdi,” dedim gülümseyerek. Onun bu kadar düşünceli olması hoşuma gitmişti. Kahvaltıyı bitirdikten sonra yaren ve ben masadan kalktık. Gollum da Savaş’ın arkasından çıktı, kapıdan ağır adımlarla ilerleyen Savaş’ın izini sürüyordu.

 

Biz yukarı, odama çıktık. Biz sohbete dalmıştık ki kapı çaldı ve elbise geldi. Yaren, elbiseyi görünce gözleri parlayarak kutuyu açtı ve yanımda hazırlanmaya başladı. Ben makyajımı çoktan bitirmiştim, saçlarımı yapıyordum. Ensemde sıkı bir at kuyruğu yaptım, yüzümü ortaya çıkartan bu stil hoşuma gidiyordu. En son elbiseyi giydim ve aynanın karşısına geçtim.

 

bana büyülenmiş gibi bakarak, “Normalde de çok güzel bir kızdın ama şu anda insanın baktıkça bakası geliyor sana,” dedi hayranlıkla. Sözleri beni gülümsetti.

 

“Her zamanki güzelliğim,” dedim şakayla karışık bir edayla. Aynada saçlarımı son kez düzelttim.

 

bana bakmaya doyamıyordu. “Ben bile sana bakmaya doyamazken abim kesin bayılacak sana,” dedi göz kırparak.

 

Ona göz devirdim, ama içten içe söylediği şeyden hoşlandığımı inkâr edemezdim. ciddileşerek, “Bakma öyle, çok yakışıyorsunuz. Aranızda da bir çekim olduğunu anlamamak için kör olmak lazım,” dedi.

 

Bunu inkâr edemezdim; Savaş’la aramızda bir çekim vardı. Ancak o ve ben mi? Birbiriyle hiç alakası olmayan iki farklı kişilik. Üstelik, böyle bir şey olsa bile, şu anki durumda doğru olmazdı. Bu yüzden önüme bakmalı, Savaş Karaaslanlı ile vakit öldüremeyeceğimi kendime hatırlatmalıydım.

 

“Öyle bir şey yok,” dedim, sesim sakin ve kararlıydı. “Ha, tabii abin bana âşık olmuşsa orasını bilemem, sonuçta bana ilgi duyan ilk erkek değil.”

 

gözlerinde alaycı bir parıltı belirdi. “O sana ilgi duyuyorsa, sen de karşılık verirsin yani,” dedi.

 

“Benimle ilgilenen her adamla olsaydım, işim işti. Şu an daha önemli işlerim var,” dedim soğukkanlılıkla. gülümsedi, ben de gülümsemesine karşılık verdim. Her şeyin bu kadar basit olmasını diledim, ama içimdeki karmaşayı kimseye göstermemeliydim. Şu an önemli olan tek şey, bu davetin bizim için ne anlama geldiğini görmek ve bunu gösterebilmekti.

 

Yaren, yarım ağız gülümseyerek saate baktı. "Aşağı insek iyi olur, belki de gelmiştir," dedi. Birlikte salona indiğimizde yaren'in telefonu çaldı. Yanımda konuştu; abisinin geldiğini ve dışarıda beklediğini söyledi. “Tamam, beraber gidelim,” dedim.

 

Salondan çıkıp verandadan geçtik. Üzerimde yaren’in seçtiği, önden çapraz dekolteli ve yırtmaçlı kırmızı elbise vardı. Gerçekten zevkliydi, elbise üzerimde adeta ateş ediyordu.

 

Dışarı çıktığımızda, Savaş’ı arabasına yaslanmış, sigara içerken bulduk. Yanına yaklaştığımızda kafasını çevirip bize baktı. Gözleri bana kaydı ve beni baştan aşağı süzdü. Sigarasını yere atıp ezdikten sonra soğukkanlı bir sesle, “Hazırsanız gidelim,” dedi.

 

Gözlerinde beliren o kısa süreli parıltıyı yakaladım; ağzının suyunun aktığını görmek için fazla çaba sarf etmeye gerek yoktu. Ama duygularını öyle güzel gizliyordu ki, etkilenmeyen kişi o sanabilirdiniz.

 

Arabaya bindik; ben ön koltukta, Nihan arka koltuktaydı. Yaren, arka koltuktan öne doğru eğilip sohbete katılmaya çalışıyordu. “Ezim, nasıl olmuş abi?” diye sordu.

 

Savaş, gözlerini yoldan ayırmadan, “Olması gerektiği gibi,” dedi. Sesi düz ve duygusuzdu.

 

Başımı yana çevirip ona baktım. Birkaç saniye boyunca göz göze geldik. Bakışlarındaki derinlik beni içine çekiyordu, neredeyse zaman durdu diye düşünebilirdim.

 

Yaren hemen araya girdi. “Gözlerinizle konuşuyorsunuz ve ben sizi duyamıyorum, biraz sesli lütfen,” diyerek ikimizi de yeterince gerdi.

 

Bu ufak çıkıştan sonra sessizlik yeniden hakim oldu. Yaren, arka koltukta otururken bizi izliyordu, adeta bu anı kaçırmak istemiyordu. Ara sıra abisine kaçamak bakışlar atıp beni işaret ediyordu. Bense bu duruma gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

Davetin olduğu yere yaklaşmak üzereydik ki birden, arka koltuktan gelen iki el silah sesiyle irkildik. Kurşunların ani patlaması içimde bir deprem etkisi yarattı. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Seslerin kesilmesiyle birlikte arkamıza baktığımda, Gollum’un bizi takip eden bir arabadan indiğini gördüm. Demek ki seslerin kesilmesinin sebebi oydu. Silah seslerinin yankısı hâlâ kulaklarımda çınlarken, arabada ben ve Savaş, dehşetle birbirimize baktık.

 

Savaş’ın gözlerinde önceki bakışlarının yerini öfke ve kontrol edilemeyen bir endişe almıştı. O an, bu işin basit bir davetten çok daha fazlası olduğunu anlamıştım.

 

“Neyin nesiydi şimdi bu?” diye sordum, sesi titrek bir merakla.

 

Savaş, çenesini hafifçe sıkarak, “Bilmiyorum, ama gitmem lazım,” dedi. “Sen arabayı kullanıp önden git, ben hemen arkadan geliyorum.”

 

“Tamam, ama çabuk ol,” diye karşılık verdim.

 

Savaş aceleyle uzaklaşırken ben sürücü koltuğuna geçtim. Nihan da yan koltuğa yerleşti. Zaten varış noktasına fazla yol kalmamıştı; birkaç dakika sonra davetin yapılacağı binanın önüne gelmiştik bile. Arabadan Nihan’la beraber indik.

 

Ancak daha adımımızı atar atmaz, flaşların patlaması ve seslerin yükselmesiyle magazinciler etrafımızı sardı. Gözlerim bir anlığına parıltılarla doldu.

 

“Ezim Hanım, birkaç poz alabilir miyiz?” diye seslendiler. Kendimi, farkına varmadan, kapının önündeki kırmızı halıda buldum. Duruşumu toparlayıp zoraki bir gülümsemeyle poz vermeye başladım. Nihan, kameraların arkasında durup bana bakıyordu; gözlerindeki endişeyi hissedebiliyordum.

 

Kameraların deklanşör sesleri art arda geliyordu, bir yandan da sorular soruluyordu. Sanki biri beni köşeye sıkıştırmış gibi hissettim. Nihayet, bir gazeteci daha cesurca öne çıkıp sordu:

 

“Savaş Karaarslanlı’yla aşk iddialarına ne diyeceksiniz? Bir süredir sessizdiniz.”

 

Tam yanıt verecek bir şeyler bulmaya çalışırken, yan tarafımda bir hareket hissettim. Başımı çevirip baktığımda, Murat Karadağ’ın yanımda olduğunu gördüm. O da kırmızı halıda poz vermek için hazırda bekliyordu. Bu karşılaşma beklenmedikti ve ben, hemen oradan uzaklaşmak için hareketlenirken, Murat’ın bana doğru daha da yaklaştığını fark ettim.

 

“Murat Bey, Ezim Hanım’la birlikte fotoğraf alabilir miyiz?” diye sordu bir başka gazeteci. Daha itiraz etmeme fırsat kalmadan, Murat gülümseyerek cevap verdi:

 

“Tabii, Ezim Hanım da bana kendisiyle bir fotoğraf çekme şerefini lütfederse,” dedi.

 

Tam elini belime atmak üzereydi ki, aniden bir el daha belime sarıldı. O tanıdık, güçlü dokunuşu hemen hissettim. Başımı çevirip baktığımda, Savaş’ın kararlı bakışlarıyla karşılaştım. Yüzündeki soğukkanlı ifade, gözlerinde yanan kıskançlık ateşini gizleyemiyordu. Murat’ın yanında durduğu yere hâkim bir tavırla yerleşti.

 

“Üzgünüm Murat, ama Ezim’i başka biriyle poz verirken görmek pek hoşuma gitmiyor,” dedi, sesi buz gibi soğuktu.

 

Bir anlık bir sessizlik oldu; kameralar bu gergin anı kaçırmamak için bir kez daha flaşlarını patlatırken, ben Savaş’ın koluna yaslanıp derin bir nefes aldım. Her ne olursa olsun, bu gecenin daha yeni başladığını biliyordum ve bizi bekleyen olaylar, belki de düşündüğümüzden çok daha karmaşık olacaktı.

 

“Sevgilimle ilk defa kırmızı halıda olmanın şerefi bana ait olsun,” dedi Savaş, sesi yankılanan bir özgüvenle doluydu.

 

Magazinciler, Murat ve hatta ben bile şaşkınlıkla Savaş’a baktık. O an herkesin dikkati onun üzerindeydi, yüzündeki kendinden emin ifadeyle kalabalığın ilgisini bir anda üzerine çekmişti. Murat, soğukkanlı bir şekilde Savaş’ı başıyla onayladı ve adımlarını geriye çekerek oradan ayrıldı.

 

“Beraber pozlarınızı alalım!” diye seslendiler hemen. Fotoğraf makinelerinin flaşları tekrar patladı, her yanımız aydınlandı. Sorular ise birbirini kovaladı.

 

“Savaş Bey, Ezim Hanım’la ne zamandır birliktesiniz? Gizem Hanım’la aşk dedikoduları sürerken Ezim Hanım’la sevgili olmanız hakkında ne düşünüyorsunuz?”

 

Savaş, dudaklarında beliren ufak bir gülümsemeyle yalnızca ikinci soruya cevap vermeyi tercih etti.

 

“Gizem’le aramızda iş arkadaşlığından öte bir şey olmadı. Hakkımda çıkan dedikodular asılsız. Bu yüzden bugüne kadar cevap vermeye bile gerek duymadım. Ama şimdi, sevdiğim kadınla birlikteyim ve bunun herkes tarafından bilinmesini istiyorum,” dedi.

 

Kelimeler dudaklarından adeta inci gibi dökülüyordu. O anda Savaş’ın ağzından çıkan bu süslü sözlere gerçekten gerek var mıydı? Neden doğrudan gelip sadece yanımda durmamıştı? Bu oyun niyeydi?

 

Magazincilere yeterince açıklama yaptıktan sonra, sonunda içeri girmeyi başardık. Yaren de hemen yanımıza gelmişti, gözleri parlıyordu.

 

“Abi, o nasıl bir sahiplenmeydi öyle, kırmızı halıda resmen tozu dumana kattınız!” dedi, neredeyse hayranlıkla.

 

Ona dönüp yüzümü buruşturdum. “Gerek yoktu. Sadece yanımda durman yeterliydi. Olayı bu kadar büyütmenin anlamı var mıydı?” dedim.

 

Savaş bana sert, kararlı bir bakış attı. “Babanla ilgili meseleye karışmam, ama bu konuda benim yanımda olmayı kabul ettin. O yüzden yaptığım şeyi sorgulama, sadece ayak uydur,” diye yanıt verdi.

 

Gözlerimi devirerek, omuz silktim. O ise kasvetli bakışlarını üzerimden ayırmadan yürümeye devam etti. Salonun kapısına doğru ilerlerken, kalabalığın uğultusu kulaklarımda yankılanıyordu. Birlikte adım atarken, ellerimiz yan yana sallanıyordu. Bir an duraksadık, bakışlarımız birleşti. Aramızda bir elektriklenme vardı, inkar edilemez bir çekim. Sonunda, tereddütlerimize rağmen ellerimiz birleşti. Parmaklarımız birbirine kenetlendiğinde, içimdeki tüm karmaşaya rağmen, garip bir huzur hissettim.

 

Sevgili gibi, yan yana, başımız dik bir şekilde salona girdik.

Bizim varlığımızı fark eden herkesin bakışları üzerimize çevrildi. Savaş’ın elini tutuyordum, bu dokunuş bir yanıyla tanıdık ama bir o kadar da yabancıydı. Etrafımızdaki bakışlar, ya kıskançlıkla ya da hayranlıkla doluydu. Kalabalığın arasında ilerleyerek bir masaya yaklaştık. Bu masa bize aitti; kim bizimle konuşmak isterse buraya gelecekti. Ellerimiz ayrılır ayrılmaz Savaş kolunu belime doladı, güvende hissettim.

 

Yanımıza orta yaşlı, takım elbiseli bir adam geldi, gülümseyerek,

 

“Tebrikler, çok yakışıyorsunuz,” dedi ve Savaş’ın elini sıktı.

 

“Teşekkür ederiz,” diye karşılık verdim, yüzümde nazik bir tebessümle.

 

Yaren 'le yan yana duruyorduk, kulağıma eğildi. Salonda kalabalığın uğultusundan duyamadığımdan söylediklerini duyabilmek adına ona yaklaştım.

 

“Bütün gözler sizin üzerinizde, özellikle de Gizem’in,” dedi.

 

Bakışlarımı yarenin gözleriyle işaret ettiği yere çevirdim. Karşı masada oturan sarışın kadın dikkatlice bize bakıyordu. Güzel bir kadındı, kendine güveni bakışlarından okunuyordu. Savaş’ın ona güveni olduğu belliydi, adını açıkça anabiliyordu. Tam o sırada, Zafer adını bildiğim bir adam yanımıza yaklaştı.

 

“Çok tebrik ederim, mutluluklar,” dedi, samimi bir gülümsemeyle.

 

“Teşekkür ederiz,” diyerek öne atıldım. Onun ardından ekledi, “Babanızla problemleriniz olduğunu duyduk. Umarım önemli bir şey yoktur?”

 

“Babam, kendini kurtarmak için beni bir mafya babasının oğluna vermeye kalktı. Bunu öğrenince evden ayrıldım. Ve çok şanslıymışım ki Savaş’la karşılaştım; en ihtiyaç duyduğum zamanda yanımdaydı. O olmasaydı ne yapardım bilmiyorum.”

 

“Öyle mi? Peki sizi verdiği adam kim?” diye sormak üzereydi ki, arkasından gelen genç bir kadın Savaş’a sarıldı.

 

“Uzun zamandır görüşemiyoruz, Savaş, nerelerdeydin?” dedi şımarık bir tavırla.

 

Savaş sadece gülümsedi, belli ki bu tarz durumlara alışkındı. Kadın, küçümser bir ifadeyle bana döndü,

 

“Sonunda tanıştık. Savaş’la benden sonra adı çıkan ikinci kadınsın. Tebrik ediyorum,” dedi, zehir zemberek bir ses tonuyla.

 

Ne kadar itici bir kız, diye düşündüm içimden. Savaş hemen araya girdi,

 

“Gizem, Ezim’i henüz tanımıyorsun, böyle konuşma. Yanlış anlayabilir.”

 

Ona sakin ve yapmacık bir gülümseme ile döndüm,

 

“Teşekkürler ama en azından haberlerin altını doldurabildik sevgilimle. Ya sadece bir dönem konuşulup sonrasında unutulan bir haber olsaydık? Eminim öylesi daha acı verici olurdu,” dedim.

 

Gizem’in yüzündeki bozulmuş ifade içimde tatmin edici bir his uyandırdı. Beni hem gülerek hem de somurtarak süzdü ama ben onun varlığını bile önemsemedim. Bu gereksiz sahne, Gizem’in kendini benden daha önemli hissettirme çabasıydı sadece. O sırada, Murat Karadağ’ın bakışlarının üzerimde olduğunu hissettim. Rahatsız edici bakışlarıyla içimi titretti. Bir süre sonra herkes ayrı yerlere dağıldı. Nihan’la bir köşede konuşuyorduk. Gizem yanımıza geldiğinde elindeki şarabı üzerime döktü. Kırmızı sıvı kolumdan aşağıya akarken, salonda bir anlığına buz gibi bir sessizlik hakim oldu.

 

“Çok, çok pardon, takıldım da ondan oldu,” dedi Gizem, yapmacık bir ses tonuyla.

 

Onun her şeyi bilerek yaptığını görmüştüm ama buna rağmen sakinliğimi korudum. Sadece derin bir nefes alarak, “Sorun değil,” dedim.

 

Şarap lekesi kolumda yayılırken, bu bahaneyle biraz hava alma fırsatı bulmuş oldum. Kolumdaki lekeyi temizlemek için salondan çıkıp koridorda tuvaleti aramaya başladım. Tam en soldaki kapıya yönelmiştim ki, arkamdan biri beni sertçe çekip duvara yasladı. Şaşkınlıkla nefesim kesildi, başımı çevirip bakınca Murat’ın beni tuttuğunu gördüm. Onu itmeye çalıştım ama boşunaydı; ellerimi arkadan sıkıca bağlamıştı.

 

“Seni tekrar görmek ne güzel. En son görüşmemizde yemeğe gidiyorduk,” dedi gülümseyerek.

 

Gözlerim öfkeyle parlayarak, “Bana yalan söyleyip tuzağa çekmeye çalıştın, ama yapamadın. Senden kurtulmayı başardım. Bu sefer sen benden kurtulamayacaksın! Beni elinden kaçırdığın her gün için lanet edeceksin. sana da babana bunun bedelini ödeteceğim,” diye tısladım.

 

Murat, kendinden emin bir gülümsemeyle, “Böyle hırçın olunca daha da güzelleşiyorsun. Seni ilk gördüğümde de hissetmiştim; sen bana aitsin,” dedi.

 

Tam o anda, beni öpmeye çalıştı. Kendimi toparlayarak hızla kasıklarına bir tekme savurdum. Acı içinde yere düştü, yüzündeki gülümseme kayboldu. Gözlerim alev alev yanarak ona baktım.

 

“Ben sana ait değilim! Bunu o anlamaz kafana sok! Bir daha da bana dokunmaya cesaret edeyim

deme!" dedim. Ardından arkamı dönüp hızla salona geri döndüm.

 

Gözlerim, Savaş’ı ararken, kalabalığın arasında yaren 'i gördüm. Derin bir nefes alarak yanına yaklaştım.

 

“Nerede kaldın? Seni bekliyordum,” dedi Nihan, endişeli bir ifadeyle. “Gizem sabahtan beri abime yakınlaşmaya çalışıyor, zor idare ediyorum.”

 

Bu saçmalık artık dayanılmaz bir hal almıştı. “Bu kadının benimle ne alıp veremediği var? Durup dururken laf atmalar falan,” dedim, sesimde sabırsız bir tonla.

 

Nihan omuz silkerek, “Abime âşık. Bu yüzden senden de pek hoşlanmıyor,” diye açıkladı.

 

“Abine âşık ama abin ona sadece arkadaşı gibi davranıyor, öyle mi?” diye sordum, inanmaz gözlerle ona bakarak.

 

“Evet, abim ona sadece normal bir arkadaş gözüyle bakıyor. Bu yüzden ilgisinin farkında bile değil.”

 

“Bana kalırsa farkında, ama işine geliyor,” dedim.

 

Yaren başını iki yana sallayarak, “Yok, gerçekten farkında değil,” dedi ısrarla.

 

Gözlerimi devirerek, birlikte Savaş ve Gizem’in yanına yürüdük. Biz yaklaşınca Gizem, sanki biraz önce olanlar hiç yaşanmamış gibi, “Tekrar kusura bakma, cidden istemeyerek oldu,” dedi, gözlerinde sahte bir pişmanlıkla.

 

“Tamam, önemli değil,” dedim kısa bir cevap vererek.

 

Savaş yanıma gelip, gözlerimin içine bakarak, “Gidelim mi, hayatım?” diye sordu.

 

“Gidelim,” dedim, derin bir nefes alarak. Artık bu oyunun içinden çıkma zamanı gelmişti. Savaş’ın elini tuttum ve birlikte salondan ayrıldık.

 

Arabaya biner binmez yaren bana döndü. Gözlerinde hafif bir endişe vardı. “Tuvalete gittiğinde Murat’ın da hemen peşinden gittiğini gördüm. Seni rahatsız falan etti mi? Sormayı unuttum,” dedi.

 

Bir an duraksadım, sonra gülümseyerek, “Yok, bir şey olmadı. Cevabını aldı, hem de oldukça münasip bir yerine,” dedim. İfademdeki ima, söylediklerimin yeterince açık olmasını sağladı.

 

Yaren derin bir nefes alarak, “İyi bari, arkandan gelecektim ama malum,” dedi ve gözleriyle Savaş’ı işaret etti.

 

Savaş, bu kısa konuşmayı sessizce dinledikten sonra bana dönerek, “Seni rahatsız mı etti?” diye sordu, sesi kaygılıydı.

 

Başımı iki yana salladım, “Dedim ya, gerekeni yaptım, önemli değil,” diye tekrarladım. Fazla detaya girmeye gerek yoktu. Murat’ın varlığı zaten yeterince rahatsız ediciydi, ama ben kendi başımın çaresine bakabilirdim.

 

Çok geçmeden eve vardık. Arabadan iner inmez kendimi bir an önce odama atmak için hızlı adımlarla merdivenlere yöneldim. Elim odanın kapısına uzanmıştı ki, göz ucuyla Savaş’ın da kendi odasına girdiğini gördüm. Aramızda sessiz bir bakışma oldu, bir şey söylemeye gerek yoktu; her ikimiz de o anki huzursuzluğu hissediyorduk.

 

Odaya girdiğimde üzerimdeki kıyafetlerden kurtulmak için aceleyle hareket ettim. Elbisemi çıkarıp bir kenara attım ve makyajımı silerek yüzümü yıkadım. Yorgunluk bedenimi esir almış olsa da yatağa girer girmez uykum kaçtı. Bu hep böyleydi; çocukluğumdan beri yatak benim için güvenli bir sığınak olmaktan çok, kaygılarımın yuvası olmuştu. Her gece olduğu gibi bu gece de ruhum daralmış, huzursuzluk içinde dönüp durdum. Derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım.

 

Sabah, güneşin ilk ışıkları yüzüme vururken gözlerimi açtım. Henüz erken bir saatti, güneş yeni doğuyordu. Yataktan kalktım ve midemin açlık sinyalleri vermeye başladığını fark ettim. Dün gece doğru düzgün bir şey yememiştim; davette sadece birkaç kanepe vardı, diğerleri ise atıştırmalık şeylerdi. Mutfakta bir şeyler atıştırmadan sabah kahvaltısını bekleyemeyeceğim kesindi.

 

Merdivenlerden sessizce aşağı indim ve mutfaktan gelen hafif ayak seslerini duydum. Bu saatte mutfakta benim gibi başka hangi aç kişi olabilirdi? Mutfak kapısından içeri girdiğimde, Mutfakta arkası bana dönük, Gollum’un sandviç yediğini gördüm. Tezgâha yaslanmış, keyifle koca bir ısırık alıyordu. Beni fark edince yüzünde alaycı bir tebessüm belirdi.

 

“Uykun mu kaçtı? Ne kadar erkencisin,” dedi.

 

“Belli ki senin de kaçmış,” dedim hafif bir tebessümle. “Sabah sabah açlıktan mı çıkmış gibi mutfaktasın?”

 

Gollum omuz silkti, sandviçin son lokmasını ağzına atarken, “Dün bir şey yemedim sayılır. Doğal olarak acıktım. Peki sen neden bu saatte mutfağa geldin?”

 

“Dün ben de pek bir şey yemedim,” dedim ve tezgahtaki sandviçlerden birini kaptım. Kalçamı tezgâha yaslayarak rahatça ısırdım. Bu rahat tavrım, Gollum’un yüzünde hafif bir rahatsızlık ifadesi oluşturdu.

 

“Çok rahatsın, biliyor musun? Bu da insanı fazlasıyla uyuz ediyor,” dedi, gözlerini kısmış bir halde.

 

“Rahatlık iyidir,” diye karşılık verdim. “Kasıntının teki de olabilirdim.”

 

“Ben mi kasıntıyım? Beni ne kadar tanıyorsun ki?” diye sordu, meydan okurcasına.

 

“Öyle davranmaya çalışıyorsun, o zaman,” dedim ve göz kırptım. Dolapta başka neler var diye göz gezdirirken, alaycı bir şekilde ekledi, “Bu adamlar sende ne buluyor, anlamıyorum.”

 

Umursamaz bir tavırla, “Birileri bana laf çakmaya çalışıyor galiba,” diye mırıldandım.

 

Gollum’un yüzü hafifçe bozuldu, ama ben rahatlığımı bozmadım. Dolabı kapatıp tekrar tezgâha döndüm. “Ne biçim ev burası? Dolapta hazır atıştırmalık bile yok. Cidden patronun çok cimriymiş,” dedim, alayla.

 

“Atıştırmalık arıyorsan yanındaki dolaba bak,” dedi, “Sandviçler dahil orada.”

 

Yan dolabı açtım, gözlerim çeşitli atıştırmalıklar ve sandviçlerle dolu raflara takıldı. “Orada mıymış?” dedi bilmiş bir edayla.

 

“Aynen, iki tane kalmış,” diye yanıt verdim, oysa dolap ağzına kadar doluydu. Bir tane daha sandviç alıp mutfaktan çıkmak üzereydim ki, dışarıdan gelen bir silah sesiyle irkildim. Gollum’la göz göze geldik, gözlerimizde aynı tedirginlik. Gollum elindekini tezgâha bırakıp belindeki silahı çekti ve hızla dışarı fırladı. Hemen peşinden koştum.

 

Salona geldiğimde, Karaaslanlı’nın elinde silahla durduğunu gördüm. Onlar ön kapıdan çıkarken ben de peşlerinden ilerledim. Karaaslanlı bana dönüp sert bir şekilde, “Her şeye atlama! Bekle burada!” diye uyardı.

 

Ona sinirli bir bakış attım. Onlar dışarı çıkarken, silahlarını çoktan gelen adamlara doğrultmuşlardı. Ben de sürgülü kapıyı açıp bahçeye çıktım. Bir anda tüm gözler üzerime çevrildi. Karaaslanlı’nın bakışları öfkeyle parlıyordu, ama o sırada karşımdaki kişiyi görünce donakaldım. Abim tam karşımda duruyordu. Beni görünce, elindeki silahı ağır ağır indirdi.

 

“ezim..” dedi sesi hafifçe titriyordu. Bir anlık şaşkınlıkla ona bakarken, nasıl bir belanın ortasına düştüğümü anlamaya başladım.

 

Abim beni görür görmez hızla yanıma geldi ve sıkıca sarıldı. Onun kollarında kendimi bir anlığına güvende hissettim, omzuna küçük bir öpücük kondurdum. Abimi bu kadar özlediğimi hatırlamıyordum; uzun zaman görüşmediğimiz dönemler olmuştu, ama hiç bu denli ona ihtiyacım olmamıştı. Yüzümü ellerinin arasına aldı, gözlerime baktı.

 

“İyi misin? Sana bir şey yaptılar mı?” diye sordu endişeyle.

 

“Hayır abi, iyiyim. Peki, beni nasıl buldun?”

 

“Dünden beri seni arıyorum, sonunda buldum ya, şükürler olsun.”

 

“Telefonum yanımda değildi, tamamen aklımdan çıkmış. Sana anlatmam gereken şeyler var, ama muhtemelen haberin yoktur. Bilmen gerek.”

 

“Neyi bilmem gerek? Ne oluyor Ezim? Yine nasıl bir belaya bulaştın? Hem tanımadığın adamların evinde ne işin var?” Sesindeki sitem, endişesini daha da belirgin hale getiriyordu.

 

Tam o sırada Savaş ve Gollum sessizce arkamda belirdiler. Savaş, soğukkanlı bir sesle araya girdi. “Tanımadığı adamın yanında, kendi evinden daha güvende,” dedi.

 

Bu sözler, abimin zaten ince olan sabrını taşırdı. Bir adım öne çıkıp Savaş’a doğru yürüdü, “Sen ne demek istiyorsun? Kardeşimi koruyamıyor muyum yani?” diye çıkıştı. Gollum, silahını hızla abime doğrulttu. Hemen araya girip, “Silahı indir!” dedim.

 

Gollum, Savaş’ın hafif bir el hareketiyle verdiği emirle silahını indirdi. Abim, öfkeyle bana döndü, gözlerinde kontrol edemediği bir öfke vardı. “Ezim, hemen bir açıklama yapmalısın, yoksa kendime daha fazla hâkim olamayacağım,” dedi.

 

“Babam, kendini kurtarmak için beni Harun Karabağ’ın oğluna verdi. Adamlar şu an peşimde,” dedim, gözlerimi kaçırarak.

 

Abim, elindeki silahı sıkıca kavradı, şaşkınlık ve öfke arasında gidip gelen bir sesle, “Babam bunu nasıl yapar? Tüm bunlar olurken bana neden söylemedin?” diye sordu.

 

“Bunu ben de yeni öğrendim, sana söyleyecek zamanım olmadı,” dedim, sakin kalmaya çalışarak.

 

“Bu adam nereden çıktı o zaman? Ve sen neden buradasın?” diye sordu, bakışlarıyla Savaş’ı işaret ederek.

 

“Uzun hikâye,” dedim iç çekerek, “Ama kısaca Savaş, Harun Karabağ’a karşı birlikte hareket etmeyi teklif etti.”

 

Abim, Savaş’a hala şüpheyle bakıyordu, dişlerini sıkarak, “Ve sen de kabul ettin, öyle mi?” diye sordu.

 

“Abi, babam gibi yaptığım şeyleri sorgulama. Ben ne yaptığımı biliyorum ve kimseye muhtaç değilim. Bu sadece çıkarlarımız için bir ortaklık,” dedim kararlılıkla.

 

Abim gözlerini kısmış, beni süzüyordu. “Ne yapmamı bekliyorsun? Seni bu tanımadığım adamla burada bırakmamı mı? Şimdiye kadar ne yaptıysan hep arkandayım ama artık saçma sapan işlere kalkışmana izin vermeyeceğim. Benimle geliyorsun,” dedi ve kolumu tuttu, sertçe.

 

“benimle geleceksin. Pişman olacağın şeyler yapmana izin vermeyeceğim,” diye ekledi, sesi titriyordu.

 

Abim hep yanımda olmuş, ne yaparsam yapayım beni desteklemişti. Ama bugün, ilk kez, karşıma dikilmişti. Bir an için babamı gördüm sanki karşımda; oysa abim, bana kıyamayan, hala beni küçük bir çocuk gibi koruyan adamdı. Ama ben artık o çocuk değildim. Artık suskun kalmayacaktım. İstemeden de olsa bu bataklığa saplanmıştım ve geri dönmek gibi bir lüksüm yoktu. Madem oyun oynamak istiyorlardı, ben de onların kurallarına göre oynayacaktım.

 

Abime döndüm ve kararlı bir sesle, “Gitmelisin,” dedim.

 

Yüzüme bakan gözlerinde derin bir hayal kırıklığı vardı. Kaşlarını çatmış, beni anlamaya çalışıyordu. Sonunda, kelimeleri boğazında düğümlenmiş gibi zorla konuştu. “Bu seferki farklı, Ezim. Seni burada bırakamam. Hırsına yenilip geri dönülmez hatalar yapmana izin veremem. Eğer seni burada bırakacak olursam, geçmişin yaralarını sarmaya çalıştığım o küçük kızı da yüzüstü bırakmış olacağım. Bana bu acıyı yaşatma, lütfen, benimle gel,” dedi, sesindeki çaresizliğin her kelimeye işlemiş olduğunu hissedebiliyordum.

 

Gözlerimi ondan kaçırarak, istemeye istemeye, “Ben zaten hep istenmeyen bir çocuktum,” dedim, içimde yıllardır taşıdığım acıyı itiraf edercesine. “Beni değiştirmeye, geçmişimi unutturmaya çalışan sendin. Doğduğumda bile yüzüstü bırakıldım ben. Şimdi senin gitmen, beni daha ne kadar yaralayabilir ki? Ben zaten ölmüşüm, ama beni öldürenleri de peşimden sürükleyeceğim. Beni durdurmaya çalışma abi, çünkü istesen de durduramazsın.”

 

Sözlerim, abimin yüreğinde derin bir yara açmıştı. Gözlerindeki öfke ve hayal kırıklığı yerini çaresizliğe bıraktı. Kolumu sıkıca tutan elini gevşetti, parmakları birer birer kayıp gitti. Artık beni ikna edemeyeceğini anlamıştı.

 

“Bunca zamandır çabaladığım her şey boşunaymış,” dedi, sesi titreyerek. “Sen asla değişmeyeceksin, tıpkı babam gibi davranıyorsun. Ellerimle büyüttüğüm o küçük Ezim’i kendi ellerinle öldüreceksin. Peki, istediğini yap. Ama bil ki bir gün pişman olacaksın ve o zaman geri döndüğünde bir abin olmayacak.”

 

Sözleri, keskin bir bıçak gibi kalbime saplandı. Ardından hızla arkasını döndü ve uzaklaştı. Arabasına binmeden önce son bir kez dönüp bana bakmasını bekledim, umut ettim. Ama bir kez olsun arkasına bakmadan çekip gitti.

 

Boşluğa düşmüş gibi hissettim kendimi. İlk kez abim beni gerçekten yalnız bırakmıştı. O gittikten sonra bir kez daha anladım ne kadar yalnız olduğumu. Artık yanımda kimsem yoktu, bana kol kanat gerecek kimsem kalmamıştı. Ama uğruna her şeyi göze aldığım mesele için önce savaşmam gerekiyordu. Hem de onların yöntemleriyle, acımasızca. Eski Ezim ölmüştü, şimdi yeniden doğma vaktiydi. Küllerimden doğacak ve kim karşıma çıkarsa çıksın ezip geçecektim. Karşılarına kimi aldıklarını hepsi görecekti.

 

 

 

 

Loading...
0%