@sima.d
|
Ne olduğunu anlamaya çalışarak abime baktım. Gözlerinde sadece öfke vardı; on an sanki bende burdaki o yabancı olan herkes gibiymişim gibi hissettim... Yavaşça masaya doğru yürüdü, her adımında gerilimin ağırlığı biraz daha hissedilirken, sesi odadaki sessizliği parçaladı.
"Buradaki hiç kimsenin bundan haberdar olmaması imkânsız. Neden acaba?" diye sordu, gözlerini bana dikerek, sanki benden bir açıklama bekliyormuş gibi.
Başımı Savaş'a çevirdiğimde onun da gözlerinin bana değil, abime kilitlendiğini fark ettim. O bakışlar, öfke ve kontrolsüz bir nefretle doluydu. Ardından Savaş, aniden abime doğru yürümeye başladı, sesi öfkeli ve sertti:
"Ne saçmalıyorsun sen, lan?"
Ancak abim, bu kavgayı umursar gibi görünmüyordu. Daha önceki tartışmalarında yaşadığı gerginlikten eser yoktu. Tam tersine, Savaş’ın öfkesini adeta keyifle izler gibi bir hâli vardı. Gözleri alayla parlıyordu, dudaklarının kenarında ince bir nefret çizgisi belirirken soğukkanlılıkla cevap verdi:
"Sen, ne demek istediğimi gayet iyi biliyorsun Karaarslanlı. Aptalı oynamayı bırak."
Savaş'ın öfkesinin dozu artarken, arkasındaki korumalar –Gollum dâhil– silahlarını hızla çekip abime doğrulttular. O an, odadaki havadaki gerilim adeta keskin bir bıçak gibi yüzümüze çarpıyordu. Fakat abim, hiç duraksamadan bana doğru birkaç adım attı, soğuk nefesi kulağımın hemen yanında hissediliyordu artık. Eğildi ve kelimeleri zehirli bir fısıltıyla dudaklarından döküldü:
"Yerinde olsam yanımdaki adamı daha iyi tanırdım."
Söylediklerinin ağırlığı içimde yankı buldu, o sırada bakışlarındaki şefkatin tamamen yerini nefret aldığını fark ettim. O gözler, artık bana ait değildi.
Arkamı döndüm ve Savaş’ın gözlerine baktım. İlk başta bana odaklanmadığını fark ettim; ama bakışlarım gözlerine değdiği an, o da beni fark etti. Hiçbir şey söylemedi, ama kolumdan tutarak sertçe çekti. İtiraz etmedim; belki de merakımın ağır bastığı andı bu. Onun ne söyleyeceğini bilmek istiyordum, nasıl bir bahanesi olabilirdi?
Biz kapıdan çıkarken, arkamızda masadakilerden biri alaycı bir ses tonuyla konuştu, ama ne dediğini duyamadım. O an, odanın soğuk havasından uzaklaştıkça içimdeki soru işaretleri büyüyordu.
Kapıdan henüz çıkmıştık ki, ardımızdan soğuk bir ses yankılandı:
"Toplantı daha bitmedi, nereye gidiyorsunuz? Bu şekilde çıkamazsınız."
Bir an duraksadım, ama abim hiç tereddüt etmeden adamın sesine karşılık verdi, alaycı bir tınıyla:
"Bence toplantıdan daha önemli sırlar var."
Onun bu kayıtsız cevabı sırtımda bir ağırlık gibi duruyordu. Savaş, beni hızla yan odaya çekti. İçeriye girdiğimizde, odada genç bir kız vardı. Bizim gelişimizle bir an afalladı, tedirgin bakışlarını üzerimize dikti. Savaş'ın öfkesi ise dışarıya vurmak üzereydi; sesindeki gerilim, odayı doldurdu.
"Çık dışarı!" dedi, sesi sert ve buyurgandı.
Kız, şaşkınlıkla dosyaları gösterdi. "Ama Savaş Bey, bari şu dosyayı alsay"
Savaş onu yarıda kesti, sesi odanın duvarlarına çarpıp yankılandı:
"ÇIK DIŞARI DEDİM!"
Kızın yüzü solmuştu, ayakları bir an yerden kesilmiş gibiydi. Birkaç hızlı adımla odayı terk etti, ardından kapının kapanışıyla sessizlik çöktü. Savaş bana döndü, ama konuşmuyor, sadece bakıyordu. Sanki ilk adımı benim atmamı istiyordu, dudakları aralanmıştı ama kelimeler henüz dökülmemişti.
"Doğru mu bu?" dedim, sesim beklenmedik bir sakinlikle çıktı. Bakışlarımı ondan ayırmadan, ne yanıt vereceğini bekledim.
Savaş’ın gözlerinde bir anlık tereddüt belirdi, sonra yumuşak ve alttan alan bir sesle konuşmaya başladı:
"Doğru, ama öyle sandığın gibi değil..."
Bu seferki sesi az önceki öfkeden uzak, neredeyse savunmacı bir tondaydı. Fakat bu, içimde biriken öfkeyi dindirmedi; aksine, daha da harladı. Dudaklarımın arasından çıkan her kelimeyle kontrolümü kaybediyordum.
"Doğru demek... Peki, bunu bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun? Herkes biliyordu, değil mi? Söylememeleri için teker teker herkesi tehdit ettin!" Sesim gittikçe yükseldi, nefes alışlarım sıklaşmıştı.
Savaş ise, bu seferki yanıtını sakin bir nefes alarak verdi. Kendi içindeki huzursuzluğu saklamaya çalışan, ama rahat görünmeye çalışan bir tonla:
"Sana söyleyecek kadar önemli bir şey değildi. Zaten ortada bir evlilik bile yok."
Söyledikleri mantıklı gelmeye çalışıyordu, ama yüzündeki ifadeye bakınca, benim inanmamı istediğini görebiliyordum. Ancak sözlerindeki boşluklar, gerçeğin sert yüzünü gözler önüne seriyordu.
"Gerçekten açıklaman bu mu? Daha yaratıcı olabilirdin, en azından." Sözlerim keskin bir öfke ile döküldü dudaklarımdan. Ona daha fazla tahammül edemiyordum. "Baştan beri sana güvenmemekte haksız değilmişim. Sen gerçekten güvenilmez bir adamsın."
Konuşmam biter bitmez kapıya yöneldim, ama o, hızla hareket edip elini kapının üzerine koyarak çıkışımı engelledi. Nefesi enseme çarptığında, içimde bir anlığına dahi olsa irade savaşı başladı. Her zamanki gibi, sesi o mest edici tınısıyla kulaklarıma fısıldadı:
"Beni dinle. Eğer hâlâ gitmek istersen, söz, seni ben bırakacağım. Ama beni dinlemeden gitme. Bana kendimi açıklama şansı ver; öylece arkanı dönüp gitme."
Sesi karizmatik, bir o kadar da karşı konulamazdı. Kahretsin ki, kalbim ona aldanıyordu. Tüm öfkemin ardında, zihnim beni ona kulak vermeye zorluyordu. İçimdeki mantık kaçmak isterken, bakışlarım bir kez daha ona takılı kaldı. O kadar ikna edici görünüyordu ki, ona hayır demek neredeyse imkânsızdı. Bakışlarımın ona yönelmesini bir davet gibi algılamış olmalı ki, nihayet söze başladı.
" Sienna benim Ukrayna'dan çok eski bir arkadaşım. Orada kocasından kaçıyordu. Adam onu dövüyordu, ve Türkiye'ye gelmek istediğini söyledi. Başka bir yere gidemeyeceğini söylediğinde onu yalnız bırakmadım."
Alaycı bir kahkaha attım, sözlerine inanmakta zorlanıyordum. "Sende kocası olayım dedin, öyle mi? Ne kadar mantıklıymış," diye çıkıştım, gözlerimi ona dikerek. İnanmadığımı yüzümden anlamış olmalı ki, savunmaya geçti.
"Anlatacak kadar önemli bir şey değildi. Öğrenip ne geçecekti ki eline?" Sesi hala kısık, ama aynı zamanda yoğun bir öfkeyi bastırıyor gibiydi. Gözlerindeki o karanlık bakışı bana yönelttiğinde, bunları yalnızca beni savunmasız gördüğü bir an için kullanabildiğini fark ettim. Ancak bu tavrı beni daha da sinirlendiriyordu.
"Ne demek ne geçecekti? Aynı şeyi ben yapsaydım ne düşünürdün, Savaş?" Öfkem her geçen saniye artıyordu, sözleri artık beni sakinleştirmek yerine daha da çileden çıkarıyordu.
Bir adım yaklaştı, başını bana doğru eğdi. " Tamam Bunu sana söylemem gerekirdi haklısın ama beni de anla, onca tantananın içinde bu, o kadar kayda değer bir şey gibi gözükmedi." Bu sefer beni yatıştırmaya çalışıyordu, sesi daha nazikti, adeta teskin edici bir tonda konuşuyordu.
Ama ona kanmayacaktım. "Kadın neyin olarak senin yanında? Evli barklı bir adamın yanında basit kadınlar gibi görünmek istemiyorum! Ama korkarım ki bunu zaten hepiniz biliyordunuz. Yine de nedense, magazin hariç, bu olayın basına yansımamış olması ilginç, değil mi?"
Savaş derin bir nefes aldı, bakışlarını gözlerimden kaçırmadı. "Evli falan değilim, sevgilim de değil. Sadece yardıma ihtiyacı olan birine yardım ettim, hepsi bu. Saçma sapan uydurmalar işte."
Kaşlarımı çattım, ona inanmak istiyordum, ama mantığım direnmeyi sürdürüyordu. "Diyelim ki söylediklerin doğru, sienna buraya kocasından kaçtıktan sonra kalıcı olarak yanında yerleşmedi, değil mi? Eğer öyleyse, buna inanmak gerçekten zor."
Sözlerim odada yankılanırken, ikimizin arasında gergin bir sessizlik çöktü.
"Türkiyeye geldikten hemen sonra hamile olduğunu öğrendi. Kocası o zaman bir trafik kazası geçirdi. Ama adamın olay mealinde olmadığını öğrendim yani ortada bir ceset bile yoktu. o küçücük bebekle ve adamın daha öldüğünü bilmeden onları geri ukranyaya gönderemedim. Natalia oğlunu daha güvenli olacağını düşünerek Türkiye'de büyütmek istediğini söyledi bende doğal olarak bir şey de söyleyemedim şimdi yıllardır yanımda diye böyle aslı astarı olmayan dedikodular çıktı umursamıyordum hâlâ da umursamıyorum" dedi ikna etmekte üstüne yoktu besbelli,
Odada sessizlik anlık olarak dağıldı, Savaş'ın sözleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Natalia’nın hikayesini anlatırken kelimelerinin gücü beni istemeden etkisi altına almıştı. Onun ikna kabiliyeti büyüleyiciydi, ama bu bir yanılsama mıydı? İçimde sürekli bir çatışma vardı. kalbim ona inanmak isterken, zihnim herkese karşı tetikte kalmamı emrediyordu. Güven, benim için zehirli bir kavram olmuştu. Yıllar boyu kimseye güvenmemek gerektiğini öğrenmiştim; çünkü kimse, en sevdiklerin bile, göründüğü kadar iyi olamazdı.
Savaş’ın anlattıklarıyla boğuşurken, aklımı silip atmaya çalıştığım o düşünceler bir kez daha ağır basıyordu. Kendimi yıllardır bu ringde dövüşen bir boksör gibi hissetmiştim—her hamleye, her darbeye karşı tetikte. Eğer güçlüysen, ayakta kalırsın; zayıf düşersen yere serilir, bir daha kalkamazsın. Bu dünyada kimseye güvenemeyeceğimi öğrenmiştim, aileme bile. Babam bile beni sevemediyse, başka kim sevebilirdi ki? Zaten kimsenin sevme ihtimali yoktu. Sevgi, bana ulaşamayacak kadar uzak bir kavramdı.
Babamın eksikliği, küçük bir kızken ruhuma derin yaralar açmıştı. Onun sevgisizliği içimde kapanmayan, dinmeyen bir sızı bıraktı. Bu acı, şimdiye kadar devam eden bir yankı gibiydi, Ezim’in her adımında onun geçmişinden sürüklenen bir gölge. Biz babasız büyüyen kızlar, savrulup giden ipsiz uçurtmalar gibiydik. Ne kadar özgür görünsek de, aslında elimizden tutan, başımızı okşayan biri hiç olmamıştı. Bu yüzden hayatta kalmaya çalışıyor, yaşadığımı hissetmek yerine sadece var oluyordum. Kimseye güvenmeden, inanmadan… Çünkü zaten hiç gerçekten yaşamamıştım.
Savaş'la odadan çıktığımızda, içimde fırtınalar kopuyordu, ama dışarıya yansıtmadım. Ona karşı bir cevap vermemiştim; o da beklemiyordu zaten. Toplantı salonuna doğru yürürken, koridorun her köşesinde adamlarının dikkatle beklediğini fark ettim. Savaş, benimle birlikte içeri girmedi. Onun arkasından bakarken, odadaki sıcak ve yoğun bakışlarının yerini şimdi soğuk, mesafeli bir ifade almıştı. Bana hiç bakmadan arkasını dönüp gidecekken, kolundan tuttum. İlk başta şaşırdı, bakışları bir anlığına yumuşadı, ama sonra tekrar o profesyonel sertliğine geri döndü. Gözlerinde sorular vardı ama sözleri sessizdi. O an ne diyeceğimi bilmiyordum, ama içimde bir şeylerin değişmeye başladığını hissettim.
Belki de bu bir başlangıçtı.
"Sana inanıyorum," dedim yumuşak bir sesle, gözlerinin derinliğine bakarken.
O ise bu sözlerimden en ufak bir etkilenme belirtisi göstermedi. Mimikleri kaskatıydı, adeta bir robot gibi karşımda duruyordu, ifadesiz. Bu sessizliğin içinde sabrımı zorlayan bir soğukluk vardı. Nihayet, ağır adımlarla konuştu, ama ses tonunda yine de bir yumuşama seziliyordu, ne var ki o katı duruşundan ödün vermemişti.
"Bunu evde konuşalım, olur mu?" dedi, sözlerinin ucunda zar zor hissedilen bir tavizle.
İçimden ona soğuk olduğuna dair bir şeyler söylemek geçiyordu, ama bunun ne kadar anlamsız olduğunu biliyordum. Her defasında bu ima onu öfkelendirirdi, ancak şu hâline bakınca, soğukluktan başka ne beklenirdi ki? Karşımda duvar gibi, katı ve mesafeli bir adam vardı. Onun bu davranışı artık beni şaşırtmıyordu, fakat asıl canımı acıtan, herkesin içinde böyle davranması değil, bana olan tepkisizliğiydi. Yok sayılmak, tepkisizlikten daha keskin bir bıçak gibiydi. Her defasında daha derin kesiyordu. Savaş'ı arkamda bırakarak hızlı adımlarla toplantı odasına yöneldim. Gözlerimde kararlılık vardı, odadakilerin bakışlarını üzerimde hissetsem de geri adım atmadım. Girdiğim gibi konuşmaya başladım, sesimdeki netlik hiç eksilmeden.
"Boşuna kimse sevinmesin," dedim, bakışlarımı toplantı masasında oturanlara çevirerek. "Çünkü gerçeği biliyorum. Ve kim ne söylerse söylesin, sevgilimi zan altında bırakmam."
Bu sözlerimle bir kez daha Savaş’ı savunuyordum. Ona olan güvenim tamdı. Şu an burada söylenen her şey, ne kadar gerçek dışı olursa olsun, aksi bir şey söylememizin bizim için faydası olmayacaktı. Masadakilerin bakışları üzerime dikilmişti; yüzlerinde karışık ifadeler belirmişti. Sessizlik, odada asılı kalmıştı. Abim ise tek kelime etmeden hızla yanımdan geçti, arkasına bakmadan çıktığı gibi kapıyı çarparcasına kapattı.
Toplantının sonunu getirmek zorundaydım. Bir nefes alıp, masadakilere döndüm. "Toplantı bitti," dedim kesin bir tonla. "Daha sonra herkesin fikrini alacağım."
Birer birer odadan çıktılar, sessizce ve hızlıca. Herkesin gidişini izlerken, arkamda kalan tek kişiye döndüm. Gollum 'a, "Sende kuyruk gibisin, her kafamı çevirdiğimde arkamdasın," dedim alaycı bir şekilde gülümseyerek.
"Beni bir benzetmediğin kuyruk kalmıştı," dedi, yüzünde belli belirsiz bir sıkıntıyla.
"Patronu ayrı kaprisli, karısı ayrı kaprisli," diye iç geçirerek ekledim.
"Seni duydum," dedi gözlerini kısarak. "Ve Savaş’ın ne yaptığını tahmin etmek de zor değil."
"Öyle mi? Madem onu bu kadar iyi tanıyorsun, o zaman ona bir kadınla böyle kaba olunmaması gerektiğini de söyle," dedim, sesim sertleşmeye başlarken. "Ama doğru, o diğer kadınlara karşı böyle değil. Onlara yardım etmek için yanında kalması sorun olmuyor, ama benden saklayacak kadar önemli. Öğrendiğimde de sormadın bile, neden?"
"Niye bu kadar takıldın?" dedi, yüzünde anlayışsız bir ifadeyle. "Sana söyleyecek kadar önemli olmadığını biliyorsun. Bu sinir neden?"
"Sana kimseyi tehdit ettiğini söylemiyor mu? Hem de söylenecek kadar önemli bir şey olmadığını iddia ederken. Ama asıl sinirlenmeme sebep olan şey, ona inandığımı söylediğimde, ‘Evde konuşuruz,’ diye geçiştirmesi. Haklısın, sinirlenecek hiçbir şey yok!" dedim, söylediklerim beni yeniden öfkeyle alevlendirirken.
"Bence bu kadar büyüteceğini o da düşünmemiştir. Hem kimseyi tehdit ettiği falan da yok. Sen geldikten sonra sienna’nın yanına bile uğramadı," diye savundu.
"Yanına gitmesi falan umurumda değil. Kiminle düşüp kalktığı da umurumda değil," dedim, sesimde artık soğukkanlı bir kararlılık vardı. "Ama saçma sapan sürprizlerle karşılaşıp bana bir şeyler gizlemesini istemiyorum. Madem birlikte iş yapıyoruz, birlikte hareket edelim, içeride ayrı ittifaklar olmasın. Bugün onun suyuna gitmeyebilirdim, ona inanmayabilirdim, tüm her şeyi bir kalemde silebilirdim. Ki kaybedecek bir şeyim de yok. İki şirket sahibiyim, babamın şirketiyle süreli anlaşma bitene kadar intikamımı almış olurum zaten," dedim, kollarımı göğsümde bağlayarak arkamdaki masaya yaslandım. Sözlerim rahat görünüyordu ama içinde sert bir tehdit vardı.
"Neden ona inandın o zaman?" diye sordu, beklemediğim bir şekilde. Ses tonu sakin, ama bakışları merak doluydu.
Bir an donakaldım. Kendimi dikleştirip kollarımı çözerken bakışlarımı ondan kaçırdım. Cevap dilimin ucundaydı, ama itiraf etmek istemiyordum. Kafamın içinde yankılanan sorulara rağmen, kalbimin verdiği cevabı susturmak zordu. Ona inanmamın tek bir nedeni vardı, ama bunu söylemek… işte o, bambaşka bir savaştı.
Kollarımı çözerken ona bakmaktan kaçınıp, "Aman, her neyse... Ben uyardım. Sonra bir şey olduğunda, söylemedi demeyin," dedim, sesimde hafif bir kızgınlıkla.
"Konuyu değiştirmen kaçtığın anlamına gelir, biliyorsun değil mi?" dedi dudağının kenarına ilişen alaycı bir gülümsemeyle, beni köşeye sıkıştırmak ister gibi.
Gözlerimi devirdim. "Sen benimle uğraşacağına kendine bak," dedim, o an Nihle'yi aklına getirdiğini hemen anladım. Yüzündeki rahat ifadenin bir anda değiştiğini görmek içimde garip bir tatmin duygusu uyandırdı. Derin bir nefes alarak sıkıntıyla içini çekti.
Birlikte şirkete doğru ilerlerken çıkışta annemi gördüm. Her zamanki gibi burnu havada, kendinden emin duruşu bu kez yoktu. Elinde çantasıyla, başı eğik duruyordu. Onu öyle görünce ister istemez içimde bir gariplik hissettim. Beni görünce ayağa kalktı ama ben göz teması bile kurmadan yanından geçtim. Adımlarım kararlıydı, o an sadece mesafeyi korumak istedim.
Arkamdan gelen ses ise içimdeki duvarları bir an için sarstı: "Ezim, kızım..." dedi.
Eskiden bu kelime beni öfkelendirirdi. Şimdilerde ise, yalan olduğunu bildiğim bu sözler sadece yaralarıma tuz basıyordu. İçimdeki kırgınlık öylesine büyüktü ki artık ona kızamıyordum bile.
Bir an durdum, olduğum yerde sabit kaldım. Ona dönmedim. İçimdeki sesler birbiriyle savaşıyordu. Dönüp hesap sormak, ona bağırmak istiyordum, ama aynı zamanda "Bu kadın bir anne olamaz, söylediğim hiçbir şeyi hak etmiyor," diyordum kendi kendime. O an kalbim ve aklım arasında bir düğüm vardı.
Tam adımımı attım ki arkamdan tekrar seslendi: "Ne olur, kızım. Seninle konuşmaya geldim. Annenim ben senin..."
Bu sefer içimdeki öfke bir kıvılcım gibi parladı. Bir anda döndüm, adımlarım sertleşmişti. Gözlerim kor gibi yanarken hızlıca yanına vardım. Etrafımızdaki çalışanlar bize bakıyordu. Bakışlarını hissediyordum ama umurumda değildi. Annemi kolundan sert olmayacak şekilde tuttum ve onu boş bir koridora sürükledim. Gollum, diğer korumaları bizden uzak tutmuştu ama kendisi bir gölge gibi arkamdaydı. Bir adım bile geri kalmıyordu.
Annemle baş başa kaldığımızda, derin bir nefes aldım. Gözlerimi ona diktim, o ise bakışlarımı karşılayamıyordu. Onun bu hali beni daha da kızdırıyordu.
"Anne mi?" diye başladım, sesim sakin ama içinde fırtınalar kopuyordu. "Annem olduğunu şimdi mi hatırladın?"
Annem titrek bir şekilde gözlerime baktı, ne söyleyeceğini bilemediğini fark ettim. Yıllardır bu anı beklemiştim, ama şimdi burada, tam karşımdayken içimdeki kırgınlık her şeyin önüne geçmişti. Beklentisizdim artık. Konuşmaya bile değmeyecek kadar...
"Sana inanıyorum," dedim yumuşak bir sesle, gözlerinin derinliğine bakarken.
O ise bu sözlerimden en ufak bir etkilenme belirtisi göstermedi. Mimikleri kaskatıydı, adeta bir robot gibi karşımda duruyordu, ifadesiz. Bu sessizliğin içinde sabrımı zorlayan bir soğukluk vardı. Nihayet, ağır adımlarla konuştu, ama ses tonunda yine de bir yumuşama seziliyordu, ne var ki o katı duruşundan ödün vermemişti.
"Bunu evde konuşalım, olur mu?" dedi, sözlerinin ucunda zar zor hissedilen bir tavizle.
İçimden ona soğuk olduğuna dair bir şeyler söylemek geçiyordu, ama bunun ne kadar anlamsız olduğunu biliyordum. Her defasında bu ima onu öfkelendirirdi, ancak şu hâline bakınca, soğukluktan başka ne beklenirdi ki? Karşımda duvar gibi, katı ve mesafeli bir adam vardı. Onun bu davranışı artık beni şaşırtmıyordu, fakat asıl canımı acıtan, herkesin içinde böyle davranması değil, bana olan tepkisizliğiydi. Yok sayılmak, tepkisizlikten daha keskin bir bıçak gibiydi. Her defasında daha derin kesiyordu.
Savaş'ı arkamda bırakarak hızlı adımlarla toplantı odasına yöneldim. Gözlerimde kararlılık vardı, odadakilerin bakışlarını üzerimde hissetsem de geri adım atmadım. Girdiğim gibi konuşmaya başladım, sesimdeki netlik hiç eksilmeden.
"Boşuna kimse sevinmesin," dedim, bakışlarımı toplantı masasında oturanlara çevirerek. "Çünkü gerçeği biliyorum. Ve kim ne söylerse söylesin, sevgilimi zan altında bırakmam."
Bu sözlerimle bir kez daha Savaş’ı savunuyordum. Ona olan güvenim tamdı. Şu an burada söylenen her şey, ne kadar gerçek dışı olursa olsun, aksi bir şey söylememizin bizim için faydası olmayacaktı. Masadakilerin bakışları üzerime dikilmişti; yüzlerinde karışık ifadeler belirmişti. Sessizlik, odada asılı kalmıştı. Abim ise tek kelime etmeden hızla yanımdan geçti, arkasına bakmadan çıktığı gibi kapıyı çarparcasına kapattı.
Toplantının sonunu getirmek zorundaydım. Bir nefes alıp, masadakilere döndüm. "Toplantı bitti," dedim kesin bir tonla. "Daha sonra herkesin fikrini alacağım."
Birer birer odadan çıktılar, sessizce ve hızlıca. Herkesin gidişini izlerken, arkamda kalan tek kişiye döndüm. Gollum 'a, "Sende kuyruk gibisin, her kafamı çevirdiğimde arkamdasın," dedim alaycı bir şekilde gülümseyerek.
"Beni bir benzetmediğin kuyruk kalmıştı," dedi, yüzünde belli belirsiz bir sıkıntıyla.
"Patronu ayrı kaprisli, karısı ayrı kaprisli," diye iç geçirerek ekledim.
"Seni duydum," dedi gözlerini kısarak. "Ve Savaş’ın ne yaptığını tahmin etmek de zor değil."
"Öyle mi? Madem onu bu kadar iyi tanıyorsun, o zaman ona bir kadınla böyle kaba olunmaması gerektiğini de söyle," dedim, sesim sertleşmeye başlarken. "Ama doğru, o diğer kadınlara karşı böyle değil. Onlara yardım etmek için yanında kalması sorun olmuyor, ama benden saklayacak kadar önemli. Öğrendiğimde de sormadın bile, neden?"
"Niye bu kadar takıldın?" dedi, yüzünde anlayışsız bir ifadeyle. "Sana söyleyecek kadar önemli olmadığını biliyorsun. Bu sinir neden?"
"Sana kimseyi tehdit ettiğini söylemiyor mu? Hem de söylenecek kadar önemli bir şey olmadığını iddia ederken. Ama asıl sinirlenmeme sebep olan şey, ona inandığımı söylediğimde, ‘Evde konuşuruz,’ diye geçiştirmesi. Haklısın, sinirlenecek hiçbir şey yok!" dedim, söylediklerim beni yeniden öfkeyle alevlendirirken.
"Bence bu kadar büyüteceğini o da düşünmemiştir. Hem kimseyi tehdit ettiği falan da yok. Sen geldikten sonra sienna’nın yanına bile uğramadı," diye savundu.
"Yanına gitmesi falan umurumda değil. Kiminle düşüp kalktığı da umurumda değil," dedim, sesimde artık soğukkanlı bir kararlılık vardı. "Ama saçma sapan sürprizlerle karşılaşıp bana bir şeyler gizlemesini istemiyorum. Madem birlikte iş yapıyoruz, birlikte hareket edelim, içeride ayrı ittifaklar olmasın. Bugün onun suyuna gitmeyebilirdim, ona inanmayabilirdim, tüm her şeyi bir kalemde silebilirdim. Ki kaybedecek bir şeyim de yok. İki şirket sahibiyim, babamın şirketiyle süreli anlaşma bitene kadar intikamımı almış olurum zaten," dedim, kollarımı göğsümde bağlayarak arkamdaki masaya yaslandım. Sözlerim rahat görünüyordu ama içinde sert bir tehdit vardı.
"Neden ona inandın o zaman?" diye sordu, beklemediğim bir şekilde. Ses tonu sakin, ama bakışları merak doluydu.
Bir an donakaldım. Kendimi dikleştirip kollarımı çözerken bakışlarımı ondan kaçırdım. Cevap dilimin ucundaydı, ama itiraf etmek istemiyordum. Kafamın içinde yankılanan sorulara rağmen, kalbimin verdiği cevabı susturmak zordu. Ona inanmamın tek bir nedeni vardı, ama bunu söylemek… işte o, bambaşka bir savaştı.
Kollarımı çözerken ona bakmaktan kaçınıp, "Aman, her neyse... Ben uyardım. Sonra bir şey olduğunda, söylemedi demeyin," dedim, sesimde hafif bir kızgınlıkla.
"Konuyu değiştirmen kaçtığın anlamına gelir, biliyorsun değil mi?" dedi dudağının kenarına ilişen alaycı bir gülümsemeyle, beni köşeye sıkıştırmak ister gibi.
Gözlerimi devirdim. "Sen benimle uğraşacağına kendine bak," dedim, o an Nihle'yi aklına getirdiğini hemen anladım. Yüzündeki rahat ifadenin bir anda değiştiğini görmek içimde garip bir tatmin duygusu uyandırdı. Derin bir nefes alarak sıkıntıyla içini çekti.
Birlikte şirkete doğru ilerlerken çıkışta annemi gördüm. Her zamanki gibi burnu havada, kendinden emin duruşu bu kez yoktu. Elinde çantasıyla, başı eğik duruyordu. Onu öyle görünce ister istemez içimde bir gariplik hissettim. Beni görünce ayağa kalktı ama ben göz teması bile kurmadan yanından geçtim. Adımlarım kararlıydı, o an sadece mesafeyi korumak istedim.
Arkamdan gelen ses ise içimdeki duvarları bir an için sarstı: "Ezim, kızım..." dedi.
Eskiden bu kelime beni öfkelendirirdi. Şimdilerde ise, yalan olduğunu bildiğim bu sözler sadece yaralarıma tuz basıyordu. İçimdeki kırgınlık öylesine büyüktü ki artık ona kızamıyordum bile.
Bir an durdum, olduğum yerde sabit kaldım. Ona dönmedim. İçimdeki sesler birbiriyle savaşıyordu. Dönüp hesap sormak, ona bağırmak istiyordum, ama aynı zamanda "Bu kadın bir anne olamaz, söylediğim hiçbir şeyi hak etmiyor," diyordum kendi kendime. O an kalbim ve aklım arasında bir düğüm vardı.
Tam adımımı attım ki arkamdan tekrar seslendi: "Ne olur, kızım. Seninle konuşmaya geldim. Annenim ben senin..."
Bu sefer içimdeki öfke bir kıvılcım gibi parladı. Bir anda döndüm, adımlarım sertleşmişti. Gözlerim kor gibi yanarken hızlıca yanına vardım. Etrafımızdaki çalışanlar bize bakıyordu. Bakışlarını hissediyordum ama umurumda değildi. Annemi kolundan sert olmayacak şekilde tuttum ve onu boş bir koridora sürükledim. Gollum, diğer korumaları bizden uzak tutmuştu ama kendisi bir gölge gibi arkamdaydı. Bir adım bile geri kalmıyordu.
Annemle baş başa kaldığımızda, derin bir nefes aldım. Gözlerimi ona diktim, o ise bakışlarımı karşılayamıyordu. Onun bu hali beni daha da kızdırıyordu.
"Annen mi?" diye başladım, sesim sakin ama içinde fırtınalar kopuyordu. "Annem olduğunu şimdi mi hatırladın?"
Annem titrek bir şekilde gözlerime baktı, ne söyleyeceğini bilemediğini fark ettim. Yıllardır bu anı beklemiştim, ama şimdi burada, tam karşımdayken içimdeki kırgınlık her şeyin önüne geçmişti. Beklentisizdim artık. Konuşmaya bile değmeyecek kadar... buraya hangi yüzle geliyorsa, duyacaklarına da katlanmalıydı.
" Beni bu hâle getiren babamla bir olup, her gün o evde beni öldürdünüz. Sizin yüzünüzden abim de yok artık. Mutlu musunuz şimdi? Hayatımı darmadağın ettiniz," dedim, kelimeler boğazımda bir düğüm olup sıkışırken. Gözlerimin dolmasına engel olmak için kendimi zor tutuyordum.
Annem, derin bir pişmanlıkla yüzüme baktı. O pişmanlığın gerçek mi, yoksa sadece bir maskeden mi ibaret olduğunu kestiremiyordum. Yıllarca içimde biriken öfke, şimdi bütün ağırlığıyla içimde patlamak üzereydi.
"Sen beni seviyordun, anne. Hatta biliyor musun? Bir zamanlar ben de seni severdim," dedim. Sesim alçak ama her kelimem zehir gibi keskin. "Sonra ne oldu da beni sevmekten vazgeçtin?"
Annem, yutkundu. Söyleyecek hiçbir şey bulamamış gibiydi, ama sonra zayıf bir sesle konuştu. "Ben seni sevmez olur muyum, kızım? Baban sürekli senden şikayet etti ama ben... ben hep senin iyiliğini düşündüm."
"İyilik mi?" diye çıkıştım, gözlerim şimdi hırsla parlıyordu. "Babam yetmezmiş gibi sen de onunla bir olup, o koca evi bana zindan ettiniz! Şimdi kalkıp karşıma geçip beni sevdiğini mi söylüyorsun?" Sözlerim bağırmaya dönüştü, içimde biriken fırtına sonunda kopmuştu.
Annem, titrek bir şekilde içini çekti. "Ezim, yapma böyle. Hata yaptım, biliyorum. Ama ben seni sevmekten hiç vazgeçmedim. Ne yaptıysam senin iyiliğin için yaptım,"dedi, kendini savunmaya çalışarak.
Ama artık ona inanmıyordum. Yıllar boyu süren bu yalanlar, içimde öyle derin yaralar açmıştı ki, sözleri artık sadece boş bir yankı gibiydi. Ona sakince baktım, belki de hiç beklemediği bir soğukkanlılıkla. "Beni bu hâlde görmek seni mutlu ediyor mu?"diye sordum. Annemin gözleri yere kaydı, boynu büküldü. Gözlerindeki pişmanlık, yıllar önce olması gereken bir his gibiydi; şimdi ise sadece sahte bir gösteriş gibi geliyordu. O ise hâlâ ısrar ediyordu. "Ben senin annenim, Ezim. Beni bu kadar kolay mı siliyorsun?" dedi, adeta beni daha da çıldırtmaya yemin etmiş gibi.
"Sen beni yok sayarken hiç zorlanmadın, ben de şimdi seni silerken zorlanmıyorum," dedim, kelimelerim buz gibiydi. "Bahanelere sığınmana gerek yok. Sen beni hiç sevmemişsin!"
Ellerini uzattı, ama ben kollarımı hızla geri çektim. "Sakın! Sakın bana dokunma!" dedim, sesim daha yüksek çıktı bu sefer. "Onca şeyden sonra yanlışlarını düzeltebileceğini sanma. Çünkü yaşadıklarım benimle mezara kadar gelecek. Ben hiçbir şeyi unutmadım ve unutmayacağım. Bana böyle hissettirdiğiniz için sizi asla affetmeyeceğim. O yüzden bu yalandan annelik numaralarını kes!"
Sözlerimi söyledikten sonra hızla yanından uzaklaştım. Gollum, sadık bir gölge gibi peşimden geliyordu, ama onu bile fark etmiyordum. Yürüyordum, sadece kaçmak istiyordum. Gözlerim yaşlarla dolmuştu, ama onları kimseye göstermeyecektim. Kimsenin beni böyle görmesine izin veremezdim.
Arabamın kapısını hızlıca açtım ve direksiyonun başına geçtiğimde gözyaşlarım serbestçe akmaya başladı. Gollum, tam arkamdaydı, kapının önünde duruyordu, gözleri beni izlerken. Gaza bastım ve dikiz aynasından ona son bir kez baktım. O da hâlâ ardımda, kapının önünde dimdik duruyordu.
Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sadece kaçıyordum. Bir süre sonra, arabayı sessiz bir kenara çektim. Dağlık bir alanın ortasındaydım, uçurumun hemen kıyısında. Arabadan indim ve içimdeki öfke beni boğuyordu. Direksiyona birkaç yumruk savurdum, ama bu beni yatıştırmadı. Daha fazlasına ihtiyacım vardı. İçimdeki çığlığı bastırmak istiyordum. Sonra uçurumun kenarına doğru yürüdüm.
Uçurumun ucuna geldiğimde, avazım çıktığı kadar bağırdım. Sesim dağlarda yankılandı,Rüzgarın savurduğu saçlarım yüzüme çarpıyordu. ama içimdeki acıyı ne yankı dindirdi, ne de sesimin kısılması. Bir an dengem bozuldu, ayağım kaydı ve uçurumdan düşmek üzereydim. Sona yaklaştığımı hissettim. Bütün bu acının nihayet son bulacağını düşündüğüm anda, beklenmedik bir şey oldu. Aniden bir kol beni yakaladı ve sert bir hareketle geri çekti. Savrularak yere düştüm, nefes nefese kalmıştım.
Toparlanıp başımı kaldırdığımda, Tarık’ın beni dikkatle izleyen gözleriyle karşılaştım. Ne kadar zamandır yanımdaydı bilmiyorum.
“Deli misin? Uçurumun kenarında ne işin var?” diye bağırdı Tarık,
Arkamı dönmeden, boğazımdaki düğümü bastırmaya çalışarak cevap verdim. “Senin burada ne işin var?” dedim, sesimdeki sertliği gizlemeden.
“Şirkete geldim, senin çıktığını söylediler. Eve gitmeden önce seni gördüm.” Sesi endişeli ve kararlıydı, fakat bu, şu anda umurumda bile değildi. “Tamam,” dedim, sesim sertti. “O zaman git. Kimsenin yüzünü görmek istemiyorum.”
Sesindeki yumuşaklık beni daha da sinirlendiriyordu. “Yapma böyle, Ezim. Ne oldu bilmiyorum ama birinin tesellisine ihtiyacın olduğunu anlamayacak kadar iyi tanıyorum seni.”
Derin bir nefes aldım. İçimde biriken öfke, pişmanlık ve kırgınlık artık taşmak üzereydi. Ona döndüm, gözlerimi dikerek bağırdım: “Sen beni tanımıyorsun, Tarık! Ne kadar beni tanıdığını söylesen de, aslında beni hiç tanımıyorsun! Kimsenin ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikri yok!” Sesim uçurumun kenarındaki rüzgarda savrulup kayboldu, ama içimdeki acı hala yerinde duruyordu.
Tarık gözlerini kısmış, beni dikkatlice izliyordu. Onu susturmuştum sanıyordum, ama yanılmıştım. Sesi daha yüksek, daha kararlı çıktı bu sefer. “Biz küçükken de hep bir köşede oturup uzaktan bakardın bize. Yanına gelmesem, hiç aramıza karışmazdın. Ama ben o zaman da senin yanına gelir, seni güldürmeye çalışır, seninle oynardım. O zaman da yanında olmaya çalışıyordum, şimdi de.”
Sözleri bir anlığına nefesimi kesti. Hafızamda, çocukluk anılarımın tozlu sayfaları arasında bir sahne canlandı; o köşede tek başıma oturduğum, Tarık'ın her zaman yanıma gelip beni güldürmeye çalıştığı anlar. Ama şimdi o geçmiş anılar bile yaralarıma merhem olamıyordu.
Sesi zihnimi tekrar bulunduğum ana geri getirdi. “Abim de senin gibiydi,” dedim, derin bir nefes alarak, “ama o da gitti. Eskiden ne yaparsam yapayım hep yanımdaydı, şimdi ise o da yok. O yüzden ezbere konuşma, Tarık. Herkes bir gün gider. Boşuna masal anlatma bana.”
Arkamı ona dönüp biraz uzaklaştım. Düşüncelerim ve anılarım arasında kaybolmuşken, ayak seslerini duydum. Geriye dönüp bakmadan yerdeki bir taşın üzerine oturdum, ellerimi avuçlarımın içinde birleştirdim.
Tarık’ın sesi bu kez daha yumuşak ve samimi geldi. “Bu sefer seni haklı çıkarmaya niyetim yok, fıstık. Hiçbir yere gitmiyorum. Burada, seninle kalıyorum.” Beni her zamanki o inatçı kararlılığıyla ikna etmeye çalışıyordu. Yanıma oturup gözlerini üzerime dikti.
Şaşkınlıkla ona baktım. Gözlerimin derinliklerinde sakladığım acıyı görmek istiyordu belki de. Her seferinde onu kovmama rağmen hep geri geliyordu. Annem, babam beni çoktan terk etmişken, Tarık her zaman yanımda kalıyordu. Anlam veremiyordum. O dostluğun ne demek olduğunu anlıyordu, ama ailem—onlar bu kavramı çoktan yitirmişlerdi. İşte bu yüzden, şimdi herkes birbirine düşman olmuştu. Dağılmıştık.
Biraz daha rahat bir nefes alıp gözlerimi kısıp ona baktım. “Başımın belasısın,” dedim hafifçe gülümseyerek, “kurtuluş yok mu senden?”
O, o tanıdık sırıtışıyla karşılık verdi. “Yok,” dedi kendinden emin bir sesle. “Ömrümün sonuna kadar beni her kendinden uzaklaştırmaya çalıştığında, daha da yakınında bulacaksın.”
İstemsizce gülümsedim. Sanki o an, içimdeki tüm karanlık dağılmaya başlamış gibiydi. Tarık bunu fark ettiğinde, gözleri parladı. “Yine seni güldürdüm. Bence, sende benden kurtulmak istemiyorsun.”
Kafamı hafifçe sallayarak gülümsedim. “Galiba, evet, senden kurtuluş yok,” dedim, içimde ilk defa bir nebze olsun huzur bulmuş gibi.
Tarık ayağa kalktı, bana doğru bir adım attı. “Arel burada olmasa da...” dedi, sesi alçaldı, “ona sarıldığın gibi bana sarılmanı istedim hep. Hep abine sarıldığın gibi sarıl bana, Ezim. Ne kadar sana yakın olmaya çalışsam da, sen herkese karşı kabuklusun, abinin hariç.”
Sözleri kalbimi bir anlığına sıkıştırdı. Elini bana uzatmıştı, ama ben geri çekildim. Onun teklifini geri çevirirken her zamanki o kendinden emin tavrımla cevap verdim: “Beni tanıyormuş ben kimsenin yardımıyla ayağa kalkmam, canım bunu hâlâ öğrenemedin mi?”
Yerimden kalkarken, Tarık yine o kendine özgü gülümsemesiyle bana baktı. Sanki bir kez daha kendini yanıma yerleştirmişti; her ne kadar kovmaya çalışsam da, her seferinde geri geliyordu.
"Gel buraya, deli kız," diyerek birdenbire beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. Tarık'ın sarılışı her zamankinden farklıydı, belki de benim ona bu kadar yakın hissettiğim ilk andı. "Bundan kimseye bahsetme," dedim, sesimde yarı ciddi bir uyarı, yarı şakayla karışık bir ton vardı. Ne demek istediğimi anlamış olmalıydı çünkü sadece başını sallayarak onayladı.
Ona ilk kez bir dost gibi sarılırken, kısa süreliğine her şeyi unutmuş gibiydim. Tarık’ın güven veren varlığı, kısacık bir an için bile olsa yalnızlığımı örtüyordu.
"Bu arada," dedi, sesine hafif bir alay yerleşirken, "Sen bu haldeyken sevgilin ne halt ediyor?"
Bir an duraksadım. Gerçeği ona söylememiştim ve söylemeye de niyetim yoktu. Tarık’ı bu karmaşaya dahil etmek istemiyordum. Onun her şeyden habersiz kalması daha iyiydi. "İşleri vardı, yanımda değildi çıktığımda," dedim, söylediklerimi toparlamaya çalışırken. İlişkimiz, dışarıdan bakıldığında sıradan bir çift gibi görünse de, gerçek çok daha karmaşıktı.
Tam bir şeyler söylemeye hazırlanırken, arabamın yanına bir başka araba yanaştı. Camdan bakınca, direksiyonda Savaş'ı gördüm. Arabasından inip bize doğru yaklaşırken, Tarık'la birbirimizden ayrıldık. Savaş’ın gözleri önce Tarık’ın üzerinde, sonra benim üzerimdeydi.
"Yalnız olduğunu sanıyordum," dedi Savaş, gözleri Tarık’a dönük, sesi soğuktu.
"Nereden öğrendin burada olduğumu?" diye sordum, yüzüme yerleşen rahatsızlık ifadesiyle.
Tarık araya girerek, "Belki ben söylemiş olabilirim," dedi, hafifçe omuz silkti.
Derin bir nefes alıp, sabrımı zorlayarak, "İyi ki yalnız kalmak istediğimi söyledim. Kendin de dahil herkesi başıma topladın," dedim, sitemkâr bir tonla.
Tarık, durumu daha da karıştırarak, "Onu bunu bilmem, ama sevgilin seni yanında tutmuyorsa birlikte olmanızın da pek anlamı yok," dedi, bu kez topu Savaş’a atarak.
Savaş, sessizce Tarık’a bakarken gözlerindeki soğuk ve tehditkâr bakışlar her şeyi anlatıyordu.
Ona göz devirerek, "Gerçekten, şimdi ilişkime mi burnunu sokmaya başladın?" dedim, sesimde alaycı bir öfke vardı.
"Senin için söyledim. Her neyse, ben gitsem iyi olur. Geç de olsa sevgilin geldi," dedi ve daha fazla konuşmama fırsat vermeden hızlıca uzaklaştı.
Tarık uzaklaşır uzaklaşmaz, Savaş bana döndü. Gözlerinde hala bir soru vardı. "İlişkin hakkında kim oluyorsa böyle yorum yapabiliyor?" dedi, sesi buz gibiydi.
Ona sakinleşmeye çalışarak cevap verdim. "Onu ciddiye alıyor musun? Söylediği de saçma bir şey değildi. Bizi sevgili sanıyor, hepsi bu."
Savaş, gözlerini kıstı. "Bu ona bu şekilde konuşma hakkını vermez. Ama dışarıdan bakınca sevgilin oymuş gibi duruyor. Ya da daha doğrusu, kendini senin sevgilin sanıyor."
Yorgun bir nefes alıp, "Bugünlük tartışma kotamı doldurdum. Seninle uğraşamam şimdi," dedim, içimdeki tüm ağırlığı hissettiren bir tonla.
Savaş, bakışlarını hafifçe yumuşatarak, "Annenin şirkete geldiğini duydum."
"Bunun için mi geldin?" diye sordum, içimde büyüyen merakla.
"Konuşmanız pek iyi geçmemiş. Nasıl olduğunu merak ettim."
Onun merak dolu gözlerine bakarak, sesimi yükselttim. "Sen beni merak ettin, öyle mi? Oynama benimle Karaarslanlı"
Savaş’ın yüzü, bir an için duygularını gizleyemeyen bir maske gibi görünüyordu. Sanki söylediklerini geri almak istercesine, “Ben oyun falan oynamıyorum,” dedi, sesi sertleşmişti. Bakışlarımı ondan kaçırdım, ama sinirlerim daha fazla dayanamadı.
“Ya ne yapıyorsun o zaman?” diye bağırdım, gözlerimle ona meydan okurcasına.
Bir an sustu, derin bir nefes aldı, sonra bakışlarını gözlerime dikti. Gözlerindeki karmaşayı, kaybetmişlik hissini ilk defa bu kadar açıkça görebiliyordum. Ses tonu titrediği için değil, kelimelerindeki ağırlık yüzünden içimi titretti.
“İlk defa hislerime yenik düşüyorum," dedi, gözleri isyan eder gibi parlıyordu. "Senden uzak durmaya çalışıyorum ama her seferinde kendimi yine yanında buluyorum... Senin yaralarını sarmaya çalışırken aslında kendi yaralarımı açıyorum. Ne yaparsam yapayım, seni aklımdan çıkaramıyorum. Bu nasıl bir ceza? Silmeye çalıştıkça, aklımda daha derine kazınıyorsun...”
Savaş'ın sözleri havada asılı kaldı. Beklemediğim bir açıklamaydı. Dilim tutuldu, söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Sadece yüzüne bakakaldım. Sessizlik öyle bir an ki, zaman bile durur sanırsın.
Kendimi toparlamaya çalışırken, o an, yüzünü bir anlığına eliyle ovaladı, derin bir iç çekti. “Tamam,” dedi pes etmiş gibi, “Haklısın. Saçmaladım.” Arkasını dönmek üzereyken, içimde bir şeyler koptu ve refleksle kollarımı ona doladım.
O da şaşkındı. Kolları havada kaldı, tepkisizdi. Bu hareketimi beklememişti, aynen benim de beklemediğim gibi. Ama ben de kendime şaşkındım. Neden ona sarıldığımı tam olarak bilmiyordum. Sanki bu dünyada tutunacak tek dalım onun kollarıymış gibi hissettim.
“Sus ve sarıl bana,” dedim, sesim emredici bir tonla çıktı. O an bana karşı koymadı. Hiçbir şey söylemeden sıkıca sarıldı. Kollarında huzur buldum; uzun zamandır hissetmediğim bir dinginlik çöktü içime. Zaman sanki akmayı bıraktı. Öylece, kelimelerden azade, birbirimize sarılıp kaldık.
Bir süre sonra, aynı sessizlikle birbirimizden ayrıldık. Savaş bana dikkatle baktı, derin düşüncelere dalmış gibiydi. Sonra ansızın, “Seni bir yere götüreceğim,” dedi, gözleri kararlıydı.
Arabamı lunaparkın girişinde bırakmamı söyledikten sonra, içimdeki merakla ona uydum. Yolda, arabamı sonra aldıracağını belirtti. Hava çoktan kararmıştı. Saat epeyce ilerlemişti ama nedense içimde ona güvendiğimden olsa gerek, zamanı önemsemedim. Yaklaşık yarım saat sonra, karanlık ve sessiz bir lunaparkın önünde durduk.
“Niye geldik buraya?” dedim şaşkınlıkla.
“İnince görürsün,” dedi, kendinden emin.
Arabadan indi, ben de hemen arkasından. Lunaparkın kapısına yürüdüğümüzde, bizi genç bir adam karşıladı. Yüzü tanıdık bir gülümsemeyle aydınlandı. “Hoş geldin, Savaş abi,” dedi, başıyla ona selam verirken.
Savaş yalnızca kafasını salladı. Birkaç saniye sonra jeneratörün sesiyle birlikte tüm park canlandı. Renkli ışıklar her yeri kapladı, devasa dönme dolap ağır ağır dönmeye başladı. Ortam bir anda cıvıl cıvıl bir enerjiyle doldu. Büyülenmiş gibi etrafa bakarken, Savaş’ın sesi beni gerçekliğe çekti.
“Bakmaya gelmedik, prenses. Hadi,” dedi ve elini uzattı.
Gözlerimi devirerek ona yaklaştım. “Sen ve lunapark, ha? Gerçekten garipsin. Bir mafya adamıyla gece yarısı lunaparkta olacağımı söyleseler inanmazdım.”
Savaş da hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Aslına bakarsan, bana da kaçık bir kadınla lunaparka geleceğimi söyleseler ben de inanmazdım.”
Kıkırdadım, ama içimdeki merak gitgide büyüyordu. “Emin misin? Burası senin gibi ağır abilerin mekanı değil, ne de olsa.”
“Eğer gitmek isteseydim, burada olmazdım. Ama lütfen, bana insafsız davranma, sırf seni buraya getirdim diye.”
Gözlerimi kıstım, onu test eder gibi. “Peki, hadi şu atış poligonuyla başlayalım.”
Savaş kollarını göğsünde birleştirip bilge pozları kesmeye başladı. “Kötü bir başlangıç yaptın. Sanırım Unutuyorsun, benim gibi biriyle atış talimi yapmak senin için şimdiden kaybetmek demek. Ama söz bir iki atış kaçıracağım senin için, ”
Kendinden emin havası içimde bir meydan okuma duygusu uyandırdı. Kaşlarımı kaldırıp, "sen benim silah kullandığımı unutuyorsun,” dedim, dudaklarımda alaycı bir tebessüm.
Savaş, yüzünde aynı kendinden emin ifadeyle, “Peki, kaybedince çamura yatmak yok ama ” dedi, genişçe gülerek,
İlk o başladı. Hedef tahtasında bir kez sekiz vururken, diğer iki atışında tam isabetti. Hedefin ortasına bakarken memnuniyetle gülümsedi. Silahı bana uzatırken, gözlerimiz kısa bir an buluştu. Yanımıza gelen görevli, “İsterseniz ben değiştireyim,” diye önerdi, ama gözlerim Savaş’tan ayrılmadı.
“Gerek yok. Sadece mermileri ver,” dedim, aynı anda Savaş’a meydan okuyan bir bakış fırlatarak. Mermileri yerleştirirken, onunla olan bu küçük rekabet beni her zamanki sınırların dışına çıkmaya zorladı. Yerime geçip, Nişan aldım. bir an bile tereddüt etmeden ilk atışı yaptım. Tam ortadan vurdum.
Atış poligonunda silahın soğuk metalini kavradığımda, ardımda duran Savaş’ın alaycı sesini duydum. “Bir tane vurabilirsin herhalde,” dedi sakin bir sesle, ancak meydan okuyan bir bakışla.
İkinci atışımı da tam ortadan vurduğumda, göz ucuyla ona baktım. İfadesi değişmemişti, yine de yenilgiyi hazmedemeyen bir kibirle konuştu. “Acemi şansı,” dedi, kabul etmek istemeyerek.
Üçüncü atışımda da hedefi tam ortasından vurduğumda, silahı masaya bırakarak ona döndüm. “Bakalım bunun için ne söyleyeceksin,” dedim. Kendine güvenli bir şekilde kollarımı göğsümde kavuşturmuştum.
Savaş ellerini havaya kaldırdı ve gülümseyerek pes etti. “Tamam, sen kazandın. İyisin, kabul ediyorum.”
Yanımızda duran genç güvenlik görevlisi, hayranlıkla Savaş’a baktı. “Yenge sağlammış Savaş abi,” dedi samimi bir ifadeyle.
Savaş, sessiz bir gülümsemeyle elini gencin omzuna vurdu, bir şey söylemesine gerek yoktu. Ancak ben o sırada daha da ileri gitmek için bir fırsat görmüştüm. Gözüm, çarpışan arabaların parlak renklerine takıldı. Bineceğimden değil, ama onu sinir etmek için en iyi yol bu olurdu.
“Çarpışan arabalara ne dersin?” dedim alaycı bir şekilde.
Yüzüme baktı, ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Ardından kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Baştan anlaştık sanıyordum.”
Sırıtıp biraz daha üzerine gittim. “Geldik madem, binmek istiyorum. Benimle beraber binmeyecek misin?”
Savaş derin bir nefes aldı, gözlerinde ciddiyetin yanında hafif bir eğlence vardı. “Benim ona binmem tuhaf kaçmaz mı? Koskoca insanlarız, bu çok çocukça olur.”
Onun bu mantıklı direnişi beni vazgeçirebilirdi ama içimde bir yer, bu fırsatı kullanmamı söylüyordu. İçimden gelen bir dürtüyle, daha derin bir yere dokundum. “Ya çocukluğumda yapamadığım şeyi seninle yapmak istiyorsam? O zaman da mı çocukça bulursun?” dedim, sözlerim daha ciddi bir tona bürünmüştü. Söylediğim şeyin ağırlığı hemen içime çöktü. İstememeliydim, yapmazdı da... Ardından aceleyle geri adım attım. “Her neyse, vazgeçtim. Yapmayacağını biliyorum. Söylemedim say.”
Savaş’ın gözleri benimkine kilitlendi. Ciddiyetle doluydu ama sözlerinde alay yoktu. “Tamam,” dedi.
Kafam karışmıştı, ne demek istediğini anlayamamıştım. Ona inanamayarak baktım. “Dalga geçme Karaarslanlı,” dedim şüpheyle.
“Bunu istemedin mi?” dedi, sesinde hafif bir meydan okuma vardı.
Başımı eğdim, içimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak. “Evet, ama öylesine söyledim. Bunu kabul edeceğini düşünmedim.”
Savaş bir adım ileri çıktı, gözlerinde o tanıdık sertlik belirdi. “Yapmayacağım şeyleri bana baştan beri yaptırmayı başarıyorsun zaten. Bence bu o kadar abartı olmaz. Hem burada kimse yok. Eğer o çeneni kapalı tutarsan, seninle beraber binerim.”
Dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi. “Tutmaya çalışırım”
Savaş’ın sessizce başını sallayıp beni izlediği o an, lunaparkın ışıkları altında çocukluk hayallerimi gerçekleştirecek olmanın garip bir huzuru içime dolmuştu. O an, dünyanın en ağır sorumluluklarını taşıyan iki yetişkin gibi değil, çocukluklarını yeniden keşfeden iki insan gibiydik. çarpışan arabaların yanına ilerledik. İkimiz de farklı arabalara bindik. , Savaş'ın yan bakışlarını hissediyordum. Arabanın direksiyonunu sımsıkı kavradım ve ilk hareketimle ona doğru yöneldim. Çarpışma anında arabanın hafif sarsıntısıyla gülümseme dudaklarımda belirdi. Savaş ise kaşlarını çatarak bana döndü.
“Benimki bozuk,” dedi ciddi bir ses tonuyla. “Yoksa seni çoktan geçerdim.”
Her çarpışmamızda aynı bahaneyi tekrarlıyordu. Ben ise her defasında gülerek yeniden ona doğru sürüyordum. Bu küçük oyunla aramızdaki rekabeti büyütüyorduk. O her itiraz ettiğinde sanki içimdeki çocukluğun saklı kalan yanları birer birer ortaya çıkıyordu. Uzun zamandır hissetmediğim bir neşe, sıcak bir mutluluk sardı içimi.
Kendimi hiç olmadığım kadar çocuk gibi hissettim. Ömrüm boyunca eksikliğini hissettiğim bir şeyin, aniden tamamlandığını fark ettim. Çocukken yapmadığım, belki de yapamadığım şeylerin aslında benim için ne kadar önemli olduğunu anladım. Şimdiye kadar o boşluğu fark etmemiştim bile.
Raunt sona erdiğinde arabalar yavaşça durdu. İkimiz de arabalarımızdan inerken, Savaş gülerek bana baktı.
“Benimki bozuktu, yoksa ben daha iyi kullanırdım,” dedi gülümseyerek, ama ciddiyetini de koruyarak.
Gözlerimi devirdim ve alaycı bir ses tonuyla, “Tabii canım, kesin,” dedim ona inanmadığımı belli eden bir bakışla.
Etrafımızdaki lunapark ışıkları altında yürümeye başladık. Renkli lambaların loş ışığı, üzerimize yumuşak bir parıltı yayıyordu. Savaş bir yandan etrafı inceliyor, bir yandan da yeni bir macera arıyordu.
“Peki, şimdi neye binelim?” dedi gözlerini bana çevirerek. “Ama bu seferki doğru dürüst bir şey olsun.”
Bakışlarımı karşıya çevirdiğimde büyük dönme dolabın yavaşça döndüğünü gördüm. Dinginliği ve yavaş hareketi içimde garip bir huzur hissettirdi. “Dönme dolap,” dedim, gözlerim dönme dolabın ışıklarına takılı kalmıştı.
Savaş başını hafifçe sallayarak derin bir nefes aldı. “Sonunda bir şey yapmadan oturabileceğiz,” diye mırıldandı.
Göz kırparak, alaycı bir tonla “Çok nazlandın, sana bir torpil geçiyorum,” dedim. Gülümsemem, onun gözlerindeki kıvılcımları aydınlatıyordu.
“Allah razı olsun,” dedi dalga geçercesine, “Ne kadar yufka yüreklisin.”
Kısa ama tatlı atışmalarımız, birbirimizle olan bağımızın bir parçasıydı. Onunla atışmak, hem eğlenceliydi hem de aramızdaki gerilimi tatlı bir şekilde canlı tutuyordu.
Dönme dolaba yanaştık ve kabine bindik. Yan yana oturduk. Kabin yavaşça yukarı doğru yükselmeye başladığında, aşağıdaki lunapark kalabalığı giderek küçüldü, yerini şehrin hafif rüzgarına bıraktı. Yukarı çıktıkça sessizlik etrafımızı sardı, yalnızca hafif bir metalik tıkırtı ve uzaktan gelen lunapark sesleri duyuluyordu.
Savaş, sessizliği bozdu. “Çocukluğun sana eskisi kadar kırgın değildir belki de,” dedi, gözlerini şehrin manzarasına dikmişti.
Derin bir nefes alarak ona döndüm. “Belki de... ama bu onun kırgınlığının içime battığı gerçeğini değiştirmiyor.”
Savaş, içindeki hüznü bastırmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. Bir an için uzaklara dalan gözleri, aniden bana döndü. “Ben de kardeşim ölünce aynı şeyi hissetmiştim,” dedi sakin ama derin bir sesle. “Hiç geçmez sanıyordum. Hâlâ sızlıyor, ama sanırım eskisi kadar sancılı değil.”
Sözlerinin ardındaki derin yarayı hissetmiştim. “Neden?” diye sordum yumuşak bir ses tonuyla. “Alıştın mı?”
Bir süre cevap vermedi, gözleri gözlerimdeydi. Sonunda konuştu, kelimeleri ağır ama içtendi. “Belki de. Ama bildiğim bir şey var ki, bu seni tanıdıktan sonra değişti.”
Sözleriyle birlikte bakışları derinleşti. Gözlerimiz birbirine kilitlenmişti, sanki o an sadece ikimiz vardık. Etrafımızdaki dünya tamamen sessizliğe gömüldü, yalnızca onun sıcak nefesi ve bana doğru eğilen yüzü vardı. Yavaşça birbirimize doğru yaklaştık, kalbim hızla çarpıyordu. Dudaklarımız birbirine değmek üzereydi ki, birden kabin durdu.
Savaş’a doğru yaklaştığım anda aşağıya baktım ve gözlerim hemen bizi izleyen güvenlik görevlisine takıldı. O an aniden ondan uzaklaştım. Aramızdaki mesafe birden açıldı, ama kalbimde hâlâ az önceki yakınlığın sıcaklığı hissediliyordu.
Savaş, bakışlarını benimkinden kaçırmadan hafif bir gülümsemeyle geriye yaslandı. Ben ise içimde kalan o tatlı, yarım kalmış yakınlığın izlerini taşırken, dışarıdaki rüzgarın hafif serinliğiyle birlikte yavaşça derin bir nefes aldım.
Dönme dolaptan indikten sonra yavaşça lunaparkın kapısından çıktık. Sessizlik, birbirimizin yanındayken yaşadığımız o yoğun anın ardından geceye hakim olmuştu. Araba yolculuğunda ikimiz de sessizdik; düşüncelerimiz, her şeyin üstündeydi.
Eve vardığımızda, kapıdan içeri girdiğimizde yorgun ama tatmin olmuş görünüyorduk. Üst kata çıktık ve ben odama geçerken, Savaş da kendi odasına yöneldi. O an bir anlığına birbirimize baktık. Gözlerimiz, belki de bir anın özeti gibiydi; her şeyin anlatıldığı ama aynı zamanda her şeyin anlatılamadığı bir bakış.
Yanına yaklaştım ve kısık bir sesle, “Bu akşam için teşekkür ederim,” dedim. Cevap vermektense, gözlerini dudaklarıma odakladığını fark ettim. Aramızdaki çekim güçlendi, ve ona karşı koymam gitgide zorlaşıyordu. Elimi, yüzüne hafifçe dokundum, parmaklarım çenesine yerleşti.
“Ben buradayım,” dedim, her zamanki cilvemle. Sözlerim, gece boyunca yaşadıklarımızı ve aramızdaki kıvılcımları hatırlatıyordu. O, ellerini yanağımdan, yavaşça göğsümün üzerine kaydırdı.
“Biliyorum,” dedi, gözlerinde derin bir şehvetle. Gözleri, bir önceki sessizliğin ardındaki duyguları açıkça ortaya koyuyordu. Yavaşça daha da yaklaştık; aramızdaki mesafe daraldı. Dudaklarımı onunkilerle buluşturduğumda, hırıltılı bir sesin boğazından yükseldiğini duyabildim.
" Bu Her şeyin sonu olabilir,” dedim, dağınık saçlarımı umursamadan ensemdeki saçlarımı kavradı ve etkileyici gülümsemesiyle gülümseyip " her şeye değersin,” diye fısıldadı dudaklarıma, ardından dudaklarını, benimkilerin üzerine açlıkla bastırdı. Ellerimi, onun ellerinin üzerine koyarak ona karşılık verdim. Gözlerimiz birbirine kenetlendi, ve bu tehlikeli yakınlaşma, aramızdaki mesafeyi tamamen ortadan kaldırdı.
Bunu yapmamam gerektiğini biliyordum. Fakat ne yaparsam yapayım, Savaş'ta bana karşı koyamayacağım bir şey vardı. İçimdeki çocuk, sanki ona ihtiyacı varmış gibi hissediyordu; bu hissiyat, beni anlıyor ve karşısında beklentiyle değil, şefkatle yaklaşıyordu. Tutkulu bakışları, karşı konulmaz bir cazibe haline geliyordu.
Dudaklarımıza her yaklaşışında, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Aramızdaki bu yakınlık, hem tehlikeli hem de son derece cazipti. İçimdeki bütün engeller yıkılmıştı; her şey, sadece ona teslim olmaya yönelikti. Sonunda, bir araya geldiğimizde, bu anın gerçekliğinin farkındaydık; aramızda bir bağ oluşmuştu ve bu bağ, her şeyin önündeydi.
İlk defa birinin kalbinde yer edindiğimi hissetmiştim insan ilk defa yaşadığı şeylerle de çocuk gibi hissediyormuş yinede zamanında yaşanmayan şeylerin şimdi yaşanması da insanı hüzne sürüklemiyor değil, Ama şimdi asıl sorun ben bu adamdan bu saatten sonra nasıl uzak duracaktım daha doğrusu kalbime zorla soktuğu bu umut ışıklarını bi gün söküp atacağını bile bile ona güvenebilecek miydim?
Umarım keyifle okumuşsunuzdurr:)
Ezimin abisi acaba karşı tarafa mı geçti?
Ezim savaşa güvenmemek konusunda ciddiyken şimdi aralarındaki bağ daha da kuvvetleniyor tüm bunların içinde ilişkileri nasıl devam edecek?
Ezimin ailesine bu öfkesi yüzünden intikam diye başladığı yolda bakalım başına daha ne gibi ummadığı şeyler gelecek?
Kimseden şimdilik ses çıkmaması fırtına öncesi sessizlik mi?
Hepsi ve daha fazlası için takipte kalmaya devam edin. buraya kadar gelmişken oy vermeyi de unutmayın Bir dahaki bölümde görüşmek üzere 📍🎀
|
0% |