14. Bölüm

14. BÖLÜM “İ N A Y E T”

sim
simaara

Herkese merhabaaaa 💓

 

Nasılsınız, keyifleriniz yerindedir İnşallah?

 

Biliyorum bölümlerin hızlıca gelmesini istiyorsunuz ama uygulama hataaaa veriyorr 🥹 girebilsem bölüm atmış olacağım da, giremiyorum 🫠 en kısa sürede umuyoruz ki bu aksaklık düzelir.

 

Daha fazla uzatmadan sizleri bölümle baş başa bırakarak keyifli okumalar diliyorum. Satır aralarında buluşalım lütfen, sizleri orada bekliyorum 🕯

 

 

 

• • •

 

 

 

Bölüm Şarkıları: Seksendört / Anlayamazsın

 

Indila / Love Story

 

 

 

 

"Ne istediğimi kendimde bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama yinede hayattan bir şeyler bekliyordum."

 

 

 

Stefan Zweig - Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova / Stendhal / Tolstoy

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

⚫️

 

 

 

 

Unutuyordum. Ve bu bana fazlasıyla acı veriyordu.

 

Aileme dair olan şeyleri, konuşmalarımızı... yüzlerini. Zihnimde yer edinen bazı anların dışında hiç bir şey yoktu. Koca bir hiçlikti.

 

Bir kabus daha canımı yakarak uykumdan uyandırmıştı beni. Kalbim göğüs kafesimi parçalayıp, oradan çıkacakmış gibi atıyordu.

 

Hala gözlerimin önünde olan görüntüleriyle birlikte gözyaşlarım çoktan yanaklarımdan aşağıya doğru süzülmeye başlamıştı.

 

Ağlıyordum ve yine kimse beni duymuyordu.

 

Kaç saattir burada uyuyordum bilmiyordum ama Yavuz'un beklemediğim sözlerini duyduktan bir süre sonra uyuyakalmıştım.

 

Kabusumda küçükken en büyük korkularımdan biri olan karanlık bir odanın içerisinde kalmış, acıyla bağırıyordum ve yine kimse sesimi duymuyordu. Belki de çaresizce her gece o karanlık odadan çıkmaya çalışıyordum ben.

 

Yattığım yerde doğrulmaya çalışarak yutkundum. Gözlerim duvardaki saati buldu.

 

17:40.

 

Odadan çıkarak aşağıya inmek istedim, yalnız olduğumu düşünmek kötü hissettiriyordu bana. Ellerimi iki yanımdan yatağa bastırıp, sağ tarafımdaki komodinden de güç alarak kısa sürede yerimde tamamıyla doğrulmuştum. Başarılı olan bu hamlemle birlikte karnımdaki yara da fazlasıyla sızlamıştı. Suratım buruştu ve bir süre öylece durarak acıya alışmayı bekledim.

 

Sanırım bu şekilde odadan çıkmayı başaramayacaktım, umutsuzca yerime yeniden oturmayı düşündüğüm esnada odanın kapısı açılmıştı. Merakla başımı çevirdim.

 

Gözlerimi çevirir çevirmez Yavuz'un kahve hareleri karşılamıştı beni. Bir kaç adımda yanıma ulaşırken, aynı zamanda konuşmayı -daha doğrusu söylenmeyi- ihmal etmiyordu. Ayakta olmam onu kızdırmışa benziyordu.

 

"Ameliyattan çıkalı daha ne kadar oldu da yerinden kalkmaya çalışıyorsun sen öyle? Dikişlerini patlatacaksın!"

 

Sol eli sağ kolumu tutarken, sağ eliyle de sıkıca belimi kavramıştı. Karnımdaki yaraya temas etmemeye çalışırken, küçük bir çocuğu yaramazlık yaparken yakalamış gibi büyük bir ciddiyetle suratıma bakıyordu. Sorguya çekilmemek için gözlerimi kaçırmak istedim ama o çoktan bunu da fark etmişti.

 

"Ağlamışsın."

 

Bu durumdan memnun olmadığını ses tonu fazlasıyla eve vermişti. Cevap veremedim. Belimdeki parmakları hareket etti, kolumdaki eli yukarıya kaydı.

 

"Neden ağladın?"

 

Yüzümün bir kaç milim ötesinde duran yüzünü görmek için kaldırdığım başımı yere eğdim. Bu durumdan da hoşnut olmamıştı eliyle çenemi tuttu, kafamı yeniden kaldırdı ve gözlerini gözlerime sabitledi.

 

Bir defa açıp kapattı gözlerini, nasıl oldu bilmiyorum ama bu ufak hareketinden güven aldım. Yavaşça dudaklarımı araladım.

 

"Kabus... kabus gördüm."

 

Dipsiz bir uçurum gibiydi gözleri, ne ben oradan kopabildim, ne de o benim oradan kopmama müsaade etti. Parmak uçlarını kaydırarak çenemden yanağıma ulaştı. Bu ufak bir itiraftan çok daha fazlasıydı benim için. Ağır ağır tenimin üzerinde geziniyordu dokunuşları. Gözleri yüzümün her bir noktasında, en çokta yeşil gözlerimde dolaşmıştı.

 

"Ne gördün?"

 

Boğazıma oturduğunu hissettiğim yumrudan kurtulmak isteyerek yutkundum ama pek başarılı olamadım. Anlayışla konuşmamı bekledi, tepkilerimi kaçırmamak için de dikkatle izliyordu.

 

"Karanlık odadaydım. Bağırdım ama yine kimse sesimi duymadı."

 

İlk defa kendime dair bir şeyi açmıştım ona. Karanlığın bir kabustan çok daha fazlası olduğunu anlamasını istemiştim, gözlerinden gözlerimi kaçırmadım.

 

Yanağımda olan eli enseme kayarken aramızda kalan o bir kaç santimlik mesafeyi alnını alnıma yaslayarak kapatmıştı. Tenime dokunan teni kor alevler gibiydi, yanmasının yanı sıra aynı zamanda yakıyordu da. Aldığı her nefesi tenimde hissederken, sıcaklığı soluklarıma karışmıştı. Gözlerimi kapattım, neden olduğunu bilmesem de kendimi güvenerek ona teslim ettim.

 

Dilini damağına vurarak cıkladı. Bu hareketine de alışmıştım.

 

"Duydu."

 

Kendi yansımamı gördüm gözlerinde, göğsüm titredi.

 

"Duydu ve geldi."

 

Sözleriyle birlikte nefesimin kesildiğini hissettim, oysaki sıradan bir cümle kurmuştu belki de. Ama bende böylesine büyük bir etki oluşturacağını tahmin edemezdim.

 

Baş parmağı elmacık kemiğimden yanağıma doğru yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Tenimde bıraktığı her iz, kalbimin atışını değiştiriyor, daha önce yaşamadığım ve ne olduğunu dahi bilmediğim hislerin içine atıyordu beni.

 

"Artık karanlık değil."

 

Sözlerine, davranışlarına inanmayı, tüm kalbimle ona karşılık vererek, umuda tutunmayı istedim.

 

Derin bir nefes aldım, içim yanıyordu sanki ve aldığım her nefeste onu biraz daha hissediyor olmak içimdeki yangını harlıyordu.

 

"Gerçekten mi?"

 

Dudaklarımdan çıkan kelimelere engel olamazken, dudaklarının saçlarıma dokunacağını düşünmemiştim.

 

Basit, belki de sıradan bir dokunuştu... ama benim için değildi.

 

İlk defa birisi benim izinimle bu kadar yakınıma girmiş, dokunuşu bedenimi ürkütmemişti.

 

Daha öncesinde kimse benim nasıl olduğumu merak etmezken, Yavuz sözler veriyor, canımı yakanın canını yakacağını söylemekten geri kalmıyordu.

 

Dudaklarını saçlarımdan çekti ve bu seferde alnıma bastırdı. Titreyen gözlerimi sıkıca kapatarak nefesimi tuttum, bu doğru muydu yoksa yanlış mıydı bunu bile bilmiyordum.

 

Hafifçe uzaklaşmıştı ama hala kendisini hissedebileceğim uzaklıktaydı.

 

"Üzerini değiştirmek ister misin?"

 

Sorusu üzerimdeki şaşkınlığı bir anda dağıtırken, kocaman açtığım gözlerimi yüzüne çevirmiştim. Konuşacak halde değildim, o yüzden reddetmek için kafamı sağa sola salladım. Ama tepkimden tatmin olmamıştı.

 

"İstersem yapabilirim ben."

 

Sözlerimle dudakları kıvrılır gibi oldu, ama kıvrılmamıştı.

 

"Mihrimah'ı çağırayım?"

 

Sırlarımın şu anda bir kısmını bilen kişi oydu, o yüzden bu önerisini kabul ettim. Belimdeki eliyle yatağa yönlendirdi beni, sonrasında da yavaşça oturmamı sağladı.

 

Cebinden çıkardığı telefonla Mihrimah'ı arayıp odaya çağırdı. Bir kaç dakikanın içinde Mihrimah gelmişti. Giyinme odasından bana temiz kıyafetler çıkararak yatağın üzerine bıraktı. Hala yanımızda duruyor olan Yavuz'a çevirdim bakışlarımı, artık çıkması gerekiyordu. Konuşmadan anladı.

 

"Kapıda bekliyorum."

 

Bir tepki veyahut cevap vermemizi beklemeden odadan çıktı, anladığım kadarıyla buradaki işi bitmemişti. Diğer taraftan dönerek tam önüme geldi Mihrimah. Suratında kocaman bir gülümseme vardı.

 

"Nasılsın yengeciğim?"

 

Üzerimdeki tişörtü çıkarmasına izin verirken, aynı zamanda sorusunu da cevaplamıştım.

 

"Daha iyiyim."

 

Getirdiği eşofman takımını üzerime giydirirken canımı yakmamak için yavaş hareket ediyor, bu esnada da gözleri bedenimdeki izlere özellikle değmiyordu. Kendimi bir anlığına ona karşı mahçup hissettim. Hızlıca giyinmemi sağladı.

 

"Abimi bekletmeden çağırayım, zaten yeterince asabi."

 

Gözlerini belerterek söylediği şeylere gülümsemiştim, kesinlikle Yavuz asabi bir adamdı, ve sürekli sinirleniyordu. Çıkardığı kıyafetleri banyodaki çamaşır sepetine attıktan sonra, yatak odasının kapısını açarak Yavuz'u çağırmış, ardından da odadan çıkarak bizi yalnız bırakmıştı.

 

Yavuz, yatağın üzerinde oturan bana kısa bir bakış atarak, yanıma geldi.

 

Ne yapacağını ya da konuşacağını bilemediğim için öylece suratına bakarken, hastanede olduğu gibi çok hızlı bir şekilde eğilerek bedenimi kucağına almıştı. Dudaklarımın arasından ufak bir şaşkınlık nidası kaçarken, yarasını niye bu kadar umursamadığını düşünüyordum.

 

"Omzun Yavuz, omzun!!"

 

Sesim elimde olmadan sert çıkmıştı, tepkime karşılık dudakları kıvrıldı. Ve bu sefer gerçekten gülmüştü. Sorum yanıtsız kalırken çoktan kapıya doğru adımlaya başlamıştı.

 

"Nereye gidiyoruz?"

 

Odadan çıkmış, geniş koridordaydık şimdi. Merdivenlerin olduğu tarafa döndü.

 

"Canın sıkılmamış mıydı? Biraz hava alacaksın."

 

Merdivenleri inip, giriş katta bulunan büyük salona gelmiştik. İçeriye girince Heja dayeyle, Zümrüt Hanımın sohbet ettiğini gördüm. Onlarda geldiğimizi farketmişlerdi, ilk gördüklerinde biraz garipseyen bakışlar atmış olsalar da bir şey söylemeyip sohbetlerine kaldıkları yerden devam etmeyi tercih etmişlerdi.

 

Yavuz, üçlü koltuğun önünde durarak ayaklarımı uzatacağım şekilde oturtmuştu beni. Tüm dikkat benim üzerimdeydi ve bu durumdan rahatsız olmuştum.

 

Geri çekildiğinde bu yüzden ayaklarımı indirmek istedim ama bacaklarıma bastırdığı elleri buna engel olmuştu. Eğdiği bedenini kaldırmadan gözlerini gözlerime çevirdi.

 

"Sakın."

 

Kısa ve net uyarısı beni durdururken o geriye çekilerek, koltuğun boşta kalan yerine oturdu. Az önceki ikazını dinlemeyeceğimi de düşündüğü için sanırım, eli ayak bileğime uzanarak tutmaya başlamıştı.

 

"Evin, yaran daha iyidir keça min?"

 

Heja dapirin sesiyle gözlerimi Yavuz'dan çekmiştim. Yaşlı kadına bakarak hafifçe gülümsedim.

 

"İyidir Heja daye, fazla ağrımıyor."

 

Memnun olarak gülümsedi. Bu sefer çekinerek Zümrüt Hanıma bakmıştım. Yanındaki küçük sehpaya koyduğu kahve fincanını eline almıştı, ağırca bir kaç yudum içti.

 

"Gül, buraya bakasın."

 

Evin çalışanı olan Gül abla kısa sürede yanımıza salona gelmişti.

 

"Buyurasın hanımım?"

 

Zümrüt Hanım ciddiyetini bozmadan bir kez daha konuşmuş, ve söylediği şeyleri duyduktan sonra bedenimi farklı bir şaşkınlık dalgası daha kaplamıştı.

 

"Pişirdiğiniz çorbayla, şerbetten hazırla getir Evin geline."

 

Görünüşünden ne kadar ödün vermiyor olsa da ses tonu fazlasıyla iyimserdi, bu durum hoşuma gitti.

 

"Bende bir kahve alayım."

 

Hala eliyle bileğimi tutuyor, parmaklarını da ağır ağır tenimde dolaştırıyordu Yavuz. Gül abla istenilen şeyleri hazırlamak üzere salondan çıkarken, Heja daye konuşmuştu.

 

"Haberi tüm Mardin duymuş, nikahı kıydığınızı da söylettirdik. Ne zaman isterseniz düğünü o zaman yaparsınız."

 

Aklıma takılan bir kaç şey vardı, ama şu anda soramazdım. Salonu yeniden sessizlik kaplarken Gül abla, elindeki tepsiyle yanımıza gelmişti.

 

"Afiyet olsun hanımağam."

 

Kucağıma bıraktığı tepside olan bakışlarım sözleriyle birlikte hızlıca yüzünü bulmuştu. Ne demişti bana?

 

"Hanımağam?"

 

Gülümsedi tepkime. Gözlerimi Yavuz'a çevirdim, bir şey söylemesi için ama o da sadece varla yok arası gülümsemişti. Akif'ten sonra bir başkasının daha bana hanımağam demesi şaşırtmıştı beni.

 

Adını bilmediğim bir başka çalışan da Yavuz'un kahvesini getirirken, çorbadan bir kaşık almıştım, çok güzel kokuyordu.

 

"Ellerinize sağlık."

 

Dedim, onlar salondan çıkmadan önce. Şerbetle çorba fazlasıyla iyi gelmiş ve bedenime yeniden uyku bastırmıştı.

 

Yorgunca gözlerimi açıp kapattığım sırada Yavuz bitirdiği kahve fincanını önündeki sehpaya bırakarak yerinden kalkmıştı. Önce dizlerimin üzerinde duran tepsiyi alarak kenara koydu, ardından da beni kucağına aldı.

 

Salondakilere kısa bir selam verdikten sonra da bizi avluya çıkararak merdivenlere yönlendirmişti.

 

"Bir gelişme var mı?"

 

Sorumla birlikte gözlerini bir anlığına bana çevirdi.

 

"Var."

 

Açıklamasını bekledim, merdivenleri çıkarak odamızın önüne gelmiştik. Ama hala bir açıklama yapmadı. Kapıyı açtı ve girdikten sonra ayağıyla kapattı.

 

"Eee?"

 

Kucağında tuttuğu bedenimi yatağın üzerine bıraktıktan sonra yukarıdan attığı bakışlarıyla banyoya girdi. Bir kaç dakikanın sonunda da elinde tuttuğu küçük bir çanta ile yeniden geldi.

 

"Ee'si icaplarına bakacağım."

 

Çantayı yatağın kenarına bırakarak, tam yanıma denk gelecek şekilde oturdu. Ne yaptığını anlamaya çalışırcasına suratına bakıyordum, çantanın ağzını açarak bir kaç pamuk ve ilaçları çıkardı. Havaya kalkan kaşıyla karnımı işaret etti. Pansumanı onun yapacağını anlamıştım ve buna ne yazık ki daha hazır değildim. Çok ani olmuştu.

 

"Ben yapabilirim, daha önce de yapmışlığım var."

 

Gözlerinde bir şeyler parlamıştı, öfkelendiğini anladım. Fakat bunun sebebinin söylediğim şey mi yoksa itiraz edişim mi olduğunu anlayamamıştım. Bugün için yeteri kadar benimle iletişime girmişti, bu duruma alışkın değildim. Tamamıyla yabancıydım ve bir anda kabul edip kendimi bırakamıyordum.

 

"İyi şimdi ben yapacağım, kaldır tişörtünü."

 

Elimi uzatıp tişörtü kaldıramazken, parmakları uzanarak benim yerime bunu da yapmıştı. Yaramın biraz üzerine denk gelecek şekilde tişörtümü kaldırdı. Dikişlerimin üzerindeki bandajı da canımı acıtmamak için yavaşça kaldırmıştı.

 

Pamuğa döktüğü ilaçları yaramın üzerinde dolaştırırken dikişlerimin üzeri sızlamaya başlamıştı. Bundan daha da kötü canımı acıtan yaralarım olmuştu, bünyem bu yüzden alışkındı. Dişlerimi sıkıyor oluşumu bile bundan dolayı fark edemiyordum.

 

Fakat o an asla beklemediğim bir şey oldu. Tenimdeki acının üzerinde ılık bir nefes hissettim.

 

Yarama, canım acımasın diye üflüyordu.

 

Canımı acıtmamak için bunu yapıyordu.

 

Daha küçük bir çocukken yaralarımın acısıyla baş etmeyi öğrenmiştim ben. Annemle, babamdan sonra kimse canımın acıyıp acımadığını merak dahi edip sormamıştı ki.

 

Titreyen gözlerimi yaraya üflemek için yaklaştırdığı kafasına çevirdim. Dumura uğramıştım.

 

İçimde kopan kıyamet, anılarımın arasında büyük bir yıkıma sebebiyet verirken, ben çocuksu bir saflıkla, kaçırmaktan korkarcasına dikkatle hareketlerini izlemeye başlamıştım. Üzerimde bıraktığı etkiyi farketmiş miydi bilmiyordum ama şu yaptığı şey beni derinden sarsmıştı.

 

Nefesim düğüm düğüm olurken, onun her dokunuşu bir önceki dokunuşundan daha dikkatli oluyordu. Temiz bandajı yaranın üzerine yapıştırdı, yukarıya sıyırdığım tişörtümü tutarak düzeltti. İşte o zaman kahve hareleri yeşillerimi buldu.

 

Dağılan halime bir anlam yüklemeye çalıştı bakışları ama bendeki bu yıkımı anlayamazdı.

 

"Canını mı yaktım?"

 

Sözleri bir kez daha keskin bir hançer olarak kalbime saplanırken, donuklaşan bakışlarımla kafamı hızlıca sağa sola sallamıştım.

 

"Hayır... hayır iyiyim."

 

Elindeki çantayı yeniden banyoya bırakmaya gitti. Geri geldiğinde ise, yatağın yanında duran ilaç kutularından çıkardığı haplarla birlikte bir bardak suyu uzatmıştı.

 

Havale geçirip kalırsın inşallah orada! Sana değil ilaç, su bile yok, şeytan!

 

Zihnimde yankılanan sesler bir ok misali bedenime saplanıyordu. Kanıyordu, acıtıyordu...

 

Titreyen elimi ilaçları almak için uzattım, sıklaşan nefesim bana hiç yardımcı olmuyordu. Gözleri şüpheyle kısılırken, ilaçları titreyen elime vermek yerine tek tek ağzıma uzatmıştı.

 

Bir an önce bu odadan çıkmalıydı. Yoksa kendimi bırakır, her şeyi bir bir dökerdim.

 

Dudaklarımın üzerinde hissettiğim hapı uzattığı bardağı alarak içmiştim, diğerlerini de içtikten sonra elimde olan bardağı aldı. Gözleri hala şüpheli bir şekilde üzerimde dolaşıyordu. Yorgun çıkarmaya çalıştığım sesimle konuştum.

 

"Uyuyacağım, yorgun hissediyorum kendimi."

 

Yastığımı düzeltti, uzanmamı sağladı.

 

O taşın üzerinde uyu da aklın başına gelsin!

 

Bir ses daha yankılandı, zihnimin kilitli odalarından sızarak. Yorganı üzerime örttü.

 

"Bir şeye ihtiyacın olursa ara, benim ufak bir işim var."

 

Kafamı salladım ve gözlerimi uyuyacakmış gibi sıkıca kapattım. Bir süre orada öylece durdu, konuşmadı. Adımları yavaş yavaş uzaklaşırken odadan çıkmıştı.

 

Zıkkımın kökünü ye!

 

Yaşamayı haketmiyorsun, anası kılıklı yılan!

 

Ne oldu Evin hanım, yemeklerimizi beğenmediniz mi!

 

Seni s****im duydun mu beni, anama saygısızlık etmeyeceksin kendine gel!

 

Susmadı sesler, tam tersine zihnimde defalarca tekrarlandı. Ruhum sıkıştı, boğulduğumu hissettim o an. Duvarlar üzerime üzerime gelmeye başladı, kalbim bir kez daha acıyla sızladı.

 

"Annem çok iyi bir insandı..."

 

Titreyen sesimle, tüm kötü düşüncelerine inat, inanmalarını isteyen bir tonlamayla konuşmuştum. Göğsümün üzerindeki ellerim kasılıyordu.

 

"Annem çok iyiydi, sizin gibi değildi. O kötü bir insan değildi, olmadı da."

 

Gözyaşlarım yanağımdan şakaklarıma akıyor, en son da yastığın üzerinde kayboluyordu.

 

Ne kadar süre ağladım bilmiyordum ama en sonunda gözlerim yanmaya başlayarak kapanmış, yorgun bedenim uykuya teslim olmuştu.

 

Kendimi yeniden kontrol edememiştim...

 

 

 

~

 

 

 

Yazardan:

 

 

 

 

Tüm gün zar zor öfkesini zaptetmeye çalışan adam, saat akşam sularını gösterirken, evden ayrılmıştı. Kapının önündeki bir kaç koruma da onun arabasının arkasına takılırken, gideceği yer çoktan belli olmuştu. Kahve hareleri büyük bir dikkatle yolu takip ediyorken telefonu çalmıştı. Arayan abisi Miraç'tı.

 

Bekletmeden aramayı yanıtladı ve Miraç'ın sesi arabanın içine yayıldı.

 

"Neredesin Yavuz?"

 

Sol omzunda hissettiği sızlama bedeninin ufak kasılmalar yaşamasına sebep olurken abisininin sorusunu bekletmeden yanıtlamıştı.

 

"Yakalanan şerefsizlerin yanına gidiyorum, yoldayım."

 

Evin'i bahane ederek bir süre evde kalmasını sağlamışlardı, fakat şimdiki ses tonuna bakılırsa göstermemeye çalıştığı öfkesi yeniden ortaya çıkmıştı.

 

"Beni de bekle lan, iki dakika daha duramadın evde değil mi?"

 

Kucağındaki oğlunu karısına uzatırken, çoktan salondan çıkarak ceketini eline almıştı Miraç. Bu sırada Yavuz sıkıntıyla ağrıyan omzunun elinin yumruğunu açıp kapatıyordu.

 

"Sen karışma bu işe abi."

 

Her ne kadar Yavuz istemiyor olsa da bu iş çoktan ailevi mesele haline dönüşmüştü. Ailedeki herkesin soracağı bir hesap vardı.

 

"Ne demek karışma?"

 

Kapının önündeki şoför arabayı çalıştırırken, Miraç'ta yola çıkmıştı.

 

"Tamam abi gel, sen de gel."

 

Çatık kaşlarıyla aramayı sonlandıran Yavuz tüm dikkatliyle yeniden yola dönmüştü. Yeteri kadar sinirliydi ve bir de buna takılmak istemiyordu.

 

Etraftaki arabalar teker teker azalırken, orman yoluna çoktan girmişti. Bir kaç dakika sonra, adamların kim olduğunu görerek, hesabını kesecekti.

 

Sağ taraftaki yol ayrımına döndü, ve onu büyük eski bir depo karşıladı. Frene basarak arabayı durdurdu, kapının önündeki dizili arabalar kendi adamlarına aitti.

 

Beklemeden arabadan indi, onun arkasından da peşinden gelen arabadaki adamlar inmişti. Gözleri kısaca etrafta dolaşırken, Akif hızlıca yanına gelmişti.

 

"Abimi içeriye ben diyene kadar almasınlar, birazdan burada olur."

 

Akif, bu fikirden memnun olmamış olsa da kafasını sallayarak onu onaylamış, korumalara talimat vermişti. Ardından da Yavuz'un peşine takılarak harabeye benzeyen depoya girmişti. Etrafta yoğun bir küf kokusu vardı ve yerler de fazlasıyla pisti.

 

Bu durumu umursamayarak uzun mekanın ortasında, iki sandalyeye bağlanmış bir şekilde oturan adamların yanına yaklaştı Yavuz. İlk önce bu adamları tanıyıp tanımadığını sorgulamıştı ama tanımıyordu. Bu durum kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Birileri yine karşısına çıkacak kadar cesur değildi.

 

"Bir kere soracağım tekte cevaplayacaksınız!"

 

Diyerek sert bir tonlamayla adamları uyarmıştı. Bağlı olan adamlar Yavuz'un tehditinden korktuğu kadar, onları bu işin içine atmış olan adamdan da korkuyorlardı. İki yolları vardı ve ikisi de cehennemin ta kendisiydi.

 

Tehlikeli bakışlarını adamların üzerinde gezdirdi.

 

"Hangi it gönderdi sizi! Hangi karakterini s****ğim yolladı sizi o gün oraya lan!"

 

Sesi deponun boş duvarlarında yankılanırken, iki adam suskun bir şekilde, yalvarırcasına suratına bakıyordu.

 

"KONUŞSANIZA LAN!"

 

Elleri sandalyeye bağlı olan adamlardan bir tanesinin yakasına yapışırken, sağ yumruğu yüzüyle buluşmuştu. Bakışları kararmış, bedeni öfkeyle kaskatı kesilmişti. Acıyan omzuna rağmen yumrukları hız kesmeden adamın suratıyla buluşuyordu. Diğer adama döndü bu seferde, aynı korku dolu ifade vardı yüzünde.

 

"KİMİN ADAMISINIZ?!"

 

Yakasına yapışan ellerle korkusu daha da artan adam, titreyen sesiyle zar zor bir kaç kelime söyleyebilmişti.

 

"Ağam, dur yalvarırım. Yeminle biz bir şey yapmadık, vallahi zorladılar."

 

Tehlikeli bir gülümsemeyle dinledikten sonra konuşmuştu Yavuz.

 

"Zorladılar... zorladılar demek."

 

Adam kafasını sallayarak onu onayladı. Bilmiyordu ki bu adamın içinde nasıl bir kıyamet kopuyordu.

 

"Zorlamışlar... Lan şerefsiz! Ya ölseydi o. Ya bir şey olsaydı ona!"

 

Her bir kelimesinde sesi biraz daha yükselirken, kapının önünde de bir başka kargaşa kopmuştu. Miraç adamlara çıkardığı silahını doğrulturken de, ne yazık ki istediği sonucu alamamıştı. Kapıyı ona hala açmıyorlardı.

 

"Affet ağam, biz yaptık bir hata sen yapma, affet bizi."

 

Sözlerinin sonunda suratına patlayan yumrukla o da az önceki arkadaşı gibi sandalyesiyle beraber sertçe arkaya düşmüştü.

 

"Sizi de, bunu yaptıranı da ölmekten beter edeceğim!"

 

Yerde yatan adamın yanına eğilerek, yakasından tutup yeniden kaldırarak, attığı yumruklarla bedeninin zeminle bir kez daha buluşmasını sağlamıştı. Bu olay bir kaç defa daha tekrarlandı. Her defasında olan öfkesi daha da artıyordu.

 

Omzundaki iyice artan acıyı hissediyor, ama ağır basan öfkesinden dolayı da kendisini bir türlü durduramıyordu.

 

"Abi?"

 

Koluna dokunan Akif'le koyu harelerini adamdan çekmişti Yavuz.

 

"Ne var lan?!"

 

Akif, Yavuz'un öfkeli olduğu anlardan her zaman korkmuştu, bu adamın gözü öyle zamanlarda kimseyi görmüyordu. Akif'te tüm bunları göze alarak araya girmişti, çünkü Yavuz'un omzundaki yarası oldukça kötü görünüyordu.

 

"Yaran abi, çok kötü duruyor."

 

O an acısını daha net hissedebilmişti Yavuz. Kanayan yarası üzerindeki koyu tişörtünden bile kendisini belli edecek kıvamda ıslanmıştı.

 

"S***yim böyle işi!"

 

Ayağa kalkarken, acıyla bağıran adamlara bir kaç tane de tekme savurmuştu. Onları öldürmeyecekti, fakat öldürmekten beter edecekti. Ayakta kendisinden komut bekleyen adamlarına ufak bir hareketle yerdeki adamları işaret etti.

 

"Yarın geleceğim yeniden, o zamana kadar sizde."

 

Adamları onay verdikten sonra, kendisi deponun kapısına doğru yürümeye başladı.

 

"Hastaneye gitsek iyi olur abi, dikişlerin patlamış olabilir."

 

Kendisine yetişen Akif'in teklifine kulak asmamayı tercih etti, canının acıdığını hissediyordu ama yarım kalan işi daha önemliydi.

 

Kapının üzerindeki kolu çevirerek, sesli bir şekilde açmıştı Akif. Dışarıdaki adamlar da kapının açılmasıyla kenara çekilirken, şimdi yüz yüze gelen iki kişi Yavuz'la Miraç'tı.

 

"Ulan Yavuz! Ne halt yapmaya çalışıyorsun lan?!"

 

Yavuz elini havaya kaldırdı, bu bir nevi yeteri kadar fikir dinledim daha fazlasına gerek yok demekti. Ama karşısında duran kişi kendi özbeöz kardeşiydi, kendisi ne kadar inatçıysa abisi de bir o kadar inatçıydı.

 

"Dikişlisin oğlum dikişli, ne diye tek başına adam dövmeye geliyorsun?"

 

Gözlerini sıkıntıyla içinde oldukları, saatin geçmesiyle kararan ormanda gezdirmişti.

 

"Eve geçmem lazım abi."

 

Şu anda karanlıkta olmaları işine gelmişti, çünkü omzundaki kanamayı abisi görürse bir kargaşa daha çıkarırdı.

 

"İyi sen git, bende bir göreyim şunları öyle gelirim."

 

İkiside inatçıydı ve ikiside kuralcıydı. Söz konusu sevdiği insanlar olduğu zaman, yapacakları şeylerin bir sınırı olmuyordu. Yavuz'da abisinin durmayacağını çok iyi biliyordu, her ne kadar bu işe karışmasını istememiş olsa da artık yapacak bir şeyi kalmamıştı. Aralarında geçen kısa sessizliği konuşarak bozacaklarken, ormanın içinde bir başka araba sesi yankılandı. Git gide daha da yaklaşan sesin ardından önünde bulunan keskin farlarla araba görünmüştü.

 

Kambersiz düğün nasıl olmazsa, Boran'sız da kavga olmazdı. Ani bir frenle durdurduğu araçtan inerken, kendisine bakan abilerine gülümsemeye çalışmıştı. Çünkü bakışları hiç memnun olmuşa benzemiyordu. Kendisine haber vermedikleri için, buraya en son gelmek zorunda kalmıştı.

 

"Eee, bende geldiğime göre neyi bekliyoruz?"

 

Yavuz sabır çekerek eliyle yüzünü sıvazladı, birisinin arkasını toplamaya çalışırken bir diğeri ortaya çıkıyordu.

 

"Gel aslanım gel, bir sen eksiktin sen de gel!"

 

Boran, Yavuz'un ses tonundaki ufak ikazı anlamıştı ama çoğu zaman olduğu gibi yine anlamamazlığa vurmayı tercih etti.

 

"Yavuz Ağayı eve gönderip, bir de biz adamların yanına uğruyoruz Boran."

 

Miraç arkada bekleyen Akif'le göz göze gelerek ufak bir işaretle arabayı gösterdi. Yarasının sorun çıkaracağını fazlasıyla tahmin ediyordu ama hala dikişlerinin kanadığını görememişti.

 

"Ne halt yiyorsanız yiyin, o itler nefes alsın bana yeter."

 

Son bir kez daha abisine ve kardeşine baktıktan sonra arabasına binmek üzere yürümeye başlamıştı.

 

"De hayde Miraç Karadağ, eğlence başlasın."

 

Boran'ın sesiyle birlikte dudakları kıvrılırken, o çoktan arabasına binmişti.

 

Onlar böylelerdi işte. Her zaman birbirlerine destek olup, arka çıkarlardı.

 

Kardeşlik bunu gerektiriyordu.

 

 

 

~

 

 

 

Evin'den:

 

 

 

 

Ufak tıkırtılar beni uykumdan uyandırırken, araladığım gözlerimi loş ışığın aydınlattığı odanın içerisinde gezdirmiştim. Saat kaçtı bilmiyordum ama, balkon kapısının camından gözüktüğü kadarıyla, gökyüzü simsiyahtı.

 

Bakışlarım tıkırtıların sebebi, boy aynasının tam karşısında duran üst bedeni çıplak olan Yavuz'u bulmuştu. Ne yaptığını arkası bana dönük olduğu için pek göremiyordum, merak etmiştim.

 

Kıpırdanmamdan uyandığımı anlamış olacak ki, kafasını omuz hizasında çevirerek bana kısa bir bakış attı. Yüz ifadesine bakılırsa sıkıntılı gibiydi, merakla kafamı kaldırarak yerimde hafifçe doğrulmaya çalıştım.

 

"Uyu Evin."

 

Sözlerini duymazlıktan gelerek, istediğim şekilde yatağın üzerine oturdum. Bedenine fazla bakmamaya çalışarak gözlerimi aynadaki gözlerine çevirmiştim, çünkü bedenine bakıyor olmak - ki o şu anda çıplak sayılırdı - tuhaf gelmiş, kendimi onu izliyormuş gibi hissetmemi sağlamıştı.

 

"İyi misin sen?"

 

Sesim ona ulaşırken, sol omuz hizasında olan sağ elini aşağıya indirmişti. Bu hareketiyle birlikte sırtındaki kasları hareketlendi, loş ışık esmer teninde parlıyordu.

 

"Sorun yok, iyiyim."

 

Sözleriyle, ses tonu uyuşmuyordu. Şüpheli bakışlarımı yeniden aynadan gözlerine çevirdim. Hala yönünü bu tarafa dönmemişti. Elinin içinde bir şey tutuyordu, ve sanırım tahmin ettiğim şeydi.

 

"Yaran açıldı değil mi?"

 

Bu bir sorudan ziyade, emin olduğum şeyi dile getirmemdi. Sustu, cevap vermedi.

 

Buradan işim var diye giderken, o işinin arabayı kurşunlayan adamlar olduğunu anlamıştım. Yerimden tek başıma kalkabilir miydim emin olamayarak komodine tutundum. Bu tarafa döndü ve o sırada gözlerim sol omzuna kaydı.

 

Yarası kanıyordu ve etrafı ufak ufak morarmıştı. Suratım buruştu.

 

"Kaç kere daha diyeceğim dikişlerini patlatacaksın diye?"

 

Yanıma yaklaşmaya başladı, hala gözlerim yarasındaydı.

 

"Çok kötü görünüyor."

 

Dedim. Tuhaf bir bakış attı, önemsiz olduğuna inandırmaya çalışıyor gibiydi beni. Oturmam için elini uzattı, geri çekildim hafifçe. Yeniden konuştum.

 

"Benim dikişlerim gayet iyi, ama seninkisi... kanıyor."

 

Bu sırada gözlerim benim kontrolümün dışında bedenine kaymıştı. Yapılı vücudu, böyleyken daha da heybetli görünüyordu.

 

"Mikrop kapacak."

 

Dedim bir kez daha beni takmıyor oluşunu umursamadan yarasını işaret ederek. Az önceki kaçışımı görmezden gelerek bu sefer elleriyle beni tutmuş, zorla yatağın üzerine oturtmuştu.

 

"Bir şey olmaz merak etme."

 

Yüzü canı acımış olacakki buruştu, sözlerini devam ettirdi.

 

"Bir daha da o yataktan kendi başına kalkılmayacak."

 

Beni orada bırakarak arkasını dönüp lavaboya doğru yürümeye başladı, sessizce arkasından izledim.

 

Bu haldeyken ona bir yardımım dokunamamıştı, umutsuzca kafamı sallayarak sırtımı yavaşça yatak başlığına yasladım. Bir süre daha banyoda kaldıktan sonra pansuman yaptığı omzuyla odaya yeniden dönmüştü. Bu seferde giyinme odasına girerek, biraz da orada durdu. Sanırım üzerini değiştiriyordu.

 

Yıllar sonra başka bir yerde kalacak olmak, hem de bir başkasıyla aynı yatağı paylaşacak olmak çok tuhaf hissettiriyordu. Öyle ki buna daha hazır bile değildim. Beklemeye devam ettim, siyah kareli bir eşofman altı giyinmişti ve üzeri hala çıplaktı.

 

Yatağa yaklaşan adımları yavaşladı, kahvelerini yeşillerime çevirdi. Nasıl bakmıştım gözlerine bilmiyordum ama korkumu, şaşkınlığımı anlamışa benziyordu.

 

Tek dizini kıvırarak yatağın kenarına oturdu, yüzünü bana çevirdi.

 

"Uyuman lazım."

 

Sabahtan beri bana kaçıncı kez bunu tekrarlamıştı, saymayı bırakmıştım doğrusu. Elini arkamdaki yastığa uzattı, kafamı daha rahat üzerine koyabilmem için eğdi.

 

Hareketlerine uyum sağlayarak, yeniden uzandım. Gözlerim ara ara onu buluyordu, fakat konuşmuyordum.

 

Sırtını başlığa yaslarken sağ kolunu da kafasının altına alarak, rahat bir tavırla tavanı izlemeye başlamıştı. Odanın içinde aldığımız nefeslerin dışında bir başka ses yoktu.

 

Dilimin ucunda dolaşan kelimelere her ne kadar engel olmaya çalıştıysam da, korkularımdan kaçarak hareket etmeyi göze alamayarak konuşmuştum.

 

"Biliyorum belki şu anda bunu söylemeye hakkım bile yok ama..."

 

Derin bir nefes alarak bakışlarımı ona çevirdim.

 

"Her şey çok hızlı ilerliyor, hazır değilim. Bu odada şu anda bir başkasıyla olmam bile benim için çok büyük bir şey, aynı yatakta, aynı yastıkta ve en önemlisi de, bir hayat... biraz zaman verebilir misin?"

 

Başkaları şu anda bunları söylediğim için belki de bana kızabilirdi, saçmaladığımı söyleyebilirdi. Ama bu ne kızılacak bir şeydi, ne de saçmalanan. Sıfırdan başlamıştı her şey, kendi duvarlarım bana bile geçmem için müsaade vermiyordu. İçimdeki bu kötü hisle zorundaymışım gibi hareket etmek istemiyordum.

 

Ürkek bakışlarımdan çekmeden gözlerini ufak bir hamleyle bana yaklaştı. Uzandığım için geriye gidememiştim. Sağ eli beklemediğim bir anda yüzüme dokundu. Gözleri her iki gözümde de bir kaç saniye dolaştıktan sonra, dudağını yalayarak konuşmuştu.

 

"Senin iznin olmadan hiç bir şey olmayacak, olamaz da zaten."

 

Parmak uçları elmacık kemiğimin üzerinden hafif bir dokunuşla kaydı.

 

"Fakat her ne olursa olsun, bu yatağı paylaşacağız, hayatı paylaşacağımız gibi. Hep burada olacağım, hep burada olacaksın."

 

Sözleri önce kalbime, oradan da ruhuma dokunmuştu. Derince yutkunarak, zorlukla kafamı salladım. Şayet şu anda konuşacak güce sahip değildim. Durmadı, dengem yeteri kadar şaşmamış gibi bir kere daha konuşmuştu ve bu sefer söylediği şeyler beni düşünmeye zorlamıştı.

 

"Kadere inanırım ben, sende inan."

 

Boğazıma takılan kelimelerden kurtulmak için yutkundum, neden benimle böyle konuştuğunu anlayamıyordum. Beni çelişkiye düşüren hareketlerinin ardından zihnimde sürekli o balkonda duyduğum şeyler yankılanıyordu.

 

İntikam...

 

Yeşillerimi hızlıca kahvelerinden kaçırdım, garipsemiş olmalıydı. Umursamadım.

 

Gözlerimi sıkıca kapattım, biraz daha konuşmamalıydı. Uzaklaştığını anladım çıkan seslerle, yatak hafifçe sallandı.

 

"Eyvallah."

 

Göğüs kafesimi delip geçmek isteyen kalbimle, bir kez daha yutkunmuştum. İnsanların anlamadığı şey tam olarak buydu.

 

17 yıl...

 

Koskocaman onyedi yıl geçmişti.

 

Bu kalp çokça kez yara almış, acı çekmişti. Her şey öyle hemen bir anda yoluna giremezdi. Kendi ellerimle vurduğum kilitleri, hemen açamazdım, gücüm yetmezdi.

 

Çünkü ben o kilitleri açmak için 17 yıldır elimi uzatmamıştım, içim oluk oluk kanarken, ruhum can çekişirken, hemen başaramazdım.

 

Bu güce sahip değildim, ve en önemlisi de korkuyordum.

 

 

 

~

 

 

 

O sabah göreceğim şeyleri bilmeden, umutla uyanmıştım. Bugün evleneli tamı tamına 10 gün oluyordu. Ve 10 günün büyük bir kısmı bu odada geçmiş, bedenime şimdi sadece ufak bir izini bırakan yaram daha iyi bir hale gelmişti.

 

Bu süreç benim için oldukça zor ve karmaşıktı. Yavuz ile o geceden sonra zorda kalmadıkça konuşmazken, daha amcamlardan da bir hamle gelmemişti. Bu durumda beni fazlasıyla tedirgin ediyordu. Sıkıntılı düşüncelerimi unutmaya çalışırken giyinme odasından banyoya girerken aldığım kıyafetleri giyinip, ıslak saçımı kurutmaya başladım. Saat daha erkendi, ve ben biraz daha bu odada yatamayacak kadar sıkılmıştım. Kısa sürede saçlarım kururken, işimi tamamıyla halletmiş, kilitlediğim kapının kilidini açarak banyodan çıktım.

 

Gözlerimi yatağın üzerinde hala uyumaya devam eden adama çevirmeden, makyaj masasının yanına yürüyüp, üzerindeki kremlerden sürerek yüzüğümü parmağıma taktım.

 

Aynadaki yansımama baktım o an günler sonra. Gözlerim çok yorgun bakıyordu, suratım ise halsiz oluşumu fazlasıyla ele veriyordu. Burukça gülümsedim, bu seferde görüş açıma boynumdaki kolyeler takıldı. Sanki boynumdan bunu çıkarmam yasaklı olan bir kuraldı ve bende o yüzden onu oradan çıkarmıyordum. Parmaklarımı küçük karagül detayının üzerinden çekerken, Yavuz'u da uyandırmamak için sessiz bir şekilde odadan çıkmıştım.

 

Ağır adımlarla indiğim merdivenlerin ardından sesleri takip ederek mutfağa ulaşmıştım. Gül abla fırından çıkardığı tepsiyi tezgaha koyuyor, biraz uzağında salatalıkları yemeye çalışan Mihrimah ise heyecanla onlara bir şeyler anlatıyordu. Diğer daha tanışma fırsatı bulamadığım kadınlarda oradan oraya koşturuyordu. Bu durum beni gülümsetirken, neşeli tutmaya çalıştığım sesimle konuştum.

 

"Günaydın hanımlar."

 

İlk olarak Mihrimah'la göz göze gelmiştik, elinde kalan ufak salatalık parçasını da ağzına atarken, çoktan yanıma gelmişti.

 

"Günaydın... Ayy benim yengem ne güzel olmuş böyle pembelerin içinde."

 

Pembe yarım kollu dizlerimin bir kaç santim aşağısında biten cıvıl cıvıl bir elbise giyinmek istemiştim bugün.

 

"Teşekkür ederim."

 

Dedim. Gül teyze de tepsinin üzerindeki börekleri tabaklara dizmeye başlamıştı.

 

"Günaydın hanımağam, nasılsın yaran daha iyidir?"

 

Hanımağam demesi bakışlarımın kısılmasına sebebiyet verirken, bu durumun Mihrimah'ı eğlendirdiğini farkettim, sessiz sessiz gülüyordu.

 

"Acımıyor, gayet iyiyim."

 

Cevap onu tatmin etmiş olacak ki, yaralanma mevzusunu kapatarak mutfaktaki diğer kadınları yanına çağırdı. Tek tek hepsini işaret ederek bana isimlerini söyledi.

 

"Şilan, Nazan ve bu da benim kızım Gonca."

 

Gülümseyerek sırayla hepsine baktım. İyi insanlara benziyorlardı, ama karar vermek için daha erkendi, acele etmek istemedim.

 

"Memnun oldum."

 

Ufak tanışma faslımızın ardından yardım etmek için gözlerimi mutfakta gezdirmiştim, fakat ben daha bu girişimde bulunamadan koluma giren Mihrimah beni mutfaktan dışarıya çıkarmıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına bakışlarımı yüzüne çevirdim.

 

"Bir sorun mu var?"

 

Kafasını salladı suratındaki hafif gülümsemeyle birlikte.

 

"Evet bir sorun var. Daha yeni iyileştin sen, o yüzden mutfakta değil salonda olmalısın."

 

İtiraz edemezken büyük salona yaklaşmış ve kulağımızı konuşma sesleri doldurmaya başlamıştı.

 

"Bu arada Miraç abimler geldi, hafta sonuna özel olan aile kahvaltısı, ardından da iki günlük çiftlik evi tatili."

 

Şaşırmıştım doğrusu ama soru sormadım. Ahşap işlemeli kapıdan içeriye girdiğimizde beni salonun ortasında oğlunu gezdiren Berivan karşılamıştı. Gözlerimiz kesişti.

 

"Vay, eltim gelmiş. Günün güzel olsun."

 

Tam önünde durarak aramızdaki Aras'a dikkat ederek ona sarıldım. Mihrimah'la ikisi beni fazlasıyla mutlu ediyordu.

 

"Hoş geldin."

 

Kucağındaki kıpırdanan bebek beni gülümsetirken, Mihrimah çoktan Aras'ı almış, bir hala edasıyla öpüp koklamaya başlamıştı. Berivan onun bu haliyle dalga geçerek, kolumu tutarak koltuğa oturttu beni.

 

"Hoş buldum, nasılsın?"

 

"İyiyim, günler sonra odadan çıkmak çok iyi geldi."

 

Anlayışla gülümsedi. Odada kaldığım süreçte bir kaç kez buraya gelmişlerdi, ve her defasında da düşük olan moralimi yükseltmek için elinden gelenin fazlasını yapmıştı. O sırada Miraç abi salona girdi, keyifli görünüyordu.

 

"Hoş geldin Miraç abi."

 

Gülümseyerek koltuklardan birisine oturdu.

 

"Hoş buldum, nasılsın iyisindir inşallah?"

 

Kafamı salladım onu onaylarcasına.

 

"Gayet iyiyim, sağ ol."

 

Aramızda geçen sohbetin bir kaç dakika sonrasında, Zümrüt Hanımla Mümtaz Ağa da katılmıştı aramıza.

 

"Yavuz nerede?"

 

Zümrüt Hanımın sesiyle gözlerimi yanımdaki Mihrimah'ın kucağında olan Aras'tan çekmiştim.

 

"Uyuyordu."

 

Dedim. Kafasını salladı ve başka bir şey sormadı.

 

"Kimmiş o uyuyan?"

 

Duyduğum sesle bakışlarım hızlıca kapıyı buldu. Her zamanki gibi siyahtan yine vazgeçmemişti. Oldukça derli toplu ve otoriter duruyordu. Aynı benim gibi onun da yarası iyi durumdaydı.

 

Sert adımları yeri döverken, kahve harelerini salonda gezdirdi.

 

"Hoş geldiniz."

 

Dedikten sonra kahveleri beni buldu, baştan aşağıya gözleriyle inceledikten sonra, aynı keyifli tavrıyla Mihrimah'ın kucağında duran Aras'ı alarak, bir kaç defa yanaklarından öptü.

 

"Yavuz Ağa bizi değil yeğenini özlemiş."

 

Miraç abinin alaycı sesine aynı şekilde alaycı bakışlarıyla karşılık vermişti.

 

"Kıskandın mı Miraç Karadağ?"

 

Herkes ikilinin bu haline gülerken odaya koluna giren Heja dapirle Boran, ailenin son iki üyesi olarak giriş yapmıştı.

 

"Günaydın ev ahalisi."

 

Oturacağı koltuğa kadar yaşlı kadına eşlik etmişti, oturttuktan sonra da ellerinden öpmüştü.

 

Yaklaşık olarak 20 dakikalık bir sürenin ardından kahvaltımızı yapmak üzere hep birlikte salondan, avluya geçmiştik. İlk defa bu masada onlarla birlikte yiyecektim. Tedirgin bir şekilde herkesin sandalyelere oturmasını izledim. Ne yapacağımı bilememiştim.

 

Biraz uzağında durduğum, sandalyesinde oturan Yavuz bu yaşadığım karmaşayı farkederek eliyle elimi tutmuş ve tam sol tarafında duran tek boş olan sandalyeye oturmamı sağlamıştı. İri bedeniyle oturduğum yer bir anda çok küçük gelmeye başladı.

 

"Burası senin yerin."

 

Omzumun üzerindeki saçlarımın arasından boynuma çarpan ılık nefesiyle söylediği şeyler, soluklarımı kesmişti. Gözlerimi ona çeviremedim, garip geldi. Bakışları üzerimdeydi, koluma değen kolu hafifçe titredi, bu halime güldü.

 

Dikkatimi ondan çekerek oldukça güzel görünen masaya çevirdim. Her şey harikaydı ama alışkın olmayan bünyem şu anda bir şeyler yemek istemiyordu.

 

"Afiyet olsun."

 

Mümtaz Ağanın sözleriyle birlikte herkes kahvaltıya başlamıştı. Bir tane börek koydum sadece önümdeki tabağa. Çayımın şekerini karıştırdığım sırada, önüme Yavuz'un eli uzandı. Sadece böreğin olduğu boş tabağımı eline aldı ve bana itiraz etme fırsatı tanımadan masadaki kahvaltılıklardan yiyemeyeceğim kadar çok şey koydu. Kahvaltı yapma düzenim yoktu, ki genel olarak kaldığım evde yediğim her şey boğazıma dizilirdi. Dolan tabağı yeniden önüme bıraktı. Kahvelerini ciddiyetle yeşillerime çevirdi.

 

"Bunlar bitecek."

 

Ciddi olup olmadığını anlamak için bir süre suratına baktım. Fazlasıyla ciddi duruyordu.

 

"Yiyemem ki hepsini."

 

Havaya kalkan kaşıyla tabağı işaret etti. Yemeye başlamamı istiyor gibiydi. Çatala taktığım böreği ağzıma götürerek bir ısırık aldım. Diğer çeşitlerden de zorla bir kaç lokma yemeye çalışmıştım ama bir süre sonrasında şişen midem çoktan ağrımaya başlamıştı. Umutsuzca tabağa baktım, hala ağzına kadar doluydu.

 

"Bitirmemişsin."

 

Masadaki herkes tabağını bitirmiş, sohbet ediyorlardı. O yüzden Yavuz'un kısık sesini benden başka kimse duymamıştı. Elim kasılan karnımın üzerindeyken, konuştum.

 

"Karnım ağrıyor, daha fazla yiyemiyorum."

 

Zorlandığımı anladı, üstelemedi. Tam tersine tabağın içinde duran yiyemediğim böreğin tekini eline alarak ısırdı.

 

"Bu seferlik böyle olsun, yavaş yavaş miden alışır."

 

Onun masadaki konuşmaya dönmesiyle birlikte bende çayımdan bir yudum alarak, masadaki konuşmayı dinlemeye başlamıştım.

 

Uzun zamandır yaşamadığım kadar güzel geçen kahvaltı saatlerin sonunda bitmişti. Ve şimdi de hafta sonu kalmak üzere, daha öncesinde bir kere gitme şansı bulduğum çiftlik evine ailecek gitmek üzere yola çıkmıştık.

 

En önde biz, arkamızda Miraç abiler ve Boran'lar onların da arkasında korumaların arabaları vardı.

 

Başta bu plan kulağa güzel geliyordu fakat olaya sonradan dahil olan kişiler, şimdiden canımı sıkmaya başlamıştı. Yavuz'un teyzesi, oğlu Ferzan'la birlikte geleceğini arayıp Zümrüt Hanıma söylerken, Lerzan'da yola çıktığının haberini vermişti.

 

Yavuz hala dayısına karşı öfke kusuyordu, bu yüzden Lerzan'ın geleceğini duyunca annesiyle evden çıkmadan önce kavga etmişti. Fakat Zümrüt Hanımın da bu ani karardan haberi ne yazık ki o anda olmuştu, hatta gelmemesini söylemeyi dahi teklif etmişti ama Mümtaz ağa bunun ayıp olacağını, iki gün boyunca konuşmayıp ondan uzak duracakları takdirde sorun yaşamayacaklarını söyleyerek ortamı sakinleştirmişti.

 

Bunun üzerine birde Ferzan ve annesinin haberini alınca, kontrol etmeye çalıştığı öfkesi dışarı yansıyan Yavuz hazırlamış olduğum bavulları alarak kimseyi bekleme gereği duymadan en önden yola koyulmuştu.

 

Şimdi ise hep birlikte arka arkaya yolda gidiyorduk. Tüm bu düşünceler beni yormaya başlarken sıkıntıyla bir soluk aldım, gözleri bana döndü.

 

"İyi misin?"

 

Onu daha iyi görebileceğim şekilde kafamı sola çevirdim. Konuştum.

 

"Canım sıkıldı sadece."

 

Sözlerimle birlikte, gözleri yeniden kısa bir anlığına beni buldu. Elini oturduğum koltuğun önündeki torpidoya uzatarak açtı. Bu sırada eli dizime değmişti, gözlerimi ona çevirdim.

 

"Az kaldı varmamıza, tatlı bir şeyler ye o sırada."

 

Torpidonun içinde gördüğüm poşeti alarak elime verdi, dizlerimin üzerine koydum. İçinde bir kaç çikolatayla bisküvi vardı.

 

Ne zaman koyduğunu ya da neden koyduğunu merak ederek, sormak istemiştim, ama nasıl demem gerektiğini bilemedim. Merak dolu bakışlarım poşetle onun arasında hala gidip gelmeye devam ediyordu.

 

Dudakları kıvrıldı.

 

"Yersin diye aldırdım."

 

Açıklamasının ardından en küçük çikolatayı elime alarak poşeti kenara bıraktım. Daha kahvaltıdan kalkalı çok olmamıştı, o yüzden fazla yiyemezdim.

 

Daha önceki gelişimden biraz hatırladığım yolla, çiftliğin büyük kapısı görüş açımıza girmişti. Safir'i ve Kuzgun'u görecek olmam beni heyecanlandırırken, kafamı hemen Yavuz'a çevirdim.

 

"Ata da bineriz değil mi?"

 

Büyük kapı görevli tarafından açıldı, içeriye girdik. Gözlerini bana çevirdi.

 

"Sonunda bir ödül olursa, neden olmasın."

 

Muzip sesiyle yeniden konuştum, iddialı olduğum tek konu at binmek olabilirdi, o yüzden teklifini seve seve kabul ederdim.

 

"Yeniden yarışmayı göze alıyorsun yani?"

 

Park ettiği arabayı durdurdu, kafasını bana çevirdi. Ses tonum en az onunkisi kadar muzip çıkmıştı. Bakışlarıyla birlikte dudaklarım elimde olmadan kıvrıldı, sanırım bu iki gün düşündüğüm kadar stresli geçmeyecekti.

 

Tüm valizleri çalışanlar odalara taşırken, herkes çoktan bir köşeye dinlenmeye çekilmişti. Saat 4'e geliyordu ve hava yakıcı sıcaklığını daha ferah bir havaya bırakmıştı.

 

Salondaki ikilinin bakışları beni fazlasıyla rahatsız ettiği için, az önce girdiğim odadan şimdi sıkılarak yeniden çıkmıştım. Yavuz'un nerede olduğunu bilmiyordum.

 

Çıkmış olduğum bahçeyi kısaca süzerken, biraz uzağımızda duran ağacın gölgesinin altında duran salıncaklardan birisinde oturan Mihrimah'ı görmüştüm. Kapalı gözlerine bakılırsa uyuklamasana çok az kalmıştı. Bu haline gülerek yanına gidip, boş olan diğer salıncağa da ben binmiştim. Geldiğimi duyarak gözlerini açtı, gülümsememe karşılık verdi.

 

"Sende mi sıkıldın yenge?"

 

Kafamı sallayarak onayladım.

 

"Evet sıkıldım ama hava bu kadar güzelken sıkılmam çok saçma oldu."

 

Gülümsemeye devam ediyordu.

 

"Gerçekten niye sıkıldık ki şimdi? Olmaz böyle bizim eğlenmemiz lazım. Gel hadi."

 

Nereye diye sormama fırsat vermeden yerinden kalkarak koşmaya başlamıştı. Gülerek peşine takıldım. Havanın sıcak olmasına rağmen tatlı tatlı esen rüzgar tenime çarpıyor, saçlarımı savuruyordu. Bu his çok güzeldi.

 

"Ve işte burada."

 

Ahşap bir kulübenin yanında duran Mihrimah, kapısını açarak içeriden bir top alarak çıkmıştı. Küçük bir çocuk gibi kahkahalarla gülümsüyordu.

 

"Yenge görümce oynarız değil mi?"

 

Yeniden çocuk olduğumu hissettim, dudaklarım içtenlikle kıvrıldı, fazlasıyla mutlu oldum.

 

Aramızda gidip gelen top defalarca kez elimizden düştü belki de ama bu bizi daha çok güldürdü. O an Mihrimah'ın bana bir dost, bir kardeş olacağından emin olmuştum.

 

Bir şeyler çok çabuk kaybedilebilirdi, asıl olay olmayanı kazanmaktı. Ve bu da emek istiyordu.

 

 

 

~

 

 

 

Mihrimah'ın eve girmesiyle birlikte az önce sallanamadığım salıncağa yeniden oturdum. Güneş yavaş yavaş batmaya hazırlanıyordu, ve gökyüzüne bıraktığı izler, seyretmeye değerdi.

 

"Çok güzel değil mi?"

 

Beklemediğim anda duyduğum ses irkilmeme sebebiyet verirken, kafamı arkamdan gelen kişiye çevirmiştim. Tüm gün boyunca bu bakışlardan rahatsız olduğum için evden çıkmamış mıydım zaten ben?

 

Kafamı sallayarak, bakışlarımı yeniden gökyüzüne çevirdim. İletişim kurmak istemiyordum.

 

"Konuşmayacak mısın benimle?"

 

Ferzan'ın bir kez daha benimle konuşmaya çalışmasının sebebini artık anlayamıyordum, Yavuz'la kavga edeceklerini, benim bu durumdan rahatsız olduğumu bilerek neden hala devam ediyordu?

 

"Peki konuşma ama beni dinle."

 

O an kalkıp gitmek istedim. Ki yerimden kalkmıştım, ama beni durdurup yeniden yerime oturtan şey söylediği kelimeler olmuştu.

 

"Yavuz'un karısı olarak bilmen gereken bir şey söyleyeceğim."

 

Neden bunu yaptım bilmiyordum ama Yavuz'a karşı içimde olan şüphe orada durmam gerektiğini bana söylemişti.

 

"Geldiğinden beri tek başına burada vakit geçiriyorsun, kocan olacak şerefsizin nerede olduğundan haberin var mı?"

 

Her şeye rağmen Yavuz hakkında böyle konuşmasını istememiştim. Dudaklarımı araladım.

 

"Onun hakkında düzgün kelimeler kullan."

 

Sözlerim onu zerre etkilememişti, tam tersine gülümsemesini sağlamıştı.

 

"Evin, nasıl görmüyorsun anlamıyorum. Ben senin için hala çabalarken, sen gelmiş düzgün konuş diyorsun!"

 

Ellerini saçından geçirdi. Gülümseme sebebi öfkesiydi.

 

"Sen Yavuz'u bana savunurken, o ahırın orda eski nişanlısı ile vakit geçiriyor. HARİKA!"

 

Son sözleri bu olurken arkasını dönerek yanımdan uzaklaşmıştı. O gitti ama sözleri burada benimle kaldı. Zihnimde bir kaç defa tekrarlandı.

 

Sen Yavuz'u bana savunurken, o ahırın orda eski nişanlısı ile vakit geçiriyor.

 

İçime düşen şüphe tohumları, aklımı daha çok bulandırıyordu.

 

"O da bana ihanet eder mi? Yapmaz... lütfen yapmasın."

 

Korkuyla hızlanan kalbim nefesimi keserken adımlarımı çoktan ahır tarafına çevirmiştim. Ondan şüpheleniyordum, fakat aynı zamanda bana bunu yapmayacağına inanmak istiyordum.

 

Adımlarım ahıra dönen koridorun başında dururken, ne olacağını düşünmeden yürümeye devam etmiştim. Beni görmemeleri için kenara kayarak dikkatle oraya baktım. Görüş açıma ilk olarak sırtı bana dönük olan Yavuz girmişti ve karşısında Lerzan vardı. Yine de yanlış düşünerek, oyuna gelmek istemedim. Mantıklı bir açıklaması vardır dedim.

 

Son ana kadar içimde yaşama tutunmaya çalışan umut, Yavuz'un dudaklarının arasından dökülen sözlerle birlikte o an hiç düşünmeden intihar etmişti.

 

"EVET İNTİKAM İÇİN NİKAHIMA ALDIM EVİN'İ, ONU TANIMIYORUM DA SEVMİYORUM DA OLDU MU?!"

 

Kalbime sapladığı hançer nefesimi keserken, kulaklarım çınlamaya başlamıştı. Oradan çekip gitmek istedim, ama bunu yapamadan o iğrenç manzarayı görmek zorunda kaldım.

 

Öpüyordu...

 

Daha bir kaç saat önce bana yaklaştırdığı dudaklarını, Lerzan öpüyordu.

 

Çokça kez insanlar tarafından ihanete uğraşmıştım ama hiç biri bu kadar canımı yakmış mıydı bilmiyordum. Daha fazla o manzaraya bakamayarak, hızlıca uzaklaşmaya başladım. Her bir gözyaşım ateş olup tenimi yakıyordu, boğazıma söyleyemediğim sözler, atamadığım çığlıklar dolandı.

 

O küçük kız kendisine uzatılan eli bırakarak yeniden dibe çakıldı.

 

Biliyordum;

 

Bu masalın gerçek kahramanı ben değildim...

 

   

 

 

 

 

⚫️ ⚫️ ⚫️

 

 

 

 

 

• Yıldızı parlatmayı unutanlar en alt köşeye tıklarlarsa çok mutlu olurum ✨

 

• Son sahneyi çok düşündün mü diye soracak olanlara ithafen konuşuyorum; Evet düşündüm şföddödkd sırları çözmeden Evin, Yavuz'a yürüyemezz, olmaz!!

 

• Ufak bir zaman aşımıyla olayları bu bölüm ilerlettim, fakat o süreçte yaşanan bazı detayları yeni bölümde geçmişe dönüş olarak anlatacağım.

 

• Ayrıca bu bölüm fazlasıyla Yavuz Ağa'dan hamleler gördük, heyecan verici gibiydi sanki hı? Tabii son sahneye kadar...

 

• Onun dışında diğer karakterler hakkında merak ettiğiniz, ya da aklınıza takılmış olan bir şeyler varsa buraya yazabilirsiniz.

 

• Şimdi yeni bölüme kadar kendinize iyi bakın ve hoşçakalın 👋🏼

 

• SOSYAL MEDYA HESAPLARINDAN TAKİP ETMEYİ VE AKLINIZA TAKILAN ŞEYLERİ DE SORMAYI UNUTMAYINIZ 🤍

 

İnstagram:

• Simaarawattpad (duyuru hesabı)

 

23/04/2022

simaara

Bölüm : 08.11.2024 19:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...