Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm : İlk Adım

@singularity

Başladığınız Tarihi Buraya Yazabilirsiniz.

 

1. Bölüm : İlk Adım

Kararlar. Ölüm ve yaşam arasında tüm benliğimizi oluşturan kararlar. Seçimler ve getirileri. Titrek bir nefes ve derin bir soluk. Güçlü bir darbenin ardından tatlı bir meltemle yapraklarını döken çiçekler. Kalabalığın içindeki yalnızlık ve aydınlık sokaktaki tek karanlık. Sırlar, sınırlar... Savaşlar ve antlaşmalar... Güven ve ihanet... Kayıplar ve kazançlar... Piyon, kale, at, fil, vezir ve Şah... Son hamle ve ilk hamle. Kanla yazılanlar, aklımızdan çıkmayanlar... Akıllılık ve delilik arasındaki ince çizgi... Uçurumun sahipleri ve uçurumdan düşenler. Gerçekten düştüler mi yoksa atladılar mı? Özgürler ve özgür olduğunu sananlar. Ve Sistem.

Kaç savaş gördüm ben? Kaç ölümü kalbime gömdüm? Kaç tanesine geç kaldım, kaç tanesini kollarımda ebediyete uğurladım? Daha kaç kişi kaldı? Bana benden geriye ne kaldı? Böyle değildi. Mutluydum bir zamanlar. Fedakarlıklar yapılmadan, maskeler yüzlerden düşmeden, ve gidenler henüz gitmeden önce mutluydum.

Kan kokusunu kaç yaşımda tanıdım? Kılıç sesleri beynimin içini ne zaman ele geçirdi?

Taştan kalbim üç yıl önce tek etten parçasını kaybetmişti. Kapkaranlık, soğuk ve ıssızdı kalbimin odacıkları. Evim soğuktu. Bir zamanların en güzel evi olan o dört duvar, artık soğuk taşlardandı. Güneş o evi ısıtmazdı.

İçimde bilinmezliğe olan çağrı gün geçtikçe çoğalıyordu. Beni böylesine çekiştiren neydi? Yalnızlık, hissizlik, gözü dönmüşlük, tam olarak hangi evrede aklımı kaybetmiştim.

Bir evim, bir işim, bir görevim ve hepsinden farklı bir hedefim vardı. Gizli bir kan arzum. Uğraşlarım tüm zihnimi ele geçiriyordu. Bazen o kadar sessizleşiyordu ki kafamın içi, ufacık bir ses belki de bir hece yankı yapıyordu. En çok bu sessizlikten nefret ediyordum. Ve yine en çok bu sessizliği seviyordum. Çünkü kanatlarımı açıp kendimi uçurumdan aşağı bırakmak için en güzel zamandı. Özgürlüğü hissetmek için en iyisiydi. Ve benim kanatlarım kılıcımdı.

Kılıçların birbirine vuruş sesleri, okçuların yayı germe sesleri ve kınından çekilen hançerler... Benim evim taşlardan yapılmıştı. Yuvamsa bu metal parçalarından ibaretti. Yapmak istediğim çılgınlıksa buradakileri, kılıçlarımı ve beni aşıyordu fakat ben su gibiydim. Bulunduğum kabın şeklini alırdım. Eğer yapmak istediğim çılgınlık beni aşıyorsa daha büyük olmak için çabalardım. Aklıma koyduğumu yapmak zorundaydım.

Hayır benim basit bir hayatım yoktu. Hata yapmayı kaldıramayacak kadar zalimdi içinde bulunduğum dünya. Sınırları olmayan topraklar derlerdi buralara. Herkes kendi bölgesi için savaşırdı. Kimse kendine tam olarak bir sınır çizemezdi. Bu yüzden sınırları olmayan topraklar denirdi. Tüm herkesin en büyük umudu, diğerlerine haddini bildirecek güçlü bir savaşçıya sahip olmaktı. Diplomasinin öldüğü, işlerin masada değil savaş alanında yürütüldüğü, çorak toprakların çocuklarından biriydim ben.

Ve halkımın beklediği o savaşçıyız biz. Yani Savaşçıydık. Bu düşünceye asla alışamayacağımı düşünüyordum. Bir zamanlar kelimesi kadar hiçbir şey canımı yakamıyordu çünkü bir zamanlar böyle değildik. Şimdi ise böyleyim.

Aklımdaki sözleri durdurmaya çalışarak kılıcımı bileylemeye devam ettim. O bir kez körelirse ölürdüm. Diğerleri gibi. Ve kılıcını doğruluk için kaldıranlar ölürse adalette ölürdü. Kafamdaki şeyi yaptıktan sonra buralarda ne olacağını merak ediyordum. Kendi isteklerim uğruna verdiğim kararlar bana ümit bağlayanlara ihanet mi olurdu? Umrumda değildi.

Her biri kendi haksız savaşlarının galibiyeti için beni kullanmak isteyen birer ukaladan başkası değildi. Ben bileği bükülmez bir savaşçıydım. Her gün daha iyisi olmak için savaşan bir kadındım. Ölümü bilen, gören, tadan ve ona karşı çıkan bir komutandım. Ve bu sadece fiziksel güçle olmazdı. Strateji de bilmeliydin. Binlerce kişi karşında hazır ola geçmiş ağzından çıkacak ufak bir emre bakarken kafanda kırk tilki dönmeliydi. Zamanla kafanızdaki tilkiler çoğalır kırkta dururdu. Kırka ulaşanlar unutulmaz olmak için adaydı ama kırkla yetinmeyip delilik sınırını zorlayanların unutulmayacağı barizdi.

Ben üç yıldır unutulmaz bir savaşçıydım. Sınırsız toprakların en güçlü ordusunu ortadan kaldıran yenilmez komutandım. Çünkü 17 yıldır talimhanelerde, savaş meydanlarındaydım. Ondan öncesinde bu çorak topraklardaki her çocuk kadar kendimi savunmayı bilirdim. Ben bu 17 yılı ölüm için harcamıştım. Harcamaya devam ediyordum. Bu yolun sonu yoktu.

Ve tüm bu düzeni terk etmek için hazırdım. Bilinmezi kucaklamaya hazırdım.

Çadırımdan çıktım ve hep yaptığım gibi etrafı kontrol ettim. Siyah boyalarla iyice dikkat çeken buz mavisi gözlerim günlük yaşamını sürdüren halkın üzerinde dolandı. Siyah deri zırhın üstümdeydi. Omuzlarımda yaz mevsimi olmasına rağmen gri bir kürk vardı. Bu Ordu’da yüksek mertebede olduğumu gösteriyordu. Savaşçılar kendi avladıkları hayvanın kürkünden giyerdi. Omuzlarımdaki bir tilki kürküydü. Örgülerle süslü gür ve siyah saçlarım bir savaşçının kullanabileceği den çok daha uzundu.

Bir çok kişi bana onları kesmemi, tıpkı bir erkek gibi kısacık bırakmamı söylemişti. Bense 10 yaşından beri hiç kesmemiştim. Kalçanın altına gelen saçlarım her daim örülüydü. Saçlarıma dair en sevdiğim şeyse önümden bir tutanın bembeyaz olmasıydı. Ve bu beyazlık yine bir zamanlarla başlayan cümleleriyle anlatılırdı. Bir zamanlar saçlarım hep simsiyahtı. Şimdi ise kader başımdan aşağıya kar yağdırmıştı. Alnıma gelen tahtadan ve bir kaç değerli taştan yapılmış bir taç vardı kafamda. O taç saçlarımın arasından geçiyor ve alnımda bağlanıyordu. Gittiğim bir panayırda onu gördüğüm anda aklımdan geçen tek şey almaktı. Beş yıldır özenle kullanıyordum. Savaşlarda üstüne gelen kan lekelerini temizlemek bana artık zevk veriyordu.

Hızlı adımlarla talimhaneye geldim. Bazen buraya gelir ve yeni askerlerin yetişmesine yardım ederdim. O ne yaptığını bilmeyen ve ailesinin, toplumun gururunu kazanmak için buraya gelen toy gözlerdeki şevk bana o zamanlarını hatırlatırdı. Ben o zamanlarda da ölümü bilir ve tanırdım ama bu kadar vicdansız olabileceğini bilmezdim. Aldığım her ruhun benimde ruhumdan bir parça götüreceğini bilmezdim. Onlarda aynı cahillikle bakıyordu. Bazıları benim gibi ölümü tanıyordu da. En çok bu dünyaya bunun için kızgın kalacaktım. Bu merhametsizlik için.

Diğer dünyalarda bu kadar acımasız mıydı? Yaşamanın ölmekten daha kolay olduğu bir dünya var mıydı? Unutulmayacak bir savaşçı da olsan dünyayı tersine döndüremiyordun. Zamanı geri alamıyor, kurulu düzeni öylece ortadan kaldıramıyordun. Ve ben bu dünyayı değiştirmek istemiyordum. Hiçbir zaman bunun içinde çalışmamıştım. Bu yaşıma kadar bir şeyleri değiştirmek adına ölenleri çok görmüş, tanımıştım. Ama ben bu düzenin bir parçası olarak bir savaşçı olmuştum. Bu düzen benim gibi bir savaşçıyı doğurmuştu ve bu yüzden ben bir unutulmaz olmuştum. Çünkü bu düzenin diğer parçalarına acımamış en büyük parça olmak için çabalamıştım.

Bana öğretilen ilk şeylerden biri acırsan acınılacak hale düşeceğindi. Yoluma bakmıştım. Evet acınacak haldeydim ama kimse yaptıklarından fırsat bulup da yaşadıklarımı konuşmuyordu. Ben acımla yalnızdım.

Talimhanenin kenarına kurulan büyük çadıra girdim. Dışarıda talim kılıçlarının birbirine çarpma sesleri kulağıma geliyordu. Bazıları olması gerektiği gibiydi. Bazıları çok iyiydi. Bazıları ise çok yavaştı. Gerçek savaş meydanında bu kadar beklemek demek ilk ben öleceğim demekti.

Kendi kılıcımı belime bağladığım kınıyla birlikte çıkardım ve çadırın içindeki masalardan birine koydum. Kimsenin onu almaya cesaret edemeyeceğini biliyordum. Yine de ben ona bağlı değildim. Başka bir kılıçla da bana ait olanın icabına bakardım. Talim kılıçlarının olduğu yere giderken bu sefer okçulara kulak kabarttım. Ok atmak eğlenceliydi ama onda kılıçta olduğu kadar iyi değildim.

Atılan oklarla birlikte gelen rüzgar uğultusu yüzümde bir gülümseme oluşturdu. Kendime de bir talim kılıcı aldım ve çadırdan çıkarken yüzümdeki gülümsemeyi sildim.

İleride bir grubun yanına gittim. Henüz 15 li yaşlarda duran iki delikanlı kılıç talimi yapıyordu. Biri o kadar uzundu ki Kafamı yukarıya tam olarak kaldırmam gerekiyordu. Benim boyumda çok uzun değildi ama o gerçekten uzundu. Hareketleri aceleciydi. Karşısındaki biraz daha zayıf kalıyordu bu yüzden acelenin getirdiği hataları göremiyordu.

“Ayrıl.” Yüksek ve kendinden emin bir sesle onları ayırdım. İkisi de ne için onları ayırdığını biliyor ve kimi seçtiğimi merak ediyordu. Kimse kimi neden seçtiğimi bilmezdi. Bazıları en iyileri seçtiğimi düşünürdü. Bazıları hatalıları, bazılarında savaşçı olmaya layık görmediklerimi yenerek küçük düşürmek için seçtiğimi sanırdı. Oysa her şey o anki ruh halime göreydi. Bu adamı hatalar yapan ve umut vadeden biri olduğu için seçmiştim. Belki de benden sonra yine bu düzenin parçası savaşçılar yetiştirmek için.

Kesinlikle öğretmen olmamam gerektiğini bir kez daha fark etmiştim. Çünkü öğrenciler öğretmenlerden sadece teknik ve bilgi değil, düşünce de öğrenirdi. Bir çok düşüncesi hastalıklı biri öğretmen olmamalıydı.

Karşımdaki genç ilk hamlesini yaptı. Kolay bir başlangıçtı. Kılıcımla karşıladım. Yana kayıp başka bir darbe için şansını denedi. Bu darbeyi de karşıladım. Kılıcını beni şaşırtmak için farklı yerlere sürüklerken şimdiye kadar hiç saldırı yapmamıştım. Tüm darbelerine sakince karşılık veriyordum. Sakinliği kaybettiğin anda hayatını da kaybederdin.

Sonunda saldırıya başladığımda bir kaç hamlemi ancak karşılayabilmişti. Tecrübe böyle bir şeydi. Sizden daha iri ve fiziksel anlamda daha güçlü biri çok rahat devirebilirdiniz.

Delikanlı yere düştüğünde arkamı dönüp gittim ama göz ucuyla benden önce talim yaptığı çocuğun onu kaldırmak için elini uzatıp uzatmadığına baktım. Biri diğerini ayağa kaldırırken tam anlamıyla önüme döndüm. Talimhane çadırına gidene kadar gördüğüm yanlışları düzelttim. Ve çadıra girip elimdeki kılıcı diğer kılıçların arasına bıraktım. Kendi kılıcımı aldım ve çadırdan çıktım. Belki de ömrüm boyunca bir daha buraya gelmeyeceğimin bilinciyle etrafta gezdirdim bakışlarımı.

Hafif toz havaya kalkmıştı. Açık hava olmasına rağmen ter kokusunu hissedebilirsiniz. Farklı yaşlarda bir çok insan talim yapıyordu. Sınırları olmayan topraklarının sınırlarını korumak için. Hepsinin yüzünü teker teker aklıma kazıdım. Bazıları benim gibi bir savaşçıydı. Gözlerine acımasızlığın getirdiği donukluk yerleşmişti. Bazıları büyük umutlarla bu dünyanın en çok saygı gösterdiği meslek için aday olmuş şevkle çalışıyordu. Hayalleri başlarına yıkılacaktı. Bazılarının da savaşçılıkla ilgisi yoktu. Yaşadıkları topraklar onlara güvenlik vadetmiyordu. Onlarda yaşamak için buradaydı. Bu dünyada kılıç tutmayı bilmeyen kimse olamazdı. Kimse o kadar aptal değildi.

Sahi burada elleri kanlı olmayan kim vardı?

Talimhaneden ayrıldım. Ve 6 yıl önce yerleştiğimiz topraklara baktım. Kimse olduğu yerde kalıcı değildi. Bu yüzden yerleşik yaşama uygun yaşamıyorduk. Bu topraklarda herkes oba sisteminde yaşardı. Çadırlarda aileler yaşar giderdi. Merkezde ise kasabamızın liderinin otağı vardı.

Öylece ilerledim obada. Çömlek satan tezgahların önünden geçtim. Kilim dokunan çadırdan kadınların gülen seslerini işittim. Birbiriyle oyunlar oynayan küçük çocuklar gördüm. O kadar şey fark ettim ki bir an burada 6 yıldır yaşayanın ben olup olmadığımdan şüphe ettim.

Obadan çıktım. Önümde obaya gidiş gelişi sağlayan koca bir patika vardı. Tam tersine ormana girdim. Yıllardır burada olan ağaçlara baktım. Kuşlar vardı dallarında. Burada yalnızdım. O kuşlara da birer gülücük gönderdim. Gideceğim yeri biliyor emin adımlarla yürüyordum.

Şu yaşıma kadar korkabileceğim her şeyi yaşadığımı düşünüyordum. Bu yüzden ayaklarım yere hep sağlam basardı. Bir gün bastığım yerden korkacak hale gelir miydim? Ben bilinmezliğe yürüyordum. Ormanın derinliklerinde ilerledikçe farklı hayvanlarla karşılaşıyorum. En sonunda istediğim yere ulaşmıştım. Ağaç eve.

Merdivenlerden yukarı çıktım. Son bir delilik kalmıştı. Onu eski dostum Kay’ı görmeden yapamazdım. Kay benim savaşçı olma yolunda ilk tanıştığım kişiydi. 10 yaşında bazı kararlar almam gerekmiş ve onun sonucunda bambaşka yerlere sürüklenmiştim. Beni ilk bulan Kay’dı. Yıllar önce ilk talimlerimi yaptığım kişi Kay’dı. Ben bu işi düzenin parçası olmak için yaparken, Kay para için yapardı. O yeterince kazandığını düşündüğümde farklı yerlere atılmıştı. Savaş meydanlarında birbirimizin arkasını çok kurtarmıştık.

Ağaç evin balkonuna tırmandığımda beni tekli kırmızı bir koltuk karşıladı. Ve birde yuvarlak sehpa. Kiremit rengi kapıyla içeri geçiliyordu. Kay etrafta bir sürü kupa bırakmıştı. Kendisi tam bir kafein bağımlısıydı. Ağaçlardan düşen birkaç yaprak balkonu kirletiyordu. Kiremit rengi kapıyı açıp içeri girdim. Öncesinde Kay’ın mutfakta çıkardığı sesleri duymuştum. Kapı açıldığında başını uzatıp temkinli bir şekilde kimin geldiğine baktı. Elindeki bıçağın tutuşunu değiştirmişti. Ne diyelim buradaki herkes tetikteydi.

Beni görünce yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Kollarını iki yana açıp bana doğru gelirken elindeki bıçağı bıraktı. Elinde bir bıçak varken ona asla sarılmazdım.

“Hoş geldin. Görüşmeyeli baya zaman oluyor değil mi?”

“Evet. Seni özledim dostum.”

Birbirimize sarıldık. Bunun verdiği hissi özleyecektim.

“Ee, hangi rüzgar attı seni buraya?”

“Hiçbir şey yokken gelemez miyim?”

“Ne zaman geldin?” cevap netti.

“Hiçbir zaman.” İkimizde güldük. Alınmak için yeterli zamanımızın olup olmadığını bilmediğiniz de alınmak çok saçma bir hal alıyordu.

“ Dökül bakalım.”

“yine ortalığı karıştıracağım.” Bunu öylesine bir şey söyler gibi söylemiştim. Çünkü beni tanıyan herkes bilirdi ki Komutan Aykatun’un yaptığı şeylere akıl sır erdirilmezdi. Delidir ne yapsa yeridir hesabıydı yani.

“bunun için buraya gelmiş olamazsın.” Küçümseyici bakışlarına göz devirdim.

“Bu seferki biraz büyük bir karışıklık olacak.”

“ savaş meydanlarına geri dönmeyeceğim. Özellikle de senin başlattığın bir savaşa. Kusura bak bebek. Ben senin uğrunda ölecek beyaz atlı prens değilim.”

Kahkaha attım. Ona benimle savaşması için yalvaracağımı sanıyordu. Onunla savaşmak ayrı bir zevkti. Fakat herkes kendi kararını verirdi. Savaşmak istemiyor mu? Buyursun, sakin hayatının tadını çıkarsındı. Bu saatten sonra kimsenin nazını çekmeye niyetim yoktu.

“Bu daha büyük bir karışıklık. Senin içinde olmanı gerektirmeyen türden. Bana bile ne olacağını bilmeden içine daldıklarımdan.”

Yutkundu. Aklımdan geçenleri okuyamazdı ama daha öncekiler aklına geldikçe fikir yürütürdü.

“19’umuzda yaptığın gibi mi?” diye sordu. Güldüm. O savaşta ufak bir patlayıcı keşfetmiştim ve bom. Neredeyse kendim ve kendi tarafım dahil herkesi öldürüyordum. Kasaba liderimiz bu konuda ceza verdiğinde cezaya kalmamak için kendimi uçurumdan aşağı atmıştım. Herkes dibe kadar düştüğümü sanıp hala nasıl hayatta olduğumu sorgulasa da ben kendimi kayalıkların arasındaki mağaraya atmıştım. İçi su doluydu ve canım bile acımamıştı. Bir süre ortalıkta görünmeyen ve lidere kendimi affettirmem gerektiğini bildiğim için düşmanın sınırlarına sızmıştım. Bu kasaba olarak ortadan kaldırmayı başardığımız ilk düşmandı. O günden beri burada sevilir sayılırdım. Tabi Aytek’in kızgın yüzünü ve dağılmış halini gördüğümde yoğun bir pişmanlık hissetmiştim.

Aytek...

“Daha büyük.” Yüzündeki şokla dolu ifadeyi anbean izledim.

“seni aylarca öldü sandık.”

“bu sefer sanmayacaksınız.”

O an bir şeyleri anladı. Yüzündeki ifade kırıldı. Buraya veda etmeye geldiğimi sonunda fark etti. O benim gözlerimden bir şeyler okuyabilecek kadar beni hiçbir zaman izlememişti. Bense onun her mimiğini ezbere bilirdim çünkü düşman her zaman karşı tarafta olmazdı.

“Ben bize içecek bir şey getireyim.” Yavaş yavaş söylediği kelimelerle koltuktan kalktı. Aslında sadece benden uzaklaşmak istemişti. İki şişeyle geri döndü. Sanırım bana sarhoş olarak veda edecekti. Bana uyardı. Şişelerden birini bana verdi.

“Hatırlıyor musun? Balaban’ın seni ilk getirdiği günü yani.”

O gün benim için yeni bir başlangıçtı. Gözlerimi kararttığım ve içimde ilk defa intikamı hissettiğim gün.

“Aytek ve sen etrafa bakınıp duruyordunuz. O kadar komiktiniz ki. Seninle yalnızca seni zorbalamak için arkadaş olmuştum.”

“biliyorum bende sadece bunu yapamayacağını göstermek için yaklaşmaya izin verdim.”

“orada 231 kişi eğitim gördük. Hala hayatta olan kaç kişiyiz? 34 mü?”

“32”

“iki kişiyi hatırlamıyorum.”

“biri çokta önemli değil zaten. Dolandırıcının tekiydi.”

İkinci kişi bendim ve bunu biliyordu. Ölüm eskisi kadar korkutmuyordu. “bu aralar etraf çok sessiz. Obaya hiç saldırı yok. Toprağı olmayanların ortadan kalkma ihtimali de yok.”

“bana kanla rüşvet mi veriyorsun?”

Kahkaha attı. “aklına koyduğunu yaparsın. Engelleyemem.”

“Ha şunu bileydin.”

“Gidip yiyecek bir şey alacağım.”

Kay mutfağa giderken arkasından baktım. Sonra yavaşça olduğum yerden kalktım. Peşinden ilerledim. Mutfak dolaplarını kurcalamaya devam ederken bir süre onu izledim. Ve yapmam gerekeni yaptım.

Kay’ın dudaklarından bir inleme döküldü. “bu zamana kadar görmezden gelmiştim ama bu gece burada olmayacağım. O yüzden sende bunun için harcadığım zamanın bedelini ödemelisin.”

Kayın sırtına sapladığım kılıcı bedeninden çıkardığımda yana devrildi. Kılıç karnından çıkmıştı. Bana bakıyor ve anlamlandırmaya çalışıyordu. Acı içinde kıvranırken dudaklarından kan sızıyordu. Yüzümü yüzüme yaklaştırdım. “kime ne yaptığını umursamadım ama benden çalamazsın. Beni dolandıramazsın. Denersen önemsiz biri olarak bahsedilirsin. Ebediyette görüşürüz.”

Kılıcımı kanlı şekilde masanın üzerine bıraktım. Kay’ın savaşçı olduğu zamanlarda kullandığı kılıcını belime yerleştirdim. Sonra sandığını açtım. Benden iki yıl önce çaldığı hançeri tam burada saklıyordu.

Onu ta çaldığı zaman fark etmiş ve eğlenmesine izin vermiştim ama buradan giderken babamdan kalan bu hançeri götürmek zorundaydım. Hançeri bir daha kimse benim canımı almadan benden alamazsın diye göğüslerimin arasına sıkıştırdım. Elbisemi düzelttim ve son kez Kay’a baktım.

Kumral saçları yere dağılmıştı. Ufak bir kan gölünün içinde yatıyordu. Artık ruhunu teslim etmişti. Kirli sakalları solmuş yüzünde sırıtıyordu. Dudaklarını. Kanı çekilmişti. Koku etrafı iyice satana kadar burada kalacaktı. Bu onun seçimiydi. Babamdan kalan bir şeyi çalmaması gerektiğini çok iyi biliyordu.

Evden ayrıldım ve ormanın derinliklerine indim. Ne kadar ilerlediğimi bilmesem de öğleni geçmişti. Şu zamana kadar karşıma bir haydudun çıkmaması bile mucizeydi. O kadar terlemiştim ki sırtımdan sular akıyordu. Şimdi ise hedefime çok yakındı. Karşımdaki dağın mağaralarında birinde bir bilge vardı. Kutsal bilgelerden. Büyü barındırmayan bu dünyaya nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Bense birazdan öğrenecektim. İçimde ufacık bir heyecan vardı. Beni yaşama dair umutlandırıyordu.

Dağı tırmanmaya başladım. Bilgenin hangi mağarada olduğunu bildiğim için şanslıydım. 3 yıldır onu arıyordum. Ve en sonunda 6 ay önce onu bulmuştum. Ve bir anlaşma yapmıştık. Bugün son gündü. Ve ben her şartı sağlamıştım. En önemli şartın gizlilik olması gerekiyordu ve kimseye nerede olduğumu çaktırmamak zordu. Haftalarca eve dönemeyeceğim şeyler isteyebiliyordu.

Sonunda bilgenin mağarasına ulaştığımda nefes nefese yedim. En yakın arkadaşımı öldürmüş, bir sürü yol yürümüş ve dağ tırmanmıştım. Elbette yorulmuştum. Bilge mağarasının girişini bir örtüyle kapatmıştı. Kim bilir kaç yıldır burada inzivaya çekilmişti. Bilgelerin yaşını bilen birinin bu diyardan çıkabileceğini sanmıyordum. İçeri girdiğimde yaşlı ama dinç sesini duydum.

“gitmekte karalısın yani.”

“bilmiyordun sanki.” Sadece gülümsedi.

“kuralları biliyorsun.”

“oraya gittiğimde yazgım tamamen değişecek. Benimle gelebilecek tek şey yeteneklerim, bildiklerim, geçmişim. Bu dünyanın sınırlarından ayrıldığım anda asla geriye dönemeyeceğim. Ölüler diyarı tüm diyarlarda birdir. Ve ne olursa olsun geri dönemem.”

“umarım pişman olmazsın.”

“pişman olup olmayacağımı bilmiyor musun?”

“yazgın değişecek. Kaderin sana ne hazırladığını yazgını okuyamadan bilemem.”

Yavaşça ayağa kalktı. Boyu kısa sakalı uzunduMağaranın içinde çok eşya yoktu. Üstünde de çarşafı andıran geniş ve beyaz bir elbise vardı. Eliyle bir kaç hareket yaptı. Bir şeyler fısıldıyordu. Odanın içindeki hava bir anda değişmeye başladı. Önce sert rüzgarlar esiyordu. Sonra bir anda havasızlaştı. Etraf karardı ve ufak mavi bir ışık belirdi. Işık büyüdü ve mağaranın girişini kapattı.

Karşımda yarım metre karla kaplı bir orman vardı. Tepede ise dolunay güneş gibi parlıyordu. Gece olmasına rağmen ortalık sessiz değildi çünkü bu dünya sonsuz geceyle lanetliydi. Gözlerimi kapattım ve geçitten ilk adımımı attım. Ve diğer adımı attığım anda arkamdaki geçit yok oldu.

İlk önce kendi etrafımda döndüm. Ve sonra dudaklarımdan şu kelimeler döküldü.

“ben geldim Wirana”

Ne olduğunu bilmesem de üstümde bir ağırlık vardı. Ve karların üzerine devrilmeden önce son duyduğum şey bir kurdun ulumasıydı.

 

Loading...
0%