Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm:İlk Bağ

@singularity

2. Bölüm: ilk Bağ

Başım çok kötü ağrıyordu. Benim başım en son ne zaman bu kadar ağrımıştı. Savaş alanlarının gürültüsüne dayanıklıydı, çok fazla darbe almıyordum bayadır. Şimdi yine bir darbe almış olmalıydım. Başka bir açıklaması yoktu bu ağrının.

Gözlerimi araladım. Gece vaktiydi. Nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Bizim obanın yakınlarında bu tarz ağaçlar yoktu. Gözlerimi ovuşturarak yattığım yerden doğruldum.

Bir savaş alanında ya da daha gerisinde uyanmış olmayı bekliyordum. Aksine gayet sessiz sakin bir yerde uyanmıştım. Dolunay tam tepedeydi. O kadar güzeldi ki bir süre ona bakakaldım.

Ayağa kalktım ve etrafa baktım. Çam ağaçları etrafı sarmıştı. Oba yakınlarında çınar ağaçları olurdu.

Her şey o kadar güzeldi ki bir ömür burada kalmak isteyebilirdim. Tek bir sorun vardı. Gerçekten fazla sessizdi. Fazla olan şeyleri sevmezdim, altından bir şeyler çıkardı.

Fazla öfke, fazla duygusallık, fazla sevgi, fazla hırs hepsinden nefret ediyordum. Beni bu bilinmeze sokanında fazla nefret olduğunu biliyordum. Hepimiz fazlalıklarımızın kurbanlarıydık.

Etrafta ilerlemeye başladım. Nerede olduğumu anlayabileceğim bir şey görmek istiyordum. Sınırsız Topraklarda nerede çam ağacı vardı ki?

Ormanın içinde gördüğüm yaratıkların isimlerini bile bilmiyordum. Hangi cehenneme düşmüştüm ben? Yaratıkların hepsi sessizdi. Hiçbiri konuşmuyordu. Yukarıdan bir kuş sürüsünün geçtiğini gördüm. O kadar yabancıydı ki burası bana, adım seslerim bile duyulmuyordu.

Fazla mükemmeldi burası. Bilgenin yanına gittiğimde hissettiğim gibi her yer büyülüydü. Sakinlik veriyordu insana. Çok dingin hissediyordum. Sanki her an kavgaya dövüşe hazır olan ben değilmişim gibiydi. Birilerinin canını yakmaktan acizmişim gibi. Yürüyordum ilerliyordum ama asla yorulmuyordum. Sanki olduğum yerde duruyormuş da zemin ayaklarımın altından kayıyormuş gibiydi.

En sonunda kendimi bir açıklıkta buldum. Çam ağaçları her yerde değildi ama bir çember gibi etrafımı sarmıştı. Dizlerime kadar gelen kan çiçekleriyle kaplı bir alandı bu. Kırmızı renkleri o kadar güzeldi ki. Bu çiçeklere kanla başlayan isim vermelerine hep kızacaktım. Bir kere çok narindiler.

Yere çöktüm. Bir tanesini koparmak isterken birden kocaman bir şeyin göğe fırladığını gördüm. Ayın önüne geçti. Ay normale göre daha parlaktı. Ayın önüne geçtiğinde ise en az ay kadar parladı. Kan çiçeği bahçesinin ortasına düştüğünde onun bir kurt olduğunu gördüm.

Çöktüğüm yerden ayağa kalktım. Hipnoz olmuş gibiydim. Şu anda ne o çok sevdiğim kan çiçeklerini görüyordu gözüm ne de büyüleyici ayı. Sadece o kurt vardı. Bembeyazdı kürkü. Patilerine biraz çamur bulaşmıştı. Ve kesinlikle güzelliğini gölgelemiyordu.

Kürkü o kadar yumuşak duruyordu ki içimden gidip ona sığınma ihtiyacı hissettim. Ben kimseye sığınmazdım ki.

Sessizlik ortadan kalktı. Her şeyi hisseder oldum. Kurdun hızlı nefes alışveriş sesleri kulağımdaydı. Ona bakıyor ve öylece izliyordum. Gözleri altın sarısıydı. Vahşi bir ifadeyle bana bakıyordu. Bende kendi üstümde bakma ihtiyacı hissettim.

Kesinlikle benim olmayan bir elbise vardı üstümde. Kasaba liderinin kızlarının elbiselerine benziyordu. Bembeyazdı. Gözlerim gibi buz mavi detayları vardı. Eteği kat kat tüldendi ama tarlatanı yoktu. Rüzgar estikçe etek savruluyordu. En aşağı kısımları tıpkı kurdun patileri gibi çamur olmuştu. Ve hiçbir zaman açmadığım saçlarım kalçanın altına geliyor rüzgarla birlikte özgürce hareket ediyordu. Tekrar ona baktım.

O kadar güçlü duruyordu ki sanki paçalarından asalet alacaktı. Ayakta durmayı bırakıp toprağın üstüne oturdu. Başını hiç eğmemişti. Gözleri parlıyordu. Yavaş yavaş ona yaklaşmaya başladım. Tehlikeliydi. Sonuçta o vahşi bir hayvandı ama beni ona götüren zihnim değildi. Ben ilk defa aklımı dinlemiyordu. İçimden ona gitmeme dair güçlü bir çağrı vardı.

Yanına kadar yaklaştığımda ondan kısa kaldım. Ve o bu zamana kadar hiç başını eğmemiş olan koca kurt başını eğip benim başımın üstüne yerleştirdi. Ve ben bir anda her şeyin devrildiğini hissettim. Onun gibi yere oturdum. Hayır devrildi ve onun patileri arasından gövdesine sindim. Onun ardına sığındım ve ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. İçimde bir şeylerin değiştiğini hissediyordum. Dünyanın daha hızlı döndüğünü ve yeni bağların oluştuğunu. Bilge yazgın değişecek demişti. Ben yeni bir kapıyı aralıyordum.

Ben Wirana’daydım

...

Yerimden sıçrayarak uyandım. Sadece rüyaydı. Hepsi rüyaydı. Gece hala her yerdeydi. Burada güneşin açmadığını biliyordum. Güneşi ömrüm boyunca bir daha görmeyecektim. Bu benim seçimimdi.

Göğüsüm hızla kalkıp inerken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Sadece rüyaydı. Ufak, güzel ve büyülü bir rüya.

Kurt yok. Ona sığınmadın. Ona sarılıp ağlamadın. Hayır kimsenin yanında zayıflık göstermesin. Hayır sadece rüya. Kan çiçekleri yok.

Ve o anda bedenimin titrediğini hissettim. Evet burada mevsim kıştı. Sınırsız Topraklarda ise yaz. Ve ben kim bilir burada kaç saattir öylece yatıyordum. Karların üstüneydim.

Saçlarımın beyaz kısmından bir tutam örgünün içinden çıkmış önüme gelmişti. Onu geriye attım. Hala derin nefes alıp veriyordum. Yerden doğruldum. Etrafıma baktım.

Çınar ağaçlarını görmek beni tedirgin etse de kan çiçeklerini gördüğüm anda uzaklaşacaktım. Adı kan olan bir şeyden ne beklersin ki?

Enerjim tükenmiş gibiydi. Sırtımı çam ağaçlarından birine dayadım ve soluklandım. Nasıl bir yol izleyeceğini düşündüm. Bundan sonra ne olacaktı?

Bambaşka bir diyardaydım. Buraya dair bildiğim şeyler kısıtlıydı. Büyülü bir diyardı. Ve asla Güneş doğmazdı. Peki ya başka? Burada sadece geçmişim, yeteneklerim, ve bildiklerim benimleydi. Ve bildiklerim burası için pek de geçerli değildi.

Burada yaşamayı öğrenmeliydim öncelikle. Elimden gelen savaşmaktı. Savaş meydanlarında hayatta kalmaktı. Burada ise büyülü ırkların arasında bu beceriler ne kadar etkiliydi?

Hiçbiri önemli değildi. Benim bir hedefim vardı. Kafaya koyduktan sonra yaptıklarım vardı. Deliliklerim ve getirileri vardı. Ve ben tüm bedelleri ödemeye razıydım. Başarmak uğruna her şeyi yapardım. Bana öğretilen şeylerden biri savaşta her şeyin mubah olduğuydu.

Öl ya da öldür oyunu oynamıştım bu zamana kadar. Bundan sonra da böyle olacaktı. Bu diyarda kurallar farklıysa da bundan sonra böyleydi. Kuralları ben koyuyordum. Oyunu ben yönetiyordum. Ve zafer benim ellerimdeydi. Satranç taşlarını ele geçirmiştim.

Biliyordum çok canım acıyacak çok kayıplar verecektim. Ama bu diyarda yaşamayı öğrenecektim. Yaralarım ve kayıplarım beni tekrar sınava sokacaktı. Ben ateşlerden geçip buraya gelmiştim. Şimdi korkar üzerinde tekrar yürüyecektim.

Konaklamak için güzel bir yer arıyordum. Kimsenin kolay kolay bulamayacağı bir yer olmalıydı. Güvenliği sağlayabileceğim bir yer. Buradaki ırkları bilmiyordum. Bu yüzden tüm duyularım ataktaydı. Arkamdan bana yaklaşan kişiyi far etmiştim. Bir süre fark etmemiş gibi ilerlerken bir anda durdum. Geriye dönüp “kimsin sen?” dedim tehditkar bir sesle. Bir elim kılıcını çekmek üzere hazırdaydı.

“Asıl sen kimsin yabancı?” dedi. Sesinden beni küçümsediğini anladım. Beni küçümsemek büyük aptallıktı. “buralı değilsin.”

Korku yoktu. Cevap netti. Hedef belliydi. “Benim olduğum yerde hükümdar ben olurum. Burası benim topraklarım değilse onu kanla kutsar ve benim yaparım” ben ciddi o alaycıydı. Ölümden korkmayan birine sataşmamalıydınız. Çünkü ona en kötüsünü bile yapsanız geri adım atmazdı.

“Ahh yabancı çok komiksin. Ancak nereden geldiysen burası oraya benzemez bilesin.” Kahkaha atıyordu. Benimle alay ediyor oyun oynuyordu. Kimse buna cüret edemezdi.

Kahkahası bitene kadar ortadan kaybolmuştum son sözlerini duyuyordum ama o beni göremiyordu. Kılıcımın yanında taşıdığım hançeri çıkarıp koluna sapladım bunu kesinlikle beklemiyordu tahmin ettiğimden daha az hasar almasını da ben beklemiyordum.

Attığı histerik çığlıkla eğlendim. Sinirleri bozulmuştu. Tekrar saldıracağım zaman beni boynumdan yakalayıp yukarı kaldırmıştı. Buda benim beklemediğim hamleydi. Ama buraya gelirken yenilebileceğimi, ölebileceğimi biliyordum. Adam gibi yenilmekte bir zaferdi.

“Cık. Cık. Cık. Sana öğretmediler mi? Yeni tanışılan biri bıçaklanmaz.” Ayaklarıyla ondan kurtulmaya çalışıyor, çırpınıyordum. Birden beni yere savurdu. Ne yani öldürmeyecek miydi? Boynumu falan kırmasını beklemiştim. Geldiğim yerde biri bana bunu yapabilecek olsa bir dakika beklemez kırardı boynumu. Kendini de kahraman ilan ederdi.

Bir kaç şey yaptı. Bilmiyordum. Kahretsin büyü o kadarda basit değildi değil mi? Hançerim kolundan ayrıldı ve yarasını iyileştirdi. Büyümüş gözlerle olduğum yerden onu izliyordum.

“Sıradan birine göre çok güçlüsün ama bende normal sayılmam.” Dedi.

Şoku tez atlattım. Ayaklandım ve aynı dik duruşla karşısına dikildim. “Hayır bana kimse yeni tanıştığım birini bıçaklayamayacağımı öğretmedi. Aksine güven vermiyorsa onun boynunu kır dediler.” Psikopatça güldüm.

Uzun zamandır kimse beni yere çarpmamıştı. Açıkçası hoşuma gitmişti. Kolay zaferler insanı paslandırırdı. Karşımdaki kolay lokmamı yoksa bu diyarın en güçlülerinden biri mi bilmesem de benim için güzel bir eğlenceydi.

“Görünüşe göre sana vicdanlı davranmışım.” Onu baştan aşağı süzdüm. Zayıf yönlerini ve güçlü yönlerini tespit etmeye çalışıyordum. Ve büyüyü sadece ellerini kullanarak mı yapıyordu?

“Sana kendini tanıtmak için bir şans daha veriyorum. Çünkü ben pes etmem. Öl ya da öldür anlarsın ya. Ölmekten de zerre korkum yoktur.”

Aklımdan geçenlerle histerik ve ufak bir gülüş sergiledim. “Aksine bana ödül vermiş olursun.” Ve o herkeste gördüğüm bakış. Bu deli ne yapıyor bakışı. En sevdiğim.

“Sence de fazla abartmıyor musun Aykatun! Bu kadar şov için beni seçmen çok hoş. Ancak daha uysal yapabilirdik sanki.” Dedi. Uysallık mı? Kalsın. Uysal olmak kitabımda yoktu.

“Adım Tayeçe, alt- elemental cadıyım. Bu diyarın tek yasağı ve var oluşun mucizesi...”

İsmimi nereden bildiğini sorgulasam da cadı olduğunu söyledikten sonra zihnimle bir şeyler yaptığını anlamıştım o bunak bilgede bunun gibiydi.

Ve şov mu? Bu az önce kendini övmüştü ve ben mi şov yapmıştım. Bu şovsa belki de başka şeyler göstermemeliydim.

“Memnun oldum. Alt-elemental cadı. Bunu daha önce yapsaydın hançeri koluna saplamazdım.” Gözlerinin içine baktım. Bana karşı bir hayranlık olduğunu görebiliyordum.

“Ayrıca yasaklar çiğnenmek için vardır. Mucizelereyse inanmayı daha çocuk yaşta bıraktım. İşime yarıyorsan gerisi önemli değildir.”

Ona yaklaştım. Her şeye rağmen tetikteydim. Elim hep kılıcımın üstünde, gözlerim her hareketini inceliyordu. “Peki işime yarayacak mısın yoksa önümden çekilip gidecek misin?”

“Mucizelere inanmalısın yabancı, çünkü tam karşında duruyorum. Ve görüyorum ki birbirine benzeyen pek çok noktamız var ufak bir örnek vereyim; başka bir evrenden geliyorsun ben ise var olmaması gereken bir evlilikten dolayısıyla ikimizin de burada olmaması lazım. İşime yararsan işine yararım. Karar senin!”

“Teklifini sun benden istediğin ve bana verebileceğin nedir?”

Mucizelerle ilgili söylediği şeyler benim hayatım için tamamen safsataydı. Ama dile getirmedim. Bu diyarda belli müttefiklere ihtiyacım vardı. Sadece bana verebilecekleri ve benden istedikleriyle ilgileniyordum.

“Bir bağ istiyorum. Bir anlaşma...” kaşlarımı çattın. Bu tehlikeli olabilirdi. Tekrar konuştu. “ihtiyacım olduğunda yanımda olursun, ihtiyacın olduğunda yanında olurum.”

Bilmediğim bir işe girmek istemiyordum. Bağ ve büyü benden çok uzak şeylerdi. Hedefim içinse bu evrenin ve düzenin parçası olmam gerekiyordu ve ilk kez kana buladığım gibi ellerimi bu sefer büyüye buladım. “Kabul ediyorum.”

İlk önce gülümsedi. Ben kimseye güvenmezdim. Elim hala hazırda kılıcımdaydı. “merak etme yeni dostum, benden sana zarar gelmez.” Alaylıydı. Göz devirdim. Yaklaştı ve sol elimi tuttu.

Avuç içini yukarı doğru açtı. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Bu sırada avuç içime uzun bir kesik attı. Dudaklarımdan bir acı nidası dökülse de dik ve güçlü durmayı başardım.

O da kendi sol elini kesti. Kaşlarım çatık şekilde ne yaptığını inceliyordum. Elini elimin üstüne yerleştirdiği de bir şeyler mırıldandı. Ne dediğini anlayamıyordum. Elim ısınmaya başladı ve ufak bir ışık patlaması geldi. Artık kanın ıslaklığını ve yaranın sızlamasını hissetmiyordum. Elini çektiğinde hemen elime baktım. Sadece iz kaldı. Büyü tam olarak buydu değil mi? Sesini duyduğumda ona baktım.

“Bana bir şey lazım yabancı.”

Söyle dercesine bir işaret yaptım. Sanırım artık bir diyardaki tek manyak ben olmayacaktım bana göre hava hoştu. Ama yara iyileşmemiş olsaydı işler kızışırdı.

“Senin için değeri olsun olmasın bana verebileceğin bir eşya var mı?”

Bunu sorduğu anda kafamdaki tilkiler tekrar bir araya geldi. Ne vereceğimi gayet iyi biliyordum. Biraz geriye gittim. O bir şey vermeyeceğini sansa da ben onun kolundan çıkarıp attığı hançerime gidiyordum onu yerden alıp ona uzattım. “Sana senin kanının bulaştığı hançerimi veriyorum.”

Hançeri aldığında şaşırmış gibiydi. O da onun aslında değerli bir şey olduğunu biliyordu değil mi? Hayır ona Kay’ı uğruna öldürdüğüm hançeri vermemiştim. O hala göğüslerimin arasındaydı. Babam kalbimdeydi ve ondan geriye kalan tek şey de ona en yakın yerde kalacaktı.

Ona Aytek’in benim için yaptığı hançeri vermiştim.

Aytek...

Düşüncelerimi toparladım. Şu anda Aytek’i düşünemezdim. Aytek’i düşünmek beni mahvederdi.

Elleri boynuna gitti. Bir şeylerle uğraştı ve bana bir kolye uzattı. Mavi bir kolyeydi. Parlıyordu. Çok güzel duruyordu. Onu aldım. Hayır takmayacaktım. Onu keseme koydum. Ne kadar takmayacak olsam da asla yanımdan ayırmayacaktım. Bu kolyeye ihtiyacım olduğunu hissediyordum.

“yolun açık olsun. Yanımda olduğun sürece yanındayım.” Arkamı döndüm ve onu öylece bıraktım. Kalacak yer ev gibi sıkıntılarım olduğu halde hemen yardım alamazdım ormanda yalnızdım.

Başıyla onayladığını gördüm. İkimizde kendi yolumuza giderken birden seslendi. “Aykatun!”

Merakla ona döndüm.

“sana eğil dediğimde eğil.” Dedi ve yeniden yoluna döndü. Bense bir süre orada durup ne demek istediğini düşündüm. Dost mu düşman mı hala bilmiyordum.

Umarım dosttu. Çünkü düşmanım bana eğilmemi söylerse onu öldürmek için her şeyi yapardım. Bu kızdan iyi bir enerji almıştım ve öldürmek istemiyordum.

Yoluma devam ettim. Tayeçe arada aklıma geliyor ve kafamda onu tartıyordum. Rüyamın yavaş yavaş aklımdan silinmeye başlaması beni rahatlatsa da düşündürüyordu. Bu evren baya garipti. Wirana sanırım delilerin dünyasıydı.

Hava biraz daha bozduğunda sonunda bir mağara bulabilmiştim. Gelirken gördüğüm bir tavşanı avlamıştım. Mağaraya girdiğimde ateş yaktım. Tavşanı hazırlayıp pişirmeye başladım. Acıkmıştım. Bir an önce pişsin istiyordum.

Hayat çok garipti. Dünden bugüne tüm düzenim değişmişti. Garip olansa dünden bugüne kendimi daha az yalnız hissetmiyordum. Hala aynı yalnızlık sarıyordu ruhumu. Hala ayakta durmak zorundaydım.

Bir gün biri çıkıp da onun yanında ayakta durmak zorunda olmazsam ne olurdu hiçbir fikrim yok. Biri bana birazcık dinlenebilmem için izin verirse kaldırabilir miydim?

Kafamı yastığa koyduğumda zorlanmadan uyuduğum bir gün istiyordum. Kılıcımı bıraktığımda rahat olabileceğim bir gün. Bir şeylerin parçası olmak için uğraşmayacağım bir gün... Kendim olduğum bir gün. Deliliğimin normal olduğu bir gün.

Sanki kaç diyar değiştirirsem değiştireyim hep böyle olacak gibiydi. Benim hiçbir zaman gidecek bir yerim olmayacak gibiydi. Hep kendi kendime ev olmak zorunda olacakmışım gibi.

Ellerindeki kanlar beni rahat bırakmayacaktı. Kaderim değişebilir, yeni insanlarla tanışabilir ve evren değiştirebilirdim. Ama baştan aşağı kana batmıştım. Pislik içindeydim. Düzelmeyecekti. Geride bırakılan, bir şeyler beklenilen ve yardıma ihtiyacı olup olmadığı asla sorulmayan kişiydim. Bana bir şey olmazdı, ben hallederdim. Ben halletmek zorundaydım. Çünkü düştüğüm anda bana umut bağlayan onca insan bile bana elini uzatmayacaktı.

Benim onlara umut olmamı isterlerdi. Ben onlar için uğraşmalı, saçımı süpürge etmeliydim. Yıkılmamalı, yorulmamalı, yara almamalıydım. Çünkü bunlar olursa ben gerçekten umut olmuş olmazdım. Çünkü bu sefer düşledikleri kadar güçlü olmazdım. Aradıkları o kahraman olmazdım. Kahramanlarını kendi elleriyle öldüren bir halk...

Güldüm kendi kendime. 27 yılım boşa geçmişti. Hiçlikti o kadar yıl. Çok şey yapmış hiçbir şey başaramamıştım. Belki de orada hayatta kalmak bile bir ödüldü. Bilmiyorum.

Herkes parçalanmış, birbirinden ayrılmıştı. Ve Aytek, bana vurulan son darbe. Son acı ve son sevgi.

Babam Acar, abim Aktan, annem Balkın, Balaban ve ikizim Aytek. Kaç savaş daha vardı? Ben hangisinde aklımı kaybetmiştim. Ve gerçekten hayatta kalmak bir ödül müydü?

Tavşanın piştiğini gösteren kokular almaya başlayınca kontrol ettim. Pişmişti. Ateşin üstünden indirdim ve biraz soğumasını bekledim. Afiyetle yemeye başladım. Gerçekten çok açtım. Tavşanı yerken neredeyse kendimden geçiyordum.

Sonunda karnımı doyurduğumda ellerimi toprakla temizledim. Mağaradan dışarı çıktım ve biraz odun topladım. Ateşi güçlendirecek ve sabaha kadar dayanmasını sağlayacak kadar topladım. Mağaraya geri dönmek üzere yola koyuldum. Kafamı kaldırıp Son kez aya bakıp mağaraya girdim. Ve Wirana’daki ilk günümü bitirdim .

Loading...
0%